2021 Sonbaharı itibariyle tüm göstergeler AKP-MHP faşist iktidarının bitişine işaret ediyor. Ülke içinde kitle desteği artık kendi anketlerinde bile yerlerde sürünüyor. Ekonomik kriz ise Türk lirasının değerindeki inanılmaz düşüşte görüldüğü gibi gittikçe derinleşiyor. Başurê Kürdistan’ı işgal hamlesi ise gerilla direnişine çarpıp tuzla buz oluyor. Dışarıda emperyalist devletlerarası çelişkileri kullanarak kendine açtığı alan gittikçe daralıyor. Artık faşist iktidarının sonun nasıl olacağı birçok kesim tarafından tartışılıyor. Sadece Türkiye halklarının değil tüm Ortadoğu halklarının başına bela olan bu iktidarın seçimle mi yoksa demokratik direnişle mi son bulacağı önümüzdeki dönemin başlıca merak edilen gelişmesidir.
Fakat AKP-MHP faşist hükümetini sıradan bir hükümet gibi ele almak nasıl bir konjonktürde iktidara geldiği ve nasıl hareket ettiğini ele almamak düşüşü ardından yaşanacak gelişmeleri tam öngörememeye yol açacaktır. Her şeyden önce yaratılan tahribatın boyutunu anlamak için AKP-MHP faşizmi mümkün kılan atmosferi analiz etmemiz gerekmektedir. Ancak böylesi bütünsel bir bakış gelecek süreçte halklarımızın bu faşizm karşısında geliştirdiği ve sonuç alan direnişin sonuçlarını doğru değerlendirmeye yol açar.
ÇATIRDAYAN SİSTEM
Kapitalist modernitenin 20. yüzyılda oluşturduğu devletlerarası sistem, ilişkiler ağı çöktü. Bu çöküş ne bir anda gerçekleşti ne de aslında 2000’li yıllarla başladı. Sovyetlerin dağılışı kapitalist modernitenin yapısal krize girmesinin simgesel başlangıcıydı. Wallerstein gibi düşünürler bunu liberalizmin bitişi olarak ifade ederken, Önderlik 3. Dünya savaşının başlangıcı olarak değerlendirdi. Aslında bir bütün olarak 30 yıllık bu dönemi, kapitalist modernitenin temel kurumlarının ağır çekimle çöktüğü bir kaos süreci olarak görmek yanlış olmayacaktır.
2001’deki 11 Eylül saldırılarını bir olay önemli değişimlerin başlangıcı olarak gören anlayışın aksine bu olayı ancak bu dönemin belirgin göstergelerinden biri olarak ele alabiliriz ne daha fazla ne daha az. 2003 Irak İşgali ya da öncesi şimdi pek hatırlanmayan Sırbistan’a yönelik saldırı bu dönemin başlangıcında hatırlanması gereken temel olaylar olmaktadır. Tabi Önderliğe yönelik uluslararası komploda ancak bu çerçevede anlamlı hale gelebilir ve uluslararası hukukun inkârı, sistem karşıtı hareketlere karşı devletçi güçlerin ortak tavrı, karşıt çıkarları olan güçler belirli zaman ve yerde ittifak kurabilmesi gibi bu dönemin tüm karakteristik özelliklerini gösteren bir durumdur. 2011 yılında başlayan “Halkların Baharı” ve Ortadoğu’nun tümünün açık savaş alanı gelmesi ise 3. Dünya Savaşının temel bir muhaberelerinden biriydi. Bu muhabere bir süre sonra Suriye’ye kilitlendi ve nitekim halkların umudunu temsil eden Rojava Devrimi de bu süreçte filizlendi gelişti ve devrim tüm saldırılara, eksikliklere rağmen kaos sürecinden demokrasi güçlerinin nasıl çıkabileceğini gösteriyor. Suriye’de sıcak savaşın seviyesinin düşmesi egemen güçlerin beklentisinin aksine ne bu ülkedeki savaşın bittiğini ne de Ortadoğu’da düğümlenen ve açık bir şekilde görünen kapitalist modernitenin krizinin atlatıldığı anlamına geliyor. Aksine bu süreç farklı farklı bölgelere yayılarak daha da derinleşiyor.
Bu dönemi sadece Ortadoğu’da yaşanan bir süreç olarak görmek oldukça yanıltıcı olacaktır. Sıcak sahası Ortadoğu olmakla birlikte kapitalist modernitenin çıkmazı her yerde kendini göstermektedir. Klasik üst yapı-alt yapı penceresi eksik olmakla birlikte belli veriler sunmaktadır. Bu açıdan üretimin hem daha karmaşıklaşıp, emek gücüne daha az bağımlı hale gelmesi yani emek yoğun üretimden bilgi yoğun üretime geçilmesi hem de üretim mekânların merkez emperyalist ülkelerden yarı çevre ve çevre ülkelere dağılması klasik kapitalist ulus devlet ilişkiler ağının farklılaşmasına neden olmuştur. Diğer yandan 1968 sonrası kültürel değişim zihinsel dünyada kapitalist modernitenin tüm dogmalarını un ufak etmiştir. Marks’ın deyimiyle bir kez daha katı olan her şey buharlaşmıştır. Sanayi devrimi sonrası gelişen süreç bir kez daha bu sefer daha büyük çaplı gerçekleşmiştir.
