18 Ağustos 2014 Pazartesi Saat 06:54
Geçtiğimiz günlerde, Amed Büyükşehir Belediye Eşbaşkanı Gültan Kışanak, bir belediyenin kendi sınırları içinde çıkarılan petrolden pay almasını gerektiğini belirtti. Kapitalist modernitenin, IŞİD eliyle Kobanê ve Rojava devrimine saldırıları ve bunun karşısında Kürdistan halkı ve demokratik çevrelerin direşinin, siyasal gündemin merkezini oluşturduğu bir zamanda, söz konusu açıklamalar gündemde pek yer bulmadı.
Kürdistan coğrafyası ve toplumuna, ulus-devletin temel yaklaşımını ele aldığımızda üstü örtülü bir sömürgeci anlayışın halâ egemenliğini sürdürdüğü gerçeğini görürüz. Kürdistan’daki belediyelerin ağır maddi kaynak sıkıntısı çekmelerinin en önemli nedenlerinden biri de budur. Bir bölgede çıkarılan petrol gelirinin bir kısmının, oradaki belediyenin bütçesine aktarılması da böyle bir gerekçe ile talep ediliyor olabilir. Dar anlamda bakıldığında, bu talep bir gerekliliği ifade ediyor.
Tüm alternatif çözüm arayışlarına rağmen, enerji alanında hegemonyasını halâ koruyan petrol, kuşkusuz üzerinde önemle durulması gereken bir konu. Ancak bunun nasıl olacağı, hangi Saiklerden yola çıkılıp, hangi ölçüler ve yöntemlerin esas alınacağı, petrolün kendisinden çok daha fazla önem taşımaktadır.
Hayata geçmesi halinde, toplumun bir kazanımı olarak görülüp doğru ve yerinde bir talep olduğu öne sürülebilir. Ancak, bu haliyle çok önemli eksiklikler ve yanlışlıklar içerdiğini önemle belirtmek gerekir. Her şeyden önce, dar anlamda petrolden pay istemenin demokratik-ekolojik-kadın özgürlükçü bir paradigmayı esas alan ve demokratik toplum modelini öneren bir mücadele ve hareketin anlayışıyla uyuşmadığı, hatta onunla ters düştüğü ortadadır. Belediyelerin maddi sıkıntılarını, bulundukları bölgelerdeki petrolden pay almakla çözmesi mümkün olsaydı, Kerkük ve daha birçok örnek ortaya çıkmazdı. Yani sorun, bu şekilde çözülemeyeceğinden, gerçekten toplumun ihtiyacı olan, doğru tespit etmek ve çözümünü hayata geçirmektir. Günümüzde egemen olan petrol endüstrisinin, toplumsal ve ekolojik açılardan çok büyük ve onarılamaz yıkımlara yol açtığı açıktır. Demokratik toplum paradigması da, petrol de dahil olmak üzere insanlığın fosil yakıtlara mahkum edilmesini yanlış görüp, daha toplumsal-ekolojik-ekonomik açılardan tahribatlara yol açmayan enerji yöntemlerinin bulunması gerektiğini ısrarla vurguluyor. Dolayısıyla ilk adım olarak, petrolün toplumsal yaşamda ve ekonomide yerinin olup olmayacağı, olacaksa neresi ve nasıl olacağını, bu paradigma doğrultusunda belirlemek gerekiyor. Enerji ve petro-kimya ürünleri konusunda sağlıklı yöntemler yaygınlaştırılana kadarki ara süreç içinde petrol kullanımı gereklilik olarak ortaya çıkıyor. Ama bu gereksinimi karşılarken, bugünkü kullanım anlayışı ve uygulamalarını radikal biçimde sorgulamak kaçınılmazdır. Bu çerçevede ekolojik-toplumsal ve ekonomik alandaki yıkımlarını en aza indirecek tedbirleri titizlikle hayata geçirilebildiği oranda, petrol kullanımı ve geliri makul görülebilir. Ama ısrarla vurgulamak gerekir ki, bu da sermaye-iktidar tekellerince değil, ancak toplumun demokratik denetimiyle mümkündür. Dolayısıyla bu konuda gerekli anlayış ve mekanizmaların oluşturulması da hayati önem arz ediyor.
Bir de, petrol her yerde yok. Yani, sadece maddi yönü bile ele alınırsa, ki bu kesinlikle doğru bir yaklaşım olarak kabul edilemez sorun çözülebilecek mi? Hadi diyelim petrolü olan bölgelerdeki belediyelere veya topluma, elde edilen petrol gelirlerinden doğrudan pay aktarıldı. Peki petrolü olmayanlar ne yapacak? onlar kendilerini nasıl finanse edecekler? Burada adalet, dayanışma, birbirini tamamlama nerede kaldı?..
Bir diğer husus da, esasta en büyük yağma ve sömürünün madenler, endüstriyel maddeler, tarım ürünleri ve her şeyden önemlisi de Dicle ve Fırat başta olmak üzere akarsular üzerinde gerçekleştiriliyor olmasıdır. Türkiye genelindeki hidro-elektrik enerjinin gerçekte % 60’ı Kürdistan’da üretiliyor olmasına rağmen kaçak kullanım gerekçe gösterilerek, HES’lerin olduğu tüm bölgelerde elektrik kesintileri, insanları çıldırtacak, yaşamı durduracak noktaya getiriliyor. Nitelik ve nicelik olarak en zengin maden cevherlerinin bulunduğu Elazığ bölgesinde bir tek endüstriyel üretim tesisi yok. Dünya genelinde sekizinci ve Türkiye’de de birinci sırada yer alan Mardin’deki fosfat kaynakları, yıllarca işletilmiş ve durdurulmuş, birkaç yıldır yeniden işletilmekte. Ama bunun toplum ve çevre sağlığına zararları ile Mardin halkına ekonomik katkısının ne olduğunu soran, sorgulayan kimseler yok. Urfa, doğru kullanılması halinde Ortadoğu’nun tahılını tek başına karşılayacak olan Harran ovası yanında, Türkiye’nin en verimli ve en büyük tarım arazisine sahip tek işletmesi olan TİGEM tesisinin barındırmakta. Ama aynı Urfa bölgesinde, her yıl nüfusun yarısından fazlası geçici-gezici tarım işçisi olarak yollara dökülüyor, onca eziyet yetmezmiş gibi zaten düşük olan ücretlerini alamadıkları gibi, aşağılanıyor, faşizan grupların saldırılarına maruz kalıyor, onlarcası da “trafik cinayetlerinde yaşamlarını yitiriyorlar. En fazla petrolün çıkarıldığı Batman, aynı zamanda karayolları en kötü olan bölge. Bununla birlikte, sömürgeci siyaset sonucunda çocuk işçiliği ve uyuşturucu kullanımı gibi sosyo-ekonomik yıkımların en yüksek oranda gerçekleştiği yer de yine aynı coğrafya. Kürdistan’da bunlara benzer birçok örnek vermek mümkündür.
Hem genel anlamda Kürdistan’daki ekonomik imkânlar ile toplumun ekonomik durumu arasındaki dengesizlik, hem de belediyelerin kendi sorumluluklarını yerine getirebilecek maddi imkânlara sahip olamamaları sorunu, tek başına petrol gelirlerinden pay almakla çözülemeyecek kadar ağırdır. Bu nedenle hem sorunu ve hem de çözümü ele alırken bütünlüklü, yeterli derinlikte ve savunulan paradigma ve toplumsal modelle uyumlu biçimde ele almak elzemdir. Bunun için, her şeyden önce kapitalist modernitenin, içeriğini boşalttığı ve sadece altyapı, temizlik vb. hizmetlerle sınırlandırdığı, toplumsal ve ekolojik işlevlerinden soyutladığı belediyecilik anlayışı terk edilmek durumundadır. Bunun yerine, doğru ve gerekli olan demokratik öz-yönetim temelinde toplumun yerelden kendisini yönetebilecek bir anlayışın hayata geçirilmesi bunun için de mevcut belediyelerin öncülük yapmasıdır. Böyle bir sistem içerisinde, her yerel yönetim birimi, tabii ki kendi sorumluluk alanlarındaki ekonomik imkânları toplumsal adaleti ve ekolojiye saygıyı esas alarak, toplumsal ihtiyaçları karşılama temelinde değerlendirebilecektir. Böyle bir yerel yönetim anlayışı toplumun, demokratik özerk topluluklar temelinde, demokratik-komünal-konfederal sisteminin gerçekleşmesi konusunda yaşamsal öneme sahiptir.
Dolayısıyla “petrolden pay isteriz , “vergileri vermeyiz, biz toplarız gibi söylemler yerine, sosyo-ekonomik sorunların radikal çözümünde de yerel yönetim birimlerinin doğru anlayışı, eylem ve öncülüğü gerçekleştirmemeleri, hiç bir gerekçeyle izah edilemez ve bu saatten sonra da ertelenemez.
Ekonomi alanındaki adaletsizlik, parayı alan ve vereni değiştirmekle değil ekonominin, gerçek anlamda toplumsallaşmasıyla ortadan kaldırılabilir. Ekonomik imkanlar ise bunun üzerinden değerlendirilir petrol de dahil !
Hesen Gerdûn
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.org – www.navendalekolin.com – www.lekolin.net – www.lekolin.info