Deprem alanında sağ kalan insanlarımız kendisine uzatılan mikrofon veya kamera gördüğünde büyük bir öfke ve tepki ile çığlık çığlığa ‘’hani devlet, nerede devlet, niye bizi kurtarmıyor, niye bize yardım etmiyor’’ diyor ve günlük ihtiyaçlarını, ihtiyaç duyduğu her şeyi daha doğrusu öncelikli ihtiyaçlarını bir-bir sayıyor ve bunların da devlet ve hükümetin yerine getirmesi gerektiğinin altını çiziyor.
İnsanlarımız, bir taraftan depremin yarattığı etki, öte yandan enkaz altında kalan insanların acısıyla, bir de dondurucu soğuklar altında ne yapacağını, nereye gideceğini şaşırmış bir halde bunları söylüyor, haykırıyorlar. Bu çığlıklar uykudan uyanıp gerçekle yüzleşmenin bir ifadesi mi? Devlet denilen örgütlenmenin gerçekliği karşısında yaşanan hayal kırıklığı karşısında bir serzeniş veya eleştiri mi? Nasıl oldu da devlet denilen artı ürünü gasp eden, insanları özgürlüğünden, doğal toplum özelliğinden koparan, kadını köleleştirmeyle birlikte, erkeği de köleleştiren, en ufak bir tepkide hakaret, dayak, işkence, zindanla karşılık veren bir avuç egemenin çıkarları için savaştan savaşa sürülen, ölen, öldüren, sakat kalan, sağlık koşullarından yoksunlaştırılan, eko-sistemi kârına kâr katmak için bozan, yeterli imkanlardan yoksunlaştırıldığı için sürünen insanlar nasıl oldu da kendisine böyle davranan bir araca, bir aygıta bu kadar bağımlı hale geldiler?
Bu kadar kötülüğün nedeni ve sahibi devlet, nasıl oldu da bu kadar aranır, kutsanır ve onun “iyi bir dişlisi olmak, sömürü-baskı ve hileyle elde edilen zenginlikten pay almak için çaba harcanıyor oldu? İnsanı kahreden sorulardır bunlar. Eminim ki cevapları da öyledir. Fakat bunlar masa başı entelektüel bir tartışmanın yarattığı sorular veya cevaplar değildir. Bunlar hayatın en yakıcı olduğu on binlerce insanın resmi rakamlarla yaşamını yitirdiği, yine on binlerce insanın enkazın altında kaldığı, yüz binlercesinin yararlandığı ve milyonlarcasının kendisine uzatılacak bir lokma ekmek, başını koyacağı bir çadır, ısınacağı bir soba, içmek ve temizlenmek için bir damla suyun arandığı ve sıcak bir yemek ihtiyacının kendisini en fazla gösterdiği bir durumda açığa çıkmıştır.
Devletin birçok tanımı vardır. Her sınıf ve tabaka veya onlara sözcülük eden filozoflar, teorisyenler, ideologlar ve siyasetçiler tarihin çeşitli aşamalarında kendi ihtiyaçlarına göre devleti tanımlamışlardır. Devleti bir zorunlu ihtiyaç, hizmetkar, toplumsal güvenliği sağlayan, dengeleyici unsur vb. tanımlayanlar olduğu gibi, tanrının yeryüzündeki gölgesi, baskı ve sömürü aracı olarak görenler, devleti ihtiyaç olarak değil, hiç olmaması gereken, ezenlerin, sömürenlerin işlerini gören bir komite olarak tanımlayanlar da vardır.
Genelde tarih Sümerlerde başlatılır. Fakat öncesi de vardır. Kadının düşürülüşü, baskı altına alınması, erkek egemenliğinin gelişmesi, artı ürünün ortaya çıkması, ticaretin ve sanatın gelişmesi, sınıflaşma ve kentleşme, devlet denilen örgütlülüğün zeminini oluşturmuştur. Özetle sınıflaşma, kentleşme ve devletleşme iç içe ve birbirini etkileyen, tetikleyen gelişmelerdir. Hepsinin özünde de şu vardır: Ortaya çıkan bir artık ürün, yani zenginlik. Sorun bu zenginliği kimlerin eline geçireceği, kimlerin karın tokluğuna çalışmaya zorlanacağıdır. Yani sınıflaşmadan bahsediyoruz.
Bir kez çalışmadan, alın teri dökmeden yaşlı şamandan kurnaz erkek-avcıdan biriktirilen kurnazlık ve insan yönetme tecrübelerinin yarattığı birikimle toplum içerisinde saygınlık kazanan bu insanların artık elde ettikleri statüyü kaybetmek istememeleri gibi bir realite ortaya çıkar. Çünkü böyle bir ortamda, başkalarının emeğinin üzerinden daha rahat yaşama imkanlarını bırakmak istememe gelişmektedir.
Toplumların bazı temel ihtiyaçları vardır, konut, üretim ve kendini savunma gibi. Süreç içerisinde bu konularda bazı insanlar, kendilerini adeta vazgeçilmez insanlarmış gibi kabul ettirmeye başlarlar. Birisi topluluğu çeşitli saldırılar ve doğa karşısında savunuyor. Biri onlara dua ediyor. Birisi de yönetiyor. Yani kral, rahip ve komutan üçlüsü artık şekillenmeye başlıyor. Bu şekillenme sürecinde, kurumlaşma ihtiyacı beliriyor. Giderek de, var olan ilişkiyi kalıcı kılacak, ortaya çıkan egemenlik sistemini meşrulaştırılacak bir hukuk ve yasa sistemi ortaya çıkmaya başlar.
Sümer rahiplerinin kurmuş olduğu Zigguratlar aslında devletin tüm zihniyet ve kurumlaşmalarının mayalandığı yerlerdir. Rahipler zamanla, giderek birer rahip-krala da dönüşüyorlar ve kendilerini tanrının yeryüzündeki temsilcisi olarak topluma sunuyorlar. Öyle gizemler yaratıyorlar ki uzun süre hiç kimse bunların farkına dahi varamıyor. Ve birileri de ha bire şimdiki medyanın, din adamlarının ve okulların rolünü oynuyorlar. Çeşitli mitolojilerle insanları köleliklerini ve başlarındaki efendilerini artık olması gereken bir durum olarak kabul eder hale geliyorlar. Adeta onlar olmazsa, yaşam olmayacakmış gibi bir yanılgı bir algılama ve bunun getirdiği davranış biçimleri ortaya çıkıyor.
Devletin çıkış hikayesi çok kaba hatları ile böyledir. Bu konuda söylenecek, yazılacak çok şey var. Fakat bunlar bu yazının boyutlarını fazlasıyla aşar.
Dikkat edilirse rahipler, rahip krallar öncelikle yaptıklarını meşrulaştırma, kabul ettirme ve ikna etmeye çalışıyorlar. Yani zihinsel bir fethe çıkıyorlar. Düşüncesini kim oluşturursa siyasetini ve onun mekanizmalarını da o yürütür. Sorun bir gerçekliği, insanların zararına, egemenlerin yararına olacak şekilde, önce mitoloji, din, felsefe ve daha sonra da sözüm ona bilimi yoluyla kavratılmasıdır. Kaskatı bir baskı ve sömürü aracı işte böyle kutsanır hale geliyor. Kral imparator, tanrının yeryüzündeki efendisi, her erkek de bu sistemin aile içindeki temsilcisi haline geliyor.
Özellikle kapitalist modernite döneminde oluşturulan ulus-devletlerde okullar, medya, din kurumları, askeri ve bürokratik aygıtlar devleti insanın hücrelerine yedirmeyi, ruhunu ele geçirmeyi, davranış kazandırmayı, öl deyince ölecek, vur deyince vuracak, talan et deyince talan edecek, tecavüz et deyince edecek, soru sormayacak, var olanı normal kabul edilebilir, olması gereken olarak değerlendirecek, teslim alınmış insanlar yaratılmaya çalışılır.
Bu konuda Önder APO’nun öğretici bir örneğini anlatmakta yarar vardır: İlkokula ve şehre ilk gidişlerimi Enkidu öyküsü ile karşılaştırınca, destanın aslında beni de anlattığını kavramakta gecikmedim. Bu konuda bir anımı da hatırlamakta yarar var. Çocukları komşu büyük köy Cibin’e ilkokula gitmek için teşvik ederken, bunlardan biri de Şevket adındaki bir çocuktu. Anası köyün yoksul ve iptidai kadınlarının başında gelmekteydi. Fakat Şevket’in okula gittiği gün yaptığı değerlendirme en değme profesöre taş çıkartır cinstendi. Halen aklımdadır, şöyle demişti: “Şevketê me buye hükümet, eşittir Şevket’im hükümet olmuş.” Ben bu sözün anlamını ancak bu son savunmamda daha iyi çözdüm.
Hepimiz birer Enkidu olarak şehre, devlete koşturulmuş kişilerdik artık. Ana-toplumdan kopuyorduk. Köy giderek bize hor geliyordu. Şehrin üstünlüğü karşısında köyümüz silindikçe siliniyordu. Anamız önemini yitirdikçe yitiriyordu. Kabile, aile bağlarımızı küçümsemeye başlamıştık. Şehir ve ondaki devlet bizi mıknatıs gibi çekiyordu. Artık etkisinden kurtulmak kolay olmayacaktı. Şehir ve ondaki devlet kendi başına objektif olarak korkunç bir propaganda aracıdır. Şehrin her şeyi harikulâde sunulmuş gibiydi. İyi giysiler ve sürmeler içindeki fahişeyi reddetmek mümkün olamazdı. Her şeyiyle kendi üstünlüğü için kullanırken, köyceğimiz bir yetim gibi arkamızda kalakalmıştı. En sıradan devlet memuru yeni ilahımızdı. Her sözü, giysisi yeni tanrısallıktı. Etki öyle hazırlanmıştı. Bir de Kürd’e ‘kuyruklu’ lakabı takılmıştı. Artık ondan bir an önce kurtulmak için formül eşittir, şehirleşmek –devletleşmek–, Türkleşmekti. Sadece köyümüze, ailemize değil, Kürtlüğümüze de hor bakmaya başladık. Bunlar adeta ayağımızdaki bir pranga gibi geliyordu. Bütün dünyamız bu üçlü içinde geçecekti: Ne kadar şehirleşir, devletleşir ve Türkleşirsen, o kadar adam olacaksın. Yeni toplum töremiz budur. Dinimiz, irfanımız bu temelde anlam kazanacaktı. Yeniden bu üçlü etrafında toplumsallaşıyorduk.”
Önder APO’nun somut bir yaşam deneyiminden çıkardığı sonuç, aslında genel devlet-birey ilişkisini ifade eden, bireyin devlet algılayışıdır. Bir de bu devletin içine girmek, böyle bir devletin parçası olmaya çalışmak için kurulan hayaller, harcanan çabalar hatta verilen rüşvetler; bunların hepsi ama hepsi William Riche’nin hitap ettiği birer ‘’küçük adam’’ olup çıkıyorlar.
Yasin NAVDAR