01 Mayıs 2010 Cumartesi Saat 16:02
0
21
TR
Kapitalizmin doğuşunu ekonomik gelişmenin doğal bir sonucu
sayan görüşler bu gruba girer. Özellikle Marksizm bu açıdan bir nevi ekonomizme
indirgenmiştir. Öyle ki, kapitalizm hep sanki bir ekonomik modelmiş gibi
algılanmaya çalışılmıştır. Ekonomi-politika adeta sosyal bilimlerin baş
köşesine oturtulmuştur. Adı üstünde, modern devletin oluşumunda ekonomik yaşama
ilişkin alınan bazı kararlar bilim olarak disipline edilmiştir.
Kapitalin, yani kâr getiren sermayenin pazarda oluşan fiyat
istismarına dayalı olarak gerçekleştirilmesi, bu görüşün gelişiminde önemli bir
rol oynamıştır. Sanki tarih, toplum, iktidar ve bir bütün olarak uygarlıksal
gelişmeden ayrı bir kapitalist gelişme mümkünmüş gibi bir eğilim belirmiştir.
Paradoksal olarak en çok anti-kapitalist geçinenler kapitalizmi hak etmediği
bir konuma oturtarak, sözde kapitalizme karşı savaşmış oluyorlar.
İngiltere kökenli ekonomik-politikacıları anlamak mümkündür.
Kapitalizmin zafere ulaştığı ülke olarak yeni ekonomiyi modelleştirmeleri
beklenebilir. K. Marks’ın bu model üzerinde yoğunlaşması, İngiliz
ekonomi-politikacılarının eleştirisi açısından önemli ve oldukça açıklayıcı
olmuştur. Talihsiz olan, Marks’ın eserinin yarım kalması ve ardılı olan Marksistlerin
de onu tam karikatürize etmeleridir. İktidar ve devletle kapitalizmin
ilişkisini sistemlice çözümlememesi en temel eksiklik olarak belirtilebilir.
İdeolojinin rolünü belirlemeye çalışmıştır. Kapitalizmin zihniyetine ilişkin
yaklaşımları yer yer güçlüdür.
Fakat esas yanılgısı, çoktan entelektüel ortama damgasını
vurmuş Aydınlanmanın gözde ideolojisi olarak pozitivizmin bakış açısını esas
almasıdır. Fiziksel bilim gibi toplumsal bilimin de yapılabileceğine dair
görüşe kanidir, inanmıştır, bundan kuşkusu yoktur. Bu yaklaşım çok değerli olan
Kapital çalışmasını kısır kılmış, bir araştırmadan çok din kitabı gibi
yorumlanmasına yol açmıştır. Müritlerin de yapacağı işler bellidir. Lenin’in
emperyalizm, tekelci kapitalizm ve devlet-devrim yorumları Aydınlanma
felsefesini aşamamış çabalardır. Yine birçok katkı sunan görüşe rağmen,
kapitalist moderniteyi aşacak kapasiteyi ortaya koyamaması, Sovyet deneyiminin
başarısız kılınmasında baş etkendir.
Anarşistlerin kapitalizm yorumları da ekonomik ağırlıklıdır.
Kapitalizm ekonomik olarak mahkûm edilirse, sanki yıkılacakmış gibi bir eğilim
içinde kalmışlardır. Pozitivizmle sakatlanmış anlayışlar: İşte bilimin
kanunları vardır. Ekonomi de bir bilimdir. Dolayısıyla onun da kanunları
vardır. Bu kanunlara göre, kapitalizm, bunalım üretmesi nedeniyle yaşayamayacak
bir sistemdir. Yapılması gereken, bu kanunların işleyişini hızlandırmaktır.
Sonuç, kapitalizm yıkılacak, komünizm kurulacaktır! Bu görüşlerin temelinde
toplumsal gerçekliğin doğru tanımlanmaması yatar. Toplum genelde Aydınlanma
ideolojilerinin çok dışında işleyen bir sistematiğe, hatta kaosa sahiptir.
Ekonomi de dahil, tüm zihniyet ve kurumsal yapılarıyla pozitif tabir edilen
bilimlerden nitelikçe farklı olması kadar, eylemli halinin çoğunlukla kaos
niteliğinde olması çok farklı yaklaşımlarla çözüm ve eylemleri gerekli kılar.
Bu eleştirilerin ışığında ekonomiyle kapital, yani sermaye
düzeni arasındaki bağlantıları daha anlaşılır kılabiliriz. İlk yapılması
gereken tespit, paradoksal gözükse de, kapitalizmi ekonomi saymamaktır.
Kapitalizmi bir siyasi rejim olarak çözümlemek, bizi muhtevasındaki kârı
kavramaya daha çok yakınlaştıracaktır. Burada iktidar ve devlet
indirgemeciliğine düşmemek önemlidir. Yani ekonomizmden iktidarizme
savrulmayacağız. Sosyolog Max Weber eğer Protestan Ahlakı ve Kapitalizm adlı
değerlendirme yerine, kapitalizmi bizzat bir tarikat gibi yorumlasaydı, izah
şansı daha artardı. Fernand Braudel, pazarda oluşan fiyatlar üzerinde tekel
kurmakla kapitalizmin doğuşunu izah etmek ister. Marks’ınki de dahil, hepsi de
önemli çözümlemeler olmakla birlikte, hep ekonomik bir izah zorunluymuş gibi
yaklaşmaları temel eksiklikleridir.
Bana göre kapitalizm başından beri askeri-siyasi-kültürel
olarak örgütlenmiş, başta maddi birikimler olmak üzere toplumsal değerleri gasp
etme kurnazlığını örgütleyen eski bir geleneğin, Batı Avrupa’da 16. yüzyıldan
itibaren giderek hakîm bir toplum biçimlenmesi haline gelmesidir. İlk güçlü
adamın etrafındaki çapulcu grupla ana-kadın etrafında oluşan toplumsal
değerleri gasp etmesi geleneğinin modern halkası olarak da tanımlayabiliriz bu
doğuşu. İngiltere ve Hollanda’da, daha önceki İtalyan şehir devletlerinin
başını çeken Cenova, Floransa ve Venedik kentlerinde, ilk kapitalist gruplar
devletle iç içe bir tarikat gibi özel yaşam biçimleri olan, sağladıkları
yeniliklerle para üzerinden vurgun yapma ustalığını gösteren, dünyanın her
tarafına yayılmış pazarlarda oluşan fiyatlarla oynayarak muazzam değer gasp
eden, gerektiğinde ve sıkça zor uygulamaktan geri kalmayan, kurgusal zekâsı gelişmiş
grupların bir eylemidir. Bunlara kimi yerde hanedan, aristokrat ve burjuva da
denilebilir. İlk ve ortaçağ haramilerinden yegâne ve önemli farkları, ağırlıklı
olarak kentlerde üslenmiş olmaları, devlet otoritesiyle iç içe geçmeleri, zoru
gerektiğinde daha örtülü ve ikinci planda kullanmalarıdır. Görünüşte ekonominin
kuralları vardır. Onlar da bu kurallara göre zekâları ve eldeki ilk paralarıyla
kâr yapıyorlar. Kapitalin tarihi doğru incelendiğinde, bu yaklaşımın tam bir
masal değerinde olduğu görülecektir.
İlk birikimlerin gerçekleştirildiği sömürge savaşlarında
hiçbir ekonomik kural yoktur. Portekiz, İspanya, Hollanda, İngiltere, Fransa,
daha önceleri Venedik, Cenova gibi kentlerin kolonileri düpedüz tamamen zora
dayalı ilk kapital birikimlerini sağlamışlardır. Hem yakın ülke pazarlarında,
hem sömürge alanlarında bu gerçekleri tespit etmek zor değildir. Kırk
haramilerden de sonradan efendilikler türemiştir. Beyler oluşmuştur. Modern
kırk haramilere de burjuva efendiler demek, modadan öteye bir ağırlık teşkil
etmez. Ekonomi bilimi denilen disiplinler işin özünü örtülü kılmayı temel
işlevleri olarak sürdürürler. Hangi teori bu konularda başarılı sunum yaparsa,
başyapıt olarak o etüt edilecektir, ödüllendirilecektir. Hiçbir bilim ekonomik
olgu bilimi kadar gerçeklerle oynamamış, gerçekleri tersyüz etmemiştir.
Kurgusal aklın en büyük saptırmasına kapitalist ekonomi-politika alanında
rastlamaktayız. Kapitalist modernite tümüyle böylesi bir kalpazan bilimi
üzerinde yükselme lüksüne sahip tek sistemdir.
Ekonomi veya maddi hayat nesnelerinin elde edilmesi,
canlılığın en temel sorunudur. Ekonomi evrimin gerçekleşme malzemesidir. Canlı
sistemi, metabolizma ile dış ortamdan edindiği kendi sindirim sistemine uygun
ihtiyaç nesneleriyle devamlılığını sağlar. Evrensel bir kuraldır
farklılaşmayla evrim yaşamın sürekliliğini sağlar. Bir türün aşırı çoğalmasını
önlemek ve diğer türler üzerindeki istilayı, dolayısıyla yok edilmelerini
engellemek için belli bir dengeyi hep gözetmiş veya mümkün kılmıştır. Farelerin
aşırı üreyip tüm bitkileri yok etmelerini yılan engeliyle, koyun, keçi ve tüm
benzer sığır sürülerinin aynı eylemini et yiyen yırtıcılarla dengeleyip olanak
hazırlamış, onların türsel gelişmesine geçit vermiştir. Doğal evrim niye böyle
yapıyor sorusuna ancak sonuçlarına bakılarak cevap verilebilir. Bana göre bunun
en temel nedeni, canlılar sisteminin gelişerek sürekliliğini sağlamaktır. Buna
doğanın vahşeti mi, yoksa adaleti mi denilebilir? Bu ayrı bir tartışma
konusudur. Yine derin bir zekânın ürünü müdür, yoksa ilkel olmayla mı
bağlantılıdır? Metafizik kapsama dahil edilsin mi, edilmesin mi hususu, bana
göre anlamlı ve üzerinde analitik zekâyla düşünülecek evrenselliğe ilişkin
sorunlardır. Varoluşçulukla da bağlantılandırılabilir.
Bu sorulara verilebilecek en önemli yanıt, evrimin
yetkinleşmeyi hep gözettiğidir. Bir anlamda evrenin, zamanın akışında
yetkinlik, mükemmellik arayışı gözetilir, arzu edilir gibidir. Aksi halde
insana kadar evrimi, ayrıca insanın dar toplum halindeki gelişmesini nasıl izah
edebiliriz? Eğer hep aslanlar veya sığırlar olsa ve ortalığı istila etseydi,
yaşamın sürmesi ilkel yosunlar düzeyinden öteye gidemezdi. Muhteşem evrim
insana kadar evrimle vicdan, ahlak diye bir oluşuma da geçit vermiştir. Nedir
anlamı? Merhamet ve adalet! Bu ilkenin özü de şöyle ifade edilmiştir: “Fikir
bir olsaydı, kuzu ile kurt bir arada yaşardı. Burada da bir evrensellik
gizlidir. Kuzu ile kurdun kardeş olması mümkün müdür? İnsan eylemi bunun mümkün
olduğunu kanıtlamıştır. Yani insanın, insanın kurdu olamayacağını (kapitalizmin
vahşet ilkesi) düşünmek ve eylemek, bizzat insan olmanın vazgeçilmez hedefidir.
Kaldı ki, bir dönem kuzuyla kurdun atası aynıydı. Ayrılık sonra gelişti. İkisi
neden tekrar en azından kardeşçe birliğe doğru yol almasınlar? Bu en azından
teorik olarak mümkündür ve örneklerine de bolca rastlamaktayız.
Bu hususları şunun için söylüyorum: Kapitalizmin doğuşunun
evrimde gözlediğimiz sayısı çok sınırlı vahşi diyebileceğimiz örnekleri
kendisine vesile yapmasının bir anlamının olamayacağı açıktır. Daha da çarpıcı
cevap, ilk yosunlardan kara yosunlarına, onlardan görkemli ağaçlara, bu arada
otla beslenen milyonlarca hayvanlar sistemine (birbirlerini yemeyen hayvanlar)
yol açmasını örnek almayıp, birer evrim kanseri olarak da yorumlanabilecek
örnekleri mi insan yaşamı için örnek göstereceğiz? Doğal evrimle kapitalizmin
doğuş teorilerine yer olmadığını belirlemek açısından, bu hususları ön açıklama
olarak belirlemek durumundayım. Buna sürekli işsizler ordusunu büyütüp, ücret
düşüklüğünü canlı tutmak gibi tersi ilke de dahildir.
İnsan türünün, toplumsallık temelinde varoluşunu
sürdürürken, tüm evrimsel süreçleri bünyesinde tutarak eylemselleştiği
biyolojik bir tespittir. Eğer bilimi pozitivizm dinine bulaşmadan
yorumlayacaksak, muhteşem bir saptamanın da bu olduğunu iyice bellemeliyiz.
İnsan türünün gerek bu özelliği, gerek ahlaki seçim, yargı özelliğini (özgür
tercih imkânı) Özgürlük Sosyolojisi’nde tartışacağımı belirterek, toplumsal
gelişmenin doğal evrime de ters olmayan RİTMİK GELİŞİMİNİ özetlerken aşırı
kentleşmeye, onunla birlikte hiyerarşi ve sınıfsallıkla ur gibi büyüyen devlet
ve iktidar odaklarına dayalı uygarlıksal yaşamın neden ‘aşırı aslanlaşma’ veya
tersi ‘aşırı sığırlaşma’ kategorisine dahil etmemiz gerektiğini kanıtlamaya
çalışacağım.
Her şeyden önce bu tip gelişmelerin evrimde köklerinin
sınırlı da olsa bulunabileceğini, insanın tür olarak evriminde bunları bir nevi
hastalık, sapma, kalıntı olarak da yorumlayabileceğimizi (yamyamlık) yine
belirtmek durumundayım. Ayrıca evrimin doğal ritminin bu tarz olmadığını olanca
açıklığıyla kavramalıyız. Genelde uygarlıkta, özelde kapitalizm aşamasında bir
kalıntı özelliğinden yararlanarak toplumsal sistemin, ikinci doğanın
oluşturulamayacağını da bağlantılı olarak çok açıkça ve sadece belirlemek değil
(bu, akademisyenlerin önüne konulan görevdir), temelli bir yaşam ilkesi olarak
yorumlamak esastır. Aksi halde toplumsal yorumlarımızı baştan sakatlamış
oluruz.
Fernand Braudel kapitalizmin doğuşunu yorumlarken, bunu çok
geniş bir gözlem gücüne ve mukayese imkânına sahip olmaya dayandırır. Ayrıca
tarih, toplum, iktidar, uygarlık-kültür, mekânsal gelişme bütünlüğü içinde
yorumlamasını oturturken, yöntem sorununa da açıklık getirir. Pozitivistik
yaklaşımlara karşı ihtiyatlıdır. K. Marks, Aydınlanmanın derin etkisi altında
pozitivistik bilimi esas almakla ekonomiyi bilim haline getirmede hayli
iddialıdır. Bunda sosyolojinin henüz emekleme döneminde olmasının payını da
dikkate almak gerekir. Bilimsel kesinlik ve çizgisel ilerlemecilik ‘amentü’
düzeyinde çoktandır zihinlere çakılmıştır. Romantizm bu çizgiyi yıkmaya
çalışırken, tersine iradecilik sapmasına düşerek zihinsel problemleri daha da
ağırlaştırır. Nietzsche’nin göreci, döngüsel ve duygusal zekâ ağırlıklı
yaklaşımı fazla geliştirilmez. Bu zihinsel hengâme içinde liberalizm adeta
cirit atar. Kapitalizm fiziksel bilimi (kimya, matematik, biyoloji dahil)
pozitivizmle felsefeleştirirken, daha doğrusu dinleştirirken, sosyal gerçekliği
liberalizmle aynı doğrultuda felsefeleştirir veya dinleştirir. İdeolojik
savaşımı da bu temelde kazanarak, 19. yüzyılla birlikte sistemin küreselliği
netleşir gibidir. Ekonomik savaş ise daha önce kazanılmıştır. Bu eleştiri ve
yorumları biraz daha açalım.
Topluluklar zihinsellikleri içinde maddi ihtiyaç nesnelerini
hep aramış ve geliştirmek istemişler yemek, barınmak, çoğalmak ve korunmak
temel kaygıları olmuştur. Önce bulduklarıyla yetinmek, mağaralarda barınmak,
göl ve orman kenarlarında daha iyi korunmak, doğurgan anaya öncelik tanımak bu
temel ihtiyaçlar nedeniyledir. Avcılık da giderek devreye girer. Hem korunmak
hem de etle beslenmek bu kültürü geliştirir. Fakat toplumsallığın başından
itibaren kadın toplayıcılığıyla erkek ağırlıklı avcılık arasında bir
gerginliğin, farklı kültürel evrimlerin geliştiğini gözlemek mümkündür. İki tarafta
da tek yanlı gelişme, birinde ‘aslan erkek’, diğerinde ‘sığır kadın’ kültürüne
adım adım birikim sağlar. İlk farklı ekonomik anlayışlar böyle temellenir.
Neolitik dönemde kadın kültürü zirveye çıkar. Son buzul döneminden sonra, yani
M.Ö. 15 binlerden itibaren, özellikle Zagros-Toros sisteminde (eteklerinde)
varolan çok zengin bitki ve hayvan türleri adeta cennet gibi bir yaşam
kurgusuna yol açar. Bu dönem günümüze kadar sürecek olan toplumsal gelişmenin
ana nehri olarak, yazılı tarih ve uygarlıkla daha da farklılaşarak
küreselleşmeye damgasını vurur. Günümüze kadar dil gruplarına dayalı gelişmeler
de bu dönemin ürünüdür.
İnsanlığın bu uzun tarihinde kapitalizme ilişkin
söylenebilecek tek önemli husus, avcılık kültürünün erkeği gittikçe
hegemonlaştırmasıdır. Tespit edilebildiği kadarıyla M.Ö. 10 binlerde
kalıcılaşan neolitik kültür kadın ağırlıklıdır. Toplayıcılık sürecinde
mağaradan çıkıp yarı-çadırımsı kulübelere geçiş (mağara yakınlarında), bitki
tohumlarını ekerek çoğaltma, giderek tarım ve köy devrimine yol açacaktır.
Günümüzde yapılan arkeolojik kazılarla bu kültürün tüm Yukarı Mezopotamya’da,
özellikle Zagros-Toros sisteminin iç kavislerinde (Bradostiyan, Garzan, Amanos
ve Orta Torosların iç etekleri, Nevali Çori, Çayönü, Çemê Hallan kültürü) geliştiği
gözlemlenmektedir. Artık-ürün çok sınırlı olsa da biriktirilmektedir.
Ekonomi, kavram olarak olmasa bile, öz olarak belki de ilk
defa bu tarz birikime dayandırılabilir. Bilindiği gibi, eko-nomos kelimesi
Yunanca aile, hane yasası demektir. Kadın etrafında ilk yerleşik tarımsal
ailelerin doğması ve çok az da olsa başta dayanıklı gıdalar olmak üzere
saklama, ambarlama imkânı ile birlikte ekonomi doğmaktadır. Fakat bu tüccar ve
pazar için bir birikim değil, aile için bir birikimdir. İnsani olan ve gerçek
ekonomi de bu olsa gerekir. Birikim çok yaygın bir armağan kültürüyle göz
koyulacak bir tehlike öğesi olmaktan çıkarılmaktadır. “Mal tamah getirir
ilkesi herhalde bu dönemden kalmadır. Armağan kültürü önemli bir ekonomik
biçimdir. İnsanın gelişme ritmiyle de son derece uyumludur.
Kurban kültürünü de bu dönemden başlatmak mümkündür.
Tanrılar denen kavramın aslında artan verim karşısında toplulukların kendi
kimliklerine saygının ve ilk ifade tarzının sonucu olarak geliştiğini gözlemek
anlaşılır bir husustur. Verimlilik hamd etmeyi getirir. Kaynağı topluluk
tarzındaki evrime dayandığına göre, kendini kimliklendirme, yüce kılma, dua
etme, tapınma ve zihinsel dünyanın artan gelişmesi olarak sunma tarımsal
devrimle derinden bağlantılı kültür öğeleridir. Arkeolojik bulgular bu görüşü
çarpıcı biçimde doğrulamaktadır. Daha da somut olarak ana-tanrıça ve kutsal ana
kavramları da doğrulayıcı bir etkendir. Kadın figürlerinin yaygınlığı bu
gerçeği kanıtlayıcı etkenlerin başında gelmektedir.
Fakat korkulan tehlike daha sonra başa gelecektir.
Tecrübeyle ve zihinsel gelişmeyle artan artık-ürün birikimleri armağanlarla
tüketilemeyince, yine ağırlıklı olarak tetikte bekleyen avcı erkek, mesleğine
ilave olarak bu artının ticaretini kafasına ve kültürüne yerleştirir. Farklı bölgelerde
artan farklı ürünlerin birikimi, ticaret denen olguyu devreye sokar. Ürünlerin
karşılıklı ihtiyaçları daha iyi giderme niteliği, meslek veya ikinci büyük
toplumsal işbölümü olarak ticaret ve tüccarı doğurur. Çekiniklikle yüklü de
olsa meşrulaştırır. Çünkü taşınan ürünler işbölümünü geliştiriyor. O da daha
verimli bir üretim ve yaşamı mümkün kılıyor. Bir tarafta gıda ve dokuma, diğer
bir tarafta maden yatakları çok olunca ticaret anlamlıdır.
Tarih M.Ö. 4000’lerden itibaren ticaretin yaygınlaştığını
göstermektedir. Aşağı Mezopotamya’da ilk kent devleti olan Uruk sitesi
etrafında (M.Ö. 4000-3000) gelişen uygarlığa bağlı olarak, İran’ın
güneybatısındaki Elam’dan Yukarı Mezopotamya’da bugünkü Elazığ ve Malatya
yörelerine kadar bir tüccar kolonileşmesine rastlamaktayız. İlk sömürgecilik
kapısı bu biçimde açılıyor. Daha önce de M.Ö. 5000-4000 döneminde Uruk öncesi
egemen kültür olarak El Ubeyd (devlet öncesi ilk ciddi gözlemlenen ataerkil
kültür) koloniciliğine tanık olmaktayız. Ticaret ve kolonileşme iç içedir.
Çanak çömlek, dokuma ürünleri karşılığında maden ve kereste ağırlıklı eşya
nakledilmektedir. Tüccarla birlikte pazar da şekilleniyor. Eski armağan ve
kurban sunma merkezleri yavaş yavaş pazara dönüşüyorlar. Farklı bölgelerin
ürünleri arasındaki bir nevi ilkel fiyatlandırma ayrıcalığına kavuşan tüccara
ilkel kapitalist diyebiliriz. Çünkü fiyat tayin etme olanağıyla hiç kimsenin o
döneme kadar başaramadığı bir mal birikimine sahip oluyor.
Geçerken belirtmeliyim ki, yine ilk defa metalaşma sürecine
mal değişimiyle ticaret etkinliği yol açmaktadır. Armağan ekonomisinden değişim
değerine henüz geçilmemiştir. Toplum için esas olan, malların kullanım
değeridir. Kullanım değeri, malların bir ihtiyacı giderme özelliğidir. İnsan
için asli olan da bu değerdir. Değişim değeri hayli tartışmalı bir kavramdır.
Doğru tanımlamak da büyük önem arz etmektedir. Bana göre, Marks’ta da dahil,
değişim değerinin temeline emeği koymak çok tartışmalı bir konudur. İster soyut
ister somut emekle tarif edilmeye çalışılsın, değişim değeri her zaman
spekülatif bir yan taşır. Varsayalım ki, ilk Uruklu tüccar Fırat kıyılarındaki
bir kolonisinde, çanak çömlek karşılığında taşlar ve maden bileşiklerini
değiştirmeye kalkıştı. Değişim değerini önce kim belirleyecek dediğimizde,
birincisi karşılıklı ihtiyaç derecesi, ikincisi tüccar inisiyatifi diyebiliriz.
İhtiyaç arzusu yüksekse, tüccar malı dilediği gibi fiyatlandırabilir. Bire
karşı iki yerine, rahatlıkla bire karşı dört koyabilir. Onu bundan engelleyecek
bir etken söz konusu değildir. Kendi vicdanından başka, daha doğrusu gücünden
başka. O zaman emeğin rolü nerede kalıyor?
