18 Mayıs 2010 Salı Saat 06:22
0
21
TR
*/Kapitalizmin daha çekirdek halindeyken siyasal iktidar ve
hukuksallığın fideliğinde oluştuğunu tüm gözlemler doğrulamaktadır. Kapitalizm
her iktidar ve hukukundan yararlandığı gibi, işine geldiğinde en tutucu
savunucusu kesilmiş çıkarlarını zedelediğinde ise, her tür komplo
yöntemleriyle -gerektiğinde devrimci eylemlere katılmak da dahil- devirmekten
çekinmemiştir. Bazen en gözü kara devrimcilik oyununa da katılmıştır. Faşist
darbecilikten sahte devlet komünizmi darbeciliğine kadar -özellikle bunalım ve
kaos dönemlerinde- iktidar savaşlarını gerçekleştirmiştir. Tarihin en kapsamlı
sömürgecilik, emperyalizm ve imparatorluk savaşlarını yürütmüştür.
Hiçbir ekonomik biçimin kapitalizm kadar iktidar zırhına
ihtiyaç duymadığını, kapitalizmin iktidarsız oluşamayacağını önemle
belirtmeliyiz. Ekonomi-politik ‘bilimciler’, kapitalizmin en temel özelliği
olarak, tarihte ilk defa iktidar dışında ekonomik yöntemle, sermaye-emek
gönüllü birlikteliğiyle kârın, artık-ürünün-değerin oluştuğunu iddia ederler.
Hem de başat bir varsayım olarak. Burada en az emek teorisi kadar saptırılmış
bir söylemle karşı karşıyayız. Bir yerlerden barışçıl tarzda sermaye
oluşturulmuş yine barışçıl ilişkiler sonucunda köylüler, serfler, zanaatkârlar
üretim araçlarından kopup bir araya gelerek, adeta mutlu ve devrimci bir
evlilik yaparcasına, faktörel değerler olarak bir sentez oluşturup yeni
ekonomik biçimi tarih sahnesine çıkarmışlardır. Öykü aşağı yukarı böyle
yazılmaktadır. Kocaman ekonomi-politikçilerin sağlı sollu karargâhlarında
gerçekleştirilen tüm metinlerde bu idea ‘amentü’ değerindedir. Bu idea olmadan
ekonomi-politik olamaz. Buna bir de pazarda rekabeti ekledin mi, dört dörtlük
bir ekonomi-politik kitabını ana ilkeleri bağlamında yazdın demektir.
Kendim bir şey idea etme gereği duymuyorum. Sosyolog ve
tarihçi olarak Fernand Braudel’in Maddi Uygarlık araştırması (ki, otuz yıllık
komple bir emeğin üç ciltlik muhteşem bir eseridir), çok kapsamlı gözlemleri ve
mukayeseli yaklaşımıyla bunu net biçimde yalanlamaktadır. Braudel’in bu
eserindeki birinci ideası, kapitalizmin pazar karşıtı olduğudur. İkincisi,
kapitalizm gırtlağına kadar güç, iktidar bağlantılıdır. Üçüncü olarak, başından
beri endüstri öncesi ve sonrasında hep tekeldir. Dördüncü olarak, kapitalist
içten ve alttan rekabetle değil, dıştan ve üstten tekellerle -talanla-
dayatılmıştır. Kitabın anafikri budur. Eksik, katılmadığım yanları olsa da,
anlatım yönü ve özü itibariyle en değerli bir tarih-sosyoloji yorumudur. Sınırlı
da olsa İngiliz ekonomi-politikçileri, Fransız sosyalistleri ve Alman tarihçi
ve felsefecilerinin sosyal bilime yönelik tahribat ve saptırmalarını düzeltmede
iyi bir giriştir.
Gönüllü ve serbest rekabet ortamında emek birikimlerini ve
güçlerini birleştirerek, kapitalist ve işçinin gerçekleştirdiği bir ekonomik
düzen yoktur. Masal ve öyküler bile gerçek’ten bu denli uzak düşmemiştir. Tek
tek ve grup, sınıf olarak kapitalist sayabileceğimiz tüm unsurlar ve sahip
oldukları ekonomik güçler, bir saniye iktidarın koruması olmadan ayakta
duramazlar ve iktidar ellerinde durmaz. Yine iktidarın en kapsamlı kuşatması
olmadan, hiçbir kent pazarında serbest rekabetle ne mal alışverişi, ne işgücü
üzerinde bir pazar söz konusudur. En önemlisi de serfin, köylünün ve kent
zanaatkârının toprak ve tezgâhından koparılışı acımasız ve adaletsiz bir zor
ortamı oluşturulmadan geliştirilemez, gerçekleştirilemez. Avrupa’da neredeyse
14. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar boydan boya bu toprak ve atölye emekçilerinin
anaları gibi bağlı oldukları bu geçim araçlarından koparılışı isyanlar ve
ihtilallerle karşılanmıştır. Binlerce insan idam edilmiş, milyonlarca insan iç
savaşlarda öldürülmüş ve hapishane ve hastanelerde çürütülmüştür. Bunlar
yetmemiş, aralarındaki mezhep ve ulus savaşlarıyla ortam kan deryasına
dönmüştür. Sömürge savaşları ve emperyalist savaşlar bilançoyu konsolide
etmiştir.
Tüm bu zor etkenlerinin kapitalizmin doğuşundaki dıştan
dayatmalı tekelci talancı karakteriyle ilişkisi gayet iyi gözlemlenmekte ve
açıkça görünmektedir. Hangi ekonomik-politik retoriği bu gerçekleri tersyüz
edebilir?
Gerçekleri daha somut görebilmek için, kapitalistleri zafere
götüren on altıncı yüzyıl savaşlarını yakından gözlemlemek gerekir. Yüzyılın
başlıca iktidar ve savaş faktörleri Habsburg sülalesinin İspanya kolu
imparatorları, Fransa’dan Valois sülalesi kralları, İngiltere’de Norman kökenli
kralların yerine geçen Anglo-Sakson Stuartlar hanedanı ve en ilginci ve
zincirleme reaksiyon başlatacak olan daha ismi bile konulmamış Hollanda’nın
yeniyetme Orange Prensliği.
Müslümanların İspanya’dan kovulmasından (1500’lere doğru)
güç alan ve hızla imparatorluğa koşan bu Alman kökenli Habsburglu kral ve
imparatorlar, kendilerini Roma’nın mirasçısı olarak görüyorlar. Özellikle
Konstantinopolis’in 1453’te Osmanlı sülalesinin eline geçmesi ve Osmanlılarla
yürütülen savaşın başını Avusturya Habsburglarının çekmesi bu ideaya gerekçe
olarak kullanılmaktadır. Fransız Valois kral sülalesi de imparatorluk ateşine
tutulmuştur. Roma’nın gerçek mirasçısı olarak kendilerini görmektedir.
İngiltere Krallığı ve Hollanda Orange Prensliği bu iki imparatorluk tarafından
yutulmamak için bir nevi pro-ulusal kurtuluş savaşlarını vermektedir. Peşi sıra
İsveç Krallığı, Prusya Prensliği ve hatta Moskova Prensliğinin Çarlık yükselişi
benzer hareketler olarak kendilerini duyuracaklarıdır. İngiltere Krallığı ve
Orange Prensliği 16. yüzyıl başlarında İspanya ve Fransa kralları tarafından
gerçek bir yutulma tehlikesi ile karşı karşıyaydılar. Eğer bu eylemler başarılı
olsaydı, İngiltere ve Hollanda başta olmak üzere, Kuzeybatı Avrupa kentlerinin
kapitalistik gelişmelerinin İtalya’nın Venedik, Cenova ve Floransa kentlerinin
konumuna düşmesi yüksek bir olasılıktı.
İtalya’nın çok güçlenmiş bu kapitalist kentlerinin tüm
İtalya çapında kapitalizmin zaferini sağlayamamalarının temel etkeni siyasal
güçsüzlükleriydi. Daha doğrusu, İtalya üzerinde (dolayısıyla kent zenginlikleri
üzerinde) İspanya, Fransa ve Avusturya kral ve imparatorlarının yürüttüğü
egemenlik ve fetih savaşları, bu kentlerin boyun eğmesiyle sonuçlanmıştır. Söz
konusu kentler sınırlı bir ekonomik ve siyasi güçle yetinmek zorunda
kalmışlardır. Dolayısıyla hem İtalyan birliği gecikmiş, hem de kapitalizmin
İtalyan deneyimi yarım kalıp tüm ülkede yaygınlaşamamıştır. Geçici de olsa, burada
zor belirleyici rol oynamıştır. Karşılık olarak ve her kapitalistik unsurun
içine girdiği gibi, İtalyan kent kapitalistleri de siyasal egemenlikten
vazgeçirilmeleri karşılığında bu devletleri finans yoluyla kendilerini bağlayıp
“al gülüm ver gülüm politikasına alet olmaktan çekinmemişlerdir. Çünkü
kapitalizm yeni dini para > para (PP) etrafında şekillenmektedir.
İngiltere Krallığı ve Orange Prensliği yenilmediler. Bu
yenilmemede kapitalist unsurların hem devleti kredilendirmeleri, hem de
devletle birlikte oluşturdukları gemi ulaşım sanayi başat rol oynadı. Kara gücü
değil, deniz gücü üzerinde yoğunlaşmaları kendilerine zaferin yolunu açtı. Bu
süreçte çok önemli iki stratejik gelişme ortaya çıkmıştır:
1- İngiliz Krallığı ve Hollanda eyaletleri kapitalist tarzda
yeniden örgütlenen ve eylemleşen devlet modeline ağırlık verdiler. Düzenli
vergilerle beslenen, bütçesini denkleştiren, rasyonel bir bürokrasiye ve
profesyonel bir orduya dayanan ilk örnekler oldular. Üstün deniz güçleriyle
İspanya ve Fransa’nın deniz gücünü yendiler. Atlas Okyanusu ve sonraları
Akdeniz’deki egemenlikleri, sömürge savaşlarının da kaderini belirledi. İspanya
ve Fransa’nın düşüşü böyle başlar. İspanya ve Fransa krallarının karadaki
başarıları, borçlanmaları nedeniyle astarı yüzünden pahalı Pirus zaferlerine
döndü. Kapitalist ekonominin de kaderini belirleyenin İngiltere ve Hollanda’nın
iktidar yapılanmasındaki yenilikler olduğu genelde kabul gören bir yorumdur.
Bir kez daha görüyoruz ki, kritik bir dönemeçte siyasi zor ekonomik biçimlenme
üzerinde belirleyici rol oynayabiliyor. İtalyan kentlerinin başaramadığını,
Londra ve Amsterdam kentleri başarıyor.
2- İngiltere ve Hollanda’nın siyasi erkine zıt bir gelişme,
bu yüzyıldaki İspanya, Fransa ve Avusturya imparatorluk devletlerinde yaşanmaktadır.
Bu üç devlet de daha çok Roma modeline benzer bir imparatorluk kurmak
sevdasındaydılar. Aralarında hem yoğun akrabalıklar hem de çelişkiler vardı.
İngiltere Krallığı bu sevdadan erken kurtuldu. Avrupa imparatorluğu yerine
gözünü dünya imparatorluğuna dikti. Ama kapitalist sistemin zaferine dayalı
olarak İspanya, Fransa ve Avusturya devlet rejimleri her ne kadar modern
monarşiler olmaya doğru birçok reform yaşasalar da, öz itibariyle eski
toplumlara göre şekillenmiş siyasal araçlardı. Modern bir vergi, bürokrasi ve
profesyonel ordu oluşturmaktan uzak idiler. Bütçeleri denk değildi. Sürekli
borçlanıyorlardı. Kapitalist gelişmenin yol açtığı huzursuzlukları çözmede
yetersiz kaldılar. Kapitalistlerinin kendilerini tam desteklemeleri şurada
kalsın, borç ve iltizam nedeniyle aralarında yoğun çelişkiler oluşuyordu.
Feodal aristokrasiyle merkezileşme, monarşik krallık hamlesi nedeniyle
çelişkiler daha da yoğundu. Kent-kır çelişkisi nedeniyle de bütün toplum ayağa
kalkmıştı. İsyanlar bile bu monarşileri nefessiz bırakmaya yeterliydi.
İngiltere ve Hollanda’nın el altından muhalifleri desteklemesi, birçok devrimin
patlak vermesine yol açıyordu. Tabii amaç ve sonuçlar bazen çok farklı
oluyordu. Tıpkı Büyük Fransa Devriminde olduğu gibi.
İtalya’da kapitalist ekonominin siyasal-toplumsal zaferini
önleyen aynı güçler, Fransa, İspanya ve Avusturya monarşileri İngiltere ve
Hollanda kent kapitalistleri tarafından finanse edilen verimli devlet modelleri
karşısında defalarca yenilgiye uğramaktan kurtulamadılar. Çok açıkça bir kez
daha ekonomik biçimle zor sistemleri arasındaki ilişkilerin stratejik
sonuçların doğuşunda belirleyici rol oynadıklarını gözlemlemekteyiz. Zor,
iktidar ve ekonomi arasındaki ilişkilerin anlaşılması açısında 16. yüzyıl
Avrupa’sı tam bir laboratuar işlevi görme konumundadır. Adeta tüm uygarlık
tarihi mezarından uyanıp kendi öz öyküsünü anlatır gibidir. Şunu söyler
gibidir: Kendini (16. yüzyıl Avrupa’sı) anladığın kadar, beni de anlamış
olursun!
Zor ve ekonomi arasındaki ilişkinin tarihsel-toplumsal
gelişiminin kısa bir özeti konuyu daha iyi açıklığa kavuşturacaktır.
a- Uygarlık öncesi toplum çağlarında ‘güçlü adam’ın ilk zor
örgütlenmesi sadece hayvanları tuzağa düşürmedi. Kadının duygusal emeğinin (göz
nurunun) ürünü olan aile-klan birikimine de göz koyan yine aynı örgütlenmeydi.
Bu ilk ciddi zor örgütlenmesidir. El konulan, kadının kendisi, çocukları ve
diğer kan hısımlarıydı hepsinin maddi ve manevi kültür birikimleriydi ilk ev
ekonomisinin talanıydı. Bu temelde proto-rahip şaman, tecrübe sahibi şeyh ve
güçlü adamın zor örgütünün el ele verip, tarihin ilk ve en uzun süreli ataerkil
hiyerarşik (kutsal yönetim) gücünü oluşturduğunu tüm benzer aşamadaki
toplumlarda gözlemlemekteyiz. Sınıflaşma, kentleşme ve devletleşme aşamasına
kadar toplumsal ve ekonomik yaşamda bu hiyerarşinin belirleyici rol oynadığı
açıktır.
b- Sınıf-kent-devlet oluşumuyla başlayan uygarlık
sürecindeki ekonomik biçimlenmeye, rahip-kral-komutan olarak
kişiselleştirebileceğimiz güç odağına devlet denilmektedir. Kurum olarak din-siyaset-askerlik
iç içe geçmiş biçimde iktidarı oluşturmaktadır. Bu güç sisteminin en temel
özelliği, kendi ekonomisini devlet komünizmi biçiminde örgütlemesidir. Henüz
Max Weber tarafından kullanıldığını görmeden, benim de ‘firavun sosyalizmi’
dediğim bir ekonomi söz konusudur. Kalıntı halinde anacıl ekonomi
ataerkil-feodal aşiretsel ekonomide varlığını sürdürmektedir. Firavun
sosyalizminde insanlar yanlınkat köle olarak çalıştırılmaktadır. Hakları,
ölmeyecekleri kadar birer çömlek kâsesi çorbadır. Halen kalıntısı bulunan eski
tapınak ve saray binalarında binlerce köle kâsesine rastlanması bu ilişkiyi
doğrulamaktadır.
Devlet biçiminde zor, ulaştığı her alanda ekonomik anlamda
ne bulursa talan etmeyi hakkı olarak görmektedir. Talan, bir nevi zorun diyeti
olarak düşünülmektedir. Zor tanrısal ve kutsaldır. Ne yapsa haktandır ve
helaldir. Özellikle ana şekillenme merkezli olan Ortadoğu, Çin ve Hint
uygarlıklarında siyasi üstyapı veya kast, bir nevi altyapıyı ekonomi olarak
değerlendirip, her tür yönetim gücünü kendinde görmektedir. Pazar, rekabet
henüz oluşmadığı gibi, günümüzdeki anlamıyla ekonomik sektör diye bir kavram da
oluşmuş değildir. Her ne kadar ticaret varsa da, bu eylem devletler arası ana
işlevden biridir. Ticaret özelleşmiş olmaktan uzaktır. Devlet tekeli aynı
zamanda ticaret tekelidir. Pazar kentleri çok istisnai olarak devletlerin
tampon bölgelerinde ancak zaman zaman boy vermektedir. Onlar da kısa süreler
içinde kent devletlerine dönüşürler. Bu süreçte ticaret kervanlarla yapıldığı
için, ‘güçlü adamın’ daha sonra ‘kırk haramiler’, ‘korsanlar’ ve ‘eşkıyalar’ın
soygunu da en az devlet soygunları kadar geçerlidir.
c- Grek-Roma uygarlığında özerk kent, pazar ve ticaretin
yaygın ve yoğun bir hal aldığını görmekteyiz. Uruk ve Ur’un mirasını devralan
Babil ve Asur despotizmi, ekonomiye belki de ilk defa ticaret acenteleri (bir
nevi pazar-karum-kâr kavramlarının iç içeliği söz konusu) açarak uygarlığa yeni
bir katkıda bulunmuşlardır. Zaten ticaret kolonileri Uruk ve hatta öncesine
kadar gitmektedir. Değişimin artması ve pazarın oluşumu, Asur devletinin ilk
görkemli imparatorluk olarak tarih sahnesine çıkışını hazırlar. İmparatorluklar
esas olarak ekonomik yaşam için duyulan güvenlik ihtiyacına cevaptır. Asur’da
ekonominin bel kemiği ticaret olduğu için, ticaret ve karumları, imparatorluk
tarzında bir siyasi örgütlenmeyi gerektirmiştir. Tarih Asur İmparatorluğunu en
gaddar imparatorluk, despotizm örneği olarak değerlendirir ki, yine temel
ticaret tekelciliği dediğimiz taslak halindeki kapitalizmdir. Asur ticaret-tekel
kapitalizmi üstyapıda en gaddar imparatorluk yönetimini getirmiştir.
Grek-Roma siyasi erki, Asur mirasına Fenikelilerden kalma
kent ticaret kolonileri mirasını da ekleyerek, daha gelişkin bir siyası
üstyapıyla ekonomik altyapı oluşturmayı başarmışlardır. Değişim yaygınlaşmış,
özerk kent, pazar, ticaret ve rekabet sınırlı da olsa devreye girmiştir.
Kırları dengeleyecek kadar bir kentleşmeye tanık olmaktayız. Kırlar artık
değişim amacıyla kentler için daha çok artık-ürün ürütmektedirler. Dokuma,
gıda, maden ticareti gelişmiştir. Özellikle yol ağları Çin’den Atlas Okyanusuna
kadar örülmüştür. İran’daki siyasi erk doğu-batı ticareti nedeniyle kalıcı bir
tüccar imparatorluğuna dönüşmektedir. Grek ve Roma’yı hegemonya altına alacak
kadar zorlamışlardır. Çin, Hint ve Orta Asya kavimlerinin ve siyasi erklerinin
batıya doğru istila hareketleri önünde temel benttir. Batının da doğuya karşı
istilasının önünde aynı bent işlevini sürdürecektir. İskender ve ardılları
ancak kısa bir zaman diliminde (M.Ö. 330-250) bu bendi yıkıp baraj kapaklarını
açabileceklerdir.
Greko-Roma uygarlığı, kapitalist ekonominin ilk örneklerine
en çok rastladığımız mekânı da temsil eder. Kentlerin özerklik derecesi,
pazarda değişim ve fiyat belirlenmesi, büyük tüccarların varlığı kapitalizmin
eşiğine kadar gelindiğini gösterir. Gerek kırsal alanın kent karşısındaki gücü,
gerek imparatorluk örgütlenmesi (esas olarak kır ekonomisine dayanırlar)
kapitalistlerin hâkim toplumsal sistem haline gelmelerine engel olur.
Kapitalistler azami büyük tüccar seviyesinde kalırlar. Üretime ve endüstriye
müdahaleleri çok sınırlıdır. Ayrıca siyasi erkin sıkı engellemeleriyle karşı
karşıyadırlar. Efendiye bağlı kölelik henüz güçlü konumunu yaşamakta olup,
işgücünün serbest yaşama şansı yok denecek kadar azdır. Kadınlar cariye olarak,
erkekler de tüm bedenleriyle köle olarak alınıp satılıp. Köle ekonomisinin tek
belirleyici gücünün şiddet olduğu tartışmasızdır. Sadece bir ekonomik değer
olarak kölelerin varlığı, şiddet-ekonomi (artı-ürün gaspına dayalı ekonomi)
ilişkisine hiçbir tartışmaya yer vermeyecek kadar açıktır. Çin ve Hint ilkçağ
sisteminde siyasi ve askeri kast kuruluşundan kapitalist sömürgeciliğe kadar,
altındaki tüm toplumu bir nevi ekonomik sektör olarak görüp çalıştırarak
yönetmeyi temel görevleri ve doğal hakları saymakta, daha doğrusu tanrısal
hakları olarak görmektedir.
Ekonomi sözcük olarak Antikçağ Grek-Helen dünyasına aittir.
Aile yasası olarak anlamlandırılması bir yandan kadınla bağlantısını dile
getirirken, diğer yandan geleneksel siyasi erkin konumunu da açığa vurmaktadır.
Onlar ekonominin üstünde tıpkı kapitalizm çağında tekellerin oynadığı rolü
siyasi tekeller olarak oynarlar. Şu hususu önemle belirtmeliyim ki, siyasi
tekelle ekonomik tekel arasında sıkı bir korelasyon (bağlam) olup, birbirini
genel olarak gerektirirler. Atina ve Roma’nın siyasi gücü paradoksal olarak bir
anlamda çok büyük olduğu için kapitalizme kapalıdır. Diğer yandan kır
karşısında çok küçük olduğu için, kent kökenli bir ekonomik biçime güç
getirememektedirler. Uygarlığın bu dönemi kapitalistleri tanımakla birlikte,
sistemsel gelişmelerine henüz elvermemektedir.
d- Ortaçağ İslam uygarlığında ticaret çok ağırlıklı bir role
erişmiştir. Hz. Muhammed ve İslam dini ekonomik açıdan ticaretle oldukça
bağlantılıdır. Bizans ve Sasani İmparatorlukları arasında sıkışan Arap
aristokrasisinin ticaret kökenli gelişmesi, İslamiyet’in çıkışında temel sosyal
ve ekonomik etkendir. İslamiyet’in doğuşundan itibaren kılıcı esas aldığı
bilinmektedir. Yahudiler ve Asur’dan kalma Süryanilerin ticaret ve para
üzerindeki hâkimiyeti onlarla çelişkilerini açıkça ortaya koyar. Zaten iki
siyasi tekel olarak Bizans ve Sasanilere nefes aldırmamaktadır. Tarihin bu
aşamasında ve kadim mekânda zor ile ekonomi arasındaki ilişkiyi çarpıcı
kılmaktadır. Ortaçağ bir nevi İslam çağıdır. Ticaret için güvenlik imparatorluk
tarzını gereksindiği kadar, önünün aynı nedenle engellendiğinin de farkındadır.
Ticari sermayenin kapitalist üretim biçimine dönüşümünü sürekli
engellemektedir. Kırsaldaki toplumsal örgü, din ve ahlakın sıkı kontrolündedir.
Kentlerde kazandığı sınırlı serbestliği siyasal güce dönüştürememektedir.
Yaygın bir kent-pazar ağı olmasına ve kentler çok büyümesine rağmen, İtalyan
kentlerine benzer bir konumu aşacak güçte değillerdir. Sorun kesinlikle
teknolojik değildir dinsel ve siyasal tekel kaynaklıdır. Tüccarın sık sık
müsadereye tabi tutulması sistemin gereğidir. İslamiyet’in kapitalizmi
doğurmaması, lehinde düşünülmesi gereken bir husustur. Halen kapitalizme karşı
en ciddi engel rolünü oynaması, eğer olumlu tarafından değerlendirilirse (İslam
ümmet anlayışı-kavimler enternasyonalizmi, faize karşıtlık, yoksullara yardım
vb. gibi hususlar), toplumsal özgürlük projelerine önemli bir katkı sunabilir.
Ama mevcut İslam radikalizminin sağ ve ekonomik milliyetçilik yüklü bir
neo-İslam kapitalizmini bağrında taşıdığını iyi görmek gerekir.
İslam uygarlığını kültürel olarak Avrupa’ya taşıyan, Endülüs
Emevi önderlikli Araplar ve Berberilerdir. Ekonomik-ticari olarak aktaranlar
ise İtalyan kent tüccarlarıdır. Osmanlılar ancak siyasi tekel anlamında sınırlı
ölçüde taşımışlardır. Etkileri, daha çok Avrupa’nın siyasi ve dini güçlerinin,
Osmanlılara karşı başarılı olabilmek için kapitalizme daha fazla sarılmaları
biçiminde olmuştur. Osmanlılar olmasaydı, belki de Avrupa’nın dini ve siyasi
tekelleri bu denli kapitalist ekonomik, siyasal ve askeri örgütlenmeye mecbur
kalmazlardı. Bir kez daha gücün gücü doğurduğunu, onun da ekonomik biçim
arayışlarını hızlandırdığını görüyoruz.
Avrupa’da kapitalizmin doğuşunda Ortadoğu’nun belirleyici
katkısı Hıristiyanlıkla bağlantılıdır. Bu konuyu Özgürlük Sosyolojisi’nde
genişçe değerlendirmeyi umduğumu belirterek, Max Weber’in eserini (Protestanlık
Ahlakı ve Kapitalizm) hatırlatmakla yetiniyorum. İlave olarak Ortadoğu’nun 10.
yüzyıla kadar Avrupa’nın ahlakını belirlemeyi tamamladığı, feodal Avrupa’nın
doğuşunda temel rol oynadığı (hem siyasi hem dini), Haçlı Savaşlarıyla bir kez
daha Ortadoğu’nun Avrupa’ya taşındığı belirtilebilir. Tüm bu hususlar olmazsa
olmaz belirleyici özellikleridir.
Bu çok kısa tarihi-toplumsal özetleme 16. yüzyıl değerlendirmemizle
birleştirildiğinde, siyasal erk ve kapitalizmin doğuşu üzerindeki etkisi daha
iyi anlaşılmaktadır. Bazen geciktirici, engelleyici, bazen de hızlandırıcı ve
hatta döllendirici olduğu rahatlıkla belirtilebilir. En fazla kapitalist
sistemde devlet tekeli = kapitalist tekel formülüne yaklaşır.
Hukukla yeni sistemin ilişkisine birkaç cihetten kısaca
değinmekte yarar vardır. Hukuk genelde ticaret, pazar ve kent ilişkileri
geliştikçe kendini dayatan bir kurumdur. Hukukun devreye girdiği toplumlar, ahlakın
aşındığı, zorun rolünün arttığı ve kaosa yol açtığı, eşitlik probleminin
yoğunca hissedildiği toplumlardır. En büyük ahlaki ve eşitliğe dair sorunlar
kentlerde gelişen sınıflaşma ve pazar etrafında oluştuğu için, devlet
düzenlemesinde hukuk kaçınılmaz olur. Hukuk olmadan, devlet yönetimi imkânsız
olmasa da, son derece zorlaşır. Tanım olarak hukuk, devletin siyasi güç
eyleminin kalıcı, kurallı ve kurumlu bir biçim almış hali olarak
değerlendirilebilir. Bir nevi donmuş, sakin, istikrar kazanmış devlettir.
Devletle en çok bağı olan bir kurumdur. Ticaret-devlet bağlantısı doğuşundan
kapitalistleşmeye kadar hep ilerleyerek, karmaşıklaşarak sürüp gelmiştir. Babil
toplumundan Roma’ya kadar hukuk diyebileceğimiz kanun metinleri düzenlenmiştir.
Ağırlıklı olarak mal ve can kayıplarını düzenlemektedir. Hukuk hem siyasetin
sorunlarını hafifletmeye, bazen de
tersine çoğaltmaya hizmet eder. Görevi, sanıldığının aksine, her vatandaşına
eşit yaklaşımından ziyade, fiili eşitsizlikleri meşrulaştırıp kabul edilebilir
seviyede kesinleştirme ve dokunulmaz kılmadır. Özcesi, hukuku siyasal erk
tekelinin kalıcı düzenlenmesi olarak tanımlamak gerçeğe daha yakın bir
yorumdur.
Ahlakla ilişkisi daha çok önem taşır. Ahlak bir toplumun
çimentosu gibidir. Ahlakı olmayan hiçbir toplum yoktur. Ahlak insan toplumunun
ilk örgütlenme ilkesidir. Esas işlevi, analitik zekâ ile duygusal zekânın
toplumun iyiliği için nasıl düzenleneceği, nasıl ilke ve tutumlar haline
getirileceği ile ilgilidir. Tüm topluma eşit düzeyde, ama farklılıkların rolünü,
hakkını da gözeterek davranır. Başlangıçta toplumun kolektif vicdanını temsil
eder. Hiyerarşi ve siyasi erkin devlet olarak kurumlaşması, ahlaki topluma ilk
darbeyi indirir. Sınıf bölünmesi ahlaki bölünmenin de temelini hazırlar. Ahlaki
problem böyle başlar. Siyasi elit bu problemi hukukla çözmeye çalışırken,
rahipler dinselleştirerek yanıt bulmaya çalışırlar. Hem hukuk hem de din bu
açıdan ahlakı kaynak olarak alır. Nasıl ki siyasetin, siyasi gücün kalıcı,
kurallı ve kurumlu mekanizmaları hukuku teşkil ediyorsa, din inşacıları da aynı
işlevi ahlak kaynaklı kalıcı, kurallı ve kurumlu başka bir inşayla, yani dinle
ahlaki krizi çözmek isterler. Aralarındaki fark, hukukun yaptırım gücünün
olması, dinin ise bu niteliğinin olmayıp vicdan ve tanrı korkusunu esas
almasıdır.
Ahlak insanın seçim kabiliyetiyle ilgi olduğundan ötürü
özgürlükle yakından bağlantılıdır. Ahlak, özgürlüğü gerektirir. Bir toplum esas
olarak ahlakı ile özgürlüğünü belli eder. Dolayısıyla özgürlüğü olmayanın
ahlakı da olmaz. Bir toplumu çökertmenin en etkili yolu, ahlakıyla bağlantısını
kopartmaktır. Dinin etkisinin zayıflatılması ahlak kadar çöküntüye yol açmaz.
Onun boşluğunu bir nevi din haline gelmiş çeşitler ideolojiler ve politik
felsefeler, ekonomik yaşantılar doldurabilir. Ahlakın bıraktığı boşluğu ise,
ancak mahkûmiyet ve özgürlük yoksunluğu doldurabilir. Ahlakın teorisi olarak
etik veya ahlakiyat, temel felsefi problem olarak varlığı, giderek daha yakıcı
hale gelmiş ahlakı incelemek ve yeniden esas rolüne kavuşturmakla görevlidir.
İşlevini doğru ortaya koymak kadar, temel yaşam ilkesi haline gelene dek
önemini yitirmeyen bir sorun olarak toplumdaki yerini koruyacaktır.
Siyasi iktidarla bağlantılı olarak hukuk ve ahlaka ilişkin
bu kısa tanımlamalar, kapitalist ekonominin doğuşu söz konusu olduğunda büyük
önem taşırlar. Din ve ahlak, hatta feodal hukuk aşındırılıp yer yer
kırılmadıkça, kapitalist ekonominin toplumda tutunması zordur. Burada eski üst
sınıf din ve ahlakını savunduğumuz anlaşılmasın. İleri sürdüğümüz, büyük
dinlerin ve büyük ahlaki öğreti ve törelerin kapitalizm gibi bir sistemi,
rejimi kendi ilkeleriyle bağdaşır bulmalarının çok zor olmasıdır. Siyasi güç
bile bu konularda sınırlı bir etkiye sahiptir. Din ve ahlakın yıkımı siyasi
erkin de sonunu getirir.
16. yüzyılda reformasyon, hukuk ve ahlak felsefesine ilişkin
bu tartışmalar açık ki kapitalizmin doğuşuyla ilgilidir. Siyasi çatışmaların,
gücün konumunun tanımını özce yaptığımız için tekrarlamakdan kaçınacağım.
Protestan reformasyonu ve beraberinde yol açtığı büyük tartışma
ve savaşların sonuçları, Yeniçağ Avrupa’sının kaderini belirleyen en temel
etmenlerin başında gelmektedir. Max Weber Protestan ahlakının rolünü
değerlendirirken, bence en önemli noktayı ihmal etmiştir. Protestanlık
kapitalizmin doğuşunu kolaylaştırmıştır. Ama genelde dine ve ahlaka, özelde de
Katolikliğe büyük darbe vurmuştur. Kapitalizmin bütün günahlarından
Protestanlık da az sorumlu değildir. Dini ve Katolikliği savunma anlamında
belirtmiyorum toplumu daha savunmasız bıraktığını idea ediyorum. Protestanlık
nerede gelişmişse, oralarda kapitalizm sıçrama yapmıştır. Bir nevi kapitalizmin
Truva Atı rolünü oynamıştır.
Protestan reformasyonunun yol açtığı olumsuzluklara ve
yarattığı yeni Leviathan’a karşı çağın bazı düşünürleri ilk ciddi uyarıları
yaparlar. Bunlardan Nietzsche’yi kapitalist moderniteye karşı tutum alan ilk
öncü olarak değerlendirmek daha gerçekçi olacaktır. Bu düşünürler
anti-kapitalist özgür toplum ve özgür birey arayışçıları olarak önemlerini
günümüzde de sürdürmektedirler.
Hukuk tartışmalarında başı çeken Hobbes ve Grotius, yeni
Leviathan’a (kapitalist devlet) yol açmak için hukuku yeniden
teorikleştirmişlerdir. Bütün şiddet tekelini devletin eline vermek, toplumu
silahsızlandırmaktır. Sonuç, tarihin hiçbir dönemiyle kıyaslanamayacak ölçüde
artan merkezi ulus-devlet gücünün faşizme kadar tırmanmasıdır. Egemenliğin
bölünmezlik kuralı, devlet dışındaki tüm toplumsal güçleri erksiz bırakmanın
teorisidir. Kapitalist canavara karşı toplumu tarihte eşi görülmemiş biçimde öz
savunma araçlarından yoksun kılmadır. Bu iki düşünürün, özcesi insanı insanın
kurdu olarak ilan edip, bununla birlikte monarkın tekelci güç konumunu
muştulamaları, tüm cephelerden kapitalist tekelin önünü açma işlevini
görmüştür. Tekrarlarsak, siyasal tekel = ekonomik tekeldir. Machiavelli, hiçbir
örtüye sığınma gereği duymadan, siyasi başarı için gerektiğinde hiçbir ahlaki
kurala bağlı kalınmamasına cevaz veren diğer önemli bir 16. yüzyıl düşünürüdür.
Faşizme varacak ilkeyi yüzyıllarca önce dile getirmiş oluyor.
Yanlış anlaşılmaması açısından, tüm reformasyon çabasını
suçladığım, eleştirdiğim idea edilmemelidir. Dinin reformasyonunun yalnız
birkaç defa değil, sıkça yapılması gereğini savunuyorum. Yıllardır özellikle
Hıristiyan reformasyonundan daha derin ve sürekli bir İslami reformasyon
hareketine ihtiyaç olduğunu söylüyorum. Açık ki, bu çaba kapasite ve kişilik
gerektirir. Ama Ortadoğu despotizmini aşmak açısından zorunlu bir görevdir.
Ayrı bir cilt olarak düşündüğüm ‘Ortadoğu Demokratik Konfederasyonu’ çalışmamda
bu ve benzeri birçok alanı tartışmaya çalışacağım.
Rönesans ve Aydınlanma hareketlerini açmak bu satırların
fazla ilgilendiği bir görev değildir. Çünkü bunlar farklı yüzyılların
hareketleridir. Ayrıca kapitalizmle ilişkilendirilseler bile, bu ilişki ancak
dolaylı olabilir. Yine genelleme yapmak doğru olmaz. İçlerinde kapitalizme yol
açmak kadar, yolu kapamak isteyenler de vardır. Kapitalist unsurların
muhaliflerini para gücü ile asimile etmeleri anlaşılır bir husustur. Tıpkı
iktidarın bağlamak istemesi gibi. Ama yakılmayı göze alacak kadar büyük
özgürlük filozofları, reformatörler (Bruno, Erasmus), ütopyacılar, komüncüler
olarak da bu dönemler tüm insanlığın hizmetindedir. Bir kez daha
tekrarlamalıyım ki, Rönesans, Reformasyon ve Aydınlanma çağında tüm uygarlıklar
ayağa kalktılar. Yeniden dirildiler. Kendilerini dillendirip resimlediler,
melodileştirdiler tanrılaştılar, kullaştılar savaştılar, barıştılar
yendiler, yenildiler. Ama sonuçta yüzyıllardır toplumun yarıklarında, marjinal
köşelerinde pusuya yatan kapitalistik öğeler, bu mahşer yüzyıllarının
karmaşasında en hazırlıklı örgüt ve maddi güç sahipleri olarak, ortamı şiddet,
para ve zihniyet çalışmalarıyla istismar ve asimile ederek, gerektiğinde zorla
egemenliğine alarak kapitalist sistemi zaferle taçlandırmışlardır. Günümüze
kadar da bu zafer yürüyüşünü sürdürmektedirler.
Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah
Öcalan’ın “Demokratik Uygarlık Manifestosu Adlı Kitabından…
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info