HABER MERKEZİ-Kürt halk Önderi Abdullah Öcalan üzerinde ağırlaştırılmış tecriti kırmak ve özgürlüğünü sağlamak için gönül fedailiği yapan kadın devrimcilerin bağlılıklarını, “Güneşimiz” diye hitap ettikleri Önder Apo’nun Kürt halkı için ne anlam ifade ettiğini anlamlı sözleriyle ortaya koydu.
“Düşmanın kişiliğimde ve dışarıda oluşturduğu tüm zincirleri kırıyorum, özgürleşiyorum” dedi ve cellatları çıldırtan dolu dolu bir gülüşünü patlattı güzelliğiyle cennet menekşelerini kıskandıran bir kadın gerilla, “Bir dokunabilsem diye başlıyordu” bir diğeri. Gün ağarırken öylesine kayıtsızdı şairin elleri, taze uykuları bölünmesin diye ıssız bir koyakta henüz vurulmuş iki Kürt partizan kadının ılık ensesinde. Sahranın derinliğinde kaybolup giden su sesi peşinde koşan bir ceylanın ayağı tökezliyordu şairin dizelerine: “Ve saçları saçlarımın içinde, biçimi ellerimin biçiminde, gözlerinin rengi gözlerimin renginde, gölgemde yitip gidiyor, tıpkı bir (kuş) gibi gökyüzünde.”
Fırladı ayağa bir üçüncüsü kollarını iki yana açarak, “Çatlamayan tohumun ağacı olmaz. Ağaç gibi ağaç olmayana toprak da sahip çıkmaz” ve devam etti yüzüne kelebek konan bir diğeri gözlerini güneşe dikerek, “Seveceksen tohumun toprağını, toprağın tohumu sevdiği gibi sev” diye haykırdı.
İpince ve yemyeşil derelerin rengine bürünerek kıvrıla kıvrıla akıp gitmek isteyen saydam gözlerin kıyısında titreşen kristal gözyaşları… “Bir dokunabilsem” tekrarladı sözünün arkasını getirmek ister gibi ama sesi titriyordu, derin kanyonlarda yankılanan lir, çığlığını yitirmiş bir Mardinli kadının bakışları.
Mavi yazmasını eline alarak “Geçebilirdik her şeyden ve hiçbir yerden. Yani bir tabiat kanunu değildi, belki de düşme sevincinin belleğiydi savaş. Öyle yazılmamıştı, ama belki tam da öyle kazınmıştı, içimize kovulmuş çocukların kefeniyle zamanı ölçen çığırtkan bir sessizliğin kırışmış dudaklarıyla. Elhamra kokulu Lorca’nın yeşili Granada kızılına dönüşmeseydi, kızgın namlulara sümbüller sürebilirdi Fırat’ın kıyısında vuruşan iki dünyanın çocukları” sözlü bir bakış fırlattı.
“Sonbahar insan için hüzündür, bizim için ise yarım kalmış bir mevsimdir” dolu dolu gülüşünü sürdüren güzel gerilla.
Ama gözlerini Güneş’e diken “Gözlerini çok seviyordum” dedi ve sonra “Niye biliyormusunuz?” üstünde somutlaşan bakışları yanıtlar gibi; “Çünkü yaşadığım tarih gözlerindeydi. Gidip gelmeyen tüm sevdiklerin gözlerindeydi, her yolumu kaybettiğimde gözlerini düşünürdüm, çünkü gözlerinde bütün yer yüzü haritalarının koordinatları görünürdü. Açlıkların, sevinçlerin, üşümelerin gözlerindeydi, gitmek istediğin yerler gözlerindeydi; Cudi gözlerindeydi, gitmek istediğin şehirdi, dağdı, özgürlüktü gözlerinde, ah koca Cudi, sen ne heybetliydin, ah yoldaşımın gözleri sen nasıl bir coğrafyaydın ki içinde Cudi’yi her an daha da büyütüyor, Dicle gözlerinde daha bir hırçın akıyordu. Gözlerin gözlerimde boğuluyordu, gözlerim gözlerinde ve gözlerin sadece oku diyordu, oku, İsfahan’ı oku, Mardin’i oku, tarihimi oku, Ninova’yı oku, Diyarbekir’i oku, Nuh’u oku Feqiyê Teyran’ın şiirlerini oku. Hala kırmızı medresemden dört cihan göğe yükselen Meleyê Cizirînin aşk kokan kasidelerini, dört bir yanından Botan’ın tarihe inat, asimilasyonlara inat dimdik ayakta kalan dengbêjlerin klamlarını oku.”
Çalıların arasında Güneş’in sulietini görür gibi, suskunluğunda direnen kızıl saçlı olan ise “Sen niye susuyorsun” sorar gibi tüm yürek dinginliği ile “Susmuyorum, susmayacağım” dedi ve devam etti: “Susmuyorum, geceye bakıyor pencerem sadece. Mezopotamya kokuyor yağmur, tenin kokuyor Mezopotamya, yani özgürlük, yani yürek dinginliği ve yokluk ve hüzün ve sessiz bir çığlık…
Çırılçıplak yağmur damlaları ilişiyor resmine.. Gözelerime sorsan yine ‘hiç susmadın ki’ diyecek bu elemli seher deminde, Kürdistan akşamlarında…
Saatin sesini kıskanıyor kalbim, yokluğunda, yokluklarında… Düşünürken sende Newroz kokan baharları, bir kez olsun titreseydi, depremler olmadan içimde. Bir kes olsun hızlanan adımlarıma eşlik etseydi, kırmızısı yüzümün ve sekseydi kalbim upuzun koridorlarında aşkın ve özgürlüğün.
Gece bakıyor pencereme, Arsız sessizliği ve karanlığı, biliyor merdivenlerimdeki boş basamakları. Biliyor da söylemiyor. Ve böylece mahkum ediliyor zihnim anlık teredütlerde tökezlemeye. Birden küle dönüşüyor ateşlerim… Öksüz kalıyorum ve üşüyor yetimliğim. Sen gördün ya…
Bir bulabilsem kendi dilimi, hiçbir dil ailesinden gelmeyen sözcüklerimi, kimsenin bilmediği, ele geçirmediği, kirletmediği. Ama kalbim tutmuyor ki ellerimden ve ben düşüyorum, zihnimin prangası diplere. Düşünürken zülfünü zülüflerin, gül gülüşlerinde ülkemin sokaklarında korkusuz oynaşmaları çocukların…”
‘Evet gerçekten öyle…’ dedi kara kaşlarını kaldırarak, zeytin tanesi güzel gözlerini açabildiği kadar açan bir diğeri ve tamamlamaya çalışıyordu yoldaşının sözlerini; “
Göğsümün kirişlerine yaslanmış haykırıyorken; hasretin, kurumuş bir çınar yaprağı gibi düşüyor gözlerimin nehrine. Seni düşünürken alnımın damarı çatlıyor bir çıkış yolu bulamıyorum kahrıma.
Dicle’ye haykırıyorken sessizliğim, hayalin süslüyor suyunda, berrak bir Botan deminde uyumuş gibi yorgun kirpiklerine. Gönlünün barikatlarını bir bir yıkıyor damlalar. Ağlıyorsun…
Ağlamak kavuştursaydı, kim sevdası uğruna ölümü göze alırdı ki!
Zin’in isyanı şehri Cizre’yi yakardı olmasaydı ihanet ve aşkı yüreğinin damına çıkıp aklını aldığı vakit.
Veya bir martı, derin dağ koyaklarından bağrına yüklediği rüzgarı iskelede bir karanfilin saçlarına bağlamak için deli divane olup yollara düşer miydi hiç?
Ve Feqiyê Teyran, bir ömür boyu, bir kuşun aşkına yollarca ve dergahlarca ve yorulmadan mutluluklar tükenir miydi hiç. “
Hep birlikte devam ettiler tüm cennet gülüşlü yoldaşlar; “
Önce bir kar tanesi gibi konarsın garip bir dağın yücesine… Varsa içinde bir iş görmenin mutluluğu sevda güneşin eritir seni. Dağları taşları aşarsın, nehirler yol verir sana… Gün gelir ağaçların gölgesinde dinlenirsin. Belki kurumuş bir çınar yaprağı düşer üstüne. Sırtında taşırsın taşıyabildiğin kadar. Ona sevgini verirsin, paylaşırsın hayatı. Sen nereye o oraya. Kaç mevsim geçer bilmezsin. Hem sevgi değil mi mevsimleri unuturan.. Yılar geçer bir de bakarsın ki ulaşmısın denize.
Kavuşmak; karanlık bir tünelin ucundaki ışığa ulaşmak gibidir. Sabır ister. Yürek ister. İnanarak attığın adımların seni ışığa kavuşturur, bir de bakarsın ki o ışık seni bir zamanlar dağ başında eriten sevda güneşindir.
Her zaman geçtiğin yollara özlem çizer, buğulanan camda resmini seyrederdik. Yağmur yağarken dışarıda gökkuşağı çizer, her renge adını verirdik, ama beğenmezdik. Sen renkten öte, sen buluttan öte, sen içimize yağan yağmurdan öteydin. Yakıştırmazdık sana…”
Sonra Newroz ateşiyle tanrıça dansının sahnesine çıkmadan önceki Sema Yüce yoldaşının mektubuna ilişti gözleri; “Nasıl ki gökyüzünde iki güneş yoksa ve olmayacaksa, bir insan için, özgürleşmek isteyen bir kadın için, iki yaşam seçeneği, iki moral merkez olamaz. Bu satırları yazdığım AN, kendimde düşünsel, moral ve yaşamsal açıdan Başkan APO’yu tek merkez haline getirdiğim, kendimdeki tüm iç engelleri aştığım An’dır” diyordu.
Peki ya onların o cennet kokan Zilan yoldaşlarının şu sözleri; ‘’Bizler, sizin bitmez, tükenmez emek ve çabalarınıza karşılık, canımızı bile versek yeterli değildir. Keşke canımızdan başka verecek şeylerimiz olsaydı. Siz yaşamınızla bir halkı yeniden yarattınız. Bizler sizin eseriniziz. Tüm Kürdistan Halkının ve dünya insanlığının geleceğinin teminatısınız. Yaşamınız bile onur veriyor, sevgi, cesaret, inanç veriyor. Tüm Kürdistan Halkı ve milyonlarca insan size ölümüne bağlıdır.’
Ya ihanete olan kin ve öfkesi kadar Güneş’ine olan sevgisi ile yanıp tutuşan Viyan Soranların şu sözleri; “Senin ismini duyduğum ve tanıdığım günden beri yaşamı hissediyor, kim olduğumu ve nasıl yaşamam gerektiğini biliyorum. Yani fikirlerin beni bana tanıttı ve anlamlı yaşamayı öğretti. Özgürlüğün alfabesini bana öğrettin.”
Gülüşleri ile köle zincirlerini eriten Şarıstan Botanların derin sözleri olan “Başkanım, siz balçıkla sıvanmaya çalışılan bir Güneşsiniz. Ben de bu güneşin aydınlığını görmüş, ondan kopamayacağımı anlamış bir fedaiyim. Çünkü 21. Yüzyılın sosyal mücadele çizgisini Apoculukla o kadar somutlaştırdınız ki ; bu ulusal kurtuluş yolu insanlığa bir kez daha zincirlerinden başka kaybedecekleri bir şeyin olmadığını ispatladı. Bu, onları eyleme kaldırdı. Ben bu eylemimle düşmanın kişiliğimde ve dışarıda oluşturduğu tüm zincirleri kırıyorum, özgürleşiyorum” tüm herkesi Güneş’in etrafında kenetlemeye çağırıyorlar.
Leyla AGİT
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi