31 Mart 2013 Pazar Saat 13:52
Tarih yazımı, sadece geçmişin doğru kavranmasının değil, bugünün ve geleceğin yaratılışının da temel halkalarından biridir. Türkiye gerçeğinde, en önemli sorunlardan birisi bilimsel-gerçekçi bir tarih bilincinin oturtulamayışıdır. Bu bakımdan, Türk tarihine giriş, her şeyden önce birçok çarpıklıkla, karanlıkla, sahtelikle mücadele anlamına gelmektedir.
Tarih, sadece-geçmişin yaşanan olaylarını aktarmaz hangi anlayış temelinde yazılırsa yazılsın, güncele ilettiği bir mesaj vardır. Tarihin daima egemen sınıflar tarafından yazıldığı dikkate alınırsa, resmi tarihin “kazananların” tarihi olduğu ve güncel açısından da kendi egemenliklerini güvenceye almak için içinden çıkılmaz bir çerçeve yaratmak isteyeceği açıktır.
Tarihe yaklaşırken, şüphesiz “yansız” olmak mümkün değildir. Zaten objektif olmak da “yansız” olmak anlamına gelmez. Resmi tarihin karşısında olmak, tarihe doğru yaklaşmanın birinci koşuludur.
İnsanlık tarihinin bütünüyle aydınlatıldığı söylenemese de bilimsel araştırmalarla her an yeni bir gerçekliğe daha yaklaşılma çabası içinde olunduğu bilinmektedir. Ortaya çıkan yeni bulgular yeni bakış açılarını getirebiliyor veya var olanı daha da pekiştirebiliyor. Bu anlamda ortaya çıkan her yeni bulguyla insanlık tarihi yeniden yazılıyor.
İnsanlığın kendisini çözümlemesi, kendisini araması eylemi, tarihin doğru yazımının temelidir. Bu yaklaşım, insanı kendisine yaklaştırıyor ve geleceğe açılan gelişim yollarını ortaya çıkarıp genişletiyor. Tarihin çarpık ele alınışı, kendinden bir kaçış anlamına da gelmektedir. Kaçış yabancılaştırıyor, yozluğu, çürümeyi ve dağılmayı getiriyor.
Türkiye’de günümüzde yaşanan yabancılaşma, yozluk, çürüme ve lime lime olmanın temelinde, tarihle olan gerçek bağların koparılıp, sahteliği varlık biçimi olarak kabul erme yatıyor. Türkiye’de “dün” bilinmiyor “dün”e ait olgular-olaylar ya hiç yaşanmamış gibidir, ya da çarpık aynalardaki görüntüler gibidir. Sisin, dumanın içinden bazıları gerçekleri yakalamaya çalışsalar ve bu alanda önemli değerler ortaya çıkarsalar bile, bunlar da, belleklere yerleşmiş egemen anlayışları parçalama gücüne ulaşamıyor. Herkes günü yaşıyor günün geçmişle gelecek arasındaki bir köprü olduğunu da bilmeden, hiçbir örgüye gerek duymadan, midesiyle bağlantılı olarak günü kurtarmaya çalışıyor. Türkiye insanı, kendi geçmişiyle bağlan koparıldığı, sahte bir tarih bilinciyle duyurulduğu için, çağla ve insanlıkla da bağ kuramıyor.
Günü yaşama sığlıktır. Tek tek insanlar sığ olabilir ama eğer bir toplum sığlığa mahkum edilmişse, burada durum farklılaşır. Her alanda bir güdükleşme, körleşme, sağırlaşma başlar, insan öğesi zavallılaşır, köleleşir. Çünkü mirasından güç alacağı bir geçmiş ve yaratacağı bir gelecek yoktur. Köklü değerlere sahip olmayan bir toplum ise, her biçimde kullanılmaya açıktır. Böyle bir toplum, kendi kimliğini yaşayamaz. Egemen sınıfın, ya da yabancı bir gücün yönlendirmesi altında istenilen biçimde kullanılabilir hatta kendi kendisine karşı kullanılır. Nitekim günümüzde 12 Eylül’ün yarattığı tip deniliyor toplumun 12 Eylül rejimi altında ne durumlara sürüklendiği ortaya konuluyor. Fakat bunlar hep birer sonuç. Bizim için önemli olan bu sonuç kadar, sonucu ortaya çıkaran nedenlerdir. Toplumumuzun içinde bulunduğu kabul edilemez yaşam biçimi hangi tarihsel süreçlerde, hangi politikalarla örüldü? Bu biçimleniş nasıl ortaya çıktı? Türk halkı tarih içinde hangi malzemeyle örüldü bu örgünün dünya ile bağı ne oldu?
Günümüz Türkiye toplumunun tarihsel şekilleniş temellerini doğru yakalamadan, bugünün sorunlarına hiçbir alanda cevap verilemez. Ancak burada çok önemli bir noktaya hemen parmak basmak gerekiyor. Tarihin akademik düzeyde ele alınışı, olayların-olguların gerçekçi sıralanışı da hiçbir zaman yeterli değildir. Eğer bu, topluma yeni bir perspektif kazandırıyor, ulusal-toplumsal ve sınıfsal kimliğin belirgin bir biçimde ortaya çıkmasını sağlıyor, toplumsal dinamikleri tarihsel kökenleriyle ortaya çıkarıyor ve yeni bir hareket gücü kazandırıyorsa bir anlamı olabilir. Nitekim Türkiye’de bugüne değin Türk tarihi hakkında yazılmış yerli ve yabancı yazarların imzasını taşıyan sayısız kitap vardır. Birçoğu çok değerli bilgilerle dolu olan bu eserler, toplumsal gerçeklik açısından aynı değerde bir rol oynayamamışlardır. Çünkü çoğunlukla bir çizgi düzeyine çıkamamış, her birisi diğerinden ayrı ve topluma taşırılamayan incelemeler olarak kalmışlardır. Yani sorun, sadece doğrulara ulaşmak değil, bu doğruları harekete geçirebilmektir, işte burada, politikanın önemi, tarih ve politika arasındaki çok önemli bağ ortaya çıkmaktadır.
Tarih ve politika her zaman doğrudan ilişkili olmuş, birbirini koşullandırmıştır. Bugün Türkiye’de hakim olan politika, hakim olan tarih anlayışını da belirlemektedir. Elbette ki bu salt Türkiye’ye özgü bir olay değildir. Hangi sınıf adına olursa olsun, iktidar güçleri, tarihi kendi politik hesap ve çıkartan doğrultusunda yazdırmışlardır. Buna, “resmi tarih” denilmiştir. Ve her iktidar değişiminden sonra yeni bir tarih ortaya çıkmıştır. Köleci krallıkların yazdırdığı tarih, feodal imparatorlukların yazdırdığı tarih, burjuvazinin yazdırdığı tarih hep bu özelliği taşır. Reel sosyalist ülkelerde de aynı gerçeklik yaşanmıştır. Bu ülkelerdeki çözülme ve dağılma ardından ortaya yepyeni bir “tarihin” çıktığını görmekteyiz. Öyle ki “kahramanlar”, “hainler” vs. yeniden değerlendirmeye alınacak ölçüde yer değiştirir hale gelmiştir. Kavramlar, ilkeler gözden geçirilmeye başlanmış, her şey yeni baştan tarihin sorgusuna alınmıştır. Bugün “kara” olarak gösterilenler yarın tarih önünde belki “ak” olacaktır.
O halde, tarihe yaklaşım açısından Türkiye’nin özgün yanı nedir?
Türkiye’de eğer, tarihe bir yaklaşımdan bahsedilecekse, Cumhuriyetle başlayan süreç temel alınabilir. Öncesi süreçlerde, Padişahlara dizilen övgüler dışında, olaylar düzeyinde bile gerçek anlamda bir tarih yazımı yoktur. Selçuklularda tarih yazımıyla görevli “vakanüvis”ler bulunmakla birlikte, bunlar resmi tarih yazıcılarıdır ve ancak egemenlerin çıkarları dahilinde yazmaktadırlar. Vakanüvislik, bir devlet memurluğu olarak işlev görür ve daha sonraki süreçlerde de bu kurumun devam ettiği görülür.
Osmanlılarda, geçmişin bir uzantısı olarak “tarih bilinci” yoktur. Nasıl ki Oğuz boyları Avrupa içlerine kadar akınlar sürdürürken, “ülke”, “ulus” ve “tarih” bilincinden yoksun iseler bir Avrupalının belirttiği gibi, “nereden geldikleri sorulduğunda cevaplayamaz” durumda iseler, aynı köksüzlük, geçmişe ait bilinçsizlik daha sonraki bütün süreçler boyunca da böyledir. Hatta Osmanlıda “tarih” en çok korkulan bir alandır. İmparatorluğun kuruluşunda her ne kadar bir “kök”e dayanma ihtiyacı duyulmuş ve bizzat Osman Bey’in direktifiyle Osmanlının kökeni Oğuzların Kayı boyuna dayandırılmaya çalışılmışsa da, Osmanlı devletinin kurumlaşmasıyla bu hem gereksizleşmiş ve hem de artık hatırlanmaz olmuştur.
Gerek Selçuklu ve gerekse Osmanlı imparatorluğu dönemlerinde, “devlet” olunduğu halde “tarih”ten kaçılmıştır. Özellikle “Türk” gerçeğine yaklaşılmak bile istenmemiştir. Padişahlara övgünün ötesine geçmeyen sözde tarih yazımında, yenilgiler bile “yengi” gibi gösterilmiş, olaylar çarpıtılmış ve tarihe güvenilmez belgeler bırakılmıştır.
Egemenler kendi despotluk, barbarlık tarihlerini unutturmaya çalıştıktan gibi, halkın ve halkların direnmeler tarihini de unutturmayı başlıca amaç edinmişlerdir. Düne ait hiçbir şeyin hatırlanmasını istememişlerdir. Böyle olunca, Anadolu’nun binlerce yıllık zengin tarihi ve kültürel değerleri karanlık bir sis perdesiyle örtülmüştür. Anadolu topraklarında tarih ve ülke bilinci silinmiştir. Ama bu sadece Anadolu’yla da sınırlı değildir. Egemen oldukları her alanda, Türk egemenlerinin yapmak istedikleri budur.
Tarihe kök salmayan, bir tarih bilinci oluşmayan halklar, hem kendilerini -eğer egemen konumdalarsa hem de egemenlik altında tuttukları halkları tehlikeli bir noktaya sürüklüyor demektir. “Köksüz Türk”, bu nedenle ne kendini tanımış ve ne de insanlık değerleri karşısında saygılı olabilmiştir. Tarihte daima yıkıcı bir rol oynamanın temelleri buraya dayanmaktadır. Türk egemenleri için “vatan” yoktur “vatan”, egemenliğin yayılabildiği alanlardır. Bunun gibi, “halk”, “millet”, “ulus” olma bilinci de yoktur. Tanzimat’la başlayan süreçte her ne kadar, “Osmanlılık”, “İslamcılık”, “Turancılık” gibi birtakım kavramlarla ortak bir bilinç yaratılmaya çalışılmışsa da, tarihi ve toplumsal gerçekliğe uymayan bu kavramların içi boş kalmıştır. Zaten Türkler, tarihe eğer biraz yaklaşmışlarsa, bu da Arap-İslam tarihi olmuş ve “kavm-i necip” olarak yücelttikleri Arapların tarihini ümmet ideolojisinin geliştirilmesinde ve imparatorluğu ayakta tutmada bir harç olarak kullanmak istemişlerdir.
Kapitalizmin uluslaştırıcı etkisi Doğu Avrupa’da duyulduğunda, sarıldıkları “Osmanlılık” ise, kapitalizm karşısında yenik düşmüştür. Türk egemenleri ve onların izdüşümü olan “aydınların Türklük bilincine yönelmeleri de yine emperyalizmin yönlendirmesiyledir. Alman emperyalizmiyle Turancılık arasındaki bağ çok somuttur.
Tarihin çarpıtılması temelinde de olsa, Kemalizm, Türk uluslaşmasına önderlik ettiği oranda, tarihsel kök arama ihtiyacını da duymuş ve kendi yaklaşımını geliştirmiştir. Ancak, M. Kemal’in Türk ulusuna bir “kök” bulma arayışı esas olarak 1930’lu yıllarda kendini duyurmaktadır. Anadolu’daki yeri ve rolü, tarih içindeki gelişimi vs. konular ilk kez bu dönemde sistemli olarak bir politik çizgiye oturtulmaya çalışılmıştır. Ne var ki, bu da yine, Kürt halkının katledilmesi, Anadolu uygarlıklarının değerlerinin gaspı ve iç toplumsal çatışmaların inkârı üzerinde biçimlendirilmeye çalışılmış tarihten kaçarak tarih yapma anlayışı üzerinde gerçekleşmiştir. Kemalizm, tarihin tersyüz edilmesi, güncelin yalan üzerinde örülmesi pratiğidir.
Kemalizm’in, çarpık ve güdük de olsa Türk uluslaşmasına bir ivme kazandırdığı, bir tarih bilinci verdiği iddia edilebilir. Bu iddia da, en az Kemalizm kadar çürüktür, maddi temelleri yoktur. M. Kemal’in önderliğinde ve direktif ile geliştirilen “Türk Tarih Tezi”, “Güneş Dil Teorisi” vb. incelenirse, görülmektedir ki, tümüyle aşağılık kompleksinin yön verdiği, topluma hiçbir alanda önderlik yeteneği olmayan bir burjuvazinin kendi zayıflığını abartılı ve yalan tezler üzerinde tersinden yansıtmaya çalıştığı bir gerçeklik vardır ortada. Ulus bilinci kazanmak bir tarih bilinci kazanmaktır, tarih birliğine ulaşmaktır. Türk uluslaşması açısından durum hiç de böyle değildir. Kürt halkının imha temelinde inkarı, Anadolu uygarlıkları tarihinin çarpıtılması ve Türklerden binlerce yıl önce Anadolu’da yaşayan insanların bile “Türk” ilan edilmesi, Türklerin dünya insanlığının ve dillerinin doğuş kaynağı olarak gösterilmesi, uluslaşmanın dinamiği olan sınıf mücadelesinin inkarı ve diğer her şey, modern uluslaşma anlamında tek bir adım bile atılmadığını, Türk adı etrafında sahteliğe dayalı olarak ve zor temelinde bir bulamacın yaratılmaya çalışıldığını ortaya koymaktadır. Türk halkının kendi gerçekliğinden uzak, dünya gerçeğine yabancı, köle, anti-demokratik yaşam ve ilişki tarzı kaynağını buradan almaktadır. Türk halkı, Kemalizm’le hiçbir şey kazanmadığı gibi, güncel tarih de kanıtlamaktadır ki, çok şey yitirmiştir. Kendi ulusal kimliğini bile bulamamış ve ulusal, sınıfsal ve bireysel anlamda derin kimlik bunalımına mahkum hale gelmiştir, işte bugün en önemli görev, tarihte kendini araması ve bulması olarak karşımıza çıkmaktadır.
Biz, tarihe yaklaşımı, akademik bir düzeyde görmüyoruz. Eğer tarih bir eylem olarak ele alınırsa ve tarihin gerçek yapıcılarının kimlikleriyle ortaya çıkmaları esas alınırsa bir anlam taşır. Günümüzde yeni “vakanüvis’lere, ya da resmi tarih yazımının memurlarına değil, tarihsel dinamiklerin üzerinde tarih yapıcılarına ihtiyaç vardır. Bu halkın gücünün, bu günün dayandığı köklerin doğru tespiti ve harekete geçirilmesi yeteneğinin gösterilmesidir.
Hiçbir haklı hareket, hele hele hiçbir devrim aşağılık kompleksinin yön verdiği açıkları, suçları örtme üzerinde yükselemez. Her devrim aynı zamanda en köklü eleştiri demektir. Kendi gerçekliklerine bilimsel eleştiri silahıyla yaklaşamayanlar, tarihe kör bakanlar tarihin dışına atılmaktan kurtulamazlar. Bizim yaklaşımımız bu anlayış temelinde yükselmektedir.
Çağın içindeki yerimiz nedir, tarih içinde yerimiz nedir, halk tarihimizle egemen sınıfların tarihi nedir, hangi noktalarda ayrılmaktadır, bugünkü derin toplumsal ve hatta bireysel sorunların kaynakları ve çözüm yolları nerededir, egemen sınıfların tarihinden kendimizi ayırarak çağdaş insanlığın içinde nasıl bir yer tutmak itiyoruz, vb. sorulara doğru cevaplar bulmak zorundayız. Şu bir gerçek ki, güncel düğümlerin çözülmesi tarihsel düğümlerin çözülmesiyle mümkündür.
İddiamız yeniden bir tarih araştırmasına girmek değildir. Türk tarihine ilişkin sayısız belgeyi değerlendirebilmek bile bizce küçümsenemeyecek bir çalışma olacaktır. Kaldı ki, politik bir hareket akademik bir görev üstlenemez. Tarih bilimciler kendi görevlerine daha titiz sahip çıkacaklardır. Bizim için esas olan, bu değerli araştırmaları tarihi materyalist bakış açısının ölçeğine vurmak ve bu temelde yeni bir yorum gücüne ulaştırabilmektir. Olaylar-olgular düzeyinde eksiklikleri ve hatta hataları içinde taişısa da, yazmış olduğumuz bu broşür, eğer böyle bir amaca ulaşabilirse başarılı kabul edilebilir.
ORTA ASYA’DAN ANADOLU’YA
Türk tarihi hep kahramanlık öyküleri ile süsleyerek anlatan resmi tarihçilere göre Türkler, dünyaya medeniyetin taşıyıcısı olmuşlardır. Orta Asya’dan Anadolu’ya medeniyet taşımışlardır, İslam olmaları bu nedenledir. Bu nedenle üç kıtada at koştur-muşlardır. Kılıçlarıyla “ilim ve irfan” taşımışlardır. Viyana kapılarına bu nedenlerle dayanıp, Avrupa’yı nal sesleri ile bu nedenle inletmişlerdir.
Bu şoven tarih anlayışının demagojik safsatalarını daha da uzatmak mümkündür. Ancak bugün doğru kavranılacaksa bizim tarih içinde oynadığımız rol yerli yerine oturtulmalıdır.
Nasıl bir topluluk olarak tarih sahnesine çıkmışız? Sınıflaşma nasıl ve neye dayanarak gerçekleşmiştir? Üretim karşısında durumumuz nedir? Ordu toplumsal şekillenmemizde nasıl bir rol oynamıştır? Türk hakim sınıfları nasıl ve neye dayanarak şekillenmişlerdir? Türk halkının tarih içindeki konumu ve rolü nedir? Diğer halklar karşısında durumuz nasıldır? İnsanlığa hangi evrensel değerleri katmışız? Çağ karşısında hangi durumdayız? Halk olarak çağa karşı sorumluluğumuz nedir? Tarih bugün önümüze hangi sorumluluk ve görevleri koymaktadır?
Bütün bu sorulara bilimsel materyalist tarih anlayışı içinde cevap verdiğimiz oranda kendi tarihimizi biraz olsun kavramış olacağız. Bu temelde hakim sınıflar ile emekçi halkın tarihini birbirinden ayırarak, kendimizi acımasız bir eleştiriden geçirerek geleceği yakalayabiliriz.
Türkler tarih sahnesine ilk olarak ilkel komünal topluluklar olarak Orta Asya bozkırlarında çıkıyorlar. Uzun yıllar basit tarım yanında esas olarak hayvancılıkla uğraşıyorlar. Bu yıllarda uygarlığa geçişin önemli bir öğesi olan toprakla ilişkileri oldukça sınırlıdır. Geniş bozkırlarda hayvancılık yaparak göçebe boylar halinde yaşıyorlar. Hayvan sürülerini korumak için askerileşme başlamakla birlikte henüz güçlü değildir.
Bu süreçte bütün boy üyeleri tümüyle eşittir ve bir sınıflaşma söz konusu değildir. Çünkü ortada artık-ürün yoktur. Doğa karşısındaki zayıflıkları nedeniyle yaşamlarını zorla sürdürüyorlar. Topraktan kopuk olmaları bu boyların yaşamlarını oldukça zorluyor.
Boy yöneticileri, boy üyeleri arasından seçilerek işbaşına geliyorlar. Aranan kıstas ise, iyi otlakların bulunması ve doğa karşısında boyları koruyacak tecrübe ve yeteneğe sahip olmaları ile diğer boyların saldırıları karşısında iyi korunmaktır.
Göçebe boy toplulukları Orta Asya bozkırlarında oradan oraya dolaşıp varlığını sürdürmeye çalışırken Çin uygarlığı ile temasa geçiyorlardı. Toprağa yerleşerek tarım ve ticaretle geçinen Çinlilerle girdikleri ticari ilişkiler süreç içinde çatışmalara yolaçıyor, sınırlı askeri örgütlenmeleri nedeniyle Çin içinde birikmiş değerleri talan etme doğrultusunda girdikleri ilk çatışmalar zamanla yerini uzun yıllar devam eden savaşlara bırakıyor.
Daha ilk toplumsal işbölümü döneminde toprağa yerleşmeyerek bozkırda dolaşan bu topluluklar uygarlık dışı kalıyor. Bu durum onları birikmiş değerlere yöneltiyor ve talana dayalı yaşam kendini hakim kılmaya başlıyor. Daha önce sürüler üzerinde mülkiyet ilişkileri olmasına rağmen henüz sınırlı bir durumdadır.
Toprağa yerleşmeyerek Orta Asya bozkırlarında dolaşma, bu boylarda yurt kavramının oluşmasını engelliyor. Sürülerine nerede otlak bulurlarsa oraya yerleşiyorlar. Yerleştikleri alan ihtiyacı karşılayamaz duruma gelince yeni bir yurt bulmak için tekrar yola çıkıyorlar. Çin’le temasa geçtikten sonra, talan savaşlarıyla birlikte yurt kavramı diye bir olayın zemini, yani toprağa yerleşmenin zemini ortadan kalkıyor. Talana dayalı yaşanan hakim olmaya başlaması, onları sürekli talan peşinde koşan hareketli topluluklara dönüştürüyor.
Talan yaşama ağır ağır hakim olmaya başlayınca askeri alanın önemi ortaya çıkıyor. “Asken yapılarını güçlendirdikleri oranda talan imkanları artıyor. Diğer yandan talanın yaşama hükmetmeye başlaması, boyların kendi aralarında da talan savaşları yapmasına yol açıyor. Bu anlamda hem diğer boylardan korunmak hem de talan yapmak için askeri örgütlenmelerini güçlendiriyorlar. Geçmişte boy yöneticilerinin seçiminde kıstas en iyi otlakların bulunması ve doğa karşısında korunma iken şimdi artık kıstas, en fazla talan ve yağma oluyor bunun için savaşçı yetenekleri gelişmiş olanlar askeri bir demokrasi içinde boy üyelerinin oyları ile seçiliyor. Askerileşme giderek bir yaşam biçimine dönüşürken doğal olarak kendi içinde bir merkezileşmeyi de beraberinde getiriyor.
Askerileşme ve merkezileşme güçlendikçe, seçilen şeflerin boylar üzerindeki etkinlikleri artıyor. Servet birikimleri esas olarak talan ve hayvancılık üzerinde sağlanıyor. Savaşın adeta bir sanayi biçimine dönüşmeye başlamasıyla birlikte talan ve ganimetin artması artık-ürünü ortaya çıkarıyor. Talan yoluyla elde edilen artık Türklerde sınıfların ortaya çıkışının temeli oluyor. Ama bu sınıflaşma askeri temeldedir. Talanın çoğalması boyların kendi içinde veya birbirleriyle çatışmasını yoğunlaştırıyor. Bu çatışmaların galipleri diğer boyun malını talan ederken, boy üyelerini de köle savaşçı olarak kendi boylarına katıp askeri yapılarını güçlendiriyorlar. Ekonomik faaliyetler ile askerileşme iç ice gelişiyor.
Çin uygarlığının Türk boylarının saldırılarına karşı daha büyük ordular kurmaları, boyların tek tek talan imkanlarını kısıtlayınca, askeri boy yöneticileri kendi aralarında en fazla talanı yapabilecek, savaşçı yetenekleri gelişkin boy yöneticisini komutan seçiyorlar. Bu gelişim seyri içinde bazı boylar ve boy yöneticileri giderek diğer boylar üzerinde üstünlük sağlayıp, hakimiyet kuruyor ve kendi boylarını büyütüyorlar. Boy beylerinin talandan aslan payını almaları ve boylar üzerinde belirleyici rol oynamaları süreci başlıyor.
Talan boylarda bir yaşam biçimine dönüşürken, savaş da bir sanayi kolu gibi işlev görüyor. Topraktan tümüyle kopan ve hayvancığı da eskisi kadar yapmayan Türklerde üretim araçları ok, yay ve kılıç oluyor. Talan bir kültür biçimine dönüşüyor. Mesela, yılın belli günlerinde boy içinde talan yapmak gelenekleşiyor. Ölenlerin mallan boy üyeleri tarafından talan edilir oluyor. 4000 yıllık tarihin 2000 yılı böyle bir göçebe ve talan yaşamı içinde geçiyor.
Büyük ordular oluşturan Türk boylan savaşlarda güçlü Çin ordularını yenerek daha çok talan için iç bölgelere kadar giriyorlar. Ancak karşılaştıkları daha gelişkin uygarlık onları geleneklerinden her gün biraz daha uzaklaştırıyor. Mülkiyetlerinde belli bir değer birikimi sağlamış egemenlerde bir yabancılaşma başlıyor. Çin uygarlığı ile temasa geçtikleri oranda bozkır kültüründen uzaklaşılıyor. Çin uygarlığı bunları güçlü’ ekonomik ve kültürel yapısı ile eriterek kendine bağlı kılmaya, hatta onları asker olarak kullanmaya kadar götürüyor.
Kendilerinden uzaklaşan ve talanlardan yeteri kadar pay alamayan boy üyeleri şefleriyle çatışmaya başlıyorlar. Bu çatışmalar nedeniyle Türklere güvenmeyen ve Çin uygarlığı ile iç ice girdiği oranda onlara yabancılaşan egemen şefler, yabancılardan kurulan ordulara yöneliyorlar.
Çin ile savaşla girdikleri ilişkiler sonucu bir kısım Türk boyla-n hızlı bir erime sürecine girerek toprağa yerleşip Çin uygarlığı içinde tarihe karışırken/ bir kısmı da, Çinlilerden uzaklaşarak Orta Asya bozkırlarındaki sefil yaşamını sürdürüyorlar.
Burada göçebelik özelliğinin Türklere has bir olay olmadığını vurgulamak gerekir. Her topluluk gelişme süreci içinde göçebeliği yaşamıştır. Ancak Orta Asya’nın coğrafik yapısı Türklerde toprağa yerleşimde, yani ilk toplumsal işbölümünde uygarlığın dışında kalmalarında etkili olmuştur. Bu sürecin talan kültürü ile birleşmesi göçebeliği onlara özgü bir niteliğe büründürmüştür. Bu durum siyasal şekillenmeyi de belirlemiştir.
Başta cılız tarım yanında esas olan çobanlık ve hayvancılık, daha sonra ise belirleyici olarak buna talan eklenince, siyasal yapının askeri, merkezi ve özellikle sınıflaşmayla birlikte despotik nitelik kazanması kaçınılmazdır. Bu merkezi askeri despotik şekillenme çeşitli biçimsel değişikliklere uğrasa da, siyasal yapıya günümüze kadar damgasını vurmuştur. Bu dönemde Şaman dininden olan Türklerin en büyük tanrıları gökyüzüdür. Yine doğada büyük olan ırmak, dağ vb. şeylere taparlar.
Topluluk içinde “Tarkan” diye anılan soylular “akkemikliler” diye anılırken, halk “kara kemikliler” diye aşağılanmıştır. Hakanlık “irsi” sayılarak babadan oğula geçmiş, halk devlet işlerinden uzak tutularak siyasetin dışına itilmiştir.
Türk boylarının Orta Asya’dan dünyaya dağılmalarının temelinde göçebe kültürü ve talan vardır. Toprağa dayalı üretimden kopuk olduklarından, Çin dışından Hindistan’a, Hazar Denizi’nin kuzeyinden Rusya steplerine, oradan Avrupa’ya yayılan Türk boylarının bir kısmı da Ortadoğu’ya gitmiştir. Bu göçler uzun yıllar devam etmiştir.
Türklerin Ortadoğu’ya geldikleri dönemde burada durum nedir? Nasıl bir ideolojik yapı ve üretim ilişkisi yaşanmaktadır?
Arap yarımadası altıncı yüzyılın başında Ortadoğu’nun en geri bölgesidir. Yarımada’da köleci bir düzen hakimdir. İnsanlar putlara tapmakta, arazi yapısından dolayı yaşam tümüyle ticarete dayanmaktadır.
Yemen’den Şam’a, Hindistan’a uzanan ticaret yollarında sadece mal değil, aynı zamanda düşünceler de taşınmaktadır.
Arap yarımadasında ticaretle yaşayan kabilelerin çıkar çatışmaları ve kölelik, mevcut sistemin sonunu getiren nedenlerdir. Muhammed ve İslamiyet’in ortaya çıkışı bu çelişkiler ve köleci düzene duyulan tepkinin sonucudur. Mekke tüccarlarının tepkilerini şiddet biçimine dönüştürmesi Muhammed’i Medine’ye yöneltir. Burada ilerici bir ideoloji plan İslamiyet’in kısa zamanda yayılması ve güçlenmesi ile Mekke tüccarlarının ticaret yollarını kesen Muhammed etki alanını genişletmiştir. Sonuçta güçlü bir orduyla Mekke üzerine yürüyen Muhammed, şehri teslim alarak köleci rejime son verir ve dönemin ilerici rol oynayan ideolojisi ile putları yerle bir eder.
Köleci sisteme son veren İslam devrimi, her devrim gibi yayılmak ister. Kölecilik karşısında ilerici bir sistemi ifade eden feodal İslam ideolojisinin yayılması kaçınılmazdır.
Muhammed’in ardılları olan halifeler, İslam dinini yaymak için kaçınılmaz olarak işgal ve fetih politikasını esas alıp Suriye, Irak, Kürdistan ve Kuzey Afrika’yı işgal ederler.
Halife Osman döneminde büyük- bir imparatorluk kuran Araplar, başta şekillenen “eşitlikçi” düzen yerine feodal aristokrasinin iktidar olduğu, başka halkların zulüm altında tutulduğu bir rejim kurarlar. Bu rejime karşı dışta halkların başkaldırıları olurken içte de mezhep çatışması biçiminde taht kavgası başlar. Alevilerin temsilcisi Ali’nin öldürülmesi ile hilafet babadan oğula geçerek iyice despotik ve gerici bir kuruma dönüşür.
Ortadoğu’da mezhepsel çatışmaların sürmesi istikrarsızlığın nedeni olur. Çelişki ve çatışmaların keskinleşmesi iktidarları zor durumda bırakır. Fatimi-Abbasi çekişmesi ve Iran-Abbasi çekişmeleri ile Bizans’ın çöküşü hızlanırken Türkler boylar halinde Ortadoğu’ya akmaya başlarlar.
Daha önceleri Hazar Denizi’nin kuzeyinden Avrupa’ya geçen Türk boylan yaptıkları akınlarla sayısız askeri başarılar kazanmalarına rağmen, geri ekonomik ve toplumsal yapılarından dolayı kendilerinden ileri ekonomik ve toplumsal yapıya sahip Avrupa’da erimekten kurtulamazlar. 9. Yüzyılda göçler bu kez Hazar Denizi’nin kuzeyinden Hint yarımadası ve Ortadoğu’ya yönelir.
İran’a ulaşan Türk boylan bölgedeki halkların Müslüman olmalarından dolayı çeşitli zorluklarla karşılaşıp yaptıkları akınlarda istedikleri sonuçlan alamazlar. Zayıf yapılan ile İslam ideolojisi karcısında varlık gösteremeyeceklerini anlayınca İslamiyet’i hemen kabul ederler, ileri İslam ideolojisinin Hıristiyan halkların yaşadığı alanları fethetmede oynayacağı rolü görerek İslamiyet’i peşinen kabullenenler Türk egemen çevreleridir. Yoksul halk kendi gelenek tarzıyla çelişen İslamiyet ve özellikle Sünnilikle bütünleşmez.
Müslümanlığı kabul eden Türk egemenleri hemen Abbasi halifesi ile temasa geçerler. Türklerin savaşçı yapılarını gören Abbasi egemenleri iktidar ve imparatorluklarına ayakta tutabilmek için Türkleri askeri bir güç olarak kullanmaya başlarlar.
Başlangıçta halifenin ücretli askerliğini yapan Türkler, halifeliğin zayıflaması ile birlikte imparatorluk içinde etkinliği ele geçirmeye başlarlar. Askeri örgütlenmelerini güçlendirerek, yeni gelen göçlerle daha da büyürler. Abbasi içinde yüksek komutanlıklara gelerek yönetim konusunda deneyim sahibi olurlar. Öyle ki, neredeyse Abbasi’ye hükmetmeye başlarlar.
Arap ve Acemler ‘den devlet ve yönetim tarzını öğrenen Türkler, taklitçi özellikleri ve güçlü askeri yapıları ile Büyük Selçuklu Devleti’ni kurarlar. Daha sonra kurulan Anadolu Selçuklu Devleti ise Büyük Selçuklunun bir kolu, aynı devlet örgütünün devamı konumundadırlar.
Selçuklu devletleri, Türk toplumsal yapısının kesin çizgilerle belirlendiği bir dönemdir. Orta Asya’da temeli atılan toplumsal şekillenme, bu yıllarda sert çizgilerle ortaya çıkmış, bu durum içte çetin mücadelelere neden olmuştur.
Göçebe bir topluluk olan Oğuzların kurduğu Büyük Selçuklu Devleti yöneticilerinin yerleşik düzene geçerek mevcut uygarlıkla bütünleşmeye, dil, din ve yaşam tarzlarını terk etmeye başlamalarına yoksul halk tepki göstererek direnişe geçmiştir. Egemenler özellikle İranlılarla yakın ilişkiler içine girerek halka yabancılaşırlar.
Halktan ve halka ait şeylerden kopmak bunlar için büyük bir şeref sayılır. Halk ise, devletten koparak geleneklerini sürdürmeye çalışır. Bu durumu Aşık Paşa “Garipname” adlı eserinde şöyle dile getirir
Türk diline kimse bakmaz idi
Türklere her kız gönül akmaz idi
Türk dahi bilmez idi bu dilleri
İnce yol ol ulu menzilleri.
Egemenler arasında Türkçe konuşmak ayıplanır olmuştur. Tarihte hakim güç olduğu halde kendisine ve halkına bu kadar yabancılaşan, uzaklaşan, kendi dilini bırakıp başka halkların dil, din ve yaşam tarzıyla bu kadar bütünleşen, bununla bir kültür yaratmaya çalışan başka bir halk ve egemen sınıf az bulunur.
Devleti kuran Oğuzların, bunun nimetlerinden yararlanmaması devlete karşı hoşnutsuzluğu giderek kine ve nefrete dönüştürmüş ve bu durum Türkmen ayaklanmalarının nedeni olmuştur.
Selçukluların kökleşmesiyle oluşan hanedan, aristokrat ve zenginlerin yabancılarla kaynaşması, egemenlerin tarihi kökenlerini de çarpıtmaya götürmüş ve Selçuklular kökenlerinin Oğuzlardan değil, İran’dan geldiğini ileri sürer olmuşlardır.
Örneğin Tuğrul Bey Araplarla bütünleşerek, kendisini halifeliğin temsilcisi ve Sünniliğin hamisi ilan ederek İslam aristokratlarının savunucusu olmuştur.
Selçuklu ‘da toprak, “miri”, kamunun, yani devletin malıdır. Arazinin idare tarzına göre ikta, mülk ve vakıf reayası biçimindedir. Halk öşür ve vergilerini kimin reayası ise ona verirdi. Toprak kime aitse reaya da ona bağlanırdı. Toprak kime geçerse köylü de toprakla birlikte ona giderdi.
Ayrıca toprakların özel mülke çevrildiği de olurdu. Özellikle devletin zayıf düştüğü dönemlerde arazi, yerel otoritelerin eline geçebiliyordu. Bu, devletten zorla satın alma veya hizmet karşılığı devlet tarafından verilme biçiminde olabiliyordu. Toplumsal ayrışmayı toprakta gerçekleştirilen bu yöntem ise vakıflaştırma-dır. Toprak devletten bu şekilde alınıp vakfın denetimini elinde bulunduranlar tarafından işletilerek büyük kazançlar elde ediliyordu.
Sınıflaşmayı besleyen bir diğer olgu ise ticarettir. Gerek büyük gerekse Anadolu Selçuklu devleti ticareti geliştirmek ve bu yolla vergi toplamak için ticaret yolları üzerinde kervansaraylar yaparak, kervanların örgütlenmesini, korunmasını üstlenmiştir. Uğranılan zararları ise devlet karşılamıştır. Sırf ticari öneminden dolayı bazı yerlere seferler düzenlemiş ve ticarete özel önem verilmiştir.
Talan, toprak ve ticaretten yararlananlar ise, askeri merkezi devleti elinde bulunduran, egemenlerdir. Bunlar halka tümüyle yabancılaşarak, onları yönetim dışı tutarak ağır baskı ve sömürü ile iktidarlarını sürdürmüşlerdir.
Büyük Selçuklunun kurucuları olan Oğuzlar, devlet kendilerine yabancılaşınca uzun süren ayaklanma ve savaşlar sonucunda kurdukları devleti yine kendileri yıkmışlardı. Tarihe, Büyük Oğuz Ayaklanması olarak geçen bu olay, egemenlere karşı gerçekleşen Türkmen ayaklanmalarının ne ilkidir, ne de sonuncusu olacaktır.
Büyük Selçukludan kopan Türkmenler Alpaslan’ın açtığı kapıdan Anadolu’ya savaşa savaşa girerek burada Anadolu Selçuklu devletini kurarlar. Doğudan gelen Moğol baskıları sonucu göçen Türkmen boylan da buna eklenince Anadolu Türkleştirilir.
Türkmenler İslamiyet’i toplumsal yaşantılarına uyduğu ölçüde kabul etmiş, daha çok ta egemenlerin Sünniliği benimsemesi nedeniyle Şiiliğe eğilim duymuşlar ve süreç içinde benimsemişlerdir.
Halk Sünnilik ‘ten, medrese kültüründen ve Arapça, Farsça dillerinden bir şey anlamadığı için devlete hep uzak durur ve kendi şaman geleneklerini Şiilik ile olabildiğince birleştirerek yaşam tarzını korumaya çalışır. Medrese ve Mevlana’nın bu sefil yaşam tarzı ve felsefesi ile bütünleşmez. Bunlar devlet ideolojisi ve yaşam tarzıdır. Kendi geleneklerine yabancıdır.
Babailik tarikatının bir üyesi olan Baba İshak, Selçuklu egemenlerinin ahlak düşkünü yaşamlarını, yaptıkları zulüm ve haksızlıkları propaganda edip yeni ve adil bir düzen kurmayı vaat ederek halkı ayaklanmaya çağırır. Egemen sınıflarla bütünleşmemiş diğer etnik ve dinsel gruplara da çağrıda bulunan Baba İshak, zaten ayaklanmaya hazır halkı bir kıvılcımla ayağa kaldırarak Selçuklu şehirlerini ele geçirmeye başlarlar, isyanın Konya’yı tehdit eder hale gelmesiyle Keyhüsrev başkenti bırakıp kaçar. Bütün Selçuklu ordusu toplanır ve Hıristiyanlardan asker sağlanarak Babailer üzerine yollanır.
Baba İshak kale burcuna asılarak idam edilir. Ama isyan devam eder. Babailer güçlü ordu karşısında büyük bir direniş göstermelerine rağmen isyan katliamla bastırılır, iki üç yaşındaki çocuklar dışında herkes kılıçtan geçirilir. Bu kıyımda esas rolü oynayan ise Selçuklu ordusunun vurucu gücü olan franklardır. Keyhüsrev hizmetlerinden dolayı büyük miktarda altınla bunları ödüllendirir.
Türk egemenleri her dönem, kutsal sayılan merkezi otoriteye karşı ayaklanan halka sınır tanımaz zulüm ve katliamlarla cevap vermişlerdir. Halka yabancı olduklarından, halk karşısında her kesim ve milliyetten egemen çevrelerle ittifak ve ilişki kurmaktan çekinmemişlerdir. Başka halkları olduğu kadar Türk halkını da baskı, sömürü ve katliama uğratmışlardır.
Babai isyanı ile zaten çürüyen devlet iyice sarsılmış ve son bir darbeyi beklemektedir. Bu son darbeyi de Moğollar vurarak Selçuklu Devleti’ni yıkarlar. Moğollara karşı direnen Anadolu’nun yoksul Türkmenleri olur. Selçuklu egemenleri ise, bu direnişleri kırmak için Moğollarla işbirliği yaparak onların hizmetine girerler.
Türk egemenleri tarih sahnesine çıktıklarından bu yana kendilerinden güçlü bir ideoloji, uygarlık ve ordu karşısında secde etmiş, işbirlikçiliği seçmişlerdir. Güçlü oldukları zamanlarda bile yabancı kültürle bütünleşmişler, üstelik onu da kendi bünyelerinde çarpıtıp çürütmüşlerdir. Kullanabilecekleri her şeyi talan ve yağmanın hizmetine sunmuşlardır.
KURULUŞTAN TANZİMAT’A OSMANLI
Osmanoğulları’nın küçük bir boy olarak Anadolu’ya gelip, Bizans sınırına yerleştikleri yıllarda Avrupa kapitalizmin ilkel sermaye birikimi dönemini yaşamaktadır. Bölgede yaşanan savaşlar, köylüler için daha fazla vergi ve daha fazla baskı, şiddet olacaktır, işte Avrupa’da feodalizmin tasfiye sürecini yaşadığı bu yıllarda Anadolu’da büyük bir gerici feodal imparatorluğun temelleri atılır.
Bu dönemde Baba İshak ayaklanması nedeniyle güçsüzlüğü iyice ortaya çıkan Anadolu Selçuklu Devleti’ne son darbeyi Moğollar vuruyor. Köse Dağ’da yaşanan bozgundan sonra Moğol egemenliği altına giren Selçuklu sultanları Moğolların hizmetine girmiş ve onların vergilerini toplamışlardır, Moğollara direnen güçler ise, uçlarda bulunan Türkmen beylikleridir. Moğol hizmetine giren Selçuklu egemenleri Türkmen direnişlerini bastırmak için bizzat savaşmakta sakınca görmemişlerdir. Büyük Selçuklu Devleti nasıl Oğuz ayaklanması ile yıkılmış ise, Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılmasında da doğrudan olmasa bile Baba İshak ayaklanmasının rolü önemlidir. Bu yıllarda Osmanlı Beyliği siyasal bir birlik olarak şekillenmeye başlamıştır.
Osmanlıların Anadolu’ya egemen olmalarını ve Avrupa’ya başarılı seferler düzenleyerek devletleşmelerini anlamak için, bu toprakları Osmanlıdan önce ellerinde bulunduran Bizans’ın durumuna bakmak gerekiyor.
Osmanlıların kuruluş yıllarında Bizans devlet örgütü kendi içinde bir kaos yaşamaktadır. Elde edilen gelirin bölüştürülmesi sonucunun temel olduğu iç savaşlar, iktidar kavgaları birbirini izlemektedir. Bu iç çekişme ve savaşların faturası hep halka çıkarılmış, taraflar içteki iktidar mücadelesinden güçlü çıkabilmek için yabancı askerler getirmiş ve bunları halktan topladıkları ek vergilerle beslemiştir. Bizanslılar deniz ticaretini Latinlere kaptırınca en önemli gelirlerini de kaybetmiştir. Bizans parasının değerinin düşmesi, halktan alınan vergilerin arttırılması ile karşılanmaya çalışılmıştır. Bulgar ve Sırpların sürekli akınları ise, Bizans’ı yıpratan diğer bir nedendir, imparatorluk içindeki Ortodoksluk-Katoliklik kavgaları yanında ticareti eline alan Latinler ‘in ağır sömürüsü ve Katolikliği halka zorla dayatması Batı’ya karşı düşmanlığı artırmıştır. Bütün bu gelişmeler gerek halkın gerekse aristokrasinin büyük bölümünün devletten umudunu yitirmesine neden olmuştur. Bizans gerici yapısı ile kendi çöküşünü kendi elleriyle hazırlamıştır.
Her siyasal iktidar, yönettiği devletin sınırlan içinde kamu düzenini sağlayabildiği oranda devlet olma niteliğini sürdürebilir. Aksi durumda varlık nedeni ortadan kalkar. Eğer siyasal iktidar düzeni sağlayamıyorsa otorite olmanın koşulları ortadan kalkar. İç ve dış etkenlerin gücüne göre kısa ya da uzun bir sürede varlığı son bulur. Halk böyle dönemlerde düzeni sağlayacak siyasal bir güç arayışına girer.
Moğol istilalarının Anadolu’yu kasıp kavurduğu bu yıllarda Osmanlı Beyliği Bizans sınırında küçük bir boy niteliğindedir. Bizans’ın güçten düşmesi Horasan’dan gelen Osmanlı Beyliği’nin yayılmasına olanak sağlamış ve yeni gelen boyların katılımı ile güçlenmeye başlamıştır. Savaş alanlarının dışında kalması ve mevcut otorite boşluğundan iyi yararlanması küçük beyliğin palazlanmasında önemli rol oynamıştır. Bizans’ın iktidar kavgaları nedeniyle kendi içine kapandığı bu yıllarda Osmanlı Beyliği küçük yerleşim alanlarına baskınlar düzenleyerek, bir yandan haraç ve ganimet toplamaya, bir yandan da yerleşim alanlarını genişletmeye başlamıştır. Bölgede güçlü beylikler olan Çandar ve Germiyanoğlu gibi beyliklerin hem kendi içlerinde hem de İlhanlı’ya karşı giriştikleri uzun ve yıpratıcı savaşların dışında kalan Osmanlı Beyliği bu fiili durumun yarattığı hareket olanağını iyi kullanarak kendi örgütlenmesini oturtmaya, bazen savaş bazen de uzlaşma yoluyla diğer Türkmen beyliklerini kendi gücüne katmayı sürdürmüştür.
Sahil kenarlarında kurulan beylikler Latinlere karşı savaşarak yıpranıp güçten düşerken, Hıristiyan orduları, bir uç beyliği niteliğinde olan Osmanlı’nın farkında bile değildir.
Osmanlı’nın Gelibolu’yu ele geçirerek adeta sahipsiz olan geniş alanları kontrolü altına alması yanında sınır boyunda bulunması yoğun göçmen kitlelerinin Osmanlı Beyliği içine yerleşmelerine ve beyliğin güçlenmesine neden olmuştur.
Osmanlı Beyliği Bizans’la ilişkilerinde bazen uzlaşarak iyi ilişkiler içinde bazen de çatışmalara girerek kendi gücü oranında etkinliğini genişletmeye çalışmıştır. Hatta Bizans’ın içteki iktidar mücadelesinde askeri güç yollayarak çıkar kadılığında yer almıştır. Osmanlı’nın sadece savaşarak bir imparatorluk oluşturduğu savının söven bir propagandadan öteye gitmediği açıktır. Osmanlı da güçsüz olduğu dönemde çevresindeki otoritelere haraç vermek zorunda kalmış, güçler dengesine göre ilişki ve ittifaklar geliştirerek varlığını sürdürmüştür. Aşık Paşaoğlu, tarihinden bu politikaya ışık tutması açısından aşağıdaki paragrafı alalım:
“Osman Gazi kardeşi Gündüz’ü çağırdı: Sen ne dersin? Biz bu ülkeleri nasıl fethedelim? Nasıl fethedelim ki, etrafımıza asker toplansın? dedi. Kardeşi: Civarımızda olan illeri vuralım, bozalım dedi. Osman Gazi dedi ki: Bu düşünce yanlıştır. Şundan dolayı ki, bu illeri yakıp yıkınca bu Kara Hisar şehrimiz mamur olmaz. Yapılması gereken budur ki, komşularımızla iyi geçinip dostluk edelim.”
(Aşık Paşaoğlu Tarihi, aktaran Ç. Yetkin, Türk Halk Hareketleri v e Devrimler, sf. 62)
Osman Gazi’nin belirlediği bu politika beyliğin o yıllardaki güçsüzlüğünden kaynaklanmaktadır. Osmanlı biraz palazlanınca hemen sınırlarını ve etkinliğini komşularının zararına genişletmekten ve ele geçirdiği alanlardan haraç ve ganimet toplayıp askeri gücünü artırmaktan geri durmamıştır. Osman Gazi savaşta elde ettiği yerlerde halka son derece iyi davranıp onların yerlerinde kalmasını sağlayarak tebaasını artırmaya çalışıyor. Bu halkların din ve geleneklerine ilişmediği gibi onların üretim, yönetim vb. kendi yapısı ile çelişmeyen yanları ile bütünleşerek bu halkları kuracağı devletin bir öğesi olarak görüyor. Örneğin, Orhan Gazi, ele geçirilen topraklarda din ve milliyet gözetmeksizin düzeni ve pazarı korumak amacıyla kadılar atıyor.
Orhan Gazi bu politikayı yerli yerine oturtarak sistemleştiriyor. Türklerin yerli halkla “kaynaşması” için iskân politikaları geliştirip, Bizans halkını kazanmaya çalışıyor. Bu dönemde Müslüman ve Hıristiyanlar aynı beylik otoritesi altında uzlaşarak yaşıyorlar.
Osmanlı, Rumeli’ye geçip ilerlemeye başladığında buranın yerli Hıristiyanlarına, Anadolu Hıristiyanlarına karşı izlediği politikadan daha ılımlı bir politika izleyerek onları kazanmış, Ortodoks Rum halkını Katolik baskıları karşısında koruyup kollayarak kendine bağlamayı başarmıştır.
Osmanlı, kuruluş yıllarında ilk önce yayılma ve istila alanı olarak Balkanlar’ı seçiyor. Bu tercihin altında yatan gerçek Anadolu’da bulunan beyliklerin güçlülüğüdür. Yoğun göçler nedeniyle Türkmen nüfusu çoğunlukta olmasına rağmen Osmanlı, Anadolu yerine Bizans’ın içinde bulunduğu durumdan yararlanarak Rumeli’ye yönelmiştir. Osmanlı’nın temeli bu topraklarda atılmıştır.
Osmanlı ile kolayca bütünleşen Hıristiyan egemen çevreleri devletin oluşmasına önemli katkılarda bulunarak aktif rol oynamış ve Osmanlı Devleti içinde de ayrıcalıklarını arttırarak sürdürmüşlerdir- Osmanlı’ya karşı direnenler ister Hıristiyan egemen çevreleri olsun isterse halk olsun şiddetle cezalandırılmış ve “reaya” durumuna sokulmuştur. Bizans’ın çöküşü ile Osmanlı’yla bütünleşmeyi ve hatta “Müslümanlaşmayı” kabul etmekte sakınca görmeyen Hıristiyan egemen çevreleri Osmanlı Devleti’nin yönetim ve askeri kademelerinde yer almışlardır. Örneğin ilk kuruluş yıllarında Rum Mihail Bey ve ailesi, Evrenos Bey ve Osmanlı’nın kuruluşuna katkısı büyük olan Lala Paşa bunlardan bazılarıdır. Egemen çevreler yanında halk da onları izleyerek Osmanlı otoritesi altına girmiştir. Osmanlı’ya karşı direnenler sınıf konumu ne olursa olsun şiddet esas alınarak teslim alınmıştır.
Osmanlı deyimi ile kastedilen Türkler değil, devlet bütçesinden geçinen “hakim ve müdür” sınıfıdır. Osmanlı deyimi politik bir deyim olarak kullanılmış, oluşan imparatorluğun kozmopolit yapısına denk düşmüştür.
Ele geçirdiği alanlardaki gayrimüslim yerli halkla şiddet esas olmakla birlikte uzlaşma yoluyla “kaynaşan” Osmanlılar, sayıca az olmalarına rağmen Hıristiyan halkı Müslümanlaştırmada belli bir mesafe almışlardır. Ancak bu ilişkilerden en fazla etkilenen Osmanlı Devleti’nin Türk kurucuları ve egemen çevreleridir.
Kuruluş döneminde Osmanlı’nın yalnız Türk aristokratlarına dayandığı ve kapsamlı bir İslamlaştırma politikası izlediği iddiası yaşananla bağdaşmaz. Gerçekte Osmanlı egemen çevreleri Hıristiyanların güçlenmesinin bütün yollarını açmış, en güçlü olduğu dönemlerde bile din konusunda katı bir tutum izlememiştir. Bizans’ın egemenliği altında birbirleriyle sürekli çatışma içinde olan Ortodoks ve Katolikler, Osmanlı egemenliği altına girince elde ettikleri ekonomik çıkar ve ayrıcalıkları kaybetmemek için dini ayrılıklarını ikinci plana itmişlerdir. Artık geçerli olan “Tanrıdan başka tanrı yoktur” deyişidir.
Marmara bölgesinde kurulmaya başlanan Osmanlı Devleti, gelişmesine Rumeli’nde devam etmiş, devletin yönetimi esas olarak bir avuç egemen Türk ile Hıristiyan egemenlerinin denetimine geçmiştir. Bu oluşumda din, dil, milliyet vb. ayrılıkların önemi pek azdır. Küçük bir boy halindeyken Osmanlıların oluşumuna esas katkıyı yapan Türkmen kitlesi süreç içinde yönetim kademelerinden tasfiye edilerek geri plana itilmiş ve etkisizleştirilmiştir. Osmanlı Devleti daha kuruluş yıllarında izlediği bu politikalar ile Türk halkından kopmuş ve ona yabancılaşmaya başlamıştır.
Marmara ve Rumeli’nde devletin temelini atan ye gayrimüslim halkların kendi devletleşme ve gelişmesine hizmet eden yanlarıyla bütünleşen Osmanlılar, ancak bundan sonra Anadolu’nun fethine yönelmişlerdir. Büyük göçler sırasında diğer uygarlıkları talan ederek, halkları kılıçtan geçirerek yangın yerine çeviren ve üzerinde beylikler ve Selçuklu gibi devletler kuran Türkmen boylarının artık, nüfus olarak da çoğunlukta bulunduğu Anadolu’yu, yine bir Türkmen boyu olan Osmanlılar fethe yönelmişlerdir. Bu bir anlamda Osmanlıların Türkleşmiş Anadolu’yu fetih ve Türk halkını “reayalaştırma” hareketidir. Adım adım gerçekleşen Anadolu’nun fethi ile Türk halkı, Hıristiyan egemenleriyle bütünleşen Osmanlı’nın sömürü ve talanı ile iyice yoksullaşıp köleleşmiştir. Kendi halkına yabancılaşan Osmanlı egemen çevreleri “Türk” sıfatını bir hakaret ve aşağılanma olarak kabullenerek reddetmişlerdir. Güçlendikleri oranda Türklük ‘ten uzaklaşarak temelinde kozmopolitizm bulunan Osmanlılık deyimine dört elle sarılmışlardır.
Osmanlı, Türk toplumunu devlet yönetiminden dışlayarak onu sadece bir asker kaynağı durumuna düşürürken, devletin oluşmasına beylik yıllarında büyük katkılarda bulunan ve tamamen Türklerden oluşan “yaya ve müsellem” adlı askeri teşkilatı da dağıtarak etkisizleştirmiştir.
Osmanoğulları ilk yıllarda başlattıkları propaganda ile Oğuz Han neslinden geldiklerini söyleyerek, o yıllarda Anadolu’da etkisi olan Türklük olgusundan yararlanmış, dönemin tanınmış tarih yazarı Yazıcızade AH de bu propagandaya alet olmuştur. Kendilerini Oğuz Han sülalesine bağlayan Osmanlılar, yaptıkları istila, talan ve ganimet savaşlarına” gaza ve cihat” adını vererek bu savaşlarda diğer Türkmen beylerini de kullanmışlardır. Osmanlı’nın Anadolu’da yayılmasında en önemli etkenlerden biri de Moğol istilasıdır. Tatarlar’ın yağmalarına Anadolu beyliklerinin de katılması Osmanlı için iyi bir zemin yaratmıştır. Moğollar Anadolu’yu terk edince doğan boşluğu iyi değerlendiren Osmanlılar, diğer beylikleri tasfiye ederek etkin olmuşlardır.
Yönetim kademelerini Türk, Slav ve Rumların oluşturduğu Osmanlı Devleti, Ankara Savaşı’nda yenilince (1402) yönetim kademesinde yer alanların çıkarları temelinde taht kavgası başlamıştır. Osmanlı devlet aritokratları “meşru” olmasına rağmen Musa Çelebi yerine kardeşi Mehmet Çelebi’yi destekleyerek iktidar mücadelesine girişmişlerdir.
Musa Çelebi Rumeli’nde hakimiyetini kurarak İstanbul’u kuşatınca, Bizans imparatoru Mehmet Çelebi’yi yardıma çağırmıştır. Osmanlı taht kavgası bu zeminde sürmüş, Mehmet Çelebi yenilince tekrar Anadolu’ya dönmüştür. Bu iktidar kavgasında dil, din, milliyet ayırımı gözetmeksizin yoksul halk kesimi ve özellikle Türkler, Musa Çelebi yanında yer alırken Bizans ve Sırp kralı yanında Osmanlı içindeki Hıristiyan aristokratların hemen tümü ya baştan ya da savaş süresi içinde Mehmet Çelebi saflarında yer alarak iktidar mücadelesine katılmışlardır.
Bu saflaşmanın temelinde Türk ve Hıristiyan aristokratların çıkar çatışmaları vardır. Bu çatışmalar Osmanlı, devletleşip giderek imparatorluğa dönüşünce sarayla sınırlanmış ve saray duvarları içinde çeşitli çıkar çevrelerinin oluşturduğu klikler arasında bütün şiddetiyle sürmüştür. Halk bu çatışmaların özellikle dışında tutulmuştur.
Musa Çelebi, bu beyler ve krallar ittifakına kargı halkın desteğini almak için toplumcu düşünce yapısı ile ünlü Şeyh Bedrettin’i kazaskerliğe getirmiş, ancak büyük ittifakın oluşturduğu güçlü ordu karşısında yenilmekten kurtulamamıştır. Bu yıllar Osmanlı’nın “fetret” (anarşi) devri olarak anılmıştır.
II. Murat dönemi de Osmanlı sarayı içinde siyasi nüfuz mücadelesinin devam ettiği bir süreç oluyor. II. Murat kendi tahtanı korumak için saray içindeki Türk ve Müslüman klik ile gayrimüslim klik arasındaki mücadelede dengeci bir politika izlemiştir. Ancak Arap ve Acem kökenli ulema ve şeyhlerin Müslüman olmalarına rağmen Türklerin yerine, Hıristiyan beyler safında yer almaları bu dengenin bozulmasına ye Osmanlı sarayının giderek gayrimüslimlerin denetimine girmesine yol açmıştır. Merkezi feodal bir devlet olan Osmanlı’da saraya hakim olmak demek, Osmanlı’nın tüm ekonomik, siyasal, kültürel yaşamına damga vurmakla eş anlamlıdır.
Sultan Fatih, babası ile girdiği iktidar çekişmesi sonunda padişahlık tahtana oturur. Fatih’in tahta oturması sarayın kozmopolit devletçi siyasetin denetimine girmesine, Türk aristokratların * devlet içindeki etkinliğini iyice kaybetmesine neden olur.
İstanbul’un fethinden sonra kendine hakan, imparator sıfata veren Sultan Mehmet’in artık Oğuz Han sülalesinden geldikleri gibi resmi tarih yazıcılığı ve propagandalara ihtiyacı kalmamıştır, İstanbul’u fethederek otoritesini tartışmasız hale getiren Fatih, kozmopolit imparatorluk politikasını yerli yerine oturtarak Rum ve diğer Hıristiyanlara büyük ayrıcalıklar tanımıştır. Fatih’in ünlü fermanı şöyledir:
“… kendi töre ve adaletlerini ülkemin her yanından muhafaza etsinler. Barındıkları Pera’nın işlerini kendileri çevirsinler. Bütün zenginlikleri, mağaza, bağ, değirmenleri, ticari eşyaları, çoluk çocukları, uşakları kendilerinin olsun. Ülkeme bağlı ulusların yaptıkları gibi onların da ticaretle serbestçe uğraşmak ellerinde olsun. Karada ve denizde gidip gelebilsinler. Ülkenin öteki bölgelerinde adet üzere verilen hara müstesna, artık bunlar da başkaca vergi vermesinler. Kiliseleri kendilerine kalsın, ilahi söylesinler…” (H. Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi 1. sf.35)
Fatih İstanbul’dan sonra Roma’yı da alarak kendini Roma imparatoru ilan etmek ister. Roma tarihini incelemek için çok sayıda İtalyan tarihçi, danışmanı saraya toplar, İtalya’dan ressam, heykeltraş ve mimarlar getirtir. Batı yaşam kültürünü edinmek için İstanbul’daki Floransahların evlerine giderek toplantı ve eğlencelerine katılır. Ayasofya’yı Camii yapmasına rağmen batıcıdır.
Osmanlı toplumu ve devletini de o dönemin deyimiyle “Frenkleştirmek” için çalışır. Batının saray işleyiş ve yaşamını kendi sarayına taşıyarak tutucuların eleştirilerine hedef olur. Fatih’teki Batı hayranlığı ve Batıcılık, dönemin Papa’sının Fatih’e vaftiz olarak Hıristiyan olması durumunda kendisini Roma imparatoru ilan edeceklerini bir elçi vasıtasıyla öneri olarak sunacak kadar açıktır. Resmi tarih yazıcıları ve ümmetçi kesim Fatih’i göklere çıkarıp, söven propaganda yaparlarken, onun gerçek yüzünü saklarlar. Bir anlamda Osmanlıyı Tazminata götüren kozmopolit imparatorlukçu politikayı yerli yerine oturtup üst yapıda sistemleştiren’ Fatih olmuştur. Fatih dönemiyle birlikte Türkler, Osmanlı’da tamamen ikinci sınıf vatandaş durumuna düşürülmüştür. Fatih, Türkmenlere yönelik Osmanlı politikasının başlatıcısıdır. Milliyetçilik surda dursun, Türklüğü bile kabul etmez. Kozmopolit Osmanlı saray politikası ‘Türkler’i ekonomi, siyaset ve askeri alanlarda büyük oranda dışlayarak etkisizleştirmiştir. Sarayda politika artık Rum ve diğer Hıristiyanların çıkarları temel alınarak yapılır olmuştur. Fatih, saray içinde kendi politikaları dışında kalan hiçbir gücün ve kliğin yaşamasına izin vermemiştir. Askeri feodal Osmanlı’da merkezileşmeyi tamamlamıştır. 6u dönemde merkeze bağlanan sipahiler, istila, yağma ve talanda en önemli dayanak olur. Padişaha bağlı yeniçeri dengelenir ve ayaklanan feodal beylere karşı merkezin vurucu gücü olur.
Osmanlı’nın tarihte esas rolünü oynadığı dönemde İslamiyet devrimci aşamasını çoktan geride bırakmıştır. Osmanlı’nın imparatorluk olarak şekillendiği yıllar, gerilemeye başlamıştır. Göçler zamanında İslamla bütünleşen ve bölgede onun kılıcı olmak adına halkların yarattıklarını talan ve gasp ederek yaşam süren, İslamı bu temelde kullanan Türk boylarından yıllar sonra, Osmanlı’nın İslam politikası da farklı olmamıştır. Osmanlı bu politikayı daha da sistemli bir şekilde oturtmuştur.
Kapitalizmin geliştiği bir dönemde, feodalizmi temsil eden bu ideolojinin iyice tutuculaşması ve pratik içinde en olumsuz örneklerinin ortaya çıkması, Osmanlı’yı kendi döneminin en tutucu, muhafazakar ve uygarlığa katkısı olmayan merkezi feodal bir imparatorluk durumuna getiriyor. Osmanlı, İslamiyet’i en gerici temelde kullanarak, diğer halkları köleleştirerek talan ve gaspla, onların kendi gelişme dinamiklerini tahrip ediyor.
Arapların elinde ilerici ve uygarlık yaratan bir din ve feodal ideoloji olan İslamiyet, Osmanlı elinde çıktığı topraklardaki uygarlık ve onun yarattığı değerleri yıkıp talan eden gerici bir yapıya bürünüyor. Osmanlı, Arap kökenli İslam dinini kullanarak, yine Arapları, çıplak zoru esas alarak 400 yıl egemenliği altında tutuyor. Tüm gelişme güçlerim kırarak eski aşiret, kabile topluluklarına dönüştürüyor.
Bölgede İslam adına halkları soyan ve ganimet peşinde koşarak tüm değerlerini tahrip eden Osmanlı’ya, tek ve uzun süreli direnişi Safavi imparatorluğu gösteriyor. Şiilik temelinde Osmanlı’ya karşı direnerek, onu reddeden İranlılar, bu temelde kendi gelişim süreçlerini yaşayabilmişlerdir.
Kürtler ise, İslamın sağ yorumunu esas alarak, çevrelerinde kim güç olmuşsa da onun egemenliği altına girmişlerdir. Bu temelde Sünni Osmanlı egemenliğini kabul eden Kürt aşiret beyleri, Osmanlı-Iran sınırında tampon rolü oynamışlardır. Osmanlı Batı’ya doğru büyüyen yeni talan ve ganimet peşinde savaşlar yürütürken, Kürtler doğuda cephe gerisi görevini üstlenmiştir. Osmanlı sultanları da uzun dönem onların otonomik yapılarını sürdürmelerine izin vererek, onları vergi ve haraçtan muaf tutmuşlardır.
Batı ile Doğu arasındaki tarihi ticaret yolu üzerinde kurulan Osmanlı imparatorluğu, Anadolu Selçuklu döneminden kalan yol şebekesi ve onun üzerinde kurulmuş olan Deniz yolu, Suriye limanları ve Anadolu’dan geçen bütün yolların ve Anadolu’nun tek hakimidir. Ayrıca tarihi ipek yolunun sağladığı milletlerarası transit ticaretinden geniş ölçüde yararlanıyordu. Kendi sınırları içinde gelip giden mallardan aldıkları türlü vergiler, devlet gelirleri içinde önemli bir yer tutuyordu. Küçük bir boy olarak gelip Marmara civarında konaklayan Osmanlı, toprağa yerleşerek ve gücüne göre çevresine akınlar düzenleyerek devletleşme ve giderek imparatorlaşmaya ulaşırken, şehirler ve ticaretin önemini görerek, bunların denetimine özel önem vermiştir. Şehirleri kendine merkez yaparak büyümüştür. Önceleri Bursa, Edirne, İstanbul ve Filipe, Sofya, Selanik, Üsküp gibi şehir merkezlerini dayanak yapan Osmanlı, Anadolu’ya yönelince Tokat, Amasya ve Ankara gibi merkezlerde ticari yaşamı canlı tutup, bu merkezlerdeki pazarları koruma ve denetim altına alıyor. Bütün bu merkezlerdeki ticari hayatı kontrol edip yönlendirenler ise ağırlıklı olarak gayrimüslim Rum ve Yahudi tüccarlardır. Ekonomik yaşamı bu kesimler ellerinde tutuyorlar. Özellikle Fatih döneminden sonra imparatorluğun izlediği kozmopolit Osmanlıcılık bunların ekonomik yaşama tümüyle damgalarını vurmalarının yollarını açıyor. Örneğin, Osmanlı’nın merkezi olan İstanbul’daki ticari merkez olan Galata, gayrimüslimlerin elindedir. Osmanlı izlediği iskan politikaları ile şehirlerdeki Müslüman ve Hıristiyan nüfus oranlarını dengelese bile bu durum merkezi devletin desteğini alan gayrimüslimlerin ekonomik yaşamdaki rolünü etkilemiyor.
Osmanlı’nın büyüyüp imparatorluğa ulaşmasında önemli ve esas rolü fetihler oluşturuyor. Fetih kolay ve kârlı bir faaliyet olmakla birlikte, güçlü, profesyonel orduların kurulmasını gerektiriyor. Avrupa kral ve senyörleri derme çatma ordularına dayanarak yaşarken milletlerarası ticaret yolu üzerinde ve şehir merkezlerini temel dayanak noktası yaparak kurulan Osmanlı, büyük ücretli ordular besliyor yani askeri temelde güçleniyor. Ordu eliyle yaptığı fetihler sayesinde imparatorluk kuran Osmanlı’nın, bu karakteri nedeniyle merkeziyetçi bir devlet olarak şekillenmesi doğaldır. Fetih yoluyla ve tamamen askeri güçle elde edilen yerlerde, otorite ancak böyle bir devlet karakteriyle sağlanabiliyor.
Türkler ‘de sınıflaşma daha baştan askeri temelde olduğu için egemen sınıflar ordu kanadı altında örgütlenmiş ve bu temelde güçlenerek varlıklarını sürdürmüşledir. Şekillenmelerinin temelinde ordu eliyle gerçekleştirdikleri talan, haraç ve ganimetler vardır. Osmanlı toplumu bu askeri yapı ile bütünleştirilmeye çalışılmış, orduya göre, onun ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendirilmiştir. Bunun için Osmanlı egemen sınıfı denilince akla askeri feodal bir sınıf gelir. Bu sınıfın siyasal egemenliği ve çıkarları temelinde ve ona hizmet eden devlet sistemi “miri sistem” denilen, belli bir askeri güç oluşturmayı koşullayan tarzdadır.
Toprağı tümüyle kendi mülkiyetine alan merkezi yapı, onun kullanım hakkını belli sayıda asker besleme ve donatarak savaşa hazır tutma karşılığında beylerine vererek ordunun sürekliliğini sağlamıştır. Osmanlı’nın uzun yıllar yaşamasında güçlü askeri örgütlenmesi belirleyici olmuştur. Osmanlı sistemini başka devletlerde olduğu gibi tabandan gelen feodallerin ekonomik, siyasal ve kültürel güçleriyle yer aldıkları bir sistem olarak değil tepeden gelen merkezi devletin askeri gücüne dayalı bir şekillenme olarak değerlendirmek gerekir.
Osmanlı’da temel üretim alanı tarımdır. O halde toprak üzerindeki mülkiyet biçimi, toplumdaki sınıfların konumunu kavramanın temel halkalarından birini oluşturur.
Merkezi feodal bir devlet olarak ortaya çıkan Osmanlı, daha baştan Avrupa feodalitesinin tersine, toprağı kamu mülkiyeti yaparak kendi denetimi altına almış ve orduya hizmeti esas alan “miri arazi” sistemini oturtmuştur. Osmanlı ordusunun temelinde bu sistem vardır. Saray, toprağın kullanım hakkını sipahilere “has, tımar ve zeamet” biçiminde vererek, karşılığında belirlenen miktarda hazır ve donanmış asker beslemesini ve saraya belli oranda vergi vermesini şart koşmuştur. Osmanlı’nın beylik yıllarında tamamen Türklerden oluşan “yaya ve müsellem” adlı askeri örgütlenme dağıtılarak halk “reayalaştırılmış”, bunun yerine devşirme yeniçeri ve sipahi örgütlenmesi esas alınmıştır. Beylerden oluşan sipahiler, sarayın verdiği topraklar üzerinde üretimi kontrol ederek, “reaya” yoksul Türklerin emeği üzerinde acımasız bir baskı ve sömürü kurarak, bir yandan askeri yapılarını ve hükmettikleri arazi miktarını arttırırken, bir yandan da merkezi devlete vergi vermişlerdir.
Sipahiler merkezi devletin toprak üzerindeki mülkiyeti nedeniyle, Batı’daki senyörlerden farklı olarak devletin bir hizmetli memuru gibi gözükmektedir. “Reaya” üzerinde, senyörün serf üzerindeki hakimiyetinden daha fazlasına sahip olan beyler, yerel otorite olarak merkezi devlet karşısında zayıf durumdadırlar. Sarayın kendisine verdiği toprak üzerinde devlet adına denetleme yapıp hizmet ve askeri yükümlülüklerine karşılık köylünün işlediği topraktan artı-ürün almaktadırlar. Osmanlı toprak kanunları da sipahi ve reayanın ilişki biçimini belirleyerek, sipahinin reaya üzerinde toprak dışı sosyal yaşamından, dini inançlarına kadar denetim ve cezalandırma yetki ve gücüne sahip kılınmıştır. Beyler uygulamada kanun ile belirlenen haklarının çok çok üzerine çıkarak reayayı adeta köleleştirmişlerdir.
Öte yandan sipahiler dışında İstanbul ve taşradaki devlet memurları, özellikle on altıncı yüzyıldan sonra çiftlikler edinip, geniş araziler üzerinde hayvancılık yapıp mandıralar kurarak, bunları kendi adlarına işletmişlerdir. Sipahiler yanında bu kesimlerin köylüler üzerinde oluşturduğu baskı ve sömürü nedeniyle reayada “çift bozma yaygınlaşmış” , bu durum arazilerin belli ellerde toplanmasının ve köylünün ürettiği değerlere fazladan el konulmasının gerekçesi olmuştur.
Toprak üzerinde değişik bir mülkiyet biçimi de vakıflaştırma yöntemidir. Toprağın kamu mülkü olması nedeniyle, kişisel mülkiyete dönüştürme olmayınca, vakıflaştırma yoluyla fiili bir durum yaratılarak toprak vakfı elinde bulunduranların denetimine girmiştir. Bunlar çoğunlukla saray içindeki asker ve bürokratlardır. Osmanlı tarihinin en güçlü hükümdarlarından biri olarak anılan Fatih, bu işleyişe son vererek vakıf topraklarını devlet hazinesine aktarmak istemişse de gücü yermeyerek vazgeçmiştir. Toprağı vakıflara bağlama yöntemi ile pratikte gelirin tümünü vakıf denetimi altında bulunduranlar büyük kişisel servetlerin doğmasına yol açmıştır.
Osmanlı Devleti’nin temel dayanağı olan- askerler, geniş toprakları ele geçirerek Osmanlı’nın egemen gücünü de oluşturmuşlardır.
Osmanlı’da sınıfsal ayrışımı belirleyen bir diğer etken ise, ticarettir. Ticari alanda da etkin olanlar askerler ve diğer devlet görevlileridir. Bunlar ilk zamanlarda direkt olmasa da sermayelerini başkaları eliyle ticarete yatırıp, büyük kazançlar elde etmişlerdir. Özellikle yeniçeriler şehirlerdeki ticari yaşamda çok etkin bir rol oynayarak palazlanmışlardır. İmparatorluğun çözülüş yıllarında bu kesimlerin ticari yaşama katılmaları aleni olmaya başlamıştır. Ayrıca faizcilik, mübadele vb. yöntemler de büyük sermaye birikimlerinin kaynağı olmuştur. Devlet kademelerinde yer alan bürokrat ve askerlerin toplum içindeki yerleri toprak ve ticaret karşısındaki yeklerine göre belirlenir olmuştur.
Vergilendirme halkı soymanın bir aracı durumuna getirilmiş, Osmanlı’nın feodal yapısı nedeniyle esas olarak toprak üzerinde işlemiştir. Köylülerden çeşitli adlar altında sık sık vergiler toplayan yerel otoriteler büyük çıkarlar sağlamıştır.
Görüldüğü gibi merkezi askeri feodal devletin temelini oluşturan ordu ve saray yöneticileri hem toprak üzerinde hem de şehirdeki ticari yaşam üzerinde egemen olarak devlete damgalarını vurmuşlardır.
Türk boyları Ortasya’dan Batı’ya doğru göçlerin başlamasıyla birlikte, azgelişmiş bozkır kültürü nedeniyle daha gelişmiş sosyoekonomik yapı ve kültürler karşısında zayıf durumdadır. Geçmişte kılıçla yendikleri Çinliler ‘in gelişmiş toplumsal yapılarına yenilip erimekten kurtulamamışlardır. Anadolu’ya geldiklerinde de daha gelişmiş medeniyetler karşısında güçsüzdürler. Toprağa yerleştikleri alanlardaki halkların ideoloji, sosyoekonomik yapı ve yaşam tarzlarından etkilenmiş ve bunları kendi askeri karakterleriyle bütünleştirerek yoğrulmuşlardır. Bu nedenle Türkler ‘de dışa bakma, dıştan alma nedeniyle kozmopolit bir yapı şekillenmiştir. Bu durum Osmanlı Devleti açısından daha çok böyledir. Osmanlı egemen çevreleri de, ilk oluşum yıllarında Bizans’a doğru yayılarak gayrimüslim halkları kılıç zoruyla kendi hakimiyetlerine almalarına rağmen, toprağa yerleştiklerinde, zayıf göçebe bozkır ekonomik yapıları ve yaşam tarzlarıyla daha gelişmiş feodal ilişki biçimlerinden etkilenmiştir. O yapıyla bütünleştikleri oranda halktan uzaklaşan Osmanlı egemenleri kendi bozkır kültüründen tümüyle koparak (talan dışında) şekillenmiştir. Osmanlı Devletinin kurucuları güçlendikleri oranda kozmopolitleşerek kendilerine de yabancılaşıp, Batı yaşam tarzının kötü bir kopyası olmuşlardır. Fatih bu kozmopolit egemen sınıf ve devlet yapısını yerine oturturken, Kanuni Sultan Süleyman zirveye çıkarmıştır.
Türkiye sözcüğü Osmanlı’da yoktur. Bu sözcük önce Bizanslılar, sonra da, işgale karşı savaş yıllarında İtalyanlar tarafından “Turchia” olarak kullanılmış ve bu sözcüğün türetilmesi sonucunda bugünkü cumhuriyetin adı ortaya çıkmıştır. Bu geç çıkışın nedeni Osmanlı’nın Anadolu’yu yaşadığı bir yurt olarak görmemeleridir.
Osmanlı’da Türk egemen çevreler nezdinde bir “azınlıktır”. Ancak Osmanlı’daki azınlıkların haklarına sahip olmayan “reaya” laştırılmış bir azınlık. Bir Türk’ün kendi sıfat, kültür vb. yapısıyla Osmanlı içinde yükselmesi, özellikle imparatorluk aşamasından sonra mümkün değildir. Türk kozmo-politleştîkçe, yani bütünüyle kendine yabancılaştıkça yükselebilir. Türk deyimi Osmanlı da bir aşağılama sıfatıdır. Aşağılanmaya en çok uğrayanlar ise, Anadolu’daki Türk köylüsüdür. Türk olmayanlar Osmanlı saraylarına doldurulmuştur. Öyle ki, Fatih döneminden 16. yy sonlarına kadar görev yapan 48 vezir-i azamdan yalnızca dördü Türk’tür. Bu rakamlar Türkler’in Osmanlı Devleti ve egemen sınıflar içerisindeki yerlerini anlamakta önemli bir veridir.
Osmanlı egemen sınıflarının Türk halkına yönelik uyguladığı baskı ve sömürü politikası, onları dışa yöneltmiş, dışa dayanarak kendilerini korumaya çalışmışlardır. Örneğin dayanaklarından biri İran Safavi Devleti’dir. İranlılar, Osmanlı’yla olan çelişki ve çatışmalarından yararlanmak için devlete karşı ayaklanan Türkmenlere destek vermiştir. Anadolu halkı Osmanlı zulmüne karşı tarihin çeşitli dönemlerinde ayaklanmalar gerçekleştirerek kendini ifade etmeye çalışmıştır. Kimi zaman önderliğini kendisi yaratırken, çoğunlukla da merkezi otoriteyle çıkar çatışmalarına girmiş otoritelerin arkasına takılarak tepkisini dile getirmiştir. Ancak, görkemli direnişler gerçekleştirmesine rağmen başarı, elde edemeyerek sonu kıyımlarla -biten yenilgilerden bir türlü kurtulamamıştır. Güçlü askeri feodal devlet her ayaklanmanın arkasından gerçekleştirdiği katliam, baskı ve sömürüyle halkı yıldırıp, kendi kabuğuna hapsederek kımıldayamaz duruma getirmiştir.
Türk halkından giderek kopan Osmanlı sarayı, kendine özgü, Arapça-Farsça karışımı Osmanlıca denilen bir dil, Saraya özgü bir kültür, gelenek ve görenekler çıkararak halka yabancılaşmıştır. Saray ile halk ayrı dillerden konuşur hale gelmiştir. Saraylardaki dalkavuk vaka-i nüvisler Osmanlı Beyliği’nin kuruluşundan başlatarak, Osmanlı’yı “kavm-i necip” Araplara dayandırmışlardır. Padişahın işgal, talan seferlerinde övgüler dizerek, Osmanlı’nın üç kıtaya medeniyet ve insanlık götürdüğünü vaaz ederek, işgal edilen bütün alanları ülke olarak kabul etmişlerdir.
Bu tarihi anlayışı Türklerin Anadolu’da oluşmaya çalışan yurt bilincini tahrip etmiştir. Öyle ki, Osmanlı’nın kılıcı nereye kadar uzanmışsa orası yurt olarak görülmüştür. Bu nedenle hem Osmanlı hakim sınıfları, hem de halk ülke kavramına ulaşamamıştır. Bu anlayış sömürgecilik ve yeni fetihleri meşrulaştırmış-tır. İslam’ın en geri yapısıyla bütünleşen ve onu temel dayanak noktalarından biri yapan Osmanlı, hakimiyeti altına aldığı diğer halklar üzerinde devşirme, iskan vb. yöntemlerle asimile politikası izlemiştir.
Yavuz Sultan Selim, hilafeti Abbasi halifesinden kılıç zoruyla alınca, iyice tutuculaşıp, gericileşen Sünnilik ve toplumsal gelişmenin gerisinde kalan şeriatçılık Anadolu’daki Alevi Türkmenlerin kabul edemeyeceği bir ideoloji olarak topluma dayatılınca sayısız isyanlar birbirini izlemiş ve Fatih döneminde başlatılan Türkmen kırımı daha da şiddetlenerek devam etmiştir. Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail üzerine yürümeden önce cephe gerisini sağlama almak için on binlerce Türkmen’i kılıçtan geçirmiştir. Türk halkı bazen Osmanlı’ya karşı direnmiş, bazen de kaçarak yerini yurdunu terk etmek zorunda kalmıştır. Yavuz Sultan Selim ile birlikte din, ya da başka bir deyişle Sünnilik imparatorluğun üst-yapı kurumlarından biri olarak öne çıkmış ve güçlenmiştir. Bu ideolojiyle hemen bütünleşen Osmanlı egemen çevreleri, güçlerini imparatorluk içinde artırarak sürdürmüşlerdir. Osmanlı-Türkmen çatışmaları her ne kadar mezhepsel bir görünüm arz ediyorsa da özünde Anadolu halkının Osmanlı baskı, sömürü ve zulmüne karşı bir tepkisidir. Sadece Kuyucu Murat Paşa’nın kuyulara doldurtarak öldürttüğü on binlerce Türkmen düşünülürse, Osmanlı zulmünün vardığı nokta hakkında bir fikir sahibi olunur.
Avrupa’nın kendi iç sorunlarını aşarak belirli bir istikrara kavuşmasıyla birlikte yayılma alanları daralan, talan, haraç ve ganimetleri sınırlanmaya başlayan Osmanlı, bir yandan da kendi içindeki isyanlarla uğraşmak zorunda kalmaya başlamıştır. Dışa karşı savaşlarda yenilgi aldıkça hem gelir kaybeden hem de moral üstünlüğünü yitiren Osmanlı’da toplumun bütün kesimlerinde huzursuzluklar ve iç ayaklanmalar giderek artmıştır. Avrupa’da yeni bir toplumsal sistem olarak kapitalizmin kendini ekonomik, sosyal, siyasal ve askeri alanda giderek hissettirmesi Osmanlı’yı kendi içinde büzmeye başlamıştır. Kuruluşundan itibaren işgal ettiği alanlarda başka halkların yarattığı değerlerin talanını esas alan, kendi geri yapısından dolayı kılıçla girdiği ülkelerdeki üretim, yönetim ve kültürel yapılan kendi askeri karakteriyle bütünleştiren ve bunu başardığı oranda kozmopolitleşerek halkına yabancılaşan, merkezi askeri yapısı nedeniyle sınıflaşmayı askeri temelde, üretim dışında talan ve ganimete dayanarak gerçekleştiren Osmanlı imparatorluğu için bu yeni koşullarda baş aşağı gidiş başlamıştır. Yeni bir üretim ilişkisi ve toplumsal sistem üretim kabiliyetlerinden yoksun askeri-feodal Osmanlı İmparatorluğu’nun her direnişi, ağır yenilgilere ve kendi bünyesindeki çelişkilerin keskinleşmesine yol açmıştır. Bu gidişatı durdurmak isteyen Osmanlı egemen çevreleri yeni arayışlar içine girerek devletin ömrünü uzatmanın çaresini bulmaya çalışmışlardır. Bu arayışların yönü hep batı olmuştur.
Devam edecek…
T.D.Y.G
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info