KRİZ,KAOS VE TC
TC’nin soykırımcı sömürgeci çekirdeği üzerine şekillenen AKP-MHP faşizmi tam da bu dönemin ürünü olarak iki temel argüman üzerinden hareket etti. İlki Kürt soykırımı üzerine inşa edilen TC’nin resmi ideolojisi özgürlük hareketinin mücadelesi sonucunda çökmüştü, yerine yeni bir şeyler gerekiyordu. İki emperyalizmin icadı olarak Ortadoğu’da Batı’nın jandarması olarak dizayn edilen TC yeni bir konum istiyordu yani uluslararası krizden bölgesel emperyal bir güç olarak çıkmak istiyordu. AKP-MHP faşizmi bu ikisini gerçekleştirme iddiasıyla yola çıktı ve devletin derin çekirdeği ile bunun üzerinden uzlaştı.
20. yüzyıl boyunca NATO’nun ileri karakolu görevini yerine getiren ve her ulus devletin sahip olduğu göreceli hareket alanı bile tartışmalı olan TC’nin resmi ideolojisi 1990’larla birlikte ciddi bir krize girdi. Bu onu var kılan küresel krizle yerel dinamiklerin bileşkesi olarak ortaya çıkan bir durumdu. Soykırımcı sömürgeci TC’nin paradigmasına vurulan en büyük darbe kuşkusuz özgürlük hareketinin diriliş devrimiydi. Bu sistem Kürt soykırımı üzerinden şekillenmişti ve her hücresine hukuktan kültüre eğitimden diplomasiye damgasını vuran bu inkar ve imha zihniyetiydi. Devlet Kürt halkını ortadan kaldırmak ve Kürdistan’ı Türk faşizminin yayılması sahası olarak kullanma üzerinden inşa edilmişti. Önder APO öncülüğünde başlayan devrimle Kürt halkı tüm yapılanlara rağmen sadece varlığını tekrardan oluşturmamış aynı zamanda devletin sütunlarını çatırdatacak bir boyut kazanmıştı. Kürt halkı artık sadece parya olmaya kabul etmiyor aynı zamanda özgürlüğüne büyük bedeller vererek yürüyordu.
TC yerelinde resmi ideolojiyi zorlayan bir diğer nokta ise Beyaz Türk faşizmine ABD’nin Yeşil Kuşak projesi çerçevesinde büyük imkânlar verilen Yeşil Türk faşizminin Anadolu sermayesi Konya-Kayseri merkezli canlanıp iktidarı talep etmesiydi. Temel zihinsel kodları ortak olan bu iki faşist eğilim yavaş iktidar mücadelesine soyunuyordu. Diğer ikisine oranla daha fazla devletin çekirdeğine ve emperyalist sisteme bağlı olan Kara Türk faşizmi ise bu iki kesim arasında güçlü olan ile ittifak kurarak ilerlemeye çalışıyordu. 1990’lı yıllar boyunca bu krizli hal devleti devlet olmaktan çıkarırken emperyalist sistemin Beyaz Türkçü sisteme verdiği büyük destekle bitti. Kendi eserleri olan uluslararası komplo ile Önderliğin esaretine yol açmaları merkez kapitalist devletlerin Kürt soykırımındaki rollerini bir kez daha açığa çıkarıyordu. 28 Şubat darbesi de aynı şekilde Kemalist kliğe iktidarını bir kez daha yeniden örgütleme fırsatının verilmesiydi.
Fakat esasında Önderliğin İmralı’daki duruşu buna olanak vermedi. Özgürlük hareketinin bir kez daha bu sefer yeni ve güçlü bir hamle ile 2004’te mücadeleyi yükseltmesi rejimin yeniden örgütlenme imkanını bitirdi. 2002’de iktidara gelen AKP Beyaz Türk faşistleri ile girdiği iktidar mücadelesinde özgürlük hareketinin mücadelesini olabildiğine kullandı. 2008 ile beraber başlayan Ergenekon operasyonları AKP’nin iktidar mücadelesinde o zamanki müttefiki Fethullahçılarla birlikte üstünlüğü ele geçirdiğini gösteriyordu. Bu süreçte AKP Kürt sorununu çözmek istiyor gibi görünmeye muhtaçtı.
FAŞİZME KARŞI DEVRİM HAMLESİ
7 Haziran 2015 seçimleri Türk devletinin o güne kadarki rejiminin bittiğini ilan ediyordu. Bu tarihte artık Türk devletinin önünde iki seçenek vardı. Ya Önderliğin devletle kurduğu diyalogda gösterdiği gibi devlet Kürt sorunun demokratik çözümü temelinde ciddi bir değişim ve dönüşümden geçecek ya da faşist soykırımcı çekirdek üzerinden yeniden restorasyona gidecekti. 2015 kriz anıydı ya devrimci-demokratlar devrim hamlesi yapacaktı ya da egemenler karşı devrime girişecekti. İkisi için gerekli imkanlar söz konusuydu. Haziran seçimleri ardından hamle yapıp 1 Kasım 2015’te iktidar darbesini yapan karşı devrimci güçlerdi. Özyönetim direnişleri ise bu faşist darbeyi karşıladı, ilk elden yapılan Kürt soykırımının yol haritası “Çöktürme Eylem Plan”ını kadük bıraktı. 2016, devrimci intikam eylemlerinin yoğunlaştığı bir yıl olsa da aynı yıl AKP-MHP faşist iktidarı 20 Temmuz darbesi ile inisiyatifi ele geçirdi.
