Devlet denilen aygıt onların alın teri ile dişinden, tırnağından arttırdığı ve devletin korumasındaki sınıfların ve bizzat devletin kendisinin el koyduğu veya yasal olarak aldığı direkt veya dolaylı vergilerle ayaktadır. Fakat devlet sanki bunlardan azade, kendine menkul bir kurummuş gibi kendi meşruluğunu yaratmak, kendi sistemini daim ve kaim yapmak için yaptığı bazı kamusal işler karşısında ‘’Allah razı olsun’’ diyerek minnet duygusunu efendilerine sunmakta yarışırlar. Hemen hemen her dilde farklı cümleler, kelimelerle ifade edilse de özü şöyledir: ‘’Allah razı olsun, Allah devletimize, ordumuza zeval vermesin, Allah başımızdan eksik etmesin’’
Denilir ki devlet gücünü en geniş kitlelerin kafasında oluşturulan, zihninin derinliklerinde kodlanmış yanlış, yanılgılı devlet anlayış ve kavrayışından alır. Fakat bu kavrayış ve algılayış öyle kendiliğinden ve kısa bir süre içerisinde oluşmuş değildir. Egemenler tarafından kurumsallaştırılan devletin ideolojik aygıtları tarafından uzun süreli, sistemli çabalar, telkinler ve pratikte ona göre işleyen devletin çarkları bu çarpık bilinci, birey ve topluma kavratır.
Bugün de kapitalist modernite güçleri bu konuda en geniş ideolojik, politik, hukuki, askeri, istihbari, sanatsal, psikolojik, dinsel, estetik, ahlak vb. ile günün yirmi dört saatinde tümüyle itirazsız, itiraz etse dahi bunu sonuca götürmekten aciz günlük yaşamın zorunlu ihtiyaçları için dönenip duran insanlar yaratılmıştır. Buna bir de devleti sorgulayan, eleştiren bir örgütlü alternatifin olmayışı eklenince, yığınların devleti istemeyerek de olsa, kabul etmekten ve onu günlük olarak meşrulaştırmaktan öte bir güç ve seçenekleri kalmıyor. Zaten egemenlerin amacı da, devleti tanrısallaştırarak, insanları da oraya yönlendirmektir. Unutulmamalıdır ki, Hegel’de ulus-devleti yeryüzüne inmiş tanrı olarak nitelendiriyordu.
Türklerde devleti baba olarak görmek Bedreddinlerin, Baba İlyasların, Türkmenlerin isyanlarının ardından, zihinlerde çok güçlü bir biçimde inşa edilmiştir. Bu yönüyle devlete tapınmak, adeta kültürleşmiştir. Ataerkilliğe dayanan iktidar ve devlet kendisini Türk toplumunda böyle ifadeye kavuşturmuştur. ‘’Babadır, sever de, döver de’’ ‘’Sevdiği’’ zaman, kendisine bir iş yaptıracağı zaman, dağıttığı ulufelerle veya mafyavari bir biçimde arada bir adamlarının cebine sıkıştırdıkları birkaç bin dolarla üzerlerine sürmeyecekleri ölüm, işlemeyecekleri suç, yaptırmayacakları canavarlık yoktur. İşin bir başka boyutu da vardır. Türkiye’de ulus-devlet dünyanın herhangi bir yerindeki ulus-devletle kimi ortak yönleri olmakla birlikte fakat farklılıkları ve özgünlükleri daha fazladır.
Bu özgünlüklerin başında ise öncelikle devletin çekirdeğini oluşturan İttihatçı çeteler ve bunların devam olan Kemalistler, Karadeniz ve Ege’de Rumları soykırıma uğrattılar. Trakya’da Yunanlılarla mübadele yaptılar. Ermeniler, Süryaniler, Keldaniler soykırıma uğratıldılar. Bu alanlara Balkanlar ve Kafkaslar başta olmak üzere daha birçok yerden Türk göçmenler getirilip yerleştirildiler. Yani önce geniş bir toprak parçası üzerinde yaşamış bir Türk ulusunu kendi iç evrimi veya devrimi ile örneğin bir İngiliz, Fransız, Alman vb. gibi kurmamışlardır. Ulusu başında çetelerin, soykırımcıların olduğu devletin kendisi oluşturmuştur. Goltz paşadan da,”asker millet”i alarak, devletin istediği her şeye amade bir birey-toplum şekillenmeye başlamıştır. Toplum asker milletse, devlet de doğal olarak komutandır. Zaten padişah ve bugünler de cumhurbaşkanları doğal olarak başkomutan olmuyorlar mı?
Siyaset, askerlik zaten çetelerin elinde şekillenmiş, ekonomi-ticaret ise kapitalist devletlere bağlılık temelinde ağırlıklı olarak hatta tümüne yakını bu devlet çetesinin elinde oluşmuştur. Burjuvalarını dahi, özel teşebbüs adı altında bu devlet yaratmıştır. Siyaseti, dini, hukuku, sanatı, modayı özetle şimdiki Türk toplumunda oluşturulan ne varsa bizzat bu devletin tasarlayarak, planlayarak, örgütleyerek oluşturulmuştur. Bunun dışındaki her şeye karşı olunmuş ve ezmeye çalışarak tümüyle yok etmeyi hedeflemişlerdir. Halklar, kültürler, inançlar da bu temelde asimilasyondan ve soykırımdan geçirilerek bu ulus-devletin yapı malzemesi olmuşlardır. Böylelikle Leviathan yani canavarlaşan bir devlet ve giderek zayıflayan, geriletilen komünal demokratik değerler ortaya çıkmıştır.
Dikkat edilirse en yakınları tarafından, büyük beklentilerinin olduğu birileri tarafından bir haksızlığa uğramış, ihmal edilmiş insanların, çocukların babasına yakarışı gibi bir yakarış söz konusudur. Yani sanki devletin görevi topluma iyilik yapmakmış gibi bir kavrayış var. Tıpkı bir babanın oğluna veya kızına şefkat gösterip okşaması, onların ihtiyaçlarını karşılaması hatta hediyelerle gönlünü alması gibi devletten beklentiler çok fazladır.
Oysa bu devletin gerçeği hiç de öyle değildir. Bu devletin çekirdeği sömürgeci Osmanlı geleneğinden gelir. O Osmanlı Padişahları ki, hepsi kardeş katilidirler. İktidar için kardeşlerini öldürecek kadar canavarlaşan bu insanlar, iktidar söz konusu olduğunda ne yapmaz ki,” gerisi teferruattır” demez mi?
Önder APO devletin tanımlanmasının zor olduğunu söylerken çok önemli bir gerçeğin altını çizmektedir. Çünkü bin bir yüzüyle kendisini topluma kabul ettirmeye çalışmaktadır. Ama işin gerçeği ise tümüyle bunların zıt kutbunda yer almaktadır. Türk devletinin gerçekliğini tanımlayacak olursak: Türkiye’de çok farklı halklardan bir Türk ulusu oluşturma, bir avuç sermayedarın çıkarları için büyük vergiler toplama, bu vergilerle istediği yakınına, dostuna büyük ayrıcalıklar yaratma, yine bu vergilerle topluma hizmet etme değil de Kürt halkını tarihten silmek için trilyonlara varan dolarlarla harcama yapmaktadır.
Devletin kuruluş esası topluma hizmet değil ki. Devlet topluma hizmet etmek için oluşturulmadı ki. Devletin tarihsel süreçteki oluşum gerekçelerinde bir değişim yoktur. Sosyal devlet, hukuk devleti, demokratik devlet vb. güçler dengesine, sınıf mücadelesine göre ortaya çıkan, kulağa hoş gelen sözlerin aslında birer kurnazlık ve insanları kandırma, körleştirme gerçeği göremez hale getirmek için oluşturulan kavramlardır. Daha ötesinde bir şey değildir. Sermayedarların işi zora girdiğinde, iktidar sorunu ortaya çıktığında, devletin ne sosyali ne hukuku kalır. Özü faşizm olan ulus-devletin kendisini şu-bu kavramlarla ifade etmesi, gerçekliği gizleme çabasından başka bir şey değildir.
Dolayısıyla ‘’40-50 milyar dolar deprem vergisi toplandı, nerede o paralar’’ çığlığı devlete yanılgılı yaklaşımın, saflığın, aldatılmışlığın içtenlikli haykırışıdır. Hepsi budur. Kürdistan’da tek kelime ile sömürgeci ve soykırımcıdır. Tek bir adımı, tek bir anayasa maddesi gösterilemez ki Kürtlerin varlığını ve özgürlüğünü kabul etmeyi (bırakalım açıktan ifadeyi) ima etsin. Yok böyle bir şey. O halde Gurgum, Meleti, Dilok, Rıha, Amed ve Semsurlu Kürtlerin ‘’devlet nerede, bize yardım etmedi, hükümet nerede, bize yardım etmedi’’ demesinde sadece azılı düşman, sömürgeci, soykırımcı Türk devletinin gerçekliğinden bihaber yaşadıklarını ifade eder. İslâhiye deniliyor. Şehrin adı bile Türk sömürgecilerinin Kürtleri ıslah ederek Türkleştirmeyi hedef alan bir politikanın dev bir levhasıdır veya tarihi vesikasıdır. Yarısından çoğu yok olmuş deniliyor. Oysa devletliler kendi dar cemaatlerinde,” en iyi Kürt ölü Kürt’tür” zihniyetiyle ‘’keşke tamamı yok olsaydı’ ’diyorlardır,
Devlet üç gün ortalıkta yoktu diyorlar. Yine yanılgılı, yanlış bir cümle. Devlet üç gün boyunca amaçladığı soykırımın gerçekleşmesi için bekledi. Dikkat edilirse üç günden sonra her yere olağanüstü hâl ilanı ile müdahale etti ve insanlarımızı enkazdan kurtarmak için çalışan devrimci, yurtsever ve demokrat insanları engellemek için harekete geçti. ‘’Devlet yoktu’’ deniliyor. Oysa devlet tam da siz yok derken o senin yok oluşun için sadece o ilk saatlerde ve günlerde kendini görünmez kıldı ve yokluğuna kadeh kaldırıyordu. O deprem yıkıntıları üzerinde yapılacak inşatlar için hangi çete grubuna ve haramiye ne kadar ihale verileceğinin hesabı yapılıyordu…
Bütün bu olup-bitenlerden, Kürdistan’da özgürlük mücadelesinin de büyük belirleyici katkılarıyla SSTD paradigması zihinlerde büyük oranda çökmeye başlamıştı, bu depremle, Türk, Arap ve diğer halklar nezdinde de çöküş sürecine girmiştir. Devleti restore etme çabaları, halklarımızı aldatmaktan başka bir anlam ifade etmeyecektir. Onun için de Önder APO’nun Demokratik, ekolojik ve kadın özgürlüğüne dayalı paradigmasının iyi anlaşılması ve kendini alternatif olarak pratikleştirmesi gerekir. Tam da bunun zamanıdır.
Eğer ders çıkaracaksak, birincisi bütün bunlar devlete dolayısıyla düşmana yanlış ve yanılgılı yaklaşımları ifade etmektedir. O halde yanılgılarımızdan kurtulmalıyız. İkincisi, eğer bir daha böyle bir felakete hazırlıksız yakalanmak ve büyük acılar yaşamak istenmiyorsa o halde öncelikle düşmanımız iyi tanınmalı. Bunun için düşman gerçekliği bilince çıkarılmalı. Devlet gerçekliğini tarihsel, sosyolojik, siyasal, ideolojik, hukuksal vb. açılardan derinlemesine incelenmeli. Öyle faşist soykırımcı şefi T. Erdoğan’ın deprem için söylediği kader planı kökten yanlıştır. Bunlar kader planı değil, tam da SSTD gerçekliğinin ve AKP-MHP faşizminin, 21 yıllık iktidarlarının, devleti yönetmenin sonuçlarıdır. Üçüncüsü, Türk devletinin Kürdistan’daki soykırımcı, sömürgeci gerçekliği ve Türkiye’deki faşist diktatörlüğü karşısında halklar güçlü bir temelde örgütlenmelidir. Her olanağı bunun için iyi değerlendirmelidir.
Ancak bu temelde yıkılmış bir ülkeyi, talan edilmiş bir coğrafyayı, ayaklar altına alınmış bir onuru ayağa kaldırabilir, özgürleştirebilir, Önder APO’nun dediği gibi, güzel, ahlaki ve politik bir yaşamı yeniden kurabiliriz.
Yasin NAVDAR