21 Şubat 2013 Perşembe Saat 15:25
Toplum kırım insanın kendini toplum olarak var ettiği en temel dokular üzerinde (siyasal, askeri, ideolojik, kültürel, ekonomik, sosyal vb.) gerçekleştirirken aynı zamanda insanın tür olarak içerisinde oluştuğu doğa üzerinde gerçekleştirilen kırım ile tamamlamaktadır. Bu gerçek, toplum kırımın yeterli bir düzeyde anlaşılması açısından mutlaka göz önünde bulundurulması gereken bir husustur.
İnsan tür olarak diğer biyolojik varlıklar gibi, onu kuşatan doğa ve evren içerisinde var olmuştur. Onun içindir ki, insanın varlığı ancak doğa ve evren ile birlikte açıklanmaktadır. Fakat insanın tür olarak diğer biyolojik varlıkların olduğu gibi –onu kuşatan- doğa ve evren ilişkisi her zaman aynı oran da ve düzeyde geçerli olmamıştır. İnsan diğer biyolojik varlıklardan farklı olarak kendi doğasını yaratmaya başlamıştır. Buna da toplum bilimciler tarafından ikinci doğa adı verilmiştir.
“ikinci doğanın özelliği, “birinci doğadan farklı olarak insanın kendi doğasını yaratmış olduğu gerçekliğidir. Bu özelliği ile de insan doğada var olan diğer biyolojik varlıklardan farkını göstermeye başlamıştır. Önder APO ise hem insanın doğada bulunan varlıklar ile ortak olan yönlerini ve aralarında var olan farklılıkları şu şekilde dile getirmektedir. “Araştırmamıza Bacon ve Descartes’in öncüllerini reddederek başlayalım. Özne-nesne ve ruh-beden ikilemini reddettikten sonra insanı temel almak, her bakımdan daha uygun bir başlangıç olabilir. İnsan merkezli bir dünyadan bahsetmediğimiz gibi, hümanist bir yaklaşımı da konu edinmiyoruz. İnsanda yoğunlaşan gerçeklikler toplamını konu edinmekteyiz.
“1-Maddenin yapı taşları olarak atomlar, hem sayı hem diziliş olarak insanda en zengin bir varlığa ve bileşime sahiptir.
“2- İnsan biyolojik dünyanın tüm bitkisel ve hayvansal yapılarını temsil etme avantajına sahiptir.
“3- Toplumsal yaşamın en gelişkin biçimlerini gerçekleştirmiştir.
“4- Çok esnek ve özgür bir zihniyet dünyasını temsil etmektedir.
“5- Metafizik yaşayabilmektedir.
“Tüm bu özelliklerin insanda iç içe, bütünlük dahilinde aynı anda yaşanmasının örneği olmayan bir bilgi kaynağı olduğu açıktır. Bütünlük içinde bu kaynağı anlamak, bilinen gerçekleşmiş evreni anlamakla özdeştir. En azından anlamak için doğru bir başlangıç değerindedir.
Bu şekilde hem doğada var olan diğer biyolojik varlılarla ortak ve farklı olan yönlerini ortaya koyan Önder Apo, insanın “ikinci doğa olarak, kendisini toplum olarak var etmeye başladığına da işaret etmiş olmaktadır.
Bununla birlikte insansın kendisini var etme biçimi olan toplum giderek kendi içerisinde zamanla bir yarılmayı da yaşamaya başlamıştır. O zamana kadar toplum içerisinde birbirini tamamlayan iş bölümü giderek bir biri üzerinde egemenlik kurma aracına dönüşmeye başlamıştır. Buda toplum içerisindeki uyumun ve dengenin bozulmasına neden olmuştur. Aslında buna “ toplumsal ekolojinin bozulması demekte mümkündür.
O zamana kadar toplum içerisinde var olan denge ve uyumun bozulması sadece toplumla da sınırlı kalmamıştır. Bu, insanın biyolojik olarak var olmasını sağlayan doğa ile arasındaki denge ve uyumun bozulmaya başlamasına da neden olmuştur. Toplumun yarılarak üst sınıfların kendisini önce hiyerarşi, sonra iktidar ve devlet olarak örgütlemesiyle kurumsallaşan egemenlik doğa üzerinde de kurulmaya başlanılmıştır.
Bu süreçle birlikte egemenler tahakkümlerini sadece “alt sınıflar üzerinde değil, doğa üzerinde de kurmaya başlamışlar ve onu bir sömürü alanı haline getirmişlerdir. Doğada egemenler tarafından, tahakküm alanlarına göre belirlenen sınırlara göre paylaşılmış, çok daha fazla ürün elde etmek için hoyratça kullanılmaya başlanılmıştır. Bu şekilde artık o zamana kadar, Doğa üzerinde onunla birlikte uyum içinde gerçekleşen yaşam yerine, egemenlerin çıkarına göre bir konumlanış söz konusu hale gelmiştir. Bunun da adına “vahşi doğayı ıslah etme denilmiştir. Kendisinin her türlü egemenliğe karşı olduğunu ilan edenler ve bunun için mücadele içerisinde olanlar bile insan/toplum yaşamını daha ileri bir düzeye çıkarma(!?), “doğa ile insan arasındaki çelişki ve “doğa ile mücadele adına buna katılmışlardır.
Bu egemenlikli yaklaşım bir düşünüş ve yaklaşım biçimi olarak da topluma kabul ettirilmeye çalışılmıştır. “Doğa bilimleri adı altında geliştirilen disiplinlerde buna hizmet etmişlerdir. Bu “bilimlerle doğayı daha yakından tanıyarak onunla uyum içerisinde ve onun bir parçası olarak yaşamak yerine “ ona daha ne kadar sahip olurum, hakim hale gelebilirim düşüncesiyle hareket edilmiştir. Bu çerçevede doğa üzerinde gerçekleştirilen her keşif /buluş yine ona karşı kullanılır bir hal almıştır. Fizik, Kimya, Jeoloji, Biyoloji vb. bilimlerde bunu görmek mümkündür. Bu bilimlere dayanılarak doğa tüketilmekte ve yine doğada bulunan elementler karşıtına dönüştürülerek kullanılmaktadır. İçerisinde yaşanılan dünya gerçekliğinde ise bu çok daha tehlikeli boyutlara ulaştırılmış bulunmaktadır. Kurulan Nükleer Enerji santrallerinde, Kimya Endüstrisinde vb. bunları görmek mümkündür.
Böyle de olsa, günümüzde doğanın kendi içerisinde bir sorun yaşanmamaktadır. Doğa kendi ile olan uyumunu korumaktadır. Asıl olarak sorun egemenlikli sistem ve doğa arasında yaşanmaktadır. Doğanın kendine yeterli olan kaynakları egemenler tarafından sömürünün daha fazla derinleştirilmesine paralel olarak tükenmekle karşı karşıya gelmiş, “sanayileşme adı altında dünya atık maddelerin bir çöplüğün haline getirilerek adeta üzerinde hiçbir canlıya yaşam hakkı tanınmamaktadır. Okyanusların derinliklerinden, uzayın boşluklarına varıncaya kadar, nerelere ulaşıla biliyorsa, oralar atık maddelerle doldurulmuştur. Bunun bir sonucu olarak ta okyanuslarda, akarsularda toprak üzerinde vb. yaşayan canlı türleri tükenmeye başlamış, kalanlarında genetiği bozularak hastalıklı hale getirilmişlerdir. Yeni nesil canlılar üzerinde yapılan araştırmalarda bu gerçek çok çarpıcı bir şekilde açığa çıkmıştır. Bırakalım biyolojik varlık olarak bitki ve hayvanları, insanların kendisi de bundan payına düşeni almışlardır gelinen aşamada organı eksik, şekil olarak garipsenebilecek doğum olayları görülür hale gelmiş, yeni hastalık türleri ortaya çıkmış, insanlar normal görülmeyecek bir şekilde hastalanmaya ve çok erken yaşlarda ölmeye başlamışlardır. Bu noktada birinci doğada var olan, insana varıncaya kadar tüm biyolojik varlıklar paylarına düşeni almışlardır.
Bu gerçeklik toplumsal ekoloji paralel olarak insan ile doğa arasındaki ilişkinin bozulması Önder Apo tarafından şu şekilde dile getirilmektedir.
“Endüstriyalizm özünde fizik, kimya ve biyolojinin teorik-pratik ilke ve kurallarını topluma ve özellikle ekonomik yapısına uygulamak anlamını taşır. Bu ise çok farklı olan toplumsal doğanın yadsınmasını beraberinde getirir. Toplumsal doğa sürekli azami kâr peşinde koşan bir sistemi uzun süre üzerinde taşıyamaz. Özellikle nesnel doğanın kurallarının uzun süreli kullanımı toplum olmaktan çıkmadır. Kapitalist bireycilik bu gerçeği doğrulamaktadır.
Toplumsal doğanın işleyiş kuralları kendine özgüdür. Ahlâkî ve politik olarak işler. Endüstriyalist yaklaşım er ya da geç ahlâkî ve politik işleyişi tasfiye etmek durumundadır. Ekonomideki işsizlik, kriz ve gelir uçurumundan sorumludur. Ekolojiyi doğuran ana etkenler endüstriyalizmin kısaca tanımlanan bu gerçekliğinden kaynaklanmaktadır. Endüstriyel çağın toplumu bütün alanlarda ekolojisini geliştirmeden yaşamını sürdüremez. Nasıl ki demokratik anayasalar Leviathan’ı (ulus-devlet canavarı) sınırlamak amaçlı iseler, endüstriyalizm canavarını sınırlayacak olan da ekolojidir. Çok iyi bilmek gerekir ki, endüstriyel çağ öncesi dönemde, insan türü de dâhil, bütün canlıların yaşamı içgüdüsel bilinçle (en keskin duygusal zekâ) ekolojiktir. Ekolojik olmayan canlı tasfiye olmaktan kurtulamaz. Şüphesiz her canlının kendine özgü bir ekolojik zekâsı vardır. Endüstriciliği ekolojik yaşama başkaldıran çağ olarak da değerlendirmek mümkündür.
Bugün tüm dünya insanlığı bunu tartışmakta ve arayışı içine girmiş bulunmaktadır. Ekolojik düşünüş ve yaşam biçimleri geliştirtmeye çalışılmaktadır. Fakat bunlarda var olan bu tehlikenin önünü almaya yetmemektedir.
Türkiye ve Kürdistan da doğa ve çevreye yaklaşım bu çerçevede gerçekleşmektedir. Egemenlikli – devletçi sistem toplum üzerinde olduğu kadar doğa üzerinde de hükümranlık kurmuş ve tam bir talan /yağma alanı haline getirmiştir. Ülkeyi kalkındırma, ekonomiyi geliştirme, sanayileşme adına sınırsız bir tüketim içerisine girilmiştir. Ormanlar yağmalanmış akarsuların akışı engellenerek yönleri değiştirilmiş, toprak susuz bırakılarak coğrafya kuraklaştırılmıştır. Bunun bir sonucu olarak akarsuların yaşam verdiği o toprak parçalarında hayat durma noktasına getirilmiştir. Sadece bununla da kalınmayarak, o kuraklaşan toprakların kendileriyle var ettikleri birikim ve tarihi mirasta yok olmakla karşı karşıya getirilmiştir.
Kapitalist modernite koşullarında bir yıkım ve tüketim ile karşı karşıya getirilen Türkiye ve Kürdistan coğrafyasında toplumun bozulan ekolojik dengesine paralel doğanında dengesi bozulmaya başlamıştır. Plansız kentleşme doğanın aleyhine bir seyir izlemiştir. Üretimin gerçekleştiği en verimli topraklar beton yığınlarıyla doldurulurken, Akarsular üzerinde inşa edilen dev barajlar kuruldukları o topraklar üzerinde bulunan her şeyle birlikte tarihi sular altında bırakırken, termik santrallerle doğanın yeşiline son verilmeye, canlı organizmalar kanserli hale getirilmeye başlanılmıştır. Muğla-Yatağan, Maraş-Elbistan vb. yerlerde görüldüğü gibi Termik santrallerin faaliyet geçtiği yerlerde hava kirliliği canlıların yaşamını tehdit etmeye başlamış, başta kanser olmak üzere hastalıklar çoğalmaya, temiz su kaynakları kullanılmaz hale gelmeye ve kurumaya başlamışlar ve de toplu ölümler beklenir hale gelmiştir.
12 Eylül 1980 askeri faşist darbesiyle dağa katliamına ve tolum yaşamıyla oynanmaya daha da hız verilmiştir. Bu katliam gerçekleştirilirken de “ülkenin menfaatine adına denilerek bunun filmlere bile konu olacak bir şekilde çok yaygın olarak propagandası yapılır hale gelmiştir. Askeri zor ve baskı altında tutulan geniş halk topluluklarının ise bu katliama karşı tepki göstermesinin önüne geçilmiştir. Doğal ekonominin ayrılmaz bir parçası olan hayvancılığın ve tarımın gerilemesiyle öne çıkarılarak, yaygın kullanımına geçilen genetiğiyle oynanan tohumlar doğa ürünlerinin olduğu gibi insanın da sağlığını ciddi bir şekilde tehdit eder hale getirilmiştir. Neredeyse pazardan hormonsuz hiçbir besin maddesi alınamaz bir hale gelinmiştir. Bunun karşısında hiçbir tedbir alınmadığı gibi, toplumun doğayı koruması ve bunu esas alarak örgütlenmesi, bilinçlenmesi ve mücadele etmesinin önünde geçilmiştir.
12 Eylül sonrası süreçte özelliklede AKP’ll hükümetler döneminde doğa ve üzerinde bulunan canlıların yaşamına karşı gerçekleştirilen bu katliam daha sistemli bir hale getirilmiştir. Kürdistan ve Türkiye coğrafyası küresel sermaye güçlerinin atık ürünlerinin taşındığı çöplük haline getirilmiştir. AKP’nin kendine dayanak olarak yaratmaya çalıştığı orta sınıflara sunmuş olduğu imkanlar sonucu tam bir doğa katliamına başlanılmıştır. Ormanlar yok edilirken, akarsular üzerinde kurulan Hidro Elektrik Santralleri (HES)’nin sayısı artmıştır. Dünyaca yasaklanan atom santrallerinin yapımına hız verilmiştir.
Kürdistan coğrafyasında ise gerçekleşen bu doğa katliamı çok daha tehlikeli boyutlara çıkarılmıştır. TC‘nin devlet olarak şekillenmeye başladığı özelliklede 1950’ler sonrası ABD ile içerisine girilen yani-sömürgeleşme süreciyle birlikte bu daha sistemli hale getirilmiştir. Kürdistan’da kurulan “Devlet Üretme Çiftlikleri , “Kesimlik hayvan Mandıraları , “Petrol ve Maden Arama Tesisleri , “ Keban Barajı Projesi , “GAP vb. bunlar arasında önemli yer tutmuşlardır. 12 Eylül ve sonrası süreçte ise “Ilı su ve “Munzur Barajı projeleriyle daha ileri boyutlara taşınmıştır. Bu projelerle sadece doğa üzerinde değil, bir tarih katliamı da gerçekleştirilmek istenmiştir. Hasan keyif üzerine kurulan Ilı su ve Dersimle bütünleşen ve ona anlam kazandıran Munzur üzerine kurulan barajlar bunun somut gerçekleştirme biçimleri olmuşlardır.
Bu anlamda Kürdistan coğrafyasında gerçekleştirilen doğa katliamı aynı zamanda Kürt tarihi, ulusal değerleri ve birikimi üzerinde gerçekleştirilen katliamlar olma özelliğini taşımışlardır. Sadece bununla da kalınmayarak insanın doğasını da etkileyen tam bir özel savaş stratejisi çerçevesinde uygulamaya konulan bir politika haline dönüştürmüştür. Botan suyu üzerine kurulmak istenen barajlar, savaş uçakları tarafında gerçekleştirilen ağır bombardımanlarla tahrip edilerek şekli değiştirilen coğrafya, yakılan ormanlar boşaltılan köyler tarım ve hayvancılığın zayıflatılarak üretimdeki dengenin bozulması vb. uygulamaya konan bu politikalar doğrultusunda gerçekleşmiştir.
Devamı Toplum Kırımın Sosyal Boyutu
Cemal Şerik
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info