07 Nisan 2010 Çarşamba Saat 07:50
0
21
TR
:” ”
:””
” “,” ”
” ”
Gazetecilerin, fotoğraflara benzer bir algısı var. Fotoğraf,
kelime ve onun anılarıyla hareket eder. Habere konu olacak bir görüntü ile bir
olayı anlatan birkaç kelime ile yetinir. Zapatista, bir isimdir. Oysa Latin
ormanlarının en görkemlisi olan Lacandona ormanları içinde Zapataların bir
bütünü vardır. Bu günlerde Zapataların ‘kırmızı alarm’ başlıklı bir bildiri ile
silahlı mücadeleye başladıkları haberleri yayılmakta.
Zapatalar, denildi mi nedense akla Zap geliyor. 96 yılında
ilk gazeteciliğe başladığım yıllarda ‘Zap cumhuriyeti’ başlıklı bir yazı
dikkatimi çekmişti. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Mahir Sayın ile yaptığı
mülakatta “Zapata’ya da Zap’a da gidin belirlemesi çok çarpıcıydı. İki isim
aynı potada eritilmiş gibi hafızama yapışıp durdu. Aradığımızı deniz aşırı
uçlarda bulmaya çalışmak, belki de ilk yanlışımızdı. Arayış hep böyle yerlerde
olurdu.
Savaş, gerilla veya içimizde hapsedip biçimini bulmaya
çalıştığımız arayışlar başka coğrafyalardaydı. Komutan Marcos’un maskesinin
ardındaki yüzüne, gözüne yapışan acılar ve gerçekler bizi hiç ilgilendirmedi.
Bizim için önemli olan şey onun kenarında bir fotoğraf çekmek ya da birkaç
kelime ile haber yapmaktı. Oysa yazılarında bir fotoğraf fakir ve aç çocukların
dramını, yanı başımızda olan Amed’li çocukların acılarını derin derin
anlamaktan geçerdi. Lacandona ormanlarını anlamak için Zap cumhuriyetine
gitmiştim. Tarihin şaşırtıcı cilveleri 14 yıl sonra tekrar karşıma çıkıyor.
Yine komutan Marcos bildirisi ve yine Zap’a yürüyüş…
ZAP
Bu ülkede baharlar bizi çeker. 96 da Haftanin kampı denilen
yerden Zap’a kadar yürümüştük. O zamanlar kapalı bir kutu gibi olan gerillayı
ilk gördüğümde çok heyecanlanmıştım. Tepkilerini bilmediğimden kaynaklı tam bir
askeri hiyerarşi içerisinde ilişkilenmemiz olmuştu. Çektiğim fotoğrafların
sayısı bile sayılıydı. Beni gördüklerinde hem kendileri şaşırmış hem de ben çok
şaşırmıştım. Gerilla, basına karşı çok mesafeliydi. O zamanlar çok
anlamamıştım, ancak yıllar sonra tepkilerine hak verdim. Adsız ve ismi
konulmamış bir savaş vardı.
Küçük telsiz muhaberesinde bir yerlerde çatışma ve
eylemlerin olduğu anlaşılıyordu. Çok soru ve cevaplara alışık olmayan gerillaya
coğrafyayı sormaktan çekiniyordum. Yönümü şaşırmıştım. Ara sıra sınır hattı
olduğu anlaşılan yerden top sesleri geliyordu. Tam bir askeri disiplin içinde
hareket ediyorduk. Burada her şey sadeydi. Ne düşünülüyorsa o yapılıyordu.
Dolaylı mizaçlardan uzak bir yüz ifadesi vardı. Basın demek “şavaşın gizlenilmesi
ve hükümete yandaşlık etmek demekti. Onlarca yaşanmış olayı tersinden yansıtan
basının inandırıcılığı kalmamıştı. Her şeyin namlu ucunda yürüdüğü Kürdistan’da
gazetecilik belki de gerilla olmak kadar zor bir şeydi. Devlet tarafında
vahşice katledilen gazeteci Ferhat Tepe’nin akıbeti gerilla ile yol ve davanın
ortak yazgısı gibi bir anlam edinmişti. Gerisi yalandı. Kellen koltuğunda
olmasa, bu insanları anlamak ya da onların seni anlamalarını istemen nafileydi.
Haberin en doğrusu ve gerçeği, yanı başımızdaki coğrafya da olan biteni
anlamadıkça, olayları ya manipüle edersin yada gerçeğinden saptırırsın.
Gerillanın dolaylı şeylere ihtiyacı yoktu ki.
1996 da gerillalar tarafından Türk askerleri esir alındığı
zaman ilk defa gerillanın bulunduğu alanlara gitmiştim. İlk gittiğim yerlerden
biri olan Zap yolculuğumda bize kuryelik eden Şiyar Arap isimli siyah tenli
gerillayı hiç unutmadım. Kendisi Arap ve teni siyah olduğu için arkadaşları
Arap lakabını takmışlardı. Gerilla Şiyar üç gün önce olan bir eylemden bahsediyordu.
Fotoğraf makinesi ile kalemin,
bir olayı ne kadar yalın anlatabileceğini soruyordu. “Kan,
dışkı ve gözyaşı arasında ki ilişkiyi kim yansıtacak diyordu. Üçünün iç içe
geçmiş kokusunu gazeteciler anlatabilir mi, demişti.
İnsan bunu nasıl anlatabilir, biçiminde sade ama kafamda
şimşek gibi etki bırakan sözler kullanıyordu. O zamanlar böyle bir haber yapmak
belki felaket olurdu. Ya da haberi ne kadar gerçeğine uygun yapamazdım. Bir
romancı değildim, ama anlatılamayan o kadar şey vardı ki. Gerilla Şiyar sınırda
ki “sinek tepe denilen eyleme katılmıştı. Haber ve yaşadığı olay arasındaki
uçurum onun gazeteciler hakkındaki yargılarını sabitlemişti.
“Kahraman Mehmetçik olarak kalıp haber haline gelen
manşetleri karşısında kendisinin vurduğu bir askerin üzerinde kaldırdığı G-3
silahının dipçiğine yapışmış olan kan ve insan pisliğinin bilinenden ne kadar
uzak olduğunu söylüyordu. “İki taraf içinde anlam taşıyacak bir haber bu
olmalı diyordu, gerilla Şiyar.
İşte bu sözler ve yürüyüş sonunda Zap’a ulaşmıştık. Gerilla
Şiyar basının gerçeğini birkaç cümlede ifade etmişti. Kayalık ve uçurumlarla
çevrili Zap cumhuriyetine ulaşmıştık. İki tarafı sarp kayalık ve uçurumlarla
çevrili Zap, yerden göğe Zap suyunun genişliği kadar bir koridor oluşturmuştu.
Bu koridorda gökyüzünde ki yıldızlar Samanyolu’nu andırıyordu. Yerin göğü zapt
ettiği Zap, görenleri zapt ediyordu. Bizi karşılayan gerilla Alişer’in
öncülüğünde kayalık yamaçlarından yontulmuş merdivenlerin zikzak’ından
ilerledik. Zap suyunun sesi sanki bir dalganın kayaya vurup çıkarttığı
gürültüyü andırıyordu. Bir süre sonra manga dedikleri bir odaya girdik. Mor
yeşil karışımı veren floransın olması beni şaşırtmıştı. Manganın içi beyaz
mermer heykelinin rengini andıran yontulmuş bir yerdi.
Plastik bir masa üstünde duran daktilo ve A-4 kağıtları
dikkatimi çekmişti. Kapıdan içeriye doğru hafif bir meltem esiyordu. Yerde
ambalaj bandajıyla bantlanmış dört köşeli bir tütün kabı vardı. Kenarda ise
daha ambalajda çıkmamış altı yedi battaniye duruyordu. Battaniyeyi görünce
gözlerime bir ağırlık çöktü. Çantam hala sırtımdaydı. Üstümdeki kot pantolon
beni sıkmış baldırımın üst dirseğinde buruşmuş toz beyazı bir renk yapışmıştı.