Bu bir yandan yenilenme yeni bir mekanizma istemekte diğer yandan cevher değişmediği için eski hiyerarşik düzen kendini korumaktadır. Zaten esas mesele de yeni piramidin nasıl oluşacağıdır. Basitçe bugünkü krizin hegemonya krizi olduğunu da ifade edebiliriz. Daha önce ABD hegemonyasının arkasında sıralanan kapitalist devletler için şimdi de kartlar yeniden dağıtılmaktadır. Emperyalist tekeller arası çelişkiler ve paylaşım problemi ilk iki dünya savaşındaki gibi topyekûn bir karşı karşıya gelmekle çözülme aşamasını geçmiştir. Çünkü tüm tekelci güçler ve çıkarları birbirinde ayrıştırılamayacak biçimde iç içe geçmiştir. Üçüncü dünya savaşını ilk ikisinden ayıran, süresini uzatan denge budur. ABD’nin siyasi ve maddi gücünü rakiplerine oranla açık ara koruyor olması hegemonik konumunun sallantıda olduğunu gizleyememektedir. Bu kaos sürecinden kendini yenilemiş bir şekilde tekrardan hegemon biçimde çıkmayacağı anlamına gelmez fakat bunun eski tarz, eski örgütlenme modelleri ile olmayacağı kesindir.
KAOS SÜRECİNİN NİTELİKLERİ
Devletçi uygarlığın tüm evrelerinde olduğu gibi kapitalist sistem içerisinde de devletler belli kurallar doğrultusunda hareket ederler. Nasıl ki devlet ölçeğinde egemen olan tekel kendi egemenliğini ve iradesini toplumlara zor ve ikna yoluyla empoze ediyorsa küresel düzeyde de hegemon devlet aynı biçimde kendi egemenliğini diğer devletlere dayatır. İlkine ulusal hukuk denirken ikincisine uluslararası hukuk şeklinde kavramlaştırılır. Kuşkusuz bu kavramların biçimlenmesi bu kadar basit değildir fakat özü budur. Bir ülke içerisinde egemen tekel kendi iradesini topluma dayatamadığında farklı özneler bu boşluğu yeni bir tarzla doldurmaya çalışırlar, aynı şey devletlerarası zeminde de geçerlidir. Bu tür dönemler eski sistem içerisinde belli konuma sıkışmış devletler içi fırsatlar ve tehlikeler sunmaktadır.
Bu dönemler yani kaos süreçleri ikili karakter taşır. Hem sistem dışı güçlere atılımlar aslında kelimenin gerçek anlamıyla devrim yapma olanağı sunarlar. Çünkü sistemi ayakta tutan sütunlar çürümüştür. Devletlerin toplum üzerindeki egemenliğini zor ile beraber sağlayan ve aslında temel belirleyici olan kitlerin rızasını üretimi artık çok daha az ikna ediyordur. Bugün için konuşursak kapitalist modernitenin temel ideolojisi olan liberalizm artık çok insana dünyayı açıklayan ve olması gerekeni gösteren bir ilkeler dizisi olarak gelmektedir. Devletin ideolojik aygıtları eski malzemeye ile yeni şeyler üretememektedir. Tam da burada toplumsal güçler ahlaki ve politik ilkelere dayalı yeni bir sistem önerisine çok daha fazla insan kulak kabartır. Ve yine daha fazla insan yeni bir dünya için harekete geçmeye isteklidir. Çünkü hem zihinsel anlamda hem de maddi anlamda artık kaybedecekleri şey daha azdır.
Fakat kaos süreçlerinin bir de diğer yanı vardır. Devletçi güçler daha önce bir biçimde istikrarlı hale getirdikleri tahakkümlerini kaybedince üstünlüklerini koruyabilmek için daha açıktan şiddete ve zora başvurabilirler. Daha önce toplum lehine verdikleri tavizlerin artık bir anlamı yoktur. Bu nedenle devletçi güçler bunları bir kenara bırakma da artık daha rahattırlar. Bu durumun günümüze yansıması basitçe devletlerin demokratik değerlere ve insan haklarına riayet etmek için verdikleri sözden caymalarıdır. Dünyanın her yerinde çoğu kesimin işaret ettiği otoriterleşme bunu ifade etmektedir. Sadece ABD Başkanlık seçimleri sonrası Trump taraftarlarının yapmaya çalıştığı darbe bile bu durumu tüm açıklığı ile anlatmaktadır. Liberalizmin simgesi olan ABD’de de böyle bir girişimi daha önce kim düşünebilirdi ki? Kısacası eski ilerlemeci dogmanın aksine sistemin iflas etmesi daha güzel günlerin geleceğinin garantisi değildir. Aslında bu daha bir yüzyıl önce de kanıtlanmıştı. Birinci Dünya Savaşının da gösterdiği gibi yıkılan sistem devrime yol açtığı gibi faşizm de üretebilir. Aynı şey günümüzde daha fazla geçerlidir.
Devam edecek…
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi