23 Haziran 2010 Çarşamba Saat 13:05
KCK Yürütme Konseyi Başkan Yardımcısı Cemil Bayık, artan çatışmalara dikkat çekerek, “Açılım yapıldığı için değil, açılım yapılmadığı için bu noktaya gelinmiştir dedi. “Kürt sorunu çözülmediği müddetçe bu direnişi bitirmek mümkün değildir diyen Bayık, “Her şeyden önce belirtelim ki gerillanın eylem kapasitesini önlemek mümkün değildir ifadelerini kullandı. Bayık, “Şemdinli olayından sonraki gibi yaklaşımlar terk edilmezse Kürt halkı direnecektir, Türkiye de siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel krizler içinde yaşamaya mahkum olacaktır uyarısında bulundu.
KCK Yürütme Konseyi Başkan Yardımcısı Cemil Bayık, ANF’ye verdiği mülakatta son günlerde yaşanan gelişmeleri değerlendirdi. Bayık, Şemdinli eylemi ve sonrasında yaşananlar ile KCK operasyonları, barış gruplarının tutuklanması, hükümetin “açılım politikası, “taşeron tartışmaları, Kürt çocuklarının tutuklanması, Barzani’nin ziyareti ve KCK’nin başlattığı dördüncü dönem konusunda önemli açıklamalarda bulundu.
Bayık, mülakatta şu önemli vurguları yaptı:
* Çok haklı bir mücadeleyi psikolojik savaş ağırlıklı bir çaba ile ortadan kaldırılacağını sanmak, bilim dışı düşünmektir. Hiçbir psikolojik savaş Kürt halkının haklı mücadelesinin üstünü örtemez.
* Kendilerine göre bireysel bazı haklarla bu işi kotaracaklarını sanıyorlar
* Şemdinli olayından sonraki gibi yaklaşımlar terk edilmezse Kürt halkı direnecektir, Türkiye de siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel krizler içinde yaşamaya mahkum olacaktır. Ancak direnişimiz Türkiye’nin bu politikaları uzun süre sürdürmesine fırsat vermeyecektir. Makul çözüm yaklaşımlarımız ve Türkiye halkının kolektif bilinci eninde sonunda Türk devletini demokratik çözüm noktasına getirecektir.
* Taşeron olan Türkiye’nin kendisidir. Taşeron olan AKP Hükümeti’dir. Taşeron olmalarından da övünmektedirler. Hala “laik bir ülke olarak Ortadoğu’da örneğiz, Batı dünyası bizim bu pozisyonumuzu kullanmalıdır diyen kendileri değil midir? Her gün stratejik önemlerinden bahsederek kendilerini pazarlamak isteyen bu devlet ve hükümet değil midir?
* Başbakan, açılım diyerek Türkiye’yi bu noktaya getirdi. Allah herkesi AKP’nin bu tür açılımlarından korusun.
* Sayın Barzani bu imhayı nasıl destekleyecek? Bu kendilerinin de imhası anlamına gelmiyor mu? Kuzey’in imhası Güney’in de imhasıdır. Sayın Barzani kendilerinin imhasını nasıl destekleyecek? Bunu nezaketen veya siyaseten söylenmiş sözler olarak değerlendiriyorum.
* Barış gruplarının tutuklanması bir cezalandırma hareketi, bu bir intikam alma hareketidir.
Cemil Bayık’ın sorularımıza verdiği yanıtlar şöyle:
GERİLLANIN EYLEM KAPASİTESİNİ ÖNLEMEK MÜMKÜN DEĞİL
*Şemdinli’deki eylemden sonra yapılan tartışma ve değerlendirmeleri nasıl okuyorsunuz?
-Hareketimiz 3. dönemin sonlanmasından sonra Türk devletinin tasfiye politikasına ve imha saldırılarına karşı meşru savunma güçlerinin direneceğini, halkımızın da serhildanlarla bu politikaları boşa çıkarıp kendi demokratik sistemini kuracağını ilan etmiştir. III. dönemin sonlanmasının nedenleri bu eylemlere yol açmıştır. Şemdinli eyleminden sonra Türkiye’de kafaların pek fazla değişmediğini gördük. Tartışmalar yoğunluklu olarak bu eylemler nasıl önlenir üzerinden gelişmiştir. Sorunu siyasi bir sorun olarak görme yerine askeri tedbirlerle hal edilecek bir sorun olarak ele alınmaktadır. Kürt halkının özgürlük mücadelesi terörizm olarak değerlendirildiği müddetçe doğru politikaların gelişmesi de zor görünmektedir.
Her şeyden önce belirtelim ki gerillanın eylem kapasitesini önlemek mümkün değildir. Kürt halkının özgürlük talepleri olduğu müddetçe Hareketimizin siyasi gücü de, eylem gücü de var olmaya devam edecektir. Gerillanın eylem yapamayacağı bir durumu ortaya çıkarmak olmayacak, yapılamayacak bir işle uğraşmaktır. Herhalde Türkiye’nin istihbaratı da, tekniği de ABD’den fazla değildir. ABD’nin birçok yerde nasıl çaresiz kaldığı, bu nedenle esas olarak askeri yollarla değil de, siyasi yollarla ve diğer politikalarıyla sorunları çözme yoluna gittiği bilinmektedir. Kaldı ki Kürt Özgürlük Hareketi, yürüttüğü mücadele ABD’ye karşı direniş gösterenlerden kat be kat meşrudur ve toplumsal desteği de onlardan fazladır. Dolayısıyla şu teknikle, şu istihbaratla önlenecek bir mücadele ortada yoktur. Çok haklı bir mücadeleyi psikolojik savaş ağırlıklı bir çaba ile ortadan kaldırılacağını sanmak, bilim dışı düşünmektir. Hiçbir psikolojik savaş Kürt halkının çok haklı mücadelesinin üstünü örtemez. Nasıl ki güneş balçıkla sıvanılamazsa, Kürt Özgürlük Mücadelesi’nin haklı davası da psikolojik savaşla örtülemez ve bastırılamaz. Bu mücadelenin arkasında çok güçlü bir halk desteği ve on yıllarca yürütülen mücadelenin ortaya çıkardığı değerler olduğu bilinmelidir. Sorun Türk ordusunun ya da polisinin az çaba göstermesi değildir. Sorun, kazanılamayacak çok haksız bir savaşın tarafı olunmasıdır.
ESKİ YÖNTEMLER SONUÇ VERMEZ
Sanki asker yöntemlerin en ağırı denenmemiş gibi, operasyonlar yapılmamış gibi savaş naraları atmak Türkiye’de duyguların aklın önüne geçtiğini gösteriyor. Türk devleti yıllarca pompaladığı şovenizmin ve bunun yarattığı duyguların esiri olmuş durumdadır. Yeri geldiğinde 12 Eylül rejimi eleştirilir, 1990’lı yıllardaki politikanın PKK’yi zayıflatmak bir yana güçlendirdiği söylenir. Bu son tartışmalar gösteriyor ki, bu tür özeleştiri kabilinden değerlendirmeler de ciddi değilmiş. Sadece Kürt halkını ve demokrasi güçlerini kandırmak için söylenen sözlermiş. Eski kuvvet komutanları bile 1990’lı yıllardaki yöntemlerin yanlış olduğunu, bu sorunun zorla çözülmeyeceğinin görüldüğünü söylemeleri karşısında şimdi yeniden eski yöntemlere dönmek Türkiye’nin geçmişten hiçbir sonuç çıkarmadığının kanıtıdır. Hala klasik anlayışlar ortadadır. “Milli mutabakat yapalım, bu temelde savaşı sürdürelim ve kazanalım diyorlar. Kürt sorununun tarihsel ve toplumsal arka planını ve bu tür yöntemlerle çözülemeyeceğini anlamıyorlar.
KÜRT SORUNU BİR DEVLET POLİTİKASI OLARAK ÇÖZÜLÜR
Kuşkusuz Kürt sorunu bir devlet politikası olarak çözülür. Böyle bir irade ortaya çıkmadığı müddetçe yapılacak iş özel savaşla, psikolojik savaşla, toplumu kandırmayla bu sorun ortadan kaldırılmak istenecektir. AKP’nin son yıllarda yaptığı budur. “Kürt Özgürlük Hareketi’ni en iyi ben bastırırım, bazı kırıntılarla bu sorunu ben ortadan kaldırabilirim diyerek bu sorun üzerinden iktidarını sürdürmeyi temel politika haline getirmiştir. Aslında Türk devleti son yıllarda ordusuyla, bürokrasisiyle bu politikaya destek vermiştir. Diğer muhalif partiler ise bir taraftan devletin bu tasfiye politikasını rol paylaşımıyla desteklerken, diğer taraftan Kürt sorununun çözümsüzlüğü ve bunun yarattığı sorunlar üzerinden iktidar olmak için klasik ulusalcı ve Türkçü politikalarda ısrarı sürdürmüşlerdir. Ne iktidarında, ne muhalefetinde Kürt sorununun çözümü için bir zihniyet değişikliği ve bunun pratikleşmesi görülmemiştir. Çünkü devlet böyle bir zihniyet değiştirmemiştir. Bu nedenle de AKP’nin açılım dediği politikalar da, diğerlerinin hamaset nutukları da devlet politikasının sınırları içerisinde kalan ve dolayısıyla çözümsüzlüğü ifade eden politikalar olmuştur. Devlet zihniyet değiştirip Kürtleri Türkleştirmekten, Kürdistan’ı Türk ulusal yayılma alanı olarak görmekten vazgeçmediği, yani sağıyla soluyla bir ulusal politika belirleyip kalıcı bir çözüm için irade ortaya koymadıkları müddetçe bu kısırdöngü devam edecektir.
Kuşkusuz değişme de oluyor, gelişme de oluyor. Kürt halkının yürüttüğü özgürlük mücadelesi Türkiye toplumunda da bu sorunun çözülmesi gerektiği eğilimini güçlendiriyor. “Türkiye toplumu bu sorunun çözümüne hazır değil söylemi bir demagojidir. Aksine hazır olmayan, devlet ve Türk siyasetidir. Türkiye toplumunda Kürt düşmanlığı zayıftır. Toplumdaki tepkiler de devlet destekli şovenist politikalar ve psikolojik savaşla ortaya çıkarılmaktadır. Devlet çözümde karar kılsın, Kürt halkıyla kardeşlik içinde yaşayacağız, şu hakları vermemiz kardeşlik hukukunun ve bir toplum olmanın gereğidir desin, Türkiye toplumu bunu kabul etmeye hazırdır. Tabii ki MHP gibi partiler dün de şovenizmin bayraktarlığını yapıyordu, bugün de yapıyorlar. Yarın da yapacaklardır. Buna göre politikalar belirlenemez. Ne MHP’nin tepkileri ve şovenizmi AKP’nin inkarcı ve yeni koşullarda siyasi egemenliği ve kültürel soykırımı sürdürme politikalarını aklayabilir ne de Türkiye’de toplumun çözüme hazır olmadığının kanıtı olabilir. Ölçüyü MHP’yi dışarıda tutarak yapmak gerekir. Yoksa AKP’nin yaptığı gibi ölümü gösterip sıtmaya razı etme politikası izlenir ya da Türkiye toplumu hazır değil diyerek çözümsüzlük başka yerlere havale edilir.
SORUN ÇÖZÜLMEDİKÇE KÜRT HALKININ DİRENİŞİ SÜRECEK
Herkes bilmeli ki bu sorun çözülmediği müddetçe Kürt halkının direnişi de sürecektir. PKK’nin siyasi tecrübesini, çok boyutlu direniş tecrübesini hiç kimse küçümsememelidir. Büyük zorluklar ve sıkıntılar altında direnmesini ve yaşamasını bilen bir harekettir. Zaten PKK, Kürdistan gibi bir coğrafyada zor koşullarda mücadele etmenin tarzını yakaladığı ve bu karakterini koruduğu için bugüne kadar ayakta kalmıştır. Kürdistan devriminin tarzı ve kanunu budur. Yani zor koşullarda mücadele etmeyi bir zihniyet ve bir tarz haline getirmiş olmaktır. Bu tarz haklı bir davayı sürdürmesi ve toplumsal desteği de dikkate alındığında her zaman direniş gösterecek bir karakteri ifade etmektedir. Bu yönüyle PKK neden yok edilemiyor, bu direniş neden sürüyor sorularına hiç kimse kendini kandırmadan doğru cevap vermelidir. Şuraya, buraya bağlamak kendini kandırmaktır dolayısıyla çözümsüzlüğün çıkmazında debelenmektir.
Kürt sorunu çözülmediği müddetçe bu direnişi bitirmek mümkün değildir. Bazılarının belirttiği gibi PKK kendisi için bu savaşı sürdürüyor, Öcalan kendisi için bu tutumu ortaya koyuyor biçimindeki değerlendirmeler gerçeği tersyüz eden psikolojik savaş değerlendirmeleridir. Aklı başında herkes bilir ki, Kürt sorunu kalıcı bir biçimde ve temel haklarının kabul edilmesi temelinde çözüldüğünde hiçbir güç böyle bir örgütü de, böyle bir direnişi de sürdüremez. Aksine Türk devletinin PKK’yi tasfiye etme, Önderliğini saf dışı etme yaklaşımları Kürt sorununu çözmeme zihniyetinden kaynaklanmaktadır. PKK ve Önder Apo on yıllardır halkı güç yapmak ve Kürt sorununun çözümünü sağlatmak için mücadele vermektedir. Hiç kimsenin bireysel bir davası ve kendini koruması söz konusu değildir. Şu anda dünyada tehlikeyi birinci derecede yaşayan, her türlü tehlike altında bulunan Kürt Özgürlük Hareketidir, onun yönetimidir ve Önderliğidir. Mücadele bu koşullarda sürdürülerek halkın özgürlüğü sağlanmak istenmektedir. Türk devleti ise bu halkın özgür ve demokratik yaşamının ortaya çıkması için örgütlenen, Kürt toplumunu bugünkü düzeye getiren, inkarcı ve imhacı siyasetin hakim olmasının ve başarı kazanmasının önüne geçen bu örgütü tasfiye ederek Türkleştirme ve Kürdistan’ı ulusal yayılma alanı haline getirme politikasını sürdürmeyi amaçlamaktadır. Kürt halkı zaten “PKK ve Apo kendisi için savaşıyor biçimindeki psikolojik savaş propagandalarına gülüp geçmektedir. Çünkü on yıllar içindeki yaşamı ve öğrendikleriyle gerçek o psikolojik savaş uzmanlarından ve onun karartma çabalarından kat be kat üstündür ve yalındır.
BİREYSEL BAZI HAKLARLA İŞİ KOTARACAKLARINI SANIYORLAR
Türk devletinin Önder Apo ve PKK ile bu kadar uğraşmasının kara propaganda ve psikolojik savaş yürütmesinin nedeni bu irade safdışı edilerek Kürtlere bazı kırıntılarla siyasi sömürgeciliğin ve kültürel soykırımın süreceği yeni politikayı kabul ettirmek istemesidir. Gerçek budur. Yoksa çözüm niyeti ve iradesi ortaya çıktığında PKK’nin ve Önderliği’nin muhatap alınması çok doğal bir durum haline gelir. Kürt toplumu demokratik bir irade olarak tanınmak istenmiyor. Böyle bir toplumsal irade yok sayılıyor. Kendilerine göre bireysel bazı haklarla bu işi kotaracaklarını sanıyorlar. Bazı Kürtlerin buna yatmasından cesaret alarak Kürt Özgürlük Hareketi’ne ve Önderliği’ne saldırıyorlar. Bu politikalarıyla da çözümsüzlükte ısrar ediyorlar. Çözümsüzlüğün de, tıkanıklığın da, yaşanan kayıpların sorumlusu da bu devlet ve dönemsel devlet olan iktidarlardır.
Şemdinli olayından sonraki gibi yaklaşımlar terk edilmezse Kürt halkı direnecektir, Türkiye de siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel krizler içinde yaşamaya mahkum olacaktır. Ancak direnişimiz Türkiye’nin bu politikaları uzun süre sürdürmesine fırsat vermeyecektir. Makul çözüm yaklaşımlarımız ve Türkiye halkının kolektif bilinci eninde sonunda Türk devletini demokratik çözüm noktasