İktidarcı-devletçi sistemin ulus devlet olarak örgütlenerek, halkların kadim vatanlarını gasp edip kendileri için sınırları çizilmiş bir iktidar alanı haline getirdiği günden bugüne, egemen sınıf ve zümrelerin ezilen halklara, sınıflara ve sistem dışında tutulan toplumsal kesimlere yönelik bakış açıları retorikte bazı değişiklikler yaşasa da öz olarak hep aynı kalmıştır. Bu egemen sınıf ve zümreler kendilerini her şeyin sahibi olarak görüp diğer herkesi de yabancı, öteki olarak kodlamışlardır. Onlar öğretmen; diğer herkes öğrenci, onlar ev sahibi; diğer herkes kiracı, onlar insanlığın ulaştığı en üst ve en son düzeyi temsil ederken; diğer herkes ise geri kalmış, cahil, barbar…
Kürdistan’ı Türk uluslaşmasının yayılma alanı ve bir iç sömürge olarak egemenlik altında tutan, Kürt halkını kendileri için “hizmetçi, amele, köle” yapmak için son 100 yılda onlarca toplu kıyım-katliamlar gerçekleştiren, her türlü asimilasyon ve soykırım politikalarını yürütmeyi kendisi için ilahi bir hak olarak gören, buna karşı direnenleri de şaki, barbar, geri kalmış, bölücü ve çağın moda deyimiyle terörist olmakla suçlayan soykırımcı sömürgeci Türk faşizmi, Kürtler dışında kalan Türkiye’deki diğer halklar ve toplulukları da hep bu şovenist sistem ve zihniyetinin bir parçası haline getirmenin çabası içinde olmuştur. Ve maalesef bunda önemli oranda başarılı olduğunu da söylemek mümkündür. Bu açıdan sıradan insanından memuruna, siyasetçisinden aydın, yazar ve sanatçısına kadar bu şovenist egemen ulus zihniyet ve hastalığına yakalanmayan hemen hemen hiç kimse kalmamıştır. Kiminde az, kiminde çok, kiminde şöyle, kiminde böyle olabilir, ancak kendilerini ulus devletin yarattığı yapay “Türk” kimliği ile tanımlayanlar sistem tarafından öteki, yabancı olarak kodlanan kesimlere hep bu egemen ulus kibriyle bakmış, yaklaşmıştır.
Uzun yıllar boyunca bu kibrini ve yaklaşımlarını çok açık sergilemekten geri durmadılar. Ancak dünyada ve bölgede yaşanan gelişmeler, özellikle de ezilen halk, sınıf ve toplum kesimlerinin yürüttüğü mücadeleyle ulus devlet sisteminin şekli de olsa kendisini ‘demokrasi’ kılıfıyla gizleme ihtiyacı duyması, Türk egemen ulus zihniyetinde de retoriğin değişmesini gündeme getirdi. Bu retorik değişimin bir sonucu olarak, herkes durduğu yer ve güttüğü amaçlara göre kendisini sağcı, solcu, demokrat, muhafazakar, Müslüman, laik gibi sıfatlarla piyasaya sürdü.
CİLA FARKLI, ÖZ AYNI
Şu anda siyaset, akademi-entelijansiya bağlamında Türkiye tablosuna bakıldığında çok kimlikli, çok renkli, çok sesli bir görüntüyü görürsünüz. Türkiye’nin aydınları, yazarları, akademisyenleri, solcuları, sağcıları, demokratları, sosyal demokratları, liberalleri, yeşilcileri… velhasıl aklınıza ne gelirse çok çeşitli kimlikler altında kendilerini ifade edenler mevcuttur. Ve bunlar arasında çok derin ve köklü çatışma ve çelişkiler varmış gibi görülür. Kuşkusuz her toplumda olduğu gibi Türkiye toplumunda da bir düzeye kadar bu farklılaşma ve ayrışma vardır, bu da doğaldır. Tarihsel olarak da kökü derinlere giden sınıfsal, kültürel farklılıklar bulunur. Ancak Türkiye tarihi ve sistemi öyle bir özellik arz eder ki bazı önemli konularda tüm bu farklılıkların bir anda ortadan kalktığını, sadece yol-yöntem ve üslup düzeyinde bir ayrışma yarattığını hemen anlarsınız. Hepsinin cilasını biraz kazıdığınızda altından çeşitli renk tonlarında faşist şoven zihniyet hemen sırıtır.
Çünkü bu sistem hiç kimseyi başka türlü kabul etmez. Sistem içinde olup da buna uymayanlar bu faşist şovenizmin hışmına uğrayanlarla bir tutulur ve hemen ötekileştirilip düşmanlaştırılarak hadleri bildirilir. Türkiye sosyalist hareketi 68 kuşağı deneyimlerinden bunu yaşamış ve bu deneyimin bir sonucu olarak şu an bulundukları konumları almışlardır. Birçok değerli devrimci önder sistemin bu faşist şovenizmine karşı çok net tavır alıp bunu canları ile öderken, bazıları da reformist bir çizgiye konumlanıp sistemiçileşmeye yol almaya başlamıştır. Özellikle de 1980 askeri faşist darbesi bu keskin ayrımı çok sert ve kanlı geliştirmiştir. Bu açıdan yaptığımız değerlendirmeler faşist şovenizme karşı devrimci, insani ve ahlaki bir tutum alan, her türlü sistemiçileşmeyi ret eden kişi, kurum ve örgütlere değildir. Onlar zaten devrimci mücadele ve görevin bir gereği olarak faşizmin gadrine uğrayan ezilenlerle dün olduğu gibi bugün de yan yana durmakta, omuz omuza mücadele etmektedirler. Bu açıdan kendilerini allayıp pullama ihtiyacı duymazlar: Safları net, tutumları keskindir.
AH ŞU KÜRTLER OLMAZSA!
Ancak diğerleri için durum hiç de bu kadar basit değildir. Koyun postuna bürünmüş kurt oldukları (bozkurt demek gerekiyor herhalde) önünde sonunda ortaya çıkmaktadır. Ah şu Kürtler olmasaydı ne güzel de demokratlık, solculuk, Müslümanlık yapacaktık, bir aydın yazar, hümanist bir düşünür olarak ne de güzel yaşayıp gidecektik, derler. Ama Kürtler biraz hak deyince, insanca ve özgür bir yaşam, ulusal değerlerim dediği anda bu kesimler taşıdıkları egemen ulus zihniyetinin istem dışı bir refleksi olarak gerçek yüzlerini göstermektedirler. Kürtler bir de bu talepleri için mücadele ettiler mi, bu kesimler zıvanadan çıkmaktadırlar.
Çünkü Kürtlerin bu mücadele ve istemleri onların sadece demokratlık, solculuk, Müslümanlık, aydın, hümanist düşünür vb. maskelerini indirmekle kalmıyor, yapay Türk kimliklerini tehlikeye atıp insanlıklarını sorgular hale getiriyor. Sistem tarafından nasıl da devşirildikleri, İttihat ve Terakki zihniyetinin bir inşası olan Kemalist Cumhuriyetin icat ettiği yapay ‘Türklük’ kimliği içinde nasıl eritildikleri, kendilerine Müslümanım demelerine rağmen Allah’ı, Hz. Muhammed’i ve Kuran’ı inkar edip karşı safta yer alan Ebu Sufyan ve Ebu Cehil’in önünde günde 5 defa nasıl da secdeye vardıkları ortaya çıkıyor. Bu gerçeklikleri ortaya çıkınca da telaşa kapılıyor; bu telaş ve panik havasıyla “En iyi Kürt ölü Kürt’tür” diyerek saldırıya geçiyorlar. Kürt öldüğüyle kalsın, sesini çıkarmasın, yaşadığı kadarıyla (buna yaşam denirse tabi) şükretsin istiyorlar. Kürt bunu kabul etmeyince anne karnındaki doğmamış bebekten tutalım, çocuğundan, kadınına, yaşlısından gencine herkesi katlediyor; bununla da yetinmeyip katlettiklerinin cenazesine işkence yapıyor, parçalara ayırıyor, mezarda bile rahat bırakmayıp mezarlıkları bombalıyorlar.
Türk faşist şovenizminin dünyada başka bir örneği var mıdır, gerçekten de bilmiyorum. Çünkü bilinecek gibi değil… İnsanın aklı, izanı almıyor. Dibi olmayan kapkaranlık bir çukura benziyor. Ancak başkalarını yok ederek var olabileceğine şartlandırılan, kendine özgü bir varlık hakikatine sahip olmayan hastalıklı bir ruh hali… Gerçekten de Türk faşist şovenizminin yarattığı bu sosyolojik vakanın her açıdan incelenmesi gerekiyor.
ÖNCE İNSAN OLUN!
Vallahi de billahi de Kürtlerin sizin demokratlığınızla, solculuğunuzla, Müslümanlığınızla, aydın-düşünür olmanızla, hatta Türklüğünüzle bile bir derdi yoktur. Hatta böyle olmanız için elinden geleni ardına koymuyor, dua bile ediyor. Tek istedikleri sadece tekrardan İNSAN olmanızdır! Kürt’ün insan olarak kalmadaki ısrarı, bunun için yürüttüğü mücadele, sizin de tekrardan insanlığınızı kazanabilmenizin mücadelesidir. Çünkü bu sistem ve onun faşist şoven zihniyeti sizleri insanlıktan çıkarmış, tüm insani değerlerden uzaklaştırmış. Bu nedenle ilk önce tekrardan insanlığınızı kazanmanız gerekir. Ardından ne olmak istiyorsanız olursunuz: İster solcu olursunuz ister sağcı, ister demokrat veya liberal olursunuz isterse de muhafazakar. Bu size kalmış, ama önce insan olun, yoksa bu zihniyetle bu sıfatları taşıyamazsınız, taşıyamıyorsunuz da!
Ulaş ARSLAN