Burada emek faktörünü tümüyle devre dışı bırakmıyorum. Fakat
esas belirleyen olmadığını iddia ediyorum. Tarihteki tüm mal değişimlerinde bu
hususu gözlemek mümkündür. Zaman zaman mal alışverişlerindeki özgür rekabete
bağlı olarak, eşitlemeye yakın emek değerleriyle değişim sağlanabilir. Ama bu
daha çok teorik bir emek-değer değişimidir. Fiiliyatta belirleyici olan
spekülasyondur. Bazı durumlarda da aşırı mal birikimi olur. O zaman da değeri
sıfırın altına düşer. Malı imha etmek için ilave emek gerektiren durumlarda,
emeğin değeri yok oldu diyemeyeceğimize göre, emeğin temel belirleyici bir
kıstas olmadığı ortaya çıkıyor. Yine kıtlık ve fazlalık yaratma şansı olan
tüccar gücü belirleyici olmaktadır. Kaldı ki, mallar mallarla üretilir. Tarih
boyunca binlerce adsız emekçinin birikimiyle bir mal üretilmektedir. Peki,
hangi mekanizma bu donmuş emek sahiplerine hak ettikleri karşılığı ödeyecektir?
Buna yaratıcı zanaatkârı, hatta tüm toplumsal etkinliğin gerekli olduğunu
eklediğimiz zaman, canlı emek denilen emek türünün anlamlı bir fiyatı,
dolayısıyla ücretlendirilmesi düşünülemez.
İngiliz ekonomi-politiğinin sakatlığı veya sahtekârlığı
burada kendini ele vermektedir. Bilindiği gibi kapitalizmin sistem olarak ilk
zaferini sağlayan, ada İngiltere’si ve Hollanda’dır. Kapitalizme meşruiyet
kazandırmak için teorik bir gerekçeye ihtiyaç şarttır. Özellikle spekülatif
kazanç olduğunu örtbas etmek için kabul edilebilir bir teori büyük önem taşır.
Tıpkı ilk Uruk tüccar dinleri gibi mitolojik bir anlatımın yeni versiyonunu
sunmak, sözde ekonomi-politik bilginlerine, özde ise kapitalizmin yeni dini
icatçılarına düştü. İnşa edilen ekonomi-politik değil, yeni bir dindir. Giderek
her dinde olduğu gibi kutsal kitabıyla ve dallı budaklı mezhepleriyle. Ekonomi-politik,
kapitalizmin en değme kırk haramiler talanını bile geride bırakan spekülatif
(fiyatlarla oynamak için mal birikimleri, bölgesel farkların kullanılması)
karakterini örtbas etmek için geliştirilmiş, kurgusal zekânın en sahtekâr ve
talancı eseridir. Emek-değer teorisi bu konuda tam bir av malzemesidir. Nasıl
seçildiğini gerçekten merak ediyorum. En bellibaşlı nedeninin emekçileri
oyalamak olduğu kanısındayım. K. Marks gibi birisi bile bu ava yemci olarak
katılmaktan kendini alıkoyamamıştır. Bu eleştiriyi yaparken büyük acı
duyuyorum. Fakat en azından kuşkularımızı belirtmek bilime saygımızın asgari
gereğidir.
Bu hususları biraz daha açarsak şunları belirtebiliriz:
Tarihte ikinci büyük tüccar sıçramasına Asur kolonileri
şahsında M.Ö. 2000’lerden itibaren rastlıyoruz. Denilebilir ki, hiçbir
despotizm (kapitalizmin iktidarla bağını daha sonraki bölümlerde tartışacağım)
Asur’daki kadar ticarete ve ticari kolonilere dayanarak uygarlık yaratmamıştır.
Dönemin (M.Ö. 2000-600) en gelişkin ticaretini ve kolonilerini küresel boyutta
(o dönemin küreselliği) ilk gerçekleştirenlerdir. Her ne kadar yaklaşık aynı
dönemlerde arkasına Mısır uygarlığını alan Fenike tüccarları da ticaret ve
kolonileştirmede son derece mahirlerse de ikinci planda kalırlar. İngiltere’nin
yanında Hollanda veya Portekiz gibi, her ikisi de tarihte en azgın
zorbalıklarla birlikte yürüyen ticaretle Kaf Dağı misali değer gasp
etmişlerdir. Asur ve Fenike zenginliğinin ticaret ve zorbalıkla iç içe yürüyen
tarihi araştırılsa, herhalde Avrupalı kolonicilerin (İspanya, Portekiz,
Hollanda, İngiltere, Fransa, Belçika vb.) izini en iyi bu örneklerde yakalamak
mümkündür. İnsan kelleleriyle kaleler ve sur duvarları yaptıklarını öve öve
anlatırlar. Bu gasp temelinde oluşturdukları yaşam ahlakı ve kültürü halen
Lübnan ve Irak’ın yakasını bırakmamakta, bu iki ülke en acılı savaşların konusu
olmaktan kurtulamamaktadır. Roma Cumhuriyeti boşuna Kartaca’yı (Fenike ticaret
kolonisi) dümdüz edip tarla haline getirmedi. Yine boşuna Medler Ninova’yı
(M.Ö. 612’lerde) yerle bir edip bir viraneye dönüştürmediler.
Tüccar uygarlıklarına dikkat etmek gerekir. Tarihte
savaşların ve devlet kuruluşlarının en temel nedenlerinin başında tüccar ve
kolonilerinin emniyeti, daha doğrusu çıkarlarının korunması gelir. Bugünkü
Ortadoğu (ne acıdır ki, ilk ticaret savaşlarını başlatarak –Irak, Uruk’tan
gelir- son savaşını da halen en acımasız biçimde sürdürmektedir) savaşlarının
temel nedeninin de özünde petrol ticaretinden kaynaklandığı iyi bilinmektedir.
Daha çok sayıda örnek verilebilir. Ama gereği yoktur.
Kapitalizme doğru yol alırken ve uygarlık merkezi Avrupa’ya
taşınırken, yine ticaretin başı çektiğini görüyoruz. Ortadoğu merkezli ticaret
ve tüccar uygarlığı ortaçağda İslam’la yeniden bir hamle yapar. Bizzat Hatice
ve sonra eşleştiği işçisi Muhammed, Asur kökenli Süryaniler ve Yahudi kökenli
tüccar ve tefecilerle giriştiği rekabet sonucu, yine zor temelinde Mekke ve
Medine’ye dayalı ticaret uygarlığının temelini atarlar. İslam dini örtüsü
altında, kadim Ortadoğu kentleri ticaret etrafında yeni bir canlanma yaşar.
Bizans ve Sasaniliğin yenilmesiyle Halep, Bağdat, Kahire ve Şam başta olmak
üzere, büyük bir kent ve pazar ağına ulaşır. Çin’den Atlas Okyanus’una,
Endonezya ve Afrika içlerine kadar ticaret ağları tam bir küreselleşmeyi yaşar.
Yaygın bir meta ve para piyasası oluşur. Yahudiler, Ermeniler ve Süryanilerin
elinde büyük para birikimleri gerçekleşir.
Avrupa tamamen bu mirasa dayanır. Ortadoğu’nun Müslüman
tüccarları elinde bir hamle daha gerçekleştiren ticaret kültürünün 13. yüzyıldan
itibaren İtalya’nın Cenova ve Floransa kentleri öncülüğünde Avrupa’ya
taşındığına tarih tanıktır. Para ve ticaret bu kentlerin temel zenginlik
nedenidir. Avrupa ile Ortadoğu arasındaki ticarete 16. yüzyıla kadar önderlik
ederler. Tarihte belki de ilk defa hem kavram hem uygulama olarak kent
ölçeğinde kapitalizmin küçük zaferlerini gerçekleştirirler. Bunda Akdeniz
korsanlığı ve Akdeniz’in doğu-batı yakası arasındaki fiyat tekeli başrolü
oynar. Yine zorbalığın gölgesinde spekülasyon atbaşı gitmektedir. Ticaret
kapitale, kapital kente, kent pazara, pazar spekülasyonun genişlemesine yol
açarak kapitalist uygarlığın şafağı atmaktadır. Bu aşamanın bir prototipi de
klasik Athena-Roma çağında (M.Ö. 500- M.S. 500) yaşanmıştı. Bu çağda kapitalin
zaferine ulaşılmaması, tarımın büyük ağırlığı ve din savaşlarından yenilgiyle
çıkmalarından ötürüdür. İtalyan kent devletlerinde 1300-1600’lerde kapitalizmin
başarılı deneyimi Kuzeybatı ve Kuzey Avrupa’ya doğru yayılmakta gecikmedi.
İspanya zaten daha önce fethedilmişti. 16. yüzyıldan itibaren tüccarın uzun yol
öyküsü ilk defa kentleri aşan ülke çapındaki zaferlerine zorladı.
Dünya çapında bir pazar oluşmuştur. Afrika ve Amerika
sömürgeciliğe alınmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nu ekarte ederek, Atlas
Okyanusu ve Güney Afrika üzerinden Hindistan ve Çin’e ulaşılmıştır. Avrupa
yoğun kentleşmeye alınmıştır. İlk defa kentler tarıma galebe çalmaya
başlamışlardır. Feodal krallıklar modern monarşik devlete dönüşmektedir. Son
İslam İmparatorluğu Osmanlılar peş peşe yenilmektedir. Rönesans yine 14.
yüzyılda İtalya’da başlamış ve tüm Avrupa’ya yayılmıştır. Dinde Reformasyon
hareketi Avrupa’nın kuzey ülkelerinde başarıya ulaşmıştır. Din savaşları ilk
defa çağlarını doldurmaktadır. Daha da önemlisi, tüm Çin, Hint, İslam ve hatta
Afrika ve Amerika’nın kültürel ve uygarlık değerleri Avrupa’ya akıtılmıştır.
Bir yandan modern devlet, diğer yandan uluslar doğmaktadır.
Kapitalizm zafere doğru yürürken, arkasına bu denli tarihi,
kültürü, ticaret birikimini, uygarlığı, siyasi erki ve pazarlanmış dünya
bütünlüğünü almaktadır. Kapitalist ekonomi için bu önkoşullar oluşmadan ve bu
koşullara dayanmadan çıkış yapmak mümkün müdür? Mümkün olmanın ötesinde,
kapitalin kendisi bile düşünülebilir mi? Tarih tıpkı Aşağı Mezopotamya’da Uruk
sitesiyle başlayan kentleşme, sınıflaşma ve devletleşmeyle nasıl ilk adımını,
Fenike ve İyonya’daki ticaret ve kentleşmeyle ikinci dev adımını atmışsa, bu
sefer üçüncü büyük adımını tüm adı geçen koşullarla ideal hale gelen İtalya,
Hollanda ve İngiltere coğrafi mekânında büyük ticaret, kentleşme, dünya çapında
genişleyen pazar üstü ve karşıtı olarak kapitalist ekonomiye kalıcı zafer
temelinde atmıştır. Halen ABD önderliğinde yaşanan bu gerçekliktir.
Fernand Braudel, ısrarla, kapitalist ekonomi pazar karşıtı
ve büyük tüccar alanındaki spekülatif tekelci fiyat ayarlamasına dayalı ekonomi
biçimidir derken, ekonomi denen gerçeklik konusunda K. Marks’tan daha fazla
gerçeğe yakındır.
Tarih aynasından iktidarlaşmış, alabildiğine bünyesinde
pazarı geliştirmiş, kentten kıra hâkim olmaya başlamış, din ve ahlaka
bağlılığını ikinci plana atmış bir toplumsal gelişme ortamında, birikmiş
metalara el koymanın inceltilmiş ve ideolojik ambalaja konulmuş talana dayalı
bir ekonomik eylem türünü veya biçimini gözlemlemekteyiz. El koymanın bu yeni
biçiminde şüphesiz pazarda buluşan arz-talep tarafından şekillenen fiyat ve
fiyatın para aracılığıyla yansıtılması, eski dönemlere göre büyük bir ilerleme
veya oyunculuk yeteneği kazanmıştır. İlk tefecilik ve sarrafçılık yerine,
banka, senet, kâğıt para, kredi, muhasebe, şirketleşme hayli gelişmiştir ve
bunlar modern çağın ekonomik ilmihalini oluşturan temel konulardır. Eksik kalan
bilimsel izahtır. Onu da anavatan İngiliz ekonomi-politikacıları ve sonra
yanlarına çektikleri paradoksal da olsa karşıtları, başta K. Marks olmak üzere
sosyalistler inşa etmeye çalışmışlardır.
Kapitalist ekonomi denilen talan düzeni, tüm eski ve yeni
dünyada toplumları ve coğrafyaları sömürgeleştirip yeniden köleleştirirken, tüm
güç erklerini (dönemin devletlerini bir gasp biçimi olan borçlandırmayla)
kendine bağlarken, tarihin en kanlı savaşlarını yürütürken, toplum bünyesi
üzerinde her şeyiyle oynayıp hegemonyasını onaylatırken, onu eski topluma karşı
devrimci ilan eden K. Marks ve ardılları ile benzer düşünce ekolleri bence bilim
inşa etmiyorlar. Das Kapital kapitale karşı yazılmış en eksikli, dolayısıyla
yanlış yorumlanmaya müsait kitaptır. Burada Marks’ı suçlamıyorum. Sadece
eserinin tarih, devlet, devrim ve demokrasi boyutunun olmadığını,
geliştirilmediğini söylüyorum. Yapısı gereği çok ‘bilimcil’ geçinen Avrupa
aydınları, sübjektif olarak kasten olmasa da, objektif konumları gereği,
Kapital (kitap olarak) temelli inceleme ve araştırmalarıyla anti-kapitalist
temelde ‘emekçi’ denilen kesimler adına bilim ve ideoloji üretmediler.
Liberalizm de çok iyi fark ettiği bu yetersizliklerini, kapital tahlilleriyle
doğuşunda kapitalizmi devrimci ilan etmelerini mükemmel kullandı. Nitekim daha
sonraları önce Alman sosyal-demokratlarını, ardından reel sosyalist sistemi
(Rusya ve Çin dahil) ve en sonunda da ulusal kurtuluş sistemlerini asimile
(modernist ideoloji gücüyle, ulus-devlet ve endüstriyalizmle) ederek, uğruna
çok savaşılan sınıf savaşımını da kazandı. Liberalizm karşısında her üç akımın
net bir yenilgisi söz konusudur ve ne yazık ki henüz bu konuda net bir
özeleştiri yapılamamaktadır.
Bir söz vardır: Bilim er geç dediğini geçerli kılar. Eğer bu
aydın metinleri, gerçekten başta işçi sınıfı olmak üzere, topluma ve tarihine
karşı açılmış bir savaş olan kapitalizme ilişkin bilimsel nitelikte olsalardı,
karşıt sisteme bu denli yenik düşmezlerdi. Daha kötüsü, mirasları böylesine
ucuz harcanmazdı. Özgürlük Sosyolojisi’nde bu tartışmaları boyutlandıracağımı
belirterek, burada ‘kapitalist ekonomi’ denilen gerçekleri daha iyi
tanımlayarak işlevselliği içinde çözmeye çalışayım. Sermaye birikimine ilişkin
çok kullanılan artık-ürün, artık-değer, emek-değer, ücret, kâr, fiyat, tekel,
pazar, para başta olmak üzere belli başlı ekonomik lügatı açma gereği
duymuyorum. Üzerinde sayısız inceleme yürütülmüş bu konuları, toplumsal ahlaki
yaklaşımlarım gereği basitliği içinde bırakıp, esas açılması gereken etkenlerle
uğraşmaya devam edeceğim. Ancak gerektiği ölçüde dokunmaktan da geri
kalmayacağım.
Ekonomik bazda kâr-ücret, sosyal bazda burjuva-proleter kavramlaştırmaları,
kapitalizm tarafından paramparça edilen insanlığın tüm tarihsel birikimini en
acımasız ve ince yöntemlerle asimile eden ve sonunda soykırım ve nükleer
dehşetle gezegene salan bir sistemi pozitivist tarz bilimselleştirmenin ilk
adımlarıdır. Proleter denen unsurun tek başına emeğiyle değer yarattığını, daha
sonra bir nevi sahibi olan sermayedarın para ve diğer araçlarının karşılığını
bu değerden kâr olarak kopardığını bilimsel bir tespitmiş gibi ileri sürmek,
ekonomizm yaklaşımının temelidir. Ekonomik indirgemecilik denen anlayış bu olsa
gerekir. Tarih, toplum ve siyasal erkten bu denli kopuk bir değer tarifinin
düşüncesi bile çok problemlidir. Bireyi sermayedar ve işçi olarak
tanrılaştırsak dahi, değeri bu anlayışla oluşturamazlar. Ekonomik değerlerin
tarihsel-toplumsal niteliği çok açıktır. Zaten değişimin ilk başlarda
ayıplanmayla karşılaşması, fazlalıkların armağan edilmesi değere verilen kutsal
anlam nedeniyledir. Halen hiçbir çiftçi “Ben ürettim demez “Atalarımın malını
işleyip nasipleniyorum der. Hatta “Tanrının nimetine hamd olsun diyerek,
kaynaktan ne anladığını basitçe ama sözde ‘bilimden’ daha anlamlıca ortaya
koymaktadır.
Bir ananın, proleteri dokuz ay karnında taşıyıp binbir
zahmetle işgücü haline getirinceye kadar verdiği emeğin karşılığını nasıl
tanımlayacağız? Sermayedarın çalıp çırptığı binlerce yıldan kalma birikimlerle
hazırlanan üretim araçlarının sahipliklerini ve paylarını nasıl belirleyeceğiz?
Hiçbir üretim aracının değerinin pazarda satıldığı gibi olmadığını unutmayalım.
Bir fabrikanın sadece teknik icatçılığı binlerce keşifçi insanın birikimli
yaratıcılığının ürünüdür. Bunların değerini nasıl belirleyip kime ödeyeceğiz?
Bunların toplumsal paylarını düşünmemek, ahlakı tamamen yadsımadan mümkün mü?
Bu tarihi-toplumsal değerleri sadece iki kişi arasında paylaştırmak adaletle
uyuşur mu? Kaldı ki, bu iki kişinin aileleri, toplumsal çevreleri vardır.
Aileleri ve toplumsal çevreleriyle korunup kollanan bu iki kişi üzerinde
bunların hiç mi hakkı yoktur? Soruları daha da yakıcı kılıp arttırabiliriz.
Fakat bu kadarı bile kâr-ücret ikileminin ne kadar problemli olduğunu
göstermeye yeterlidir.
Kâr ve ücretin sahiplerini bu sefer birer burjuva-proleter
olarak ilişkilendirelim. Bu iki sınıfın doğuş aşamasında iki devrimci sınıf olarak
eski topluma karşı yeni toplumu doğurttuklarını iddia etmek gerçeklerle ne
kadar bağdaşıyor? Tarihte bu ittifakın hiçbir karşılığı yoktur. Sonra temel
çelişki gereği karşı karşıya geldiklerini, köklü çatışma süreci anlamında
doğrulatacak örnekler belirleyici olmayacak denli azdır. Olanlar da eski
çatışma geleneklerinin devamıdır. Belirgin olan ve somut yaşam içinde
gözlemlenen, tıpkı kölenin Firavun’un bedeninin bir eki olması gibi, işçinin
burjuva karşısındaki pozisyonu da benzerdir. Tarihte efendisine karşı
kölelerinin hiçbir başarılı eylemi yoktur. Çokça adı örnek gösterilen Spartaküs
bile, son tahlilde efendi olma özlemindeki bir isyancıydı. Bundan farklı bir
programının olmadığını biliyoruz.
Unutmamalıyız ki, binlerce yıllık köle-efendi ilişki mirasını
devralan patron-işçi ilişkisi binbir ilmekle birbirine bağlı olup, öyle patrona
karşı tek tük istisnalar dışında, köklü başkaldırılar ve zaferler sağlamış
olmaktan uzaktır. İlişkiler ezici oranda patrona bağlılık temelinde
sürdürülmüştür. İşçi başkaldırısı denilen olayların da çoğunlukla yarı-köylü ve
işsizleştirmeye karşı olanlar tarafından geliştirildiğini bilmekteyiz.
Başkaldırılar genel toplumsal etkilemelerle ilgilidir. Patron-işçi ilişkisine
yansıyan da bu etkilerdir. Daha da önemli olan, işçinin patrona karşı hak
mücadelesi (problemli olduğunu belirttik) değil, proleterleşmeye karşı, işçi ve
işsiz olmaya karşı mücadelesidir. Proleterleşmemek, işçileşmemek, işsizliği
kabul etmemek daha anlamlı ve etik bir toplumsal mücadeledir. Birer ezilen olarak
köleyi, serfi ve işçiyi asla yüceltmemeliyiz. Yüceltilecek eylem ve ilişki,
tersine köleleşmeme, serfleşmeme ve işçileşmeme biçiminde formüle edilmelidir.
Efendileri tanıyıp ve tanımlayıp, daha sonra hizmetkârlarına mücadele önermek,
tüm oportünizmlerin ortak eğilimidir. Tarih boyunca hak, emek mücadelesini boşa
çıkaran bu zihniyetler olmuştur. Özcesi, bu ilk ‘bilim’ kavramlarıyla ne
anlamlı bir sosyoloji yapmak, ne de başarılı bir toplumsal mücadele geliştirmek
mümkündür! Bu hususları belirtirken emeği, değeri, kârı, sınıfı inkâr
etmediğimizi, daha çok bilim inşasında kullanılma tarzlarını doğru
bulmadığımızı belirtiyoruz. Yanlış bir sosyolojinin inşa edildiğini belirtmek
istiyorum.
Toplumun ekonomik yaşamında kapitalizmin yeri en üst
katlarda gerçekleşmektedir. Başlangıcında büyük tüccarın pazar üzerinde tekel
fiyatlarıyla sermaye biriktirmesine dayanır. Sermaye, tarifi gereği, sürekli
kendini büyüten parasal değerlerdir. Özellikle aralarında büyük fiyat farkı
olan uzak pazarlar karşısında büyük değer birikimleri kapılır. Finans olarak
devlete verilen borçların karşılığı olarak faiz ve iltizamla büyüme ikinci
yoldur. Maden işletmeleri, kıtlık ve savaş dönemleri, palazlandığı diğer önemli
alan ve dönemleridir. Ticaret dışında tarım, endüstri ve ulaşımcılıkta kârlı
buldukça yer alır. Endüstri devrimiyle temel kâr alanları sanayi sektörü olur.
Her iki dönemde de arz ve taleple oynayarak, hem üretimi hem tüketimi
belirlemeye çalışır. Belirleyici olduğu oranda kâr oranlarını arttırır. Büyük
ticaret ve sanayi, kapitalizmin başlangıç ve olgunluk süreçlerinin kâr
alanlarıyken, günümüzde ağır basan sektör finanstır. Başlıca finans araçları
olan para, senet, banka, kredi araçları kapitalist ekonominin hızlanarak kâr
devrelerini kısaltmayı, yoğunlaştırmayı ve genişletmeyi sağlar. Böylelikle kâr
oranlarında büyük spekülatif balonlar oluşur. Böylece de kriz süreçleri bu
ekonominin ayrılmazları haline gelir.
İşsizliği çoğaltarak ücretleri düşürme ve ucuz çalışan
ülkelere kayan yatırımlar, diğer kâr şişiren yöntemlerdir. Sonuç olarak
kaynağını en eski avcı ve ticaret kültüründe bulan, fiyatlarla oynama gücü
kazanarak gelişme şansı yakalayan, toplumsal denetimden ahlakı ve dini
gevşeterek kurtulan, iktidarı borçla kendine bağlayan ve pazar üzerinde tekel
kurarak gelişen bu ekonomi biçimi, nihai tahlilde talan ekonomisi olmaktan
kurtulamaz. Kâr amacıyla endüstriye el atması, kâr oranlarına göre bir üretim
ve tüketim yapısını esas alması, toplumsal bünye ve doğal çevre üzerinde
gittikçe taşınması zor yükler yükleyerek yol açtığı krizler, çöküş ve
çürümesinin doğuşundan itibaren yol arkadaşlarıdır. Şüphesiz ekonominin tümü
değildir. Ne ticaret, tarım, sanayi, ne de dolaşım, teknikler ve pazarlar
kapitalizmin icatları olmayıp, tersine ağır istismarına ve talanlarına uğrayan
temel toplumsal ekonomik kurumlarıdır. Tarih ve uygarlıkla belirlenip
politikayla iç içe bir yaşama sahiptirler.
Böylelikle ekonomizmin, kapitalist ekonominin tanımıyla
ilgili gerçeği önemli oranda çarpıtan bir anlayış, düşünce eğilimi olduğunu
belirlemeye çalıştım. Doğru tanımlamayı da ana hatlarıyla bu eleştiriler
temelinde tarih-toplum, siyaset ve uygarlık-kültür bağlantılarıyla iç içe
yorumlayıp, bir nebze de olsa aydınlatmaya çalıştığım kanısındayım.
Kürt Halk Önderi Abdullah
Öcalan’ın “Demokratik Uygarlık
Manifestosu Adlı Kitabından…
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com
– www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info