08 Şubat 2010 Pazartesi Saat 15:45
12.00
0
21
TR
:” ”
:””
” “,” ”
” ”
Tarihsel-toplumumuz kadim uygarlığın yaşlılığını öne
sürerek, kendini ‘yeniçağ, yakınçağ’ adıyla genç göstermek ister. Burada bir
gariplik vardır. Gençlik bir olgunun doğuş ve doğuşuna yakın zamanını ifade
eder. Eğer kanıtladığımız gibi Sümer toplumu uygarlığımızın doğuş anını temsil
ediyorsa, gençlik de ona göre belirlenmelidir. Bu durumda yeni, genç sıfatları
bir aldatmaca olup, en yaşlı uygarlık toplumu olduğumuz anlaşılacaktır. Zamanı
tersinden okuyarak yaşlıyı genç gibi göstermek, uygar topluma ilişkin yapılan
maskelemelerin bir devamıdır.
Sorulması gereken temel soru şudur: Kent uygarlığı da
diyebileceğimiz uygar toplum neden yoğun maskelemelere ihtiyaç göstermektedir?
Sümer rahiplerinin müthiş maskeleme ustalığı durmadan
sürdürüldü. Başlangıç halinde soylu ve anlamlı bir içeriği olan tanrısallık,
neden en çok düşürme ve anlamsızlığın baş kavramına dönüştü?
Uygar toplumun lehinde ve aleyhinde birçok görüş dile
getirilmiştir. Fakat en zor ifade edilen ve başarılan, uygarlığın radikal
eleştirisi ve aşılma pratiğidir. Bu da yapılan yorumların başarısızlığını
göstermektedir. İnsanlığın özgürlük arzusu üzerinde muazzam bir baskının
oluştuğu da ortak bir yargıdır. Sürdürülemez bir konuma çoktan gelindiği sıkça
söylenmektedir. Hegel uygarlık tarihini ‘kanlı mezbahalar’ seremonisi olarak
yargılar. Savaşsız geçen bir yılı yoktur. Baskılı yaşam sanki doğa kanunuymuş
gibi yansıtılmaktadır. İstismar tam bir yaşam kuralı seviyesine
yükseltilmiştir. Dürüstlük, saflık, ahlaki kalabilme enayilik yerine
konulmaktadır.
Şuna varmak istiyorum: Uygar toplumu onu aşmak isteyen bir
eleştiriye imkân sunacak bir içerikte yorumlamak gerekir. Kapitalist
moderniteyi kendi başına eleştirmekle uygar toplumun aşılamayacağı, başta
Marksistler olmak üzere birçok ekolün çabalarında açığa çıkmıştır. Bunda da en
temel etken, bir zincir gibi bağlı olduğu uygar toplumun çözümlenmemesidir.
Avrupa merkezli dünya görüşü en sert muhaliflerini bile etkisizleştirmiş
gibidir. Neolitik kültür-Avrupa uygarlığı ilişkisinde olduğu gibi, Avrupa uygarlığı-önceki
uygarlıklar tarihi ve toplumu ilişkisinin anlaşılır bir yorumu en çok ihtiyaç
duyduğumuz husustur. Çok amatörce de olsa, bu uygarlığın en sert baskısı
altındaki mahkûmiyetim, yorum geliştirmeyi benim için hem hak hem de görev
olarak önüme koymaktadır.
a-Uygarlık yorumu öncelikle yapısal sosyolojinin bir
sorunudur. Bilim olmanın temel koşulu eğer pozitivizm bataklığında debelenmek
olmayıp, özne-nesne ayrımını aşan ‘anlambilim’ ise, buna en çok ihtiyaç yapısal
sosyoloji alanında vardır. Genel sosyolojinin biricik görevi (nasıl doktorun
yaptığı teşhis ve tedaviyse), toplumun teşhis ve tedavisidir. Bilmenin bir tek
gerekçesi olabilir: Çok bağlı olduğumuz yaşamı anlamlandırmak. Yaşamın
anlamlandırılması ise, yapısallıklar sorununu anlamamıza ve varsa
sağlıksızlıkları yeniden yapılandırmamıza imkân verecektir.
Uygarlık toplumu, anlambilimin en zorlandığı yapısallıklar
yığınıdır. Bu yığının varlığı bizzat anlambilimin saptırılması ve anlambilim
olmaktan çıkarılmasıyla yakından bağlantılıdır. Elde tüm silahlarını kuşanmış
olarak, varsa can çekişmekte olan bir kurbanına son söz olarak ‘YALANI’ itiraf
ettirmek, aksi halde her tür yöntemle ‘İMHA’ etmek olan garip bir varlık, bir
Leviathan’dır o. Bu varlık, yani uygarlık, yerinde bir tavır olarak her tür canavara
benzetilebilir. Fakat bu çok geri bir yaklaşımdır. Hele bilim adamı hüviyetimiz
varsa, bu bizi çocukluk hayalinden (canavarlık hayalleri) öteye götürmez.
Canavarın yetkin bir teşhisi de yetmez. Acilen yapılması gereken tedavidir.
Bütün tedavi denemelerinin boşa çıktığı ortadadır. En son aşamasında oluk oluk
akan kan, korkunç acılı, soykırımlı geçen yaşamlar, beterin beteri açlık,
işsizlik, her tür hastalıklar ve eko-çevrenin (mutlak gerekli olan yaşam
çevresi) yıkımı en son durumun bir cümleye sığdırabileceğim raporudur. Eğer
yapısal ve özgürlük sosyolojimiz sosyal bilim yaptığını iddia eden
binlercesinin yaşadığı bir çöp yığını olmaktan kurtulmak istiyorsa, teşhis ve
tedavisindeki gücünü kanıtlamak durumundadır. Aksi halde Adorno’nun söylediği
gibi, “Soykırım kamplarından sonra, tüm gökteki tanrıların -sözcü bilim
adamlarının- söyleyecekleri tek bir sözcükleri olamaz.
Uygarlık sadece bir ‘kanlı mezbahalar’ (Hegel) seremonisi
değil, daha fazlası olan bir şeydir insan yaşamının biricik nedeni olan özgürlüksel
anlamının sürekli soykırıma tabi tutulmasıdır. Gerisi yaşamın posasıdır.
Uygarlık en yalın teşhisle özgür yaşam anlamının boşaltılmasından geriye
kalandır.
En basit canlı yaşamına baktığımızda gördüğümüz şey yaşama
verdiği anlamdır. Bu öyle bir anlam ki, milyonlarca çeşide ulaşabilme,
kayalıklara kök salma, gerektiğinde kutup soğuklarında varlığını sürdürme,
gerektiğinde uçma, insan buluşlarının yanından bile geçemeyeceği sınırsız
teknikleri geliştirme gücüne eriştirir. Uygar toplum ise, başlangıcında yalan
dolanla, örgütlenmiş zorla en gelişmiş yaşam varlığını anlam yitimine uğratma
son aşamasında ise intiharın eşiğine getirme gücünden başka hangi anlam veya
anlamsızlığa sahiptir?
Sosyoloji Avrupa merkezli uygarlık aşamasında ona bu gücünü yeniden
tanıtma sözü olmuştur. Hıristiyanlıktaki deyişle Tanrının son ‘sözü’ olmuştur.
Bu sözleri terk etmek, en basit canlının sahip olduğu yaşam anlamına saygının
gereğidir. Ahlakın en gelişkin varlığı, bu kadar ahlaksızlığı hiçbir şeyle izah
edemez. Tekrar hatırlatalım: İLAHLARIN SÖYLEYEBİLECEĞİ TEK SÖZÜ KALMAMIŞTIR.
Tarih diye belletilen, devlet kurumları ve yardımcısı
dolaylı kurumların kuruluş, yıkılış öyküleri değil mi? Biricik amaç hanedan
yükseliş ve çöküşleri, yeni hanedanların entrika ve zorbalıkla iktidar tacı
denilen ‘sürü çobanlığı’nı elde etmeleri değil midir? Bunun ise biricik amacı
yünü, sütü, gerektiğinde eti ve derisi için istismarı değil midir?
Kahramanlık öykülerinden hangisi zorbalıktan azadedir,
istismardan uzaktır? Aşireti, kavmi, dini için ayağa kalktıklarını ilan
edenler, iktidar tacından başka bir değer kanıtlamışlar mıdır?
Savaşsız bir yılı ve insan alanı kalmamış uygar toplum,
gerçekten ‘mezbaha’ kurumundan başka hangi adı anlamlıca hak edebilir?