Yeşil Türk Faşizmi uluslararası sistemdeki kriz zemininde yeniden örgütlenmeye girişti. Ve bu temelde Kara Türk faşizmi ile Beyaz Türk Faşizminin bir bölümü ile ittifaka girdi. Ergenekon’un dışarıdan desteklediği AKP-MHP faşist iktidarı bu çerçevede hayat buldu. Devletin esas çekirdeği de buna ikna edildi. Artık hedef Beyaz Türk faşizminin 1920-30’larda yaptığını bu sefer Yeşil Türk Faşizmi önderliğinde yeniden yapılanmasıydı. Yeni Türk devleti Kürt soykırımını tamamlamış bölgesel emperyal bir güç olacak ve kurucu partileri de AKP ile MHP olacaktı. AKP-MHP faşizmi devleti tümden ele geçirecek, kendi hegemonyasını kuracak ve yeni bir devlet söz kuracaktı. Faşizmi destekleyen kesimlerinin tümü bu hayali paylaşmasa da esas motivasyon buydu. Artık siyasi bir parti niteliğini kaybetmiş olan AKP’nin ve Erdoğan’ın bu çerçevede bir projeyi hayata geçirmeye yetenekli olup olmadığı tartışmalı olsa eldekilerle bu yapılmak isteniyordu. MHP ile kurulan ittifakta faşizmin dinci söylemlerin milliyetçi söylemlerle harmanlanmasını sağlıyordu. Erdoğan’ın ikinci “Atatürk” gibi fetişleştirilmesi ve yeni bir lider kültünün oluşturulması de bu amaç yani yeniden kuruluş ile ilgiliydi.
Uluslararası sistemin kaosu hem bu faşist iktidarın oluşum nedenlerinden biriydi hem de ona bu imkanı sundu. Değişimin zorunluluğunu gören egemenler kendi zihniyetleri doğrultusunda değişime yani doğrudan faşist diktatörlüğe doğru adım attılar. TC’nin yasal çerçevesinde yapılan değişimler(Cumhurbaşkanlığı sistemi vs.) bu temelde gerçekleşti. Her seferinde seçimleri ya da referandum sonuçlarını tanımamaları, kendilerine göre değiştirmeleri bu mantıkla oldukça uyumluydu ve ne dışarıda ne içeride beklenen tepkileri doğurmadı. Türk devleti yeniden örgütlenecekti. Yeni Osmanlı kavramları ile yeni bölgesel emperyal güç olmak için adımlar atıldı. Türk faşistleri uluslararası krizi gördüler ve kimi zaman merkez kapitalist devletlerin içlerindeki çelişkiyi kullanarak ama her zaman bu krizi kendi lehlerine kullanmak için pratik hamleler atmaktan çekinmediler. ABD ve Rusya’yı daha önce tahmin edilemeyecek şekilde karşılarına alabilmelerini olanaklı kılan bu uluslararası kaostu. TC faşizminin egemenlik hülyalarının sınırı yoktu. Zaman onlara sıkışıp kaldıkları bu yarımadadan daha fazlasına hükmedebilecekleri alanı ele geçirebilecekleri zaman gibi geldi, tıpkı atalarının yaptığı gibi. Tekrardan fetihler çağına dönebilirlerdi. Ordularının Kürdistan dağlarında sürekli fiyaskolarını geçici olarak unutturacak bir şey bulmuşlardı; “yerli” ve “milli” bir silah yani SİHA’lar. Ve askeri teknikteki yenilikleri kendi arzuları doğrultusunda pohpohladılar. Bir Fransız dergisinin Türk SİHA’larını “yeni” Yeniçeriler olarak tanıtması bu açıdan oldukça çarpıcıdır. Yapılan tüm abartmaların yanında bu silahın geniş bir coğrafyada etkili olduğunu da görmemiz gerek. İnsansız keşif uçakları aslında “yerli ve milli” olmasa bile Türk faşistlerine bir dönem önemli bir motivasyonda sağladı.
Türk faşistleri kendi iktidarları için artık ne içerde ne dışarıda herhangi bir sınır tanımıyorlardı. Burada Türk faşizminin mevcut ulusal ve uluslararası yasaları tanımamasına çok işlenmeyen iki örnek verilebilir. İlki kendisi de gayrı meşru Rojava işgallerinde kullandığı Suriyeli paralı çeteleri Libya ve Ermenistan’da kullanmasıydı. Bu çeteleri Libya’da kullandığını ne kendisi inkâr etti ne de bunu teyit eden uluslararası kurumlar bu nereden bakılırsa bakılsın herhangi yasal bir kılıfa uydurulamayacak bu uygulamaya gerekli yaptırımlar uyguladılar. Bunun 20. yüzyılda herhangi bir devletin hele de Türk devletinin yapması hayal bile edilemezdi. İkincisi faşist iktidarın şeklen küçük fakat etkisi çok büyük ortağı MHP’nin şefi Bahçeli bir değil birkaç kez bu sistemin temel kurumlarından olan Anayasa Mahkemesi’nin kapatılmasını dillendirilmesiydi. Kapısına kilit vurulmalı dediği kurum açık bir anayasal güvenceye sahipti ve sözde TC sisteminin yargı erkinin en üst noktasıydı fakat bu mahkemede kendini koruyacak hiçbir şey yapamadı. Yasalarda açıkça suç olarak tanımlanan bu eylemi Bahçeli ısrarla ve üstüne basa basa tekrarladı. Diğer faşist şef Erdoğan kendine göre olmayan uluslararası yargı kararlarına uymayacağını söylemekte bir sakınca görmüyordu. Ülke içinde faşist iktidarın iradesi dışında alınmış yargı kararı diye bir olgu 2016’dan sonra zaten kalmamıştı.
Uluslararası alanda da Türk devleti onu biçilen rolün ötesine geçti. Bunun faşizminin anti emperyalist zırvaları ile alakası olmadığı açık fakat TC devletinin bu dönem belirli bir özgünlükte hareket edebildiği gerçeğini de tespit etmemiz gerekir. Rusya ve ABD arasında mekik dokuması ve bu şekilde kendine özgün bir alan açabilmesinin bağımsızlıkçı çizgi olmadığı barizdir. Fakat bu şekilde gel gitleri yapabilmesi dahi yani iki büyük güç arasında politika yürütebilmesi TC’nin kuruluşundan bu yana hele 1950’lerden sonraki pozisyonu düşünüldüğünde ciddi bir farklılıktı. Dünyada kartlar yeniden dağıtılıyordu ve bu süreç Türk devletinin bu adımları atabilmesini sağladı.
Faşist bu şekilde kendini tüm sınırlardan azade kılmış şekilde devlet projesini uygulamaya yöneldi. Bu açıdan büyük zararlara da yol açtı. Kürt halkına yönelmiş saldırılar büyük bedellere yol açarken, Türkiye’nin toplumsal yapısı uzun zaman sonra tekrar çölleştirildi. Demokrasinin kırıntıları bile ayaklar altına alındı. Mücadele ile kazanılan toplumsal alan tekrardan devletin egemenliğine bırakıldı. Aslında tekil monolitik bir yapı yaratma çabası olarak faşizmin toplum projesi hayata geçirilemedi ama ciddi yıkımlara neden oldu. Bunun yanında Ortadoğu’da neredeyse bu saldırganlıktan zarar görmemiş hiçbir kesim kalmadı. Ortadoğu’da hala işbirlikçi KDP yönetimi ve Türk yayılmacılığını kendi İhvancı politik perspektifi ile uyumlu hale getiren Katar dışında sağlam ilişkilere sahip olduğu hiçbir devlet veya yönetimin kalmamış olması tesadüf değildi. Bugünlerde karşılıklı tavizlerle farklı Arap devletleri ile ilişkiler geliştirilmek istenmesi bu gerçeği değiştirmez.
Faşist saldırganlığı büyük zararlara yol açtı fakat direniş onu çöküşe doğru sürükledi. Kürt halkının direnişinden feyz alan Türkiye’nin demokratik güçleri başta kadınlar olmak üzere bu tahakkümü kabul etmedi. Her yerde toplumsal direniş odakları farklı farklı gerekçelerle başkaldırmaya devam etti. Daha da önemlisi faşizm en güçlü olduğu zaman bile Türkiye toplumunun yarısını dinci-milliyetçi yeni düşünsel dünyasına ikna edemedi ve onları peşinden sürükleyemedi.
20.yüzyılın savaşlarına da dışardan pek çok güç müdahil oldu. Örneğin Küba, Afrika’daki iç savaşlara güç gönderdi diğer birçok devlet farklı bölgesel savaşlarda taraf oldu ya da paralı paramiliter güçler dünyanın her yerinde faşist rejimlerin kullandığı araçlardandı. Fakat tüm bunlar ilgili mevzuatlara dikkat edilerek “yasal” biçimde yapıldı. SSCB de ABD de bir yere doğrudan askeri güç göndermek istediğinde bu faaliyetleri meşrulaştıracak bir argüman mutlaka üretti. Kimse savaş bu istediğimi yaparım demiyordu, diyemiyordu. Günümüzde bu yasa tanımamazlık kuşkusuz sadece faşist TC’ye özgü bir durum değil. Rusya’dan ABD’ye Fransa’dan İngiltere’ye tüm devletler bu şekilde davranıyorlar. 2003 Irak işgali ile bizzat ABD artık BM gibi yerleşik hukuki mekanizmaların geride kaldığı dönemi ilan etti.
Devam Edecek…
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi