18 Nisan 2010 Pazar Saat 08:28
0
21
TR
:” ”
:””
” “,” ”
” ”
Pozitif Bilimsel Bilginin Özellikleri:
Seçicidir: Sınırları belli bir varlık alanını konu edinir ve
bu sınırlar dışına kesinlikle çıkmaz.
Kuşkucudur: Yalnızca bilim dışı açıklamaları değil bilim
çevrelerinin yaptığı açıklamalara bile kuşku ile yaklaşır.
Eleştiricidir: Özellikle de var olan bilimsel açıklamalara
eleştirel bir tavırla yaklaşır.
Somuttur: Olgulara dayanır. Var olan gerçeklikleri inceler.
Soyut konu ve kavramlarla uğraşmaz.
Nesneldir: Herkes için tek ve değişmezdir. Kişiye gruba veya
başka ölçülere göre değişmez.
Evrenseldir: Nesnel olduğu içindir ki evrenin her yerinde
aynı şekilde geçerlidir.
Kolektiftir: Tüm insanlığın ortak kültür malıdır.
Akılcıdır: Kendi içinde tutarlı akıl ve mantık ilkelerine
uygun bilgilerdir.
Genelleyicidir: Tek
tek olgulardan hareket eder ama genellemelere, genel yargılara ulaşır.
Sınıflama yapar. Benzer olayları diğerlerinden ayırır.
Ölçülüdür: Matematiksel bir dil kullanır. Kesin ölçülerle,
sayılarla açıklama yapar.
Deneysel ve uygulanabilirdir: Olgusal olduğu içindir ki
deneylerle sınanabilirler. Hatta bilimsel bilgiler teknik aracılığı ile hayatın
farklı alanlarında her türlü araç ve gerece dönüşürler.
Birikimli olarak ilerler, dinamiktir: Kuşkucu ve eleştirici
tavrı bilime her dönem yeni ufuklar açarak onu dinamik bir alan haline getirir.
İşte bu çerçeve içinde, günümüzde pozitivizm, bilim
konusunda ampirist bir görüşe bağlılığı, toplumsal yaşama ampirist bilgi modeli
üzerinde bilimsel bir yaklaşımı tanımlar. Sosyal bilimler bağlamında ise, bu,
insan ve toplum bilimlerinin yöntemlerinin doğa bilimlerinin yöntemlerine göre
şekillenmesi veya oluşturulması olgularla değerlerin birbirlerinden kesin
olarak ayrılmaları gerektiği ve bu yapıldığında, sosyal bilimlerin de, doğa
bilimlerinde keşfedilen yasalara veya yasa benzeri düzenliliklere koşut toplum
yasalarına erişebileceği anlamına gelir.
Pozitivizmin Tarihsel Süreci:
Comte, toplumsal fizik olarak gördüğü sosyolojinin fizik,
kimya, biyoloji gibi doğa bilimlerinin ve özellikle bunlardan biyolojinin o
zamanlarda uyguladığı pozitif yöntemi uygulamasını önermiştir. Yani yasalar
bulmak amacıyla gözlem, karşılaştırma, deney ve uslamlama üzerine kurulan bu
pozitif yöntem, o zamana kadar teolojinin ya da metafiziğin tekelinde olan
toplum konularını incelemelidir.
Pozitivist felsefenin iki ayrı döneminden söz etmek
mümkündür. İlk dönem Saint Simon’la ikincisi ise Viyana Çevresi düşünürleriyle
başlamıştır. Pozitivist felsefenin temellerini aydınlanma dönemi
filozoflarından Francis Bacon’a kadar geri götürmek mümkündür. Bacon Aristocu
görüşlere karşı çıkarak gözlem ve deneyin temel alınıp bilimin bu esaslara göre
yeniden kurulması gerektiğini savunmuştur. Simon ise bilimsel yöntemi temel
alarak topluma yeniden yön vermek istemiştir. Simon’un görüşlerini yayan ve
pozitivizmin gelişmesini sağlayan düşünür ise Comte’dur .
Simon ve Comte
pozitivizminin izinden yürüyen diğer bir düşünür de James Mill’in oğlu olan
John Stuart Mill’dir. Mill, bireysel gelişmeyi ve özgürlüğü savunmakla Comte’un
katı görüşlerinin dışına çıkmış, fakat toplumun yeni esaslara göre yeniden
düzenlenmesi gerektiğini savunmakla da Simon ve Comte pozitivizmini
sürdürmüştür.
Pozitivizmi Simon
ve Comte geleneğinden biraz daha farklı bir çizgi üzerinde düşünmek mümkündür.
Simon ve Comte pozitivizmi sosyal olayları ön plana alırken, başta fizik ve
biyoloji olmak üzere doğa bilimlerini, çıkış noktası yapan diğer bir pozitivist
anlayıştan da söz edilebilir. Bu iki tür anlayıştan ilki sosyal pozitivizm
diğeri ise evrimci pozitivizmdir.
Evrimci
pozitivizm, 19.yy.ın ikinci yarısında doğa bilimlerindeki gelişmelere bağlı
olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle Darwin, Spencer ve Haeckel tarafından
kurulmuş olan evrim teorisi Fechner, Wundt ve Lipps tarafından geliştirilen
deneysel psikoloji, bilgiyi pozitivist bir anlayışla ve bir evrim içinde ele
alınmasına sebep olmuş ve zemin hazırlamıştır.
Pozitivist felsefenin yeni bazı özellikler kazanması 19.yy.
sonlarında Mach ve Avenarius sayesinde olmuştur. Bu yeni pozitivist anlayış,
olguları temele koyması ve bilimsel yöntemi esas kabul etmesi bakımından
ilkiyle aynı ilkeleri paylaşmaktadır. Olgular duyumlarla özdeş olarak kabul
edilmiştir. Olgular duyumlardan ibarettir ve biz sadece duyumları bilebiliriz.
Mach ve Avenarius için duyumlar nötr elemanlar olup fizik ve psikolojik dünya
bu elemanlardan ibarettir.
Pozitivist
felsefenin yeni bazı özellikler kazanması 19.yy. sonlarında Mach ve Avenarius
sayesinde olmuştur. Bu yeni pozitivist anlayış, olguları temele koyması ve
bilimsel yöntemi esas kabul etmesi bakımından ilkiyle aynı ilkeleri paylaşmaktadır.
Olgular duyumlarla özdeş olarak kabul edilmiştir. Olgular duyumlardan ibarettir
ve biz sadece duyumları bilebiliriz. Mach ve Avenarius için duyumlar nötr
elemanlar olup fizik ve psikolojik dünya bu elemanlardan ibarettir.
Pozitivizm – Sosyal Bilimler İlişkisi
“Avrupa merkezli
sosyal bilim egemenlik kokmaktadır. Ya egemen kılar ya da egemenlik altına
sürer. Hâlbuki bize gerekli olan, demokratik özne olmak ve adilce paylaşmaktır.
Avrupa sosyal bilimi özünde liberalizmdir. Bir ideolojidir. Ama bu gerçekliğini
o denli görünmez kılmıştır ki, büyük muhalif eleştirmenlerin bile özümseme
gücünü gösterebilmiştir. Bunu yaparken üstün eklektizm yeteneğini
sergilemiştir. (A.ÖCALAN)
“Felsefe devrimi ve Aydınlanma dönemi ( 17. ve 18. yüzyıl)
esasta bu ihtiyacın sonucudur. Fransız Devrimiyle beklenen çözüm yerine,
sorunların daha da karmaşıklaşması, sosyolojiyi bağımsız bir bilim dalı olarak
geliştirme eğilimlerini daha da yoğunlaştırdı. Ütopik sosyalistler ( Saint
Simon, Fourrier, Proudhon), Auguste Comte ve Durkheim bu konu da ön aşamaları
temsil eder. Hepsi aydınlanmanın çocuklarıdır. Bilime sonsuz inançları vardır.
Toplumu da bilim yoluyla istedikleri gibi yeniden yaratabileceklerine
inanıyorlardı. Tanrının rolüne soyunmuşlardı.
Hegel’in deyişiyle, ne de olsa tanrı yeryüzüne inmişti. Hem de
ulus-devlet olarak… Yapılması gereken incelikli ‘toplum mühendisliği’ proje
planlamasıydı. Ulus-devlet aracılığıyla hayata geçirilip, başarılamayacak
hiçbir proje ve planlama yoktu. Yeter ki ‘pozitivist bilimsel’ olsun ve
ulus-devlet kabul etsin. (A. ÖCALAN)
“Artan büyük bunalımlar ve dünya savaşları pozitivist
sosyolojiyi, liberal merkezi sağ ve sol kollarıyla birlikte iflas ettirmeye
yetti. Toplum mühendisliğinin kendisi, çok eleştirdiği sığ metafizik olarak
otoriter, totaliter faşizmle gerçek kimliğini ortaya çıkardı. Frankfurt Okulu
bu iflasın resmi belgesi gibidir. Anneles Ecole, 1968 gençlik başkaldırısı
Başta I.Wallerstein’ın kapitalist dünya-sistem anlayışı olmak üzere, çok sayıda
parçalanmış bir sosyal bilimler dönemini de beraberinde getirdi. Şüphesiz bunda
1970’ler sonrası finans kapitalin hegomonik karakter kazanması da önemli rol
oynadı. Olumlu yanı, Avrupa merkezli düşünce hegomonyasının yıkılmasıydı.
Olumsuzluğu ise, çok parçalanmış bir sosyal bilimin sakıncalarıydı.
(A.ÖCALAN)
17. yüzyıla gelindiğinde doğa bilimlerinde -özellikle
fizikte kaydedilen ilerlemenin etkisiyle, Thomas Hobbes siyasal alanda da bu
gelişmenin sağlanabileceğine inanarak, ampirik ve tümevarımsal bir yöntemle ve
özellikle de geometri ve matematiği örnek alarak toplumla aralarında bağ
kurmaya çalışmıştır. Geometrinin yoktan var olması gibi toplumsal yaşam da
“doğal hal olan kargaşadan düzene doğrudur. Ancak, bu teori insanın doğasını
değiştiremediğinden, içerden bir düzenleme yerine dışarıdan bir programlama ile
toplumsallaştırmaktadır. Hobbes’a göre doğa halindeki insanla toplumsal düzende
yaşayan insan arasında istek ve güdüler bakımından hiç fark yoktur, ancak doğa
halindeki çatışma nedeniyle bunların gerçekleşmesi olanaksızdır egemen gücün
sağladığı düzen içerisinde bunlara ulaşılabilir.
Comte’un düşüncesine göre, sosyoloji ile doğa bilimleri
arasında hem bir devamlılık hem de bir ara kesikliği vardır. Devamlılık vardır
çünkü insan biyolojik ve hayvansal niteliktedir insanın temel kuruluşu
değişmez, toplum doğaüstü bir yönetim değildir. Ara kesikliği vardır çünkü
insan ancak gitgide hayvansallığından sıyrılarak, kurumlara uymak için
içgüdülerinden sıyrılarak toplumsal olarak yaşayabilir. O halde uygarlığın
gelişmesi insanın kuruluşunu etkilemez, değiştirmez, fakat hayvansallıkta güç
olarak içerik insansal olanı durmadan dönüştürür. Kimyasal değil fiziksel bir
değişme söz konusudur. Öğeler aynı öğedir, fakat bütünlük yenidir. Bu
düşünceler doğrultusunda Comte’a göre tarih, insanlığın hayvansallıktan nasıl sıyrıldığını
gösterir ve sosyoloji insanlığın bu gelişmesini inceleyen bilimdir. Bu yüzden
sosyolojik yöntem tarihsel yöntem olmalıdır. Tarihsel yöntemse insanlığın
toplumsal gelişmesinin yasalarının aranması demektir.
Comte, sosyolojiyi sosyal statik ve sosyal dinamik olmak
üzere ikiye ayırmıştır. Sosyal statik belirli toplumlardaki düzeni inceleyeceği
için Comte onu bir düzen kuramı olarak sunmuştur. Sosyal dinamik toplumlardaki
ilerlemeyi inceleyeceği için Comte onu bir ilerleme kuramı olarak sunmuştur. Comte’a
göre toplumsal olgular bir birlik içinde birbirlerine bağlıdırlar.
Dinamik sosyoloji, statik sosyolojiye bağlıdır. Comte’a göre
toplumların geçtiği artarda aşamalar, hayvansallığa göre toplumların gelişmesi
olmuştur. Bu gelişmeyi harekete geçiren insan düşüncesidir. Toplumların
işleyişi düşüncelere dayanır ve insan düşüncesi yasalara uymuştur ve
uymaktadır. Bu üç hal yasasıdır.
Lukacs’a göre
insanlık tarihi doğallıktan toplumsallaşmaya doğru bir evrimsel süreçtir. İlkel
dönemde hısım- akraba ilişkileri, geleneksel dönemde din ve hukuk, kapitalist
dönemde ise ekonomik sistem bu sürecin aşamalarıdır.
“Avrupa merkezli
sosyal bilimlerin hakikati araştırma metotları özü gereği hegomonisttir.
Hakikatin alternatif yollarını iki temel yöntemle adeta imkânsızlaştırırlar.
Birincisi, monist (bireyci) evrensel yaklaşımdır. Hakikat her zaman ‘bir’e
indirgenmektedir. İkincisi sınırsız görselci modeldir. Herkesin kendine göre
bir hakikatinin var olduğunu söylerken, özünde hakikatin, olmadığını ifade etmeye
çalışmaktadır. Hiçbir şeyin değişmediğini iddia etmek için her şeyin
değiştiğini söylemek gibi bir şeydir. İki yönteminde indirgemecilikte
birleştiği açıktır. Gerek evrenselci ‘bircilik’ gerek görselci ‘tekillik’
hakikati tek’e indirgemekle hegemonik karakterlerini açıkça yansıtmış
oluyorlar. (A.ÖCALAN)
XIX. yüzyıl
pozitivizmi Tarih bilimine kendi ilkelerini ve yöntemini giydirmeye kararlıydı.
Onu buna sevk eden neden “bilimselleştirme programı ve projesinin zorunluluğu
olduğu kadar felsefesinin gücünü ve prestijini en kritik alanda kanıtlama
güdüsüydü. Sosyoloji doğrudan doğruya pozitivist bir tasarımlama olarak doğmuş
olduğu için toplumun en güvenli bilimi sayılıyordu, ama Tarihin durumu
farklıydı.
Tarih en eski toplumsal bilim olduğu halde bu eskilik onun
devre dışı kılarak düşmesini gerektirecek bir eskilik değildi toplumsal zaman
denen dinamik, tarihi üretmeye devam ediyordu. Pozitivist irade eğer bu,
kendini her gün üretmeye devam eden kadim bilgiyle başa çıkıp onu kendine boyun
eğdirebilirse gerçek zaferini ancak o zaman tadabileceğini bildiği için Tarihe
özel bir önemle ve iştahla yönelmede tereddütlü davranmadı. Tarih, toplumsal
bilimlerin en az yapılanmış, bu yüzden de en esnek ve açık disiplinlerinden
biri olduğu için (Braudel, 1992: 114)
pozitivistler açısından acil müdahale alanı olarak görülmekteydi.
Pozitivizme Yönelik Eleştiriler
Pozitivizm, gerçekte bir felsefi dizge olmakla birlikte, bu
unvanı reddediyordu. Yalnızca bilimsel olduğunu ileri sürüyordu. Aslında
evrensel bir metodoloji düzeyine yükselmiş doğa biliminin, kendini bilgiyle
özdeşleştiren doğa biliminin metodolojisinden başka bir şey değildi.
Dolayısıyla pozitivizme bir saldırı aynı zamanda bilime bir başkaldırı olarak
ve bu şekilde akla bir başkaldırı olarak görünmek zorundaydı. Doğru
anlaşıldığında, bu şeylerin hiçbiri değildi. Bilime başkaldırı değil, bilimin
var olmuş ya da var olabilecek tek bilgi türü olduğunu ileri süren felsefeye
başkaldırıydı. Akla başkaldırı değil, aklı doğa bilimine özgü düşünme türüyle
sınırlayan kurama başkaldırıydı.
Pozitivizme başkaldıranlar, genellikle işlerini pozitivizmin
gölgesi altında yaptılar ve kendilerini pozitivist bakış açısından kurtarmakta
büyük güçlük çektiler. Düşüncelerinin kimi noktalarında yeniden pozitivizme
saplandılar.
“Pozitivizm dinsel
niteliğini olguculuktan alır. Özü itibariyle pozitivizm için olgu en temel
gerçekliktir. Olgusal olmayan gerçeklik yoktur. Hâlbuki araştırmalar ve felsefe
( bir bütün olarak ) olgunun, algıyla aynı olduğunu ( yani olgu=algı ) göstermektedir.
Algıcılık ise en basit zihni işlemdir. Nesnenin en yüzeysel gözlemlenmesi
sonucu oluşup kaba bilgilenmenin (
bilimsel olmayan en yanılgılı bilgi türü ) yöntemidir. Olguyu, olguculuk haline
getirmek, nesneye temel gerçeklik rolü bahşetmektir. Paganizmin ( putçuluğun)
temelinde de aynı yaklaşım vardır. Nesneyi tapınma konusu yapmak. Bu durumda
pozitivizm istediği kadar din başta olmak üzere metafiziğe saldırsın, kendiside
nesne hakikatçiliği nedeniyle kaba materyalist din haline gelmiştir. Yani nesnel
putçuluğun modernite’deki yeni bir türevi, temsilcisi olarak metafiziktir. Hem
de onun en yüzeysel halidir. Pozitivizm en az ortaçağ teolojisi kadar zihinler
üzerinde tahribat yarattı. İnsan toplumlarının büyük manevi dünyasının farkında
bile olmadı. ( A. ÖCALAN )
Pozitivizmin anayurdu olan Fransa’nın aynı zamanda onun
yılmaz ve parlak bir biçimde eleştirildiği bir ülke olması dikkat çekicidir.
Fransız düşüncesinin on dokuzuncu yüzyıl sonu ile yirminci yüzyılın başında
pozitivizme yönelttiği ve en büyük iç gücünü harcadığı saldırısı, aynı
yüzyıldaki birçok başka eleştirel ve devrimci hareket gibi, gerçekte Fransız
tutarlılığının kanıtı olmuştur. On sekizinci yüzyılda resmi dinin kalesine
saldıran aydınlanma, özünde insan aklının, insan özgürlüğünün doğaya ve boş
inanca karşı kendini ileri sürüşüydü. Pozitivizm doğa bilimini yeni bir boş
inanç doğma dizgesine dönüştürmüştü Fransız felsefesi işte tam da bu kaleye
saldırmıştır.
Gözlem sürecinin başlamasından önce insan zihninin birtakım
ön kabulleri, varsayımları vardır. Gözlem süreci ön kabullerden varsayımlardan
sonra başlayan bir süreçtir. İnsan zihni gördüğünü yorumlayan aktif bir
aygıttır. Zihin neyi nasıl gözlemleyeceğine bir seçim sonucunda karar verir.
Gözlemden önce bir seçimin olması doğrudan bir gözlemin mümkün olamayacağını
göstermektedir.
Toplumların tarihselliği, toplumsal siyasal olayların
birbirine benzemezliği sosyal bilimlerde genellemelere gidilemeyeceği anlamını
taşır.
Pozitivizm burada ve şimdi olan olay ve olguları incelediği
için inceleme sonucunda elde ettiği bilgileri evrenselleştirir. Bu anlamda da
pozitivizmin durağan bir zaman anlayışı vardır. Einstein’ın rölativite teorisi
zamanın göreli bir kavram olduğunu ortaya koymuştur. Bu da zamanın
lineer/doğrusal olmadığını göstermektedir. Oysa pozitivist yöntem zamanı
durağan ve sabit bir kavram olarak kabul eder. Burada ve şimdi elde edilen
bilgiler bin sene önce de böyle idi, bin sene sonra da böyle olacak diyerek
pozitivizmin evrenselleştirici özelliği ortaya konmaktadır. Toplumların
özgüllüğü, tarihselliği bunu gerçek olamayacağını göstermektedir.
Yorumlama programı için toplumsal dünya doğal bir gerçeklik
değildir. Toplumsal yaşam biçimi belirli bir sembolik anlama sahiptir yani
doğa -orada- kendiliğinden vardır ve toplumsal yaşam bundan ayrı olarak
toplumsal-kültürel biçimde kurulmuştur. Bu nedenle toplumsal yasalar doğal
yasalardan farklıdır evrensel olarak görülemezler, genelleştirilemezler çünkü
toplumsal yasalar o toplumun kültürel sistemi çerçevesinde kurulmuştur.
Dolayısıyla her toplumun yasası kültür farklılıklarına göre değişim
gösterecektir. Onun için toplumsal bilimler doğal bilimlerde olduğu gibi
nedensel ve yasa-bağımlı (nomolojik) açıklama yerine, anlamaya dayanan yorumsal
bir açıklamaya yatkındır.
Bunu Henry Lefebrve şu sözleri daha açık bir şekilde ortaya
koymaktadır: “Araştırmalarda yalnız şimdiki zamana tutunmaktan daha kötü bir
soyutlama olamaz.
Tarihsel şekiller, tarihsel dereceler ya da geçmiş yaşama
tarzları donmuş kalıplar, hareketsiz tarzlar değillerdir. Yani bir toplum her
zaman aynı yapı içinde düzenlenmemiştir. Toplumlarda her zaman ilerleme
olmamıştır ama her zaman hareket ve değişiklik olmuştur. Toplumsal yapıyı
geçici bir denge ya da göreli bir devamlılık olarak tanımlamamız toplumların
oluş nedenlerini hareketlerinde, değişmelerinde gördüğümüzden ileri gelir.
Tarihsel veriler, tarihsel gereçler olmadan hiçbir toplum
anlaşılamaz, açıklanamaz. Bir toplumun görüntüsü kendi tarihiyle bezenmiştir.
“Tarihsel Özgüllük İlkesi işte budur. İnsan iradesi özgür değildir bazı
koşullara bağlıdır. Bu koşullar toplumdan topluma değişmektedir ve iradenin
değişik koşullara bağlanması insanı değişik olarak belirler.
Tarih tekerrür değildir, eski devrimler başka şimdikiler
başkadır. 30 yıl önceki, 10 yıl önceki işçi hareketleri ile şimdiki işçi
hareketleri arasında hem nicelik hem de nitelik bakımından farklar vardır.
Bir toplumu kendi özel ve somut tarihinden kopararak başka
bir toplumun ya da toplumların belirleyicilik kalıplarına sığdırmaya çalışmak
ancak bilim insanını söz konusu toplumu tanımama niyetine ve araştırma yapmama
tembelliğine götürür. Pozitivizmin eleştiri alan noktalarından birisi de
bilimlerin sınıflandırmasını yaparken psikolojiyi dikkate almamasıdır. Bu
yönüyle pozitivistler insanı subjeden/özneden objeye/nesneye indirgemişlerdir.
Pozitivist yöntemin eleştiri alan özelliklerinden bir diğeri
de doğa bilimleri ile sosyal bilimlerin aynı yöntemi kullanabileceklerini
savunmasıdır. Toplumsal dünya ile doğal gerçekliğin birbirinden farklı
gerçeklikler olduğu bilinmektedir. Doğa kendiliğinden var olan bir dünya iken
toplumsal dünya kültürel olarak kurulmuş, kurgulanmış bir dünyadır. İnsan kendi
dünyasını kurgular ve meydana getirir. Toplumsal dünyayı kuran kültürel insan
da toplumsal olarak kurgulanmıştır. Oysa doğal dünya dışarıda kendiliğinden var
olan dünyadır. Toplumsal yasalar doğa yasalarından farklı olarak genel ve
evrensel değildirler. Her toplumun kendine ait tarihselliği söz konusudur. Her
toplum kendine özgü kurallar ve yasalar üretir. Toplumlar arasında benzer,
ortak yasalar vardır ancak genel- geçer her durumda geçerli olan yasalar
yoktur. Bu nedenlerle doğa bilimleri ile sosyal bilimlerde aynı yöntem
uygulanamaz.
Habermas ise üç
bilgi sistemi ve bunlara karşılık gelen çıkarlar arasında bir ayrımlaşma yapar.
Her bilgi sisteminin arkasında yatan ve yönlendiren çıkarlar genellikle halktan
insanlar tarafından bilinmezler ve eleştirel kuramcıların görevi bunları bu
arka planı açıklamaktır. Birinci tür bilgi sistemi analitik bilim ve klasik pozitivist
bilgi sistemleridir. Bu tür bilginin arkasında yatan çıkar teknik kontroldür.
Bu kontrol çevreye diğer toplumlara veya toplumda insanlara uygulanır.
Habermas’a göre analitik bilim baskıcı kontrolü sağlayan bir araçtır. İkinci
bilgi sistemi insani bilgidir. Bu bilginin çıkarı amacı dünyayı yaşamı anlamada
temellenir. Bu bilgi şu genel görüş çerçevesinde hareket eder: Geçmişimizi
anlamak genel olarak bugün olanı anlamamıza yardım eder. Bu bilginin karşılıklı
ve kendini anlamaya yönelik pratik bir çıkarı vardır. Bu bilgi ne baskıcı ne de
özgürleştiricidir. Üçüncü bilgi sistemi türü eleştirel bilgidir. Habermas ve
Frankfurt Okulu’nun benimsediği bilgidir. Habermas ve diğerleri tarafından
oluşturulan eleştirel bilginin kitlelerin kendi alt-bilinçlenmesini(self-cousciousness)
sağlayacağı ve ümit edilen özgürleşme ile sonuçlanacak bir sosyal harekete yol
açacağı düşünülmüştür.
Aydınlanma
ideolojisinin büyük çelişkilerinden biride, doğayı insana tâbi kılmasıdır.
Aydınlanma öncesi dönemde insan doğaya tabi iken, Aydınlanma ile birlikte
doğayı insana tabi kılmak özne ile nesnenin kesin çizgilerle birbirisinden
ayrılmasına da yol açmıştır. Bu yolla insan için doğa artık dışsal bir şey
fethedilecek, üstünde hükümranlık elde edilecek bir nesne haline dönmüştür. Doğa
üzerine yapılan bilimsel çalışmalar da onun egemenliği için araç olabilecek
bilgilerdir. Horkheimer’in dediği gibi, doğaya egemen olma isteği, doğanın bir
parçası olan insanın, kendi üzerinde de egemen olması gibi bir çelişki
yaratmıştır. Bilim ve teknoloji doğa üzerinde egemenlik kurmak için
kullanılırken, biçimlendirilmeye çalışılan “aşkın özne tipolojisi, ayni
zamanda üzerinde egemenliğin konumlanması dolayısıyla insanın çöküşüne de zemin
hazırlamıştır. Böylece insanın doğa üzerindeki egemenliği, insanin hem
kendisinin, hem iç dünyasının, hem de doğanın üzerinde egemenlik kurması
seklinde sonuçlanmıştır. Bu iktidar ilişkisi yine Adorno ve Horkheimer’in
dediği gibi öznenin, bir bakıma nesnenin de yazgısını paylaşması gibi bir sonuç
doğurmuştur.
Adorno ve
Horkeimer, modern dönemde aklın, öznenin üzerinde toplumun ajanı olarak, bir
anlamda öznenin üzerine takılmış bir protez gibi işlev gördüğünü belirtirler.
Protez hem o bedene ait, hem de o bedende dışarının temsilcisi bir şey olduğu
için, protez akıl modern iktidarın da bir aracı olarak işlev görür. Aydınlanma
ideolojisinin ileri sürdüğü gibi akıl sadece özgürleşme ve ilerleme değil, aynı
zamanda iktidar ve egemenlik de demektir.
Pozitivizm
eleştirisi kısmen ekonomik determinizm’in eleştirisi ile bağlantılıdır. Bu
bağlamda pozitivizm bütün çalışmalarına tek bir bilimsel metodun
uygulanabilirliği düşüncesini kabul eder. Bütün disiplinler için fiziksel
bilimleri güvenilirlik ölçütü olarak ele alır. Pozitivistler bilginin doğal
olarak tarafsız olduğunu kabul ederler. Değerlerin dışlanabileceğini düşünürler.
Bu noktadan
hareketle eleştirel okul çeşitli açılardan pozitivizme karşı gelmiştir.
Pozitivizm sosyal yaşamı maddeleştirir ve onu doğal bir süreç olarak görür.
Ancak eleştirel kuramcılar insan eyleminde ve bu eylemin sosyal yapıları
etkileme yolları üzerinde odaklanır. Özetle eleştirel kuramcılara göre
pozitivizm aktörleri göz ardı eder ve onları “doğal güçlerce belirlenmiş pasif
bütünlüklere indirger. Bu bağlamda ele alındığında eleştirel kuramcılar bilimin
genel yasalarının hiç sorgulanmadan insan eylemine uygulanabileceğini kabul
etmez. Diğer bir eleştiri noktası da şudur pozitivizm amaçlara yönelik
araçların yeterliliğinin değerlendirmekle yetinir. Ancak amaçları için benzer
değerlendirmeye yönelmez. Doğal olarak bu eğilim içsel olarak konservatiftir ve
dolayısıyla mevcut sistemi sorgulamaz. Sonuç olarak mevcut düzen
maddeleştirilmiş olur. Olgular kesin çizgiler içinde ele alınır. Pozitivizm
aktör ve sosyal bilimciyi pasifliğe sürükler.
“Pozitivizm etkin insan varlığına mekanik bir
belirlenimcilik (determinizm) şeması içerisinde, çıplak olgular ve nesneler
olarak yaklaşır.” Oysa böyle olmamalıdır, çünkü öncelikle insanın kendini
devamlı yeniden-ürettiği bu var oluş sürecine dair her türden belirlemeci
yaklaşım bir noktada tökezlemeye mahkûmdur. Aslına bakılırsa Heisenberg ‘in
ortaya koyduğu Belirsizlik Prensibi (İndeterminizm) sadece fizik bilimi
düzeyinde değil, insani düzeyde de geçerlidir. Ve mekanik belirlenimci düşünce,
insani ve toplumsal olanın anlaşılabilmesini ve daha önemlisi aşılabilmesi
sürecini büyük ölçüde zedeler. Levent Köker’in vurgusundan gidersek,
“Bütünü açıklamaya yönelik her teorik girişim, kendi içinde kapalı,
olgusal olarak sınanabilme olanağından yoksun bir sistem ortaya çıkaracak,
Popper’ın dediği gibi bazı şeylerin olmasına yasak koyacak, kendi kabullerine
aykırı olgularla karşılaştığında da ya o olguları kendi sistemine uydurarak
açıklayacak veya onları yok sayacaktır…”
Ali Rızgar
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info