Gerillanın üstündeki elbisenin ne kadar rahatlık verdiğini o zaman anlamıştım.
Bir kaç dakika sonra getirilen yemek doğrusu şaşırtıcıydı. Kızartılmış balık,
salata ve birkaç demet “mendık dedikleri ot vardı. Ekmek ise sanki fırında
yeni çıkmış gibiydi. Çaylarımızı içtikten sonra gecenin ilerleyen saatlerinde
uyumuştuk. Sabah olunca Zap’ı artık gündüz gözü ile görüyorum
Gerillalar “Çiyaye Reş tarafının bombardıman edildiğini
söylüyorlardı. Ama herkes çok rahattı. Bize yüzümüzü yıkamak için öncülük eden
Alişer bizi bir havuzun başına götürdü. Zap’ın karşı tarafından hortumla su
çekilmişti. Mangaya dönünce kahvaltı hazırdı. Beni hiçbir şekilde tanımayacak
bu gerillaların yaptığı bu hizmet büyük bir değer ve emeğin bir birikintisi
olarak mücadelesinin bir parçasıydı. Kahvaltı yaparken kulaklarımın aşina
olduğu bazı sesler duydum. Çok düzgün bir Türkçe ile gazetecilik üzerine bir
sohbet vardı.
Tuhaf bir şekilde Alişer’e bakınca bana Milliyet vb.
gazetelerden geldiklerini söyledi. O günlerdeki şaşkınlığım bir dizi film gibi
ard arda sıralanıyordu. Zap’a gazeteciler gelmişti. O an gerilla Şiyar aklıma
geldi. Ben bir gazeteciydim. Fakat Şiyar’ın bana baktığı gibi bende onlara
bakacaktım.
Öğlen vakitlerine doğru savaş uçaklarının sesi suyun sesine
karıştı. Bilinmeyen ama yakın bir yerde iki el silah sesi geldi. Bize refakat
eden gerilla Alişer sakin olmamızı isteyip rutin bir durum olduğunu belirtti.
Yani, savaşın rutin haliydi. Bir manganın içersinde beklerken yan taraftaki
alışık sesler
coşmuştu. Havadaki jetin dibine asılı bombalar oyuncak
değildi. Ama yandan gelen sesten insan şöyle bir sonuç çıkartıyordu ki olan
biten şey sanki bir senaryoydu. Ne biçim bir insan, bu ölüm makinesinin
gelişini alkışlayabilirdi. Savaş uçaklarının gelmesi ile Türk gazeteciler
uçakları alkışlamışlardı. Sanki askerlerin iadesini değil de böyle görüntüler
çekmeye gelmişlerdi. Dışarıdan gelen ses bir kadın sesiydi. Anne olabilecek bir
kadın. Çiller bir yıl önce “ben de bir anayım demişti. O an gerilla Şiyar’ın
sözleri, “sinek tepede ölen askerler, annelerinin gözyaşı, bu esir askerlerin
dramı ile karşılaştığım bunca gerillanın fotoğraflarını yan yana getirdim.
Başımı kaldırdığımda kıvrak bir zekânın gözlerinde okunduğu Alişer’in yüzüne
baktım. Birbirimizi anlamıştık. Alişer hafiften gülüp düşüncenin yanak ve
dudaklarına verdiği biçimle “bunlar gazeteci değil özel savaş uzmanları
demişti.
14 YIL SONRA ZAP
Yarım saat mesafeden Zap suyunun sesi geliyordu. Bizi
randevu yerinden iki gerilla aldı. Doğrusu 14 yıl öncesinin gerilla havası
biraz değişmişti. Belki de değişen bendim. Aramızdaki yabancılık bir
tokalaşmada dahi bile oluyordu. Zap’ın genel biçimini anımsıyordum. Ama bu
sefer içimi titreten şey doğa idi. Zap suyuna yaklaştıkça sanki bütün dağlar
eriyip kendini bu vadiye akıtıyordu. Zap, baharın başlangıç günleri ile ilk
hareket benden dercesine, buzul dağlar ile Kurejahro dağının zirvelerinde ki
karların erimesiyle buluşmuştu. Peru kanyonlarını andıran dar bir kanyonun
kenarlarına vuran Zap suyu aşağılara doğru akıntı alanını genişleterek bildik
Arap ellerine doğru akıyordu. Zap’a alışık olduğumu yol boyunca gazeteci
arkadaşıma anlattım. Fakat bu doğa anarşizmini eksik bıraktım. Kanyon, sanki
bizi başka bir dünyaya götürecek bir kapı gibi derinlerinde koyu bir sise
boğulmuştu. İki de bir beni durduran gazeteci arkadaşım bana Zap’ı iyi
anlatmadığımı söylüyor, şimdiden “ayak titreten bir doğa içine girdiğini
gülerek anlatıyordu. “Bu Zap böyle ise gerillası nasıldır acaba biçiminde
ironi yapıyordu. Gerçekten de insanın ayakları titriyordu. 60-70 metre bir
uçurum yamacından kayaların yontulması ile bir patika yapılmıştı. Hemen dipte
akan Zap suyunun sesi ve yükseklik insanı ürkütüyordu. Tam üç saat boyunca aynı
vaziyetteki patikadan ilerlemiş yüreğimiz ağzımıza gelmişti.
Saat 12 civarında küçük bir gerilla kampına ulaştık. Bizi
oldukça iyi ağırladılar. Gerillanın sıcaklığını, sevecenliğini hemen
hissettirdiler. Sabah kahvaltı yaparken konuşmaları diğer gerillalardan farklı
olan bir gerilla dikkatimi çekti. Kahvaltı halindeyken bizi tartışmaya çekmek
istediği belliydi. Bize kuryelik yapan gerilla kulağıma fısıldayarak “PKK’nin
Erasmus’u deyince ne demek istediğini tam anlayamamıştım. Felsefe tarihi
hakkında fazla bir bilgim yoktu. Kent insanın felsefe yaptığı, felsefenin orada
çıktığı söylenir, ama beynim rıhtım halatıyla bağlanmış ve dönmemecesine donuk
kalmıştı. Bu gerillanın ismi Akif idi. konuşurken aslında bildik felsefe
yapmıyordu. Ama ona neden Erasmus denildiğini merak etmiştim. Yanımızda duran
gerillalar, onunla nasıl tartışma içerisine girecekleri konusunda
tecrübeliydiler. “Mutlak hakikati yargıladığın an o hakikatçiler için bir
delisin diyordu.
Gerilla Akif’in konuşmalarını dinlerken oturduğumuz
kamelyada ki kütüphane dikkatimi çekti. Çay bardağımı alıp kütüphanenin
kenarına gittim. Gidip kitaplara baktığım da gerillada ki okuma sevdasının
güçlü olduğunu anladım. İlk gözüme çarpan şey çoğunun fesefe ve sanat kitabı
olduklarıydı. “Tarih günümüzde gizli biz tarihin başlangıcında Abdullah
Öcalan’a ait kitabın yanında Niechzthe, Sheskper, Erasmus, Eflatun, Cibranlı
Halil, Hallacı Mansur, Locus vb. kitaplardı. Lazım olan bilgiye ulaşmış ve
hazır bilgiye alışmış düşünce yapımla beynim zonkladı, gerisi geriye masanın
başına döndüm. Gerilla ve bu kitapların ilişkisini kurmakta biraz zorlandım.
Tek bir savaş kitabı yoktu. Karşılaştığımız şeyler karşısında hazırlıksız
yakalandığım için, konuşmaya alışık olduğum gazeteci arkadaşıma dönüp baktım,
kitapları okuyup okumadığını sorduğum da sadece Sehksper’ı okuduğunu söyledi.
Dün geceki derin Zap vadisinde ki yürüyüş sonrasında sabahın erken saatlerinde
bunlarla karşılaşmıştık. Zap’ta ki ilk günümüz de, bir ilk çağ manastırını anımsatan
bu küçük gerilla kampında, Rönesanssın devlerinden sayılıp hala tam olarak
anlaşılamayan Erasmus’u anımsadık. Gazeteci arkadaşım, gerilla Akif ile
tartışmaya hevesliydi. Neden sanat ve felsefe, deyince gerilla Akif “hakikate
yol almanın tek açık kapısı demişti. “Sanat sezgi, felsefe ise donmuş aklın
donukluğuna bir kamçıdır şeklinde iki cümle ile cevap verdi. Gerilla Akif’in
hiç okula gitmediğini söyledikleri zaman şaşkınlığım daha da artmıştı. Engel
tanımayan insan azminin çabası olan, öğrenmenin ve kendini eğitmenin gerçek bir
örneği gerilla Akif karşımda duruyordu. Gerilla Akif’in güzel sohbetinden
ayrılacağımızı söyledikten sonra, orada bulunan gerillalarla vedalaşıp Zap
yolculuğumuza devam ettik.
Katırların nallarıyla aşınmış olan zik zaklı patikada “tepe
Cudi denilen yere çıktık. Zirvesine doğru çıktıkça dokça (uçak savar) ve
atılmış obüs toplarının şarapnel parçalarıyla karşılaştık. Meşe ağaçlarının ve
kayalıkların arasına serpilen bu metal parçalarının büyük bir bölümünün
üzerinde ki pastan dolayı eski olduğu anlaşılıyordu. Bazıları patlamamıştı. Dev
bir muz meyvesini andıran bombalar “kazan bombasıydı. Bazılarının içi
boşaltılmıştı. Bir ton TNT’den el yapımı 200 tane bomba yapılıyormuş, kurye
gerilla, “Zap ve çevresine binlerce ton kazan atıldığını belirtip, bu
bombalarla “İstanbul ve Ankara’yı havaya uçurabilirsin dedi. Sadece Zap’a
binlerce ton bomba atılmış. Zirveye çıkıp bir mola verdik. Zap, sanki iki tane
görünüm veriyordu. Biri zirveye doğru iken diğeri onun derinlikleriydi. Zirve
gözlerimin görebildiği kadar bir görüntü imkanı veriyordu. Beyaz yumurtayı
andıran zirveleri sormamak olmazdı. Bazı yerler ise peynirden oluşmuş bir balık
sırtını andırıyordu. Gazeteci arkadaşım fotoğraf makinesinin iştahını kabartan
bu görüntüye kendini kaptırmış ve fotoğraf çekmeye başlamıştı.
Basın bazen farkından olmadan bir algı yaratabiliyor. Zap’ı
bir kamp olarak düşünmüştüm. Oysa gerillanın anlattığına göre Zap dev bir
coğrafyadan oluşuyordu. Neredeyse Yüksekova’dan Hakkâri’nin diplerine kadar uzanan
bir coğrafyayı kapsıyordu. Haritalarda geçen buzul dağlar onlarca dağ isminden
oluşuyordu. Geniş bir mekana yayılıp zirvelere doğru çıktıkça devasa Mısır
piramitlerini andıran bir görüntü veriyordu. Gerilla bu arazinin bağımsız bir
ülke gibi kimsenin zapt edemediği bir sarplığa sahip diyordu. Gara Bakur,
Samerand, Samura, Sümbül ve Gera Barane ile Cudi dağına kadar giden geniş bir
alana sahipti. Genişliğini yüksekliğinden alan bu dağların her bir vadisine iki
şehir sıkıştırılabilirdi. Dağların öbür tarafına düşen Hakkari belkide küçük
bir nokta gibi kalıyordu. Buzul dağları derin bir vadi ile doğusunda ki buzul
dağı olan Kuzey Garasi ve Hakkari’nin güneyindeki Gera Baran’a arasına düşen
bütün coğrafya bir nevi Zap oluyor.
Hırçın ve asilikleriyle tanınan bu dağlara yöre insanlarının
verdikleri isimler bir ağıt gibidir. “Kure jaro dağının ismi, bu dağda
kaybolmuş bir gençten geliyordu. Gerillanın anlattığına göre, buralarda doğaya
yenik düşmek bazen bir insanın ağzında çıkacak bir kelime gibidir. Siyah ve
tırtıllı bir kaya ucunun beyaz dağlar arasında, bir heykel gibi duran şekli
dikkatimi çekince, yanımdaki gerillaya ismini sordum. “Cehennem deyince
doğrusu yakışıyordu. Beyazlar içinde siyah bir imge veren bu dağ parçası
herhalde cehennemlik bir şeydi. Bu dağa bu ismi veren bir Türk subayıymış.
Operasyonda bir birlik ile buralarda kaybolunca telsizle konuşan üstlerine
“cehennemde olduğunu söylemiş. O gün bu gündür bu dağın adı cehennem olmuş.
Savaşın asker ve gerilla arasında sağladığı böyle tuhaf bir
ilişki biçimi de var. 2008’de Zap’a yapılan güneş operasyonunda askerler ile
gerillalar arasındaki ilk çatışma bu dağda yaşanmış. Türk ordusuna ait bir
askeri birlik gerillalar tarafından imha edilmiş. Çukurca’nın üstüne kadar
giden bu dağın genel adı “Çiyaye reşti (kara dağ). Gerçekten çevresindeki buzul
dağlar arasında simsiyah görünüyordu. Sınır karakollarından ilerleyen operasyon
timleri cehennemin dibinde gerillalar tarafında vurulunca, askerlerin bir kolu
kopup gerillanın pususun da işte bu cehennemin havası içerisinde, cehennemlik
anılarını yaşamış.
Kışın sonlarına doğru küresel ısınmaya baş kaldırmış gibi
bembeyaz gözüken dağların uçlarına vuran fırtına bu kadar mesafede derimize
işliyordu. Buraların biçimini herhangi bir coğrafya ile karşılaştırmak zordu.
Arazi sadece bir silsileden oluşmuyordu. Devasa bir genişliğin yanın da aynı
şekilde bir sarp hali vardı. Kuzey Gara’dan kopup sınırın güney tarafına uzanan
Heregol ve Şikefta Birindara zirveleri keskin bir hançer sırtı gibi parlıyordu.
Diğerleri Allah dağlarıydı, yani “Tepe Xode her halde o sarplık ve yüksekliğe
en iyi yakışan isim buydu. İşte bu dağların kızı olan Zap suyu bunun için o
kadar asiydi.
Coğrafyaya dalıp derinliklerinde kaybolmuşken gazeteci
arkadaşımla kurye gerilla arasında bir yer hakkında sıcak bir sohbet
başlamıştı. Kurye gerilla 97 Mayıs ayında ki operasyonunda düşürülen
helikopterde ölen Türk subayının konuştuğu kayalıkları işaret ediyordu. Kurye
gerillanın gösterdiği kayalıklar, o zaman tv’lerde konuşan subay ‘
teröristlerin ensesindeyiz Zap’ın üstündeyiz’ dediği yer oluyordu. Helikopteri,
karşımızda duran Şikefta Birindara’da gerillalar tarafında düşürülmüş olan
subay Zap’ı sadece Zap suyunun aktığı vadi sanmıştı.
Kurye gerilla ile yaptığımız sohbetimizden sonra kalbimin
bir yerlerinde kalan ‘96 Zap cumhuriyetinin’ sembolik yerine doğru ilerledik. O
zamanlar yüzlerce gerillanın gezdiği bu patikaların biçimi hiç değişmemişti.
Sadece bazı yerlerde yeşil ot kümeleri vardı. Patika aynı patikaydı. Parlamento
denilen mağaraya ulaşır ulaşmaz gazeteci arkadaşım fotoğraf çekmeye başlamıştı.
Bu mağara sürgünde ki Kürt parlamentosunun ilk toplantısını yaptığı yerdi. Bazı
yerlerine hırçın Zap suyu hasar vermişti. O an 96 yılında ağırlandığım mangayı
merak ettim. Kurye gerilla ile oraya doğru gidip içine baktım. Eski jeneratör
parçaları ile bir hortum vardı. yerde duran bir torbanın üzerine oturup bir
sigara yaktım. Kafamdaki Zap bu iken, zirvede gördüğüm Zap’ın herhangi bir
yerinde Alişer ve belki de binlerce gerilla vardı.
Zap sohbeti içerisinde ilerlerken bir gerilla kampına daha
ulaşmıştık. Günün subayı denilen gerilla bizimle gelen kuryelerden geliş
bilgimizi aldıktan sonra bizi içeri aldı. Bütün gerillalar eğitim görüyorlardı.
Subay gerilla bize gerillaların Öcalan’ın “kapitalist modernite adlı kitabının
okunduğunu söyledi. Subay bizi bir mangaya götürdü. Sarp kayalıklar arasında
kamuflaj bezi ile çevrilmiş manga sanki bir kaya parçasıydı. Gerillaların
yaptığı kamuflajlı mangayı, uzaktan fark etmek imkânsızdı. Üst üste istiflenmiş
eğitim broşürleri dikkatimi çekti. Oturmadan önce gidip broşürlere baktım.
‘Meşru savunmanın esasları’ logosunun altında PKK’nin kurucularından Duran
Kalkan’ın ismi vardı. Hemen altında ‘heron ve pridatör casus uçaklarının
özellikleri’ ile ‘Yahudiler ve milliyetçilik’, ‘finans ve aydınlatma
çağlarının’ broşürleri dizi şeklinde devam ediyordu.
Biz oturur oturmaz subay gerilla elinde çayla içeri girdi.
Bu dağ çayı yerini bulmuştu. İçer içmez yorgunluğunuzu üzerinizden gitmiş ve
rahatlamıştık. Yarım saat geçer geçmez kapı dışında gelen seslerle içeriye 4-5
gerilla girdi. Yaşları ilerlemiş olan gerillaların yüzlerinde savaşın mizacı
vardı. Kısa soru ve cevaplar sonunda birbirimizle tanıştık. Gerillada alışık
bir hal olan gazetecilik ve siyasi süreç ilişkisini bir gazeteciden istemek çok
normaldi. Adeta ‘sizin dünyanızda ne var’ dercesine, olan biteni bizden
öğrenmek istiyorlardı. Bir siyasi sohbete dönüşen tartışmalardan uzak
değillerdi, ancak çok net yargıları vardı. Savaşın geçmiş tarihinden, günümüze
doğru sistemli bir siyasi bakışları vardı. Bir çok konu hakkında farklı
görüşleri olabiliyordu. Her şeyi merak edip, sorularla öğrenmeye de
çalışıyorlardı.
Son süreçte yaşanan Kürt siyasetçilerinin tutuklanmalarını
konuştuk. “Asıl katalizör, Kürt sorunu ve muhataplarıdır. Türkiye gündemini
hareketlendirebilecek tek siyasi güç Kürtlerdir. Ama maalesef siyasi
polemiklere çekilip işin özünden uzaklaştırılmaları isteniliyor. Oysa Kürt
siyasetçileri Türkiye’nin batısından, doğusuna kadar hitap edebilecek siyasi
bir vizyona sahiptir dediler. Dönem siyasetinin dili, yaşanan olayların
faturasının birbirinin üzerine atan bir şekil aldığını söylediler.
Siyasetçilerde akan kanı çok derinden hissetmeleri gerekiyor, diyorlardı.
Yılarca gerilla da kalmış olan gerilla Tekoşer, Garzan ve
Dozdar, Osman Pamukoğlu’nun çokça dillendirdiği Hakkari dağlarında gerillacılık
yapmışlardı. Gazeteci arkadaşım, Osman Pamukoğlu’ndan bahsedince üçü de gülmüş,
biz ise pek anlam vermemiştik. Sonra Zap’ta Süleyman adında bir gerillanın
olduğunu, kendisinin bu savaşı Osman Pamukoğlu’ndan daha iyi anlatabileceğini
söylediler. Olay geçmiş süreç olunca, sohbet gerillanın anılarına dönüştü.
Tekoşer ‘gülleri dikin’ diyordu. Bu cümle bir telsiz
şifresidir. Ama, yüzlerce askerin ölebileceği bir anda kullanılan bir telsiz
konuşmasıdır. Derin Basya vadisine bırakılan bir asker taburunun kısa bir
öyküsü. Yanlış anlaşılma olmasa bu taburun yarısını Basya suyu, diğer yarısını
da gerilla vuracak. Hırçın Basya suyu,baharın başlamasıyla daha da hırçın bir
hal alıyor. Gerillanın tam ortasına giren bir taburun bir tarafı uçurum diğer
tarafı Adılbeg suyuna karışan Dalanper yada Çarçela karları ile hırçınlaşan su vardır.
Tarihte İskender’in ordusunun kırıldığı meşhur Zağroslardı. Yaralı ve ölü
askerlerle ağırlaşan asker taburu, komutanlarından “gülleri dikin emrini
alıyor. “Biz, nedir bu şifre, diye düşünürken suyun dalgalarına karışan asker
cenazeleri ve yaralı askerleri gördük. Askerlerin bir kolu kendi arkadaşları
tarafından suya atılırken, gerilla Tekoşer de olayın şahidi olmuş. Gerilla
Tekoşer “Biz bu şifreyi yanlış anlamamış olsaydık tv’lerde konuşan subay belki
de, bugün yaşamayacaktı dedi. Yani asker taburunun imhadan kurtulduğunu
anlatıyordu.
Eski savaş anılarından, Hakkari dağlarında yaşadığı bir
olayı anlatan başka bir gerillada Dozdar idi. 1994 deki kuzey Gara denilen
buzul dağlarına indirme yapan Hakkari’de ki askerlerin bir doğa öyküsü.
“Gerillayı Hakkâri dağlarında temizleyeceğim diyen Türk ordusunun, buzul
dağlarına çarpılmasını anlatan gerilla Dozdar, kardan donup ölen yüzlerce
askerden bahsetti. “Öyle bir andı ki ne helikopter inebiliyor nede yerdekiler
hareket edebiliyorlardı. Biz buna Enver paşanın Allahuekber dağlarında ki
çıkartması diyoruz. Evet her tarafta efsane komutanlar olarak ortalıkta gezen
Türk genarellerinin gerçek kahramanlıklarını gerillalardan öğrenmek oldukça
heyecanlı olmuştu. Saatlerce süren sohbetimize doyum olmuyordu. Ama bizimde
ayrılma vaktimiz gelmiş ve harekete geçtik.
On dört yıl aradan sonra gezdiğim Zap’ta birçok şey değişmiş
olasıma rağmen, gerillanın eskisine göre daha rahat oluşu dikkat çekiciydi. On
dört yıl öncesinde olduğu gibi şimdi de gerillada arkadaşlıklar edinmenin
mutluluğu ile Zap’tan ayrıldım. Geride bıraktığım gerilla dostlarım ve harika
Zap arazisi benim için unutulmayacak anılara sahip. Daha tanışamadığım yüzlerce
gerilla ve hikayelerini belki bir çoğumuz duymayacak. Ama bir gerçek şudur ki
gerilla her geçen zaman da daha da güçlü tecrübelere sahip geleceğe dair daha
kararlı bakmakta. Her bir taşında yılların anılarını taşıyan Zap yıkılmaz bir
kale gibi gerillası ile birlikte ayakta kalarak dünyaya meydan okumaya devam
etmekte.- ZEKİ SARI / DEMHAT TOLHİLDAN –ANF
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info