Bilim, sanat ve tekniğin gelişimi diye hikâye edilenler
hangi gerçek mucitlerinin başını almadan gerçekleştirilmişler veya gasp
edilmişlerdir?
Düzen, istikrar, barış diye öykülenen gerçeklik kuzuların
sessizliği değil midir ya da kulların (köle, serf, işçiler, emekçiler, tüm
ezilenler) boyun eğdirilmesini anlatan tiyatro seanslarından başka hangi derin
anlama sahiptir? Bu uygarlık konusunda sorular sınırsız artma ve derinleşme
anlamına sahiptir. Asıl dehşet verici olan, bu öykünün şanlı tarih, kutsal din,
güzellik ve aşk destanı, harika buluşlar, bir gün erişilecek cennet hayali,
dostluk, centilmenlik, ittifak gereği diye sanki insanlığın mutlak kader
yürüyüşüymüş gibi sunulması cesareti ve küstahlığıdır.
Şüphesiz bu soruları üretmedeki amacım, yaşamın özgürlükten
ibaret olan anlamı uğruna gelişen tüm direnişçilerin gerçek kahramanlık,
kutsallık, aşk destanlığı ve yoldaşlık olan özüne ve onların söylenmemiş son
sözlerine duyduğum derin ilgi, anılarına saygı ve bağlılıktır. Eğer bir gül
ağacı kadar dikenleriyle güzelim güllerini savunmak için dikenlenmek
gerekiyorsa bunu yapmak, anlam gücü belki de sonsuz güzellikte olan özgür insan
yaşamının savunulması uğruna savaşımı bilmektir.
b- Ahlaki yargılarımızdan teorik yargılarımıza biraz
geçelim. Modernite (kapitalist) döneminde muhaliflerin çok sözünü ettikleri
‘sınıfsallık’ kavramını bütün yönleriyle, özellikle tarihsel akıştaki rolüyle
anlamak çok önemlidir. Aksi halde en yavan ‘demagojik sakız’ ve anlambilimini
perdeleme araçlarından biri olmaktan öteye gidemez.
Sınıfsallığı gerçekten kavramak için bilinmesi gereken ilk
husus, onun güç organizesinin el ve ayak kısımlarını teşkil ettiğidir. Bu
organların kendi başlarına bir anlam değerleri yoktur. Belki benzetme aşırı
sosyobiyolojiktir, ama yerindedir. Gücün, toplumdaki iktidarın, uygar
toplumdaki Leviathan’ın en organize güç olduğu herhalde tartışılmaz. Eğer
devleti sınıflı toplumun genel baskı ve istismarı mümkün kılan en geliştirilmiş
iktidar ilişkileri bütünlüğü olarak yorumlarlarsak, baskı altındakiler ve
istismar edilenler bu ilişkiler ağının ayrılmaz parçaları değil midir? Uygarlık
yalnız devlet örgütlenmesinde değil, dinden ekonomiye kadar tümüyle bir
yapılanma, örgütleme gücü değil midir? Esas olarak da organize edilmiş köleyi,
serfi, işçiyi, sayılamayacak kadar çok yatay ve dikey toplumsal katmanları
oluşturmak bu gücün esas işlevi değil midir?
Şunu önemle belirtmek istiyorum: Güç örgütlenmesinde el ve
ayakların özne değeri olmasına asla fırsat tanınmaz. Eğer iktidar başarılmış
bir organize ise, kaba diye tabir ettiği emekçilerine mutlak hâkimiyet sağlamış
demektir. Bu da daha önce varsa bile, iktidar koşullarında özne değerini
yitirmeleri demektir. Bu nedenle Spartaküs’ten Paris Komünarlarına kadar köle
emekçi isyancılarının başarı şansı yoktur. Bir şartla olur: İktidar için taze
kan değerinde olabileceklerse! Bu da yeniden uygar topluma eklemlenmekten başka
anlama gelmez. Yüz elli yıllık bilimsel sosyalizm denemeleri bu gerçekliğin
veciz bir açıklanmasında çarpıcı örnek değerindedir.
Peki, iktidar ilişkileri kapsamına alınmakla bu sonuçlar
arasında ilişki yok mudur? Esas anlaşılması gereken husus, resmi iktidar
ilişkisindeki sınıfsallığın bağlılık düzeyidir, niteliğidir sınıfsallığın
kendi başına bir eylem, anlam değeri taşıyıp taşımadığıdır. İster sınıfsallığın
üst katmanı efendi, senyör, patron, burjuva olsun, ister alt katmanı köle,
serf, işçi olsun, iktidar ilişkisinde aynı ideolojik-politik yaklaşımda
anlaşılırlar. İçlerinde itiraz etmeleri fazla değer taşımaz. Bu ilişki öyle bir
ağdır ki, binbir düğümü vardır. Birine itiraz etsen, hatta yırtsan bile, 999
tanesi hemen devreye girer. Yırtığı tamir ettiği gibi, yırtanı en sağlamından
bağlamayı başarmadan bırakmaz. Gerekirse başını alarak bunu yapar.
Sümer rahipleri ve hanedan şefleri tarafından tesis edilen
ilk taslak devlet-iktidar ilişkilerindeki çalışanı, kabilenin emekçilerini
düşünelim. Rahibin kullaştırmaya başladığı çalışan, bir defa iki kat üstteki
yeni imal edilmiş tanrıların (Kutsallık kavramları ki, birey üzerindeki
etkilerini hiçbir maddi güç sağlayamaz) müthiş meşrulaştırıcı etkisi
altındadır. Böyle olmazsa zaten oraya alınmaz. İkincisi, eskiye göre daha iyi
beslenmektedir. Daha iyi beslenmenin kendisi için başka bir alternatifi
görünürde yoktur. Üçüncüsü, cinsel tutkuları açısından eskisiyle kıyaslanamaz,
güzellik saçan huriler gerçeği ile sürekli hayali süslendirilmektedir.
Günümüzde medyanın sunduğundan ve orduların sağladığından
belki de katbekat daha fazla itaate ve düzen düşkünlüğüne katkı sunan kadın
sunulmaları!
Sınıf kapsamındaki bu yeni kul bir özgürlük isyancısı değil,
olsa olsa bir özgürlük hainidir veya özgür yaşam anlayışından boşaltılmış bir
vakadır, farklı bir olaydır. Hanedan şefi de devlet-iktidarı ilişkilerine
yönelirken benzer bir uygulama içinde olacaktır. Temel ittifak güçleri içinde
daha görünür sağlam çıkarlara dayalı güçlü bir örgütlenme ilk şarttır. Hanedan
aile, geniş soy ilişkisi içinde saygı duyulur, korkulur bir meşruiyete
sahiptir. Kabile gelenekleri hiyerarşiyi sürekli yüceltir. Ufak rahatsızlıklar
bile ya barışçıl olarak kabile meclisinde, ya da çatışmayla aşılır. Böylesi
ilişkiler yumağı içinde devlet olmaya giden bir hanedanının en zayıf tarafı
olarak sınıf karakterini göstermek stratejik bir yaklaşım olamaz. Şuraya varmak
istiyorum: Sınıfsallık uygarlığın temel karakteristiklerindendir. Fakat sınıf
devrimleri için temel alınacak stratejik anlamdan, teorik olarak imkânsız
olmasa da, pratikte sonuç alıcı olmaktan uzaktır. Devrilen tüm uygarlıklar,
iktidarlar kulları ve emekçileriyle birlikte devrilmişlerdir. Kulları ve
emekçileri tarafından devrilen iktidarlar ya çok azdır, ya da olsa bile yeni
getirilen iktidar eskisini aratmayan bir zulüm ve istismar makinesi olmaktan
öteye bir anlam ifade etmemiştir.
Tarihi sınıf savaşlarından ibaret görmek aşırı indirgemeci
bir görüştür. Baskı ve istismar uygarlığın ve dolayısıyla uygarlık tarihinin
dayandığı sürdürülme tarzıdır, sistemdir. Fakat bunun ideolojisi, politikası,
hatta ekonomisi farklı çalışır. Daha doğrusu, dar sınıfa-karşı sınıf, tarihin
akış tarzı değildir. Burada köleleştirilmenin korkunçluğu, sisteminin
alçaltıcılığı, özgürlük inkârcılığı tartışılmıyor. İktidar ve uygarlık
sistemlerinin kuruluş ve çöküşlerinin başka anlam ve stratejilerle cereyan
ettiği, sınıfa karşı sınıf mantığının var olan iktidar sistemine, uygarlığına
ya bilerek yeni bir iktidar biçiminde katılındığı ya da tam tersine, karşı
çıkıldığı halde yeni bir taze kan olmaktan (Sovyet ve Çin deneyimleri) öteye
sonuç vermediği yorumlanmak isteniyor. Burası tartışılıyor. Belki bu tartışmada
aşırı iktidar indirgemeciliği yaptığımız, iktidardan kurtuluş ve çıkış kapısı
göstermediğimiz biçiminde bir eleştiri şimdiden yapılabilir. Bu konuyu Özgürlük
Sosyolojisi bölümünde kapsamlıca ele alacağımızı belirterek cevaplandıralım.
Özgürlüğün de en az iktidar ideolojisi, politikası ve örgütlenmesi kadar farklı
bir toplumsal alanı, mantığı ve stratejisi olduğunu cevabın işareti olarak
verelim.
c- Uygarlıklar arası çatışma mı, ittifak mı sorusu günümüzde
pratikte tartışılan bir sorun olsa da, tarihi anlamı daha kapsamlıdır.
Uygarlık toplumu gerek kendi içinde, gerek farklı
uygarlıklar arasında esas olarak çatışma üreten bir yapılanmadır. Bu yapılanmanın
üretildiği anlam ve amacı, dayandığı sınıflaştırma, bunun için baskı, istismar,
sürekli yanıltma ve perdeleme gerçekliği, neden sürekli çatışma üreten
karakterde olduğunu açıklamaktadır. İktidar ve sınıflaşmanın kendisi
çatışmadır. Bunun içte ve dışa karşı cereyan etmesi özünü değiştirmemektedir.
Uygarlıkları vasıflandırarak da özünü değiştirmek, farklı özdeymiş gibi
yansıtmak gerçekçi görünmüyor. Savaşçı-barışçı, tek tanrılı-çok tanrılı,
verimli-verimsiz, kültürlü-cahil, aynı kavimden-farklı kavimlerden oluşları
özselliklerini değiştirmez. Yönlendirici gücü dünyanın tamamını fethedinceye
kadar kendini görevli sayar. Cihan gücü olmak bünyesel bir hastalıktır iktidar
kaynaklıdır. Genişlemesi durduğu an gerilemeye başlar. Bunun sonu normale
çekilmek değil, yıkılıştır. Çünkü tüm iktidar sistemlerinin normali yoktur.
Kanser hastalığı gibi ya yok etmek ya da edilmek zorunluluğunu duyar. Basit bir
aşiret şefliğinden olup da uygarlık atına binip kendini tanrılaştıran çok
kişilik vardır.
Tanrısallık iddiasının altında insanlığı yok etme gücü
yatmaktadır. Savaşla büyük yok eden, büyük yaratacağını da sanır. Psikolojik
olarak benlik kontrol edilemezse, kendini sınırsız abartma hastalığındadır.
Uygarlık sistemi bu hastalığın ortam bulduğu toplumu sunar. İktidarın
yozlaştıramayacağı hiçbir toplumsal değer ve kişilik yoktur denilir. Bu,
iktidarın özüyle ilgili bir değerlendirmedir. Uygarlıklar iktidar toplumları
olduğundan, yaşamla en yoğun çelişkili sistemlerdir. Kardeşten tutalım eşe
dosta kadar iktidar uğruna gözden çıkarılamayacak değer yoktur. Uygarlıkların
yönetim güçleri incelendiğinde işlemedikleri cinayetler, yapmadıkları komplolar
yok gibidir. Yalanların sistemleştirilmesine politika adını verirler.
d- Uygarlık toplumlarında kurumlaşan bir özelliğe çok dikkat
çekmek gerekir. Bu gerçekliğe toplumun iktidara yatkınlık hali de diyebiliriz.
Bir nevi kadının karılaşma geleneği üzerinde yeniden yaratılması gibi, iktidar
da toplumu kadının karılaştırılmasına benzer biçimde hazırlamadan, varlığından
emin olamaz. Karılık, en eski kölelik olarak, ana-kadının tüm kültüyle
birlikte, güçlü adam ve maiyetindekiler tarafından uzun ve kapsamlı mücadeleler
sonunda yenilgiye uğratılıp cinsiyetçi toplumun egemen kılınmasıyla
kurumlaşmıştır. Bu egemenlik eylemi belki de uygarlık tam gelişmeden toplumda
yerini bulmuştur. Bu o denli şiddetli ve yoğun bir mücadeledir ki, sonuçlarıyla
birlikte hafızalardan da silinmiştir. Kadın neyi, nerede, nasıl kaybettiğini
hatırlamaz. Boyun eğmiş bir kadınlığı doğal hali sayar. Bu nedenle hiçbir
kölelik kadın köleliği kadar içselleştirilerek meşrulaştırılmamıştır.
Bu oluşumun toplum üzerinde iki türlü yıkıcı etkisi
olmuştur: Birincisi, toplumu köleliğe açması ikincisi, tüm köleliklerin
karılaştırılma temelinde yürütülmesidir. Karılaşma sanıldığı gibi salt bir
cinsiyetçi obje değildir. Biyolojik bir özelliği çağrıştırmıyor. Karılaşma
özünde sosyal bir özelliktir. Kölelik, boyun eğme, hakareti sindirme, ağlama,
yalancılığa alışma, iddiasızlık, kendini sunma vb. gibi özgürlük ahlakının
reddetmek durumunda olduğu tüm tutum ve davranışlar karılık mesleğinden
sayılır. Bu yönüyle düşürülmüş toplumsal zemindir. Köleliğin asli zeminidir. En
eski ve tüm köleliklerin, ahlaksızlıkların üzerinde işlevselleştiği kurumsal
zemindir. İşte uygarlık toplumu bu zeminin tüm toplumsal kategorilere
yansıtılmasıyla da alakalıdır. Toplumun bir bütün olarak karılaştırılması
sistemin yürümesi için gereklidir. İktidar erkeklikle özdeştir. O zaman
toplumun karılaştırılması kaçınılmazdır. Çünkü iktidar özgürlük ve eşitlik
ilkesini tanımaz. Aksi halde var olamaz. İktidarla cinsiyetçi toplum arasındaki
benzerlik özseldir.
Uygarlığın büyük aşamalarından biri sayılan Yunanlılarda
gençler resmen tecrübeli bir erkeğe ‘oğlan’ olarak sunulurdu. Uzun süre bunun
nedenini çözememiştim. Sokrates gibi bir filozof bile, “Önemli olan oğlanın
sürekli kullanılması değil, efendisinden terbiye görmesidir der. Buradaki
mantık, gaye gençlerin oğlan olarak sürekli kullanılmasından ziyade, kadınsı
özelliklere hazırlanmasıdır. Daha da açıklayıcı olarak, Yunan uygarlığı da
karılaşan bir toplum ister. Soylu, asil gençler oldukça bu toplum oluşamaz bu
toplumun oluşması için kadınsı davranışları içselleştirmeleri gerekir. Tüm
uygarlık toplumlarında benzer eğilimler vardır. Oğlancılık bu toplumda çok
yaygındır. Bu öyle bir hal almıştır ki, her efendinin oğlan sahibi olması gelenekselleşmiştir.
Oğlancılığı bir bireysel cinsel sapıklıktan, hastalıktan ziyade, sınıflı
toplumun, iktidar toplumunun yol açtığı sosyal bir olgu olarak anlamlandırmak
önemlidir. Cinsellik ve iktidar uygar toplumda toplumsal bir hastalıktır. Hem
de kanser gibi. Birbirleri olmaksızın edemedikleri gibi birbirlerini
çoğaltırlar: Tıpkı kanser hücrelerinin çoğalması gibi. Kaldı ki, bireysel
kanserlerle toplumsal kanser arasındaki ilişkiyi kapitalist modernitede daha
kapsamlı yorumlayacağız.
Şuraya gelmek istiyorum: Uygar toplumlarda iktidar zemini
binlerce yıldır özenle ve bir karılaşma misali hazırlanmıştır. Uygarlık
geleneğinin yargısı, kadının ‘erkeğin tarlası’ olduğudur. Toplumda da benzer
gelenek geçerlidir. Erkek iktidara kendini bir kadın gibi sunmalıdır. İsyan
eden, sunmayı reddeden, savaşlarla hazır hale getirilmeye çalışılır.
İktidar sürecini bir kişi, zümre, sınıf ya da ulusun aniden
oluşan eylemi olarak görmek büyük yanılgı içerir. Belki hükümetler ani
kurulabilir. Ama iktidarlar, siyasi sistemler uygar toplumlarda yüzlerce vahşi
imparatorlar, klikler, egemen güçlerin her türlüsü tarafından öncelikle
egemenlik kültürü (tarlası, geleneği) olarak hazırlanmışlardır. Toplumlar tıpkı
karı nasıl kocasını alınyazısı gibi bekler ve kabul ederse, öylesine iktidar
bağımlısı, tarlası olarak sahibi tarafından kullanılmayı bekler veya öyle
alıştırılmışlardır. İktidar toplumda egemenlik kültürü olarak vardır. Bu
noktada Bakunin’in “En benim diyen demokrat, iktidarda yirmi dört saatte
bozulur özdeyişi anlamlıdır. Açıklayamadığım, ama uzun süredir açıklamaya
çalıştığım, bu bozulmayı sağlayanın iktidar zemininin kendisi olduğudur.
Binlerce yılın kan deryasından ve istismarından (sınırsız savaşlar ve
sömürüler) oluşan iktidar koltuğu, elbette aniden üzerinde oturanı yirmi dört
saatte bozar. Tek şartla bozamaz: İbadet eder gibi kendini korursa! Sınırsız
hile, savaş ve sömürü ortamında kurulan iktidar gelenek, kültür ve sistem
olarak çok etkili ve nerdeyse mutlak anlamda bozucudur. Bunun en çarpıcı örneği
‘reel sosyalizm’in yaşadıklarıdır.
Sistemi kuranların iyi niyet ve amaçlarına bağlılıktan kuşku
duyulamayacağı açıktır. Peki, reel sosyalizmin kurucuları nasıl oldu da onca
karşısında savaştıkları kapitalizme gönüllü teslim oldular? Bana göre iktidara
geliş ve iktidarı kullanış biçimleri bu tarihsel trajedinin temel nedenidir.
Sosyalizm kurucuları uygar toplumun kültürü üzerinde iktidar oldular. Yani çok
karşı olduklarını iddia ettikleri kanlı ve sömürgen mirasın (devlet gelenekli
iktidara alıştırılmış toplum) enkazı üzerinde iktidar olmaktan çekinmek şurada
kalsın, ona dört elle sarıldılar. İktidar öyle bir fahişedir ki, baştan
çıkaramayacağı sahibinin olamayacağını anlamak bile istemediler. Bu konudaki
bazı eleştirileri (Kropotkin’in Sovyetler’den hızla devlet iktidarına geçtiği
için Lenin’i eleştirmesi) oportünizm olarak değerlendirmekten kendilerini
alıkoymadılar. Wallerstein, Sovyetler’in kapitalist-dünya sistemin birleşik
etkisi tarafından çözüldüğünü, onu aşacak gücünün olmadığını söylerken gerçeğe
yakınlaşmıştır. Fakat sorunun özüne dokunmaktan uzaktır. Michel Foucault ise,
sistemin bilgi-iktidar tekniğini kullandığı için sistemle yeniden
bütünleştiğini yorumlarken gerçeğe daha yakındır.
Benzeri yorumlar Paris Komününden başlayarak sayısız ulusal
kurtuluşçu, komünist ve sosyal demokrat girişimler için de geçerlidir. Her
tarla kendine has bitki üretir. Binlerce yılın bilgi-iktidar tarlasında genelde
özgürlük, özelde sosyalizm bitkileri üremez. Bunun için özgürlük ve sosyalizm
eylemcilerinin (tabii ki kuramcılarının da) öncelikle kendi tarlalarını
hazırlamaları, iktidar tarlasında üreyen bulaşıcı hastalıklara karşı sürekli
teşhis ve tedavide bulunmaları, en önemlisi de iktidar (her tür kurumlaşması,
kişiliği) gibi yetişen bir bitki fideliğinden uzak durmaları, kendi öz
fidelerini (zengin demokratik biçimlenişler) yetiştirmeleri ve ekmeleri
gerekir. Aksi halde tüm uygarlık tarihlerinde ‘özgürlük ektim’ deyip de önceki
iktidar sistemlerinden farklı olmadıklarını görüp yaşamaktan kurtulamayan
binlerce örneği tekrarlamaktan kurtulamazlar. Burada yapısal sosyolojiyle
bağını hatırlatmak için Özgürlük Sosyolojisi’nde kapsamlıca yorumlayacağımız
konuya giriş kabilinden değinme gereği duydum.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan
Demokratik Uygarlık Manifestosu’ndan
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info