19 Şubat 2010 Cuma Saat 08:25
0
21
TR
:” ”
:””
” “,” ”
” ”
e- Uygarlık toplumlarında din, bilim, felsefe, sanat ve
ahlak gibi kurumsal etkinliklerin rolünü görünür kılmak da çok önemlidir. İddia
odur ki, uygarlıkla din, bilim, felsefe, sanat ve ahlakın gelişmesi arasında
yakın bağ vardır. Yoruma en açık bir yargı da bu alanlara ilişkindir. Sümer
rahip devletinde ilk muhteşem çıkışını yaşayan bu alanların nasıl ve hangi
amaçla inşa edildiklerini somut olarak gözlemlediğimiz kanısındayım. Bu
alanların asıl rüşeym halini Dicle-Fırat havzasında kurumlaşan neolitik
kültürden sağladıklarını da gözlemlemiştik.
Kutsallık kavramının temelinde insanın beslenmesinde
kullanılan gıdalara olağanüstü değer biçilmesi yatar. Bol ve çeşitli gıdalara
kavuştuklarında, insanlar bunu toplumsal kimlikleriyle eş tuttukları
tanrısallığın lütfu olarak değerlendirip şükretmişlerdir. Bugün de anlamına tam
erişemediğimiz yaşam büyücülükle ve büyüleyicilikle anlamlandırılmaya
çalışılırken, en çok başvurulan kavram, bir nevi oluşturucu ilke olarak
tanrısallıktır. Tanrısallığı Allah’la karıştırmamak gerekir. Semitik kültür
ortamında inşa edilen Allah, farklı ve özel gelişme anlamına sahiptir. İnsan
toplumunun tümü için oluşturuculuk ilkesinde ifadesini bulan tanrısallık
yorumlanmaya çok açık bir kavramdır. Halen de bu özelliğini korumaktadır. İnsan
gibi kavrama yeteneği sınırlı bir varlığın tüm evreni yorumlayabileceğini iddia
etmek, insana fazla büyüklük atfetmek olur. Çok sınırlı bilgiler ve bilgi
kapasitesiyle kavranamayan her şeyi tanrısallık kavramına yüklemek, bu
anlamıyla iyi bir metafiziktir. Bunun hiçbir sakıncasının olmadığı
kanısındayım. Bunun aksi insanı tek tanrı kabul etmek olur ki, bu denli kendini
abartmanın evrenin anlamı olamayacağı kanısındayım.
Sümer rahipleri tanrı imalciliğini gelişkin bir metafizikten
ziyade, inşa ettikleri toplumları için bir açıklama kolaylığı ve moral etken
olarak değerlendirmişlerdir. Rahipler belki de ilk defa tanrı kavramına ceza ve
günah anlamını yükleyerek, itaat duygusunu geliştirmede kullanmışlardır. Tanrı
yavaş yavaş DEVLETLEŞTİRİLİYOR. Reform buradadır. Oturma mekânını ve figür
çizimlerini devlet yöneticilerini (dolayısıyla toplum yönetimini) güçlendirmeye
göre geliştirdikleri birçok rölyefte açıktır. Kral, tanrısı adına savaşa
giderken, kendi öz çıkarlarını çok iyi maskelemektedir. Tüm çizim ve yazılı
anlatımlarda yönetici hep tanrısının sevgili oğlu, düşmanları da kahredilecek
şeytanlardır. Yavaş yavaş bir tanrılar grubu şekillenmektedir. Bu, yeni
yönetimin çok açık bir yansımasıdır.
Sümer toplumunda olduğu kadar başka hiçbir toplumda tanrı ve
yönetici özdeşliği açıkça yansıtılmamıştır. Kim kimin maskesidir sorusu artık
pek de önemli değildir. Tanrı devletleştirildiği kadar, yönetici sınıfın da
şahsında toplumun yüce yaratıcı, yönetici, gözetleyici gücü olarak anlam
kazanmaya devam edecektir. Yöneticilik ne kadar özellik kazanırsa, tanrısı da
ondan aşağı kalmayacaktır. Toplum ne kadar erdemle yönetilirse, yöneticinin
tanrısallık bağı o denli kanıtlanmış sayılır. Toplumun yönetilen kesimi için
tanrı-yönetici ayrımını kestirmek gittikçe zorlaşacaktır. Kötü metafizik bu
gelişmelerle bağlantılıdır. Kurulan tanrısallık kötü metafizik olmaya başlıyor.
Bu aşamadan sonra tüm uygar toplumlar, yönetimin meşrulaştırılmasında din ve
tanrının sihirli gücünü keşfederek hep kullanacaklardır. Eski kutsal ve
doğurgan oluşturucu tanrı her ne kadar ezilenlerin, güdülenlerin düşünce ve
duygu köşelerinde yer tutmuş olarak kalsa da, devletleşen tanrı ve din açıktan
sevgili yönetici kulları vasıtasıyla rol ifade edecektir.
Tanrıların sayılarıyla toplum biçimi arasında dikkate değer
bir ilişki vardır. Çok tanrıcılık, kabile eşitliğinin hüküm sürdüğü çağların
tanrı anlayışıdır. Sayılarının azalması ve büyüklük sıralamalarına tabi
tutulması yönetici protokolüyle yakından bağlantılıdır. Giderek baş tanrıya
yükseliş, yöneticiler arasındaki sivrilmeye sadık bir gelişmedir. Görünmez,
figürü yapılmaz tek tanrılı din anlayışıyla devletin şahıslara bağlı olmaktan
çıkması ve kurumlaşması arasında oldukça anlamlı ve çözülmesi araştırma
gerektiren ilginç bağlar vardır. Bu anlamda teolojik bir çalışma çok değerli
aydınlatmalara yol açabilir.
Yönetici güçlerde tanrının giderek az yer tutması bir yandan
maskelerinin düşmesiyken, diğer yandan devletin ne anlama geldiğinin, kimin
çıkarını ifade ettiğinin de açıklık kazanmasıdır. Dinin yeterince güçlü bir
meşrulaştırma rolünü yitirmesidir. Bu gelişmelere karşın, uygar toplum en az
zorbalık kadar dinin meşruiyet sağlayıcı etkisini kullanmıştır. Dinin
devletleştirilmesi, özelleştirilmesi uygar toplumla, özellikle onun yönetimsel
gelişmesiyle at başı gider. Bu durum dinlerde mezhepleşmeyi ve çatışmaları da
izah eder. Çatışan uygarlıklar, çatışan din ve mezheplerdir. Öncelikle
çatışmalar din ve mezhepler adına yapılır ki, tüm toplum çatışmalara katılsın.
Büyük ve uzun uygarlık savaşları hep büyük dinlerin çatışması kılıfı altında
yürütülmüştür. İslamiyet, Hıristiyanlık ve Musevilik adına savaşların Ortadoğu
uygarlığında başat güç olmayla bağı zaten örtünmeye gerek duymayacak kadar
açıktır. Açıklık resmi devlet ideolojileri olarak ilan edilmeleriyle en üst
aşamaya varmıştır. Her zirveden sonra görüldüğü gibi, önemleri de bu aşamadan
sonra düşmeye başlamıştır. Muhalif mezhepçilik hep uygar toplum dışında kalmış
marjinal toplumların isyancı tutumunun bayrağı olmuştur. Sınıf çelişkilerini de
kısmen yansıtırlar. Günümüze doğru kapitalist ulus-devlet inşasında
mezhepleşerek milliyetçiliğin bir türüne dönüşmüşlerdir. Bu sefer kanlı
savaşlara, bu kisve altında maske görevlerine tekrar bürünmüşlerdir.
Uygarlık tarihinde felsefenin yeri dine göre sınırlı olmakla
birlikte önemlidir. Anlambilimin gelişmesi, dinsel açıklamanın yetersizliği
felsefeye ihtiyacı ortaya çıkarmıştır. Din kadar eski bir tarihi olan bilgelik,
felsefenin de başlangıcı sayılabilir. Düşünen insanı temsil eden bilge,
teolojiden farklı bir anlam kaynağıdır. Görüşlerine tanrı sözcüleri kadar
başvurulur. Bilgeler devletle, uygarlıkla pek barışık sayılmazlar. Resmi
toplumun dışındaki topluma daha çok bağlıdırlar. Ahlak ve bilimin gelişmesinde
rolleri belirgindir. Yazılı kaynaklara yansımasa da, neolitik toplumda
ana-tanrıça kadınlar ve hiyerarşinin yozlaşmamış kesimi bilgeliğe yakındır.
Sümer toplumunda bunun güçlü izlerine rastlamaktayız. Peygambersel çıkışlar
bilgeliklerle doludur. Ortadoğu’nun bilgelik-felsefe geleneği araştırmayı
gerektirir. Yunan kültürü öncesinde felsefenin varlığı tartışılamaz. Yunan
filozoflarının şansı, coğrafi mekânlarıyla uygarlığın üst aşama şansını
birlikte yaşamalarıdır. Nasıl ki Sümer rahipleri din ve tanrı inşasıyla yeni
devlet ve toplum inşasını birlikte yürütmüşlerse, Yunan filozofları da daha üst
aşamada yeni uygar toplumu yarı din, yarı felsefeyle iç içe inşa etmede ve
sürdürmede rol oynamışlardır. Yapılan iş aynıdır: Kavram sanatını kullanmak.
İlki din inşasıyla rol oynarken, diğeri felsefi kavramlarla aynı rolü oynuyor.
Maskeli tanrılar yerlerini maskesiz tanrılar ve çıplak krallara bırakmaya
başlayacaklardır. Bunda felsefeyle insan düşüncesinin kaydettiği gelişme
arasında ilişki vardır.
Yunan ve Roma toplumunda sınırlı rol oynayan felsefi
düşünce, Avrupa kapitalist toplumunda büyük bir devrim yaşayacaktır. Burada
dinler kargaşasına benzer bir gelişmeyi felsefi kargaşada da yaşayacağız. Bu
kargaşada uygarlığın yeni aşamasında ulusal ve sınıfsal çıkarların sistem
gereği öne çıkarılmasının payı büyüktür. Din savaşlarıyla çelişkiler
çözülmeyince, felsefeye daha çok iş düştü. 1618-1649 yılları arasındaki
savaşlar son din savaşlarıdır. Aynı 17. yüzyıl felsefi devrimin yüzyılıdır.
Yunan ve Roma toplumunda sorumlu rol oynayan felsefe, yeni uygarlık toplumunda
başat ideoloji biçimidir. Büyük felsefi ekoller doğar. Bir yandan ‘Tanrının
öldüğü’ ilan edilirken, diğer yandan örtük kralların başları uçurulur. Bizzat
tanrılaşan ulus-devletle birer çıplak kraldan başka bir şey olmayan kapitalist
devletler devri başlar.
Neolitik devrim sanatta da devrime yol açar. Basit mağara
çizimlerinden sonra, dönem ana-tanrıçanın figürleriyle doludur. İlk sanat
nesneleri bu figürlerdir. Heykelciliğin atası sayılır. Uygar toplumla birlikte
tanrı ve yönetici figürleri iç içe çizilir. Artan sınıflaşma ve yönetim erki
sanatın da din kadar devletleşmesine yol açar. Özellikle Mısır, Çin ve Hint
sanatında tanrı, kral ve rahipler güç gösterisinde yarışırlar. Muazzam heykel
ve kabartmalar bu güçlerin tanıtımı gibidir. Mimarlık aynı rotayı izler. Din ve
yönetici evleri mimarlığın uygulama alanlarıdır. Dev boyutlu tapınaklar ve
saraylar inşa edilir. Büyük mezarlar inşa edilir. Bunların hepsi uygar toplumda
insan istismarının baskıyla birlikte hangi boyutlara tırmandığının korkunç
göstergesidir. Yalnız bir piramit, bir tapınak için yüz binlerce insan
harcanır. Güçlenen ticaretle birlikte, sanatta yansıyan önemli bir figür de
tüccarlardır. Tüccarların krallar kadar güçlü olanlarını sanat eserlerinde
izlemek mümkündür.
Yunan ve Roma uygarlık aşamasıyla birlikte şehir mimarisinde
devrim yaşanır. Daha önceki iç ve dış kale çevresinden ibaret olan şehirler,
bugün bile hayranlık uyandıran yapısal dönüşümler geçirir. Bunun altında yatan
emek bedeli ise, toplumun büyük ölçülerde köleleştirilmesidir. Köle emeğinin
büyük kısmı şehir mimarisinde tüketilir. Köleliğin göstergesi büyük mezarlar,
tapınaklar, kaleler ve şehirlerdir. Bu göstergeler aynı zamanda uygar toplumun
hangi kan ter içerisinde inşa edildiğinin de göstergesidir. Yunan ve Roma
toplumu heykelcilikte de uygarlığın yeni bir aşamasıdır. Büyüklük ve güzellik
heykelde sonsuzlaştırılmak istenir.
Rönesans’la dirilen Roma ve Yunan sanat ve kültürü, Avrupa
uygarlığının esin gücüdür. Dinin hükmettiği feodal Avrupa, ancak özgür
düşünceye kısmen açık bu Rönesans kültürüyle yeni bir zihinsel pencereye
kavuşacaktır. Sanat yeni uygar sınıf olan burjuvaziyle ancak sayısal bir
etkinlik kazanacaktır. Eski görkemini bir daha yakalayamayacaktır. Tüm kent
mimarisi, müziği, resmi ve heykelciliğiyle sanat kapitalizmin hizmetinde hızla
yozlaşacak, kutsallığını yitirecek ve sanat endüstrisi adı altında
kimliksizleşerek tüketim metası halinde bir anlamda tükenişini ilan edecektir.
Edebiyat ve müziğin ana kaynağı da neolitik kurumlaşmaya
dayandırılabilir. Otantik müzik bu dönemi seslendirir gibidir. Çoban kavalı,
davul, zurna bu dönemin hüzün, coşku dolu havasını bugün bile yaşatır. Müziğin
atası gibidirler. Sümer toplumunda biçim ve içerik daha da geliştirilir.
Kralların sarayında ve tapınaklarda müzisyen ve çalgıcılar vazgeçilmez bir yere
sahiptirler.
Sözlü destanlar ilk aşiret kimliğinin kutsallığını, özlemini
büyük belagatle dile getirirler. Yazılı destanların ana kaynaklarıdır. Gılgameş
Destanı tarihin ilk yazılı metnidir. Belki de edebiyatın ve hatta kutsal
metinlerin ana kaynağıdır. Birçok Sümer edebi ve dini metni, Yunan edebiyatının
ve teolojik anlatımlarının sadece esin kaynağı değildir. Yunan destanları,
başta tüm mitolojik kurguları, Sümer destanlarının Anadolu üzerinde geçmiş ve
dönüşmüş versiyonları durumundadır. Burada belli bir dönüşümü yaşayan edebiyat
ve müzik kültürü, Avrupa burjuva toplumunda romanla son revizyondan geçirilip
poplaştırılarak ve kültür endüstrisine dönüştürülerek, başlangıçtaki
kutsallığını ve büyüleyiciliğini yitirerek, basit tüketim metası halinde diğer
sanatlarda olduğu gibi tükenmeyle yüz yüze gelecektir.
Ahlaktaki ‘iyi’-‘kötü’ ayrımı uygar toplumdaki temel sosyal
bölünmeyle bağlantılıdır. Çıkar grupları arasındaki mesafeyi bir yönüyle
açıklar. Genelde ise, iyi ve kötü toplum ayrımını ifade eder. Özü
toplumculuktur. Topluma bağlılık iyi ahlakı ifade ederken, toplumdan uzaklık,
onun değerleriyle çelişme kötülüğü ifade eder. Toplumsal kuruluş başlangıçtan
itibaren ahlaki karakterlidir. Yani düzenleniş kurallarına gönüllü ve kutsallık
temelinde bağlanır. Toplumun ‘ilk anayasası’ ahlak kurallarıdır. Toplumun
özünde ahlak vardır. Ahlaki temelini yitiren toplum dağılmaktan kurtulamaz.
Toplumsal kurallar ise, özünde toplumun kimliğine, tanrısal varlığına ve diline
bağlı olmak, diğer üyelerine sanki tek bir canmışçasına bağlılık ve
gerektiğinde onlar için ölümü göze almaktır. Zaten toplumun dışına atılmak
ölümle eştir.
Hukuk uygar toplumun önemli icatlarından biridir. Kesinlikle
toplumsal bölünme, sınıflaşma ve devletleşmeyle birlikte gündeme girer. Temeli
ahlaktır. Fakat tıpkı dini kutsallıkların devletleştirilmesi nasıl devlet
dinine yol açmışsa, ahlakın devletleştirilmesi de hukuka yol açmıştır. Hukuk,
ahlak kurallarının yeni devletli toplumun düzenleniş esaslarını ve yönetici
sınıfın çıkarlarını, mal mülkünü ve güvenliğini ifade eder ki, bu da yeni
toplumun ‘anayasası’ demektir.
Hukukun ilk örneğine Hammurabi yasalarından çok önce Sümer
toplumuna ait yazılı metinlerde rastlamaktayız. Dolayısıyla hukukun doğuşu Roma
ve Atina’da değil, Sümer şehir-site devletindedir. Atina ve Roma döneminde
hukukun cumhuriyet ve demokrasiyle bağı vurgulanır. Daha resmi ve yazılı
düzenlenişi söz konusudur. Cumhuriyet ve demokrasinin doğuşu ise, krallık ve
despotik (kişilerin keyfi yönetimi) diktatörlüklere set çekmek amacıyla
aristokrasinin (köleci toplum efendileri, seçkinleri) kolektif yönetim
arayışını ifade eder. Her ne kadar Sümer toplumunda da izlerine rastlamaktaysak
da, ilk yazılı ve resmi ifadesini Atina ve Roma toplumunda gerçekleşen uygarlık
aşamasında bulur. Cumhuriyet ve demokrasinin doğuşu yönetimdeki zorlukları ve
kargaşayı, kaos’u aşma ve düzenlemeyle bağlantılıdır. Avrupa burjuva damgalı
uygarlıkta anayasacılık, cumhuriyetçilik ve demokrasicilik hukukta en çok
tartışılan konuların başında gelecektir. En son icat ‘insan haklarına’ ilişkin
olacaktır toplumsal düzeyde genişleyen temsilin ve gelişen bireyselliğin
damgalarını taşır.
Bilimsel gelişmeyi bu ana kategorilerin bir parçası olarak
görmek gerekir. Bilincin bir biçimidir. Tek ayrıcalığı, deneyle herkes
tarafından doğrulanan bilgi kısmını ifade etmesidir. Tüm bilgileri değil, özel
anlamı (deneyle doğrulanma) olan bilgileri ihtiva etmektedir. Geniş anlamda
deneysel olmayan bilgi yoktur. Deneye dayanan ve dayanmayan, pozitif ve
metafizik, teorik ve pratik bilgi ayrımları uygar toplumda gelişir. Bu durum
bilgi-iktidar ilişkisiyle bağlantılıdır. Tarih bilimsel bilgi anlamında üç
büyük devrimi tanımaktadır. Neolitik kurumlaşma (M.Ö. 6000-4000 Tel Halaf
dönemi) ve bununla bağlantılı olarak Sümer toplumunun katkıları birinci dönemi,
Batı Anadolu ve Atina toplumu dönemi ikinci dönemi (M.Ö. 600-300), Batı Avrupa
dönemi ise (M.S. 1600 ve sonrası) üçüncü dönemi oluşturur. Bilimsel bilginin
uygarlık aşamalarıyla bağlantıları açıktır. Her tarihsel aşama kendi bilimsel
devrimiyle gelişmektedir. Fakat bilimi din, felsefe, edebiyat, sanat ve hukukla
yakın bağ içinde görmek gerekir. Bilimle felsefe arasındaki ayrımı fark etmek
zordur. Aynı olayın teorik ve pratik yanları olarak da düşünülebilirler.
Bir bütün olarak uygar toplumla bu anlam kategorileri
arasında kurulacak bağ, anlam-iktidar ikileminde ifade edilebilir. İnsan
toplumunun pratiğinden ve ona yol açan zihniyetinden doğan bu büyük anlam
kategorileri ve pratik ifadeleri, uygar toplumun devletleşmiş kesiminin gaspına
ve çarpıtılmasına uğramaktadır. Bunları kendi toplumsal paradigma ve pratik güç
kaynakları halinde düzenlemek, devletleşmiş kesimin el attığı ilk işlerinden
olmaktadır. Her uygarlık aşaması yeni temel bir paradigma (dünyaya köklü bakış
açısı, sistemi) temelinde düzenlenmektedir. Bu düzenlemeler kendileri açısından
son derece pozitif (görünür olgular) iken, yönetilenler durumunda olanlar için
muazzam karartma, perdeleme ve ZİNCİRLEME anlamına gelmektedir. Açık zorba
yönetimlere nazaran yeni paradigmaların sağladığı meşruiyet yönetimler için hep
esas olmuştur. Tüm ağırlıklarını, çıkarlarını tüm toplumun çıkarlarıymış, hatta
kaderiymiş gibi sunmak yönetimlerin temel uğraşlarıdır. Bunda başarılı
oldukları nispette uygar addedilen toplumlarının ömrünü uzatabilmektedirler.
Temelde meşruiyetini (ikna ediciliğini) yitiren her uygarlık, bir zamanlar dev
bir cihan uygarlığı da olsa yıkılmaktan kurtulamaz. Örneğin Roma uygarlığının
asıl çöküş nedenleri içte Hıristiyanlık, dışta kavimler göçü tarafından
darbelenip saygınlığını ve çekiciliğini yitirmesiyle bağlantılıdır. İnsan toplulukları
yeni dini topluluklarla kavimsel topluluklar halinde birleştiğinde, müthiş Roma
gücü meşruiyetini kaybeder ve dağılır.
Bir anlamda metafiziksel kategoriler diye de
tanımlayabileceğimiz bu toplumsal kurumları kendi başlarına araştırmak anlam
çarpıtmalarına yol açar. Şüphesiz materyalistlerce çok kaba ve sert eleştirilen
metafizik gerçeklikler, kendi başlarına iyi ve kötü diye ayrımlanamazlar. İnsan
zihniyeti ve toplumu metafiziksiz edemeyeceğine göre, birbirleriyle ve toplumla
son derece bağlantılı iyi ve kötü metafizikler biçiminde yöntemsel
değerlendirmeler daha anlamlıdır.
Büyük uygarlıklar genellikle din uygarlıklarıdır. Ne zamanki
din meşruiyet sağlama niteliğini (bu felsefe, bilim veya yeni bir dinle olur)
yitirirse, çoğunlukla bu uygarlıkların sonu da gelir. Tüm bu gerçekler büyük
anlam kategorilerinin (din, felsefe, sanat, hukuk, bilim, ahlak) uygar
(sınıflı, kentli ve devletli) toplum açısından hayati önemini gösterir. Yapısal
Sosyoloji uygar toplumda bu kategorileri aydınlatma görevindeyken, Özgürlük
Sosyolojisi bu kategorilerin eleştirisi temelinde özgür ve demokratik toplumsal
yaşamla nasıl bütünleştirileceğini yorumlar. Bu konu ilgili bölümde kapsamlı
değerlendirilecektir.
f- Uygar toplumda ekonomik yorumlar tarihi hem çok karmaşık
kılmaya, hem de çarpıtmaya en elverişli konulardandır. Ekonominin teorik ve
pratik araştırma konusu olması kapitalist uygarlığın marifetlerindendir.
Toplumsal gerçekliğin ‘materyalini’ incelemektedir. Kendini maddi uygarlık
(Fernand Braudel’in doğru, haklı yorumu) olarak tarihleştiren kapitalist
uygarlık sistemine ekonomik sistem de diyebiliriz. Daha önceki tüm uygarlık
sistemlerine ‘metafizik sistemler’ demek pek sakınca ifade etmediği gibi,
kapitalizme ‘materyalist sistem’ demek de aydınlatıcı olabilir.
Gerek neolitik toplum (ilk insan türü toplulukları dahil),
gerekse tüm uygar toplumlar (kapitalizm öncesi) sıkı sıkıya kutsallığa,
anlam’a, büyüleyiciliğe, bir bütün olarak metafiziğe büyük değer biçerken,
yaşamı başka türlü yorumlamazken, kapitalist uygarlığın kendisini adeta
‘maskesiz tanrı ve çıplak krallar’ rejimi biçiminde sunması çok dikkate değer
bir gelişmedir. Anlam derinliği, kapsamlılığı gelişkin yorumlar gerektirir.
Çarpıtma, yanıltma ve içinde eritme (asimilasyon) gücü en yüksek toplumdur.
Şahsi kanıma göre, ‘ekonomi’ adı altında örgütlediği
faaliyetlerin içindeki gasp ve hırsızlık boyutunun en fazla olduğu toplum
biçimi olması kapitalizmin esas özünü oluşturur. Ekonomi kelimesinin Yunanca
anlamı ‘aile yasası’ demektir. Ailenin maddi geçim kurallarını, çevresini,
malzeme ve diğer materyallerini ifade etmektedir. Uygar toplumda kavramı daha
da genelleştirirsek, küçük toplulukların ‘geçim kuralları’ olarak ifade
edilmesi mümkündür. En az devletleştirilmiş, özelleştirilmiş toplumsal
gerçekliktir. Toplum kolektivizminin en temel dokusudur. Özelleştirilmesi,
devletleştirilmesi düşünülemez bile. Ekonomiyi özelleştirmek, devletleştirmek,
temel toplumsal dokuyu tahrip etmek demektir. Toplumu en hayati yaşam
kurallarından yoksun bırakmaktır. Hiçbir toplum kapitalizm kadar bu nedenle
özelleştirme ve devletleştirmeyi toplumun baş özelliği haline getirmeye ne
cesaret etmiş, ne de düşünmüştür. Şüphesiz uygarlık toplumunda tüm toplumsal
alanlar devletleştirildiği gibi, en temel dokusu olan ekonomisi de hem özel mülkiyetin
hem devlet mülkiyetinin konusu olabilmiştir. Ama hiçbir toplum kapitalizm kadar
resmen ve açıkça özel ve devlet mülkiyetini sistem olarak ilan etmemiştir.
Şu husus çok önemlidir: Ekonominin özelleştirilmesi ve
devletleştirilmesi erkenden gasp ve hırsızlık olarak yorumlanmıştır. Karl Marks
bu hususu daha ‘bilimsel’ bir ifadeyle ortaya koyup, emek-değerdeki
artık-değerin hırsızlandığını (kâr olarak) söyler. Konu daha derinlikli bir
yorumu gerektirir. Ekonominin özel ve devlet mülkiyetine konu olması, bana göre
artık-değerin, daha önceleri artık-ürünün dışında bir gasp ve hırsızlık olarak
değerlendirilebilir. Toplumun temel dokusu olarak ekonominin, özel ve devletsel
dahil, tüm mülkiyetleşme biçimleri ahlaksızcadır. Gasp ve hırsızlık konusuna
girer. Nasıl ki bir insanın kalbini veya başka bir organını özelleştirmek ve
devletleştirmek anlamsızsa veya çok sakıncalıysa, ekonomi için de aynı şey
geçerlidir. Kapitalizm bölümünde bu konuyu daha derinliğine işlemeyi umuyorum.
Uygar toplumda metalaşmanın çok önemli bir olgu olarak
geliştiğini gözlemliyoruz. Yani metalaşmayla uygar toplum (özel mülkiyetli,
sınıflı, kentli ve devletli) arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Meta ve
metalaşma toplumun, uygarlaşmanın baş kategorilerindendir. O halde metayı
tanımlamak çok önemlidir. Basitçe insan ihtiyacını gideren bir nesnenin
kullanımı dışında (bir fayda, bir ihtiyacı direkt gidermesi dışında) değişim
(alışveriş, ticari değer) değeri kazanması halinde metalaştığından
bahsedebiliriz. Toplum çok uzun süre değişim değerine yabancıdır. Bunu düşünmez
bile ayıp sayar. Değerli bir nesneyi değerli bulduğu topluluk veya bireylere
armağan eder. Armağanın yerine ‘değişimin’ geçmesi, tam bir uygarlık icadı veya
hilesidir. Uygarlık öncesi veya dışındaki toplum için değişim ayıptır ve çok
zorunlu olmadıkça kaçınılması gerekir. Toplum derin tecrübesiyle biliyor ki,
bir kullanım nesnesi en temel dokusu olarak ekonomik kurum dışına taşar ve
değişim konusu olursa, başına her tür belayı getirebilir. Dolayısıyla değişime
karşı çok hassastır.
Metanın değişim değeri haline gelmesiyle ticaret ve tüccar
çok önemli bir uygarlık kategorisi haline gelmiştir. Kısaca belirteyim ki, ben
metayı Karl Marks gibi yorumlamıyorum. Yani metanın değişim değerinin işçi
emeğiyle ölçülebileceği iddiasını, önemli sakıncalar doğuran bir kavramlaşma
sürecinin başlangıcı olarak değerlendiriyorum. Günümüzde nerdeyse metalaşmadık
bir değeri kalmayan toplumun çözülüşünü göz önünde bulundurursak, ne demek
istediğimi daha iyi açıklamış olurum. Toplumun metalaşmasını zihnen kabul etmek
demek, insan olmaktan vazgeçmek demektir. Bu, barbarlıktan daha ötesi demektir.
Bir benzetme yapacak olursak, mezbahada parça parça edilmiş hayvanın satılığa
sunulmasının tüm insan toplumuna taşırılması demektir. Toplumsal kötülüğün temelinde
faiz, faizin temelinde ticaret, ticaretin temelinde meta vardır. Ekolojinin
yıkımıyla da ticaretin yakın bağı vardır. Toplumsal doku olmaktan çıkan
ekonomi, doğadan köklü kopuşun da başlangıcıdır. Çünkü madde değerleriyle canlı
değerlerin birliği köklü bir ayrıma tabi tutuluyor. Bir nevi kötü metafiziğin
tohumu atılıyor. Madde ruhsuz, ruh maddesiz kılınarak düşünce tarihinin zihni
en çok bulandıran ikilemine yol açılıyor. Maddecilik ve maneviyatçılık
biçimindeki sahte ayrım ve tartışmalar, tüm uygarlık tarihi boyunca ekolojik ve
özgür yaşamı ortadan kaldırıyor. Ölü madde ve evren anlayışıyla ne olduğu
belirsiz bir ruhçuluk, adeta insan zihnini işgal ve istila edip
sömürgeleştiriyor.
Bir noktada daha kuşkumu belirtmek istiyorum. Toplumsal
değerlerin (bu arada metalar da dahil) ölçülebileceğinden kuşkuluyum. Yalnız
canlı emeğin değil, sayılması olanaksız emeklerin ürünü olan bir maddeyi bir
kişinin emeğinin değeri saymanın kendisi, yanlışlık ve değer gaspı ve
hırsızlığının önünü açan bir yaklaşımdır. Nedeni açıktır. Sayılamayacak
emeklerin karşılığı nasıl ölçülecek? Dahası, değeri hiç ölçüme girmeyen
emekçiyi doğuran, büyüten ananın, ailenin emeği nasıl ölçülecek? Değer denen
nesnenin içinde gerçekleştiği tüm toplumun hakkı nasıl ölçülecek? Tartışmayı uzatabiliriz.
Dolayısıyla değişim-değeri, artık-değer, emek-değer, faiz, kâr, rant gibi
kavramlar hırsızlıkla (resmi ve devlet gücü yoluyla) ortaktır. Değişim için
başka ölçüler bulmak veya armağan tarzının yeni biçimlerini geliştirmek anlamlı
olabilir. Daha sonra modernite ve özgür yaşam bölümünde bu hususları açmak
isterim.
Yunan kültüründe bile ticaret en hor görülen meslekti.
Yunanlılar ticaretin hırsızlıkla bağının farkındaydılar. Roma toplumunda da
tüccarın pek onurlu bir yeri yoktu. Meta ise çok sınırlı nesnelerde geçerliydi.
Toplumdaki metalaşma düzeyinin sürekli dar tutulmasına özen gösterilirdi.
Neolitik toplum ahlakından bahsediyorum. Kapitalizmin hâkim sistem olmadan önce
bazı odaklarda ortam bulsa da, serpilip gelişmesine uygar toplumlar bile izin
vermezlerdi. Hep marjinal düzeyde tutarlardı. 16. yüzyılda bugünün Hollanda ve
İngiltere’sinde ortam bulması çok özgül koşullar nedeniyledir. Belki de
Hollanda ve İngiltere olmak için kapitalist sistem gerekliydi. Öyle de oldu.
Dört yüz yıl içinde tüm dünya sistem yayılmasına uğradı. Uygarlığın bu dönemini
modernite olarak ayrı bölüm halinde yorumlayacağız.
Uygarlık hakkında bu çok kaba ve kısa tanımlama kabilinden
giriş, tarih ve sosyolojik bilgimizi sağlam bir temele oturtmak içindir. En
değme filozof ve tarihçilerin bir ömür boyu içinden çıkamadıkları konuları bir
çırpıda anlaşılır kılmak olağanüstü yetenek işidir. Bu iddiada değiliz. Ama
özgür yaşama saygımızın gereği olarak, tarihsel-sosyolojik bir anlambilim ve
yorum gücümüzün olması, kendine ciddi toplumsal ödevler biçen herkes için
öncelikli koşul olmalıdır.
Yüz elli yıllık ‘reel sosyalizmin’ trajedileriyle, onlarca
ulusal kurtuluş devrimi ve soysal-demokrat reçetelerin küresel finans
sermayesinin buzdan hesapları içinde erimeleri genelde uygarlık, özelde
kapitalist uygarlık hakkında yetkin yorum gücümüzün, özgür yaşam konusundaki
özgürlük sosyolojisiyle bütünleşmesi gerekir ki, büyük özgürlük davaları için
aldanmayalım ve aldatmayalım.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan
Demokratik Uygarlık Manifestosu’ndan
Kürdistan
Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.org
– www.lekolin.net – www.lekolin.info