Rusya-Ukrayna Savaşı Rusya’nın ilerleyişiyle sürüyor. Savaş Ukrayna’da yaşanıyor, fakat Erdoğan’ın etekleri tutuşuyor. Bunun haklı sebepleri var tabii. Her şeyden önce, matah bir şey, bir siyasi yetenek hatta siyasi bir dehanın alametiymiş gibi sunulup, tarihi bir vurguyla da 2.Abdülhamit şahsında mistikleştirilen ‘denge politikası’nın artık sonuna gelindi. Hegemonya mücadelesi veren büyük devletlerin doğrudan karşı karşıya gelmek ve ya askeri çözümlere başvurmaktan imtina ettiği ‘ılımlı’ dönemlerde T.C. gibi devletlerin uygulama imkanı bulduğu denge politikasının bugün için geçerliliği büyük oranda ortadan kalktı. Safların netleşmesini dayatan savaş ortamında, dengeciliğe, fırsatçılığa, yani kaçak dövüşmeye, büyük egemenlik planlarını uygulamaya odaklanmış hiçbir güç tahammül göstermez. Kürt halkını kazanımlarıyla birlikte yok etmek adına yaltaklanmadığı güç kalmayan, bir taraftan NATO üyesiyken diğer taraftan Putin’in diplomatik aşağılamalar eşliğinde (ve tabii yine Rusya’nın Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de güttüğü çıkarlar doğrultusunda) açtığı yoldan çeteleriyle birlikte Afrin’i işgal eden, benzer bir aşağılık yol üzerinden Gire Spi ve Serekaniye’yi uçaklarla vurma imkanı elde edebilmek için Trump’ın hakaretlerini yutan AKP’li Erdoğan’sa sözkonusu olan, böyle bir tahammülü koparmaya hiçbir kıvraklığın yetmeyeceğini olayları takip eden herkes görür. Bunu en iyi görenlerden biri de bizzat Erdoğan ve ortakları olmaktadır. Son günlerde, basın toplantılarında paylaşılan kaygılar ve bu kaygıları dile getirirken kullanılan üsluptan beden diline bir çok veri bugüne kadar denge politikasıyla kendini pazarlayarak elde edilen çeklerin karşılık bulmadığı bir evrede olunduğunu gösteriyor.
Demokrasiye uygunluk bir yana, siyasi rasyonalite ve anayasal meşruiyet açısından dahi ifade ettiği bir anlam bulunmayan ‘tek adam’ rejimi elbette kendi egemenlik alanı dışında cereyan eden bir savaş yüzünden bu noktaya gelmedi. Esasen 10 yılı aşkın bir süredir Suriye’den Libya’ya, Irak’tan Kafkasya’ya, askeri güçle dahil olunmayan nerdeyse tek bir bölgesel sorun kalmadı. Bazen açıktan, bazen de daha dolaylı biçimlerde, tüm bu işgalci enerjinin motivasyon kaynağı olarak bölgesel emperyal güç olma istemi ve bunun zorunluluğu gösterildi. AKP iktidarı için zayıflama, gerileme ve iflas yoluna boylu boyuna girmek ile karakterize olan sözkonusu dönemin(2011’den günümüze) özelde AKP-Erdoğan iktidarı, genelde ise sömürgeci TC ulus-devleti için bölgede emperyal bir güç olarak yükselme hedefine elverişli bir dönem olmadığı, ortalama bir siyasi analiz kapasitesine sahip herkesçe rahatlıkla görülebilir. Açıkçası böyle bir hedefin gerçekleştirilebilirliği, meşruiyet zemini, sahip olunan maddi kaynakların buna ne kadar izin vereceği vs konulara açıklık getirmek yerine, denge politikasında olduğu gibi işgalci yayılmacılığın da ‘Yeni-Osmanlıcılık’ söylemi ile savunulmasından da anlaşılacağı üzere, tüm çaba uygulanan siyaseti anlaşılmaz kılmaya dönük harcandı. Çarpık bir tarih okumasıyla Osmanlı’dan medet umma hali de aynı amaca hizmet etmek üzere, tüm yaşananları gizemli bir sis perdesi ile örtme ihtiyacının dışavurumu olarak gerçekleşti. 2011’den bu yana yaşananlar 2 maddede özetlenecek olursa;
1-Türkiye ve sömürge Kuzey Kürdistan’da yarattığı sorunlara adil, demokratik ve eşitlikçi bir çözüm geliştirme niyeti olmayan ve bu nedenle her iki ülkedeki toplumsal muhalefetin kontrol edilemeyecek düzeye varmasından duyduğu kaygıyı gizleyemeyen bir devlet gerçekliği.
2-Kapitalist sistem tarafından TC ulus-devletinin siyasi egemenlik alanı olarak tanımlanan bu iki ülkeye yeni sorunlu coğrafyaların eklenmesinden başka bir anlam ifade etmeyecek şekilde, kriz politikalarını çevre ülkelere yayarak ‘içerideki’ gündemi değiştirmeye duyulan ihtiyaç. ‘Dış güçlerle savaş’ gerekçesiyle, Türkiye’de devlete karşı halk gerçekliğini(Gezi Direnişi bunun hiç de gerçek-dışı bir olay olmadığını gösterdi) devletin yanında halk durumuna dönüştürme de bağlantılı olarak gelişen bir diğer ihtiyaç olarak belirginlik kazanıyor.(Burada da benzer bir mistikleştirme oyunu ‘7 düvele karşı savaşan kahraman millet’ retoriğiyle yapılıyor.)
Böylelikle verdiği ulusal-demokratik mücadele ‘beka sorunu’ olarak terörize edilip her türlü toplumsal destekten tecrit edilen Kürt halkı bugüne kadar elde ettiği kazanımlarla beraber boğulmaya çalışılırken, Türkiye’nin yoksullarına, emekçilerine ve muhaliflerine de ‘gün birlik günüdür’ denerek sınıfsal, ulusal ve erkek-egemen cinsiyetçiliğin neden olduğu kadın sorunu başta olmak üzere her türlü sosyo-politik çelişkiye göz yummaları salık verildi. Bu iki hususun da Kürt halkına yaklaşımla doğrudan bağlantılı olduğunu görmek zor değil.
Sömürgeci T.C. devleti Kürt halkını, içerideki baskıcı politikaları için ‘içerideki dış sorun’, Suriye, Irak ve İran devletleriyle geliştirdiği diplomasi ve işgale varan müdahaleleri içinse ‘dışarıdaki iç sorun’ olarak gösterme çabasından vazgeçmedi, vazgeçmeyecek. Bu anlamıyla Kürdistan için gündemde olan ulusal demokratik devrim, Türkiye, Suriye, Irak ve İran halkları için de güncelliğini ve yakıcılığını koruyan demokratik devrimle sıkı sıkıya bağlantılıdır. Bugün Kürdistan’da PKK öncülüğünde verilen mücadele, bu 4 ülkede yaşayan halklar, işçiler, köylüler, kadın ve gençlerin elde edeceği kazanımları doğrudan etkileyecek bir konumda bulunmaktadır. Esasen bu hep böyleydi ve sadece Kürt halkının, 4 parçada yaşayan diğer halklar ile ilişkisiyle sınırlı bir gerçeklik de olmamaktadır. Bir ülkenin işgal edilmesi, halkının da sömürgeci bir anlayışla ezilmesiyle kendini ‘egemen-ulus’ konumunda bulan halklar, tüm bu işgal-sömürü pratiğinin faili olan devletlerinin yoksullaştıran, politik alandan uzaklaştıran, en hayati sorunlar karşısında dahi elden bir şey gelmez halde tutan uygulamalarından da en fazla etkilenen halklar olmaktadır. Bir halkın fiziki ve kültürel varlığını dahi yok sayacak kadar katı bir sömürge politikası izleyen bir devlet her şeyden önce ‘egemen-ulus’ dediği kitleyi makul vatandaşlar topluluğuna dönüştürme projesiyle ilk darbeyi ‘kendi halkı’na indirir. Bugün Türkiye’nin geniş emekçi yığınları içerisinde sınıf bilinci ve siyasal-örgütsel etkinlik düzeyinin ‘feodal’ denen Osmanlı’nın bile gerisinde olması Kürdistan’ın sömürge olmasıyla doğrudan bağlantılıdır. Yani tesadüf değildir. Bu nedenle, 100 yıldır saklanan, sansürlenen hakikatlerin herkesi duyarlı kılacak bir çürümüşlükle birikip izbe devlet dairelerinden dışarı taştığı bir dönemde ‘devlet doğrularına’ karşı daha sorgulayıcı olmak sadece Kürtleri değil en başta Türkler olmak üzere tüm Türkiye ve Kürdistan halklarını, sadece sosyalistleri değil aynı zamanda halkın muhafazakar kesimlerini, sadece kadını değil toplumun tamamını ve hatta sadece işçi sınıfını, emekçi yoksul kitleleri değil finans-kapitalin sillesini yemiş burjuvaziyi de bağlayan bir sorumluluk olarak belirginlik kazanmaktadır. Yapılan anketler AKP-MHP faşist ittifakına desteğin günden güne eridiğini ortaya koyarken bunun en temel sebeplerinden biri olarak, derinleşen ekonomik kriz ve yoksulluğun öne çıktığı bilinmektedir. Yani zamanında bu ittifakı kendi çıkarlarının, sahip çıktığı moral değerlerin savunucusu olarak gören kesimlerde dahi rıza sağlanamamaktadır. Gelinen aşamada tek adam rejimine karşı pasif nitelikli de olsa bir red tutumu geçerlidir bu kesimde. Güvencesiz çalışma koşullarıyla madenlerde, tersanelerde, şantiyelerde ölüme itildiği yetmezmiş gibi ailesini geçindiremediğinden intihara zorlanan işçinin, her an her mekanda erkek-egemen cinsiyetçi kodların sunduğu ‘avantajı’ sapıkça kullanabilecek erkekler tarafından sonu ölüme kadar giden saldırılara uğrama tehlikesi altında yaşamaya zorlanan kadının ve geleceğe dönük bir hedef belirlemeye enerjisi de inancı da kalmamış gençlerin devrimci mücadelenin temel gücü olarak politik mücadeleye daha etkin bir şekilde çekilmesi devrim için zorunlu şarttır. Bir zamanlar AKP’ye oy verdiği için bulduğu her fırsatta pişmanlığını dile getiren dindarların, tekelci-sermaye karşısında küçük balık olarak sahip olduklarını bir gecede yitirip finans-kapitalin gerçek yüzünü kavrayan işverenlerin, yani kapitalizmi anlamakla birlikte güvenini de yitiren kapitalistlerin ve bu listeye daha da eklenebilecek halk kesimlerinin tamamını demokratik mücadele cephesine çekmek de devrimin gücü ve kalıcılığı açısından karşılanması gereken bir görev olarak özgürlük ve demokrasi güçlerinin önünde durmaktadır. Devrimler tarihi, bir grup öncünün hem de neredeyse kan dökülmeksizin sonuca gittiği devrim anlarına dair ufuk açıcı örnekler sunmaktadır. Tarihsel pratik, böylesi başarıların, toplumun büyük çoğunluğunun desteğinin sağlandığı, desteği sağlanamayan hatta devrimcilere karşı olan kesimlerinse en azından nötr bir pozisyonda kaldığı koşullarda sağlanabildiğini göstermiştir. Tek adam rejimine bir zamanlar verdiği desteği geri çekmek dışında bir muhalif etkinliği olmayan kesimlerin bile gelinen aşamada ifade ettiği etki katsayısı hiç beklenmedik sonuçlar doğurmaya yetecek düzeyde olabilir. Güncel gelişmeleri okumak kadar tarihsel örneklerden de ders çıkarmak, ilham almak, mücadelede daha yaratıcı metotların geliştirilip uygulanmasıyla birlikte zafere olan inancın da keskinleşmesine, devrimin öncelikle zihinlerde somutluk kazanmasına katkı sunacaktır. Bugün belki de en büyük eksiklik bu konuda yaşanmaktadır. Öncülerde devrim olabileceğine dair inanç ve kendine, halkın gücüne güvenme durumu konjonktürün sunduğu fırsatlar ve halkın sömürü sistemine tepkisi dikkate alındığında yetersiz kalmaktadır. İşleri kendiliğindenliğin belirsizliğine terk etme gibi bir gaflete düşmemek gerektiği görülmelidir.
Devam edecek….
Deniz ZAGROS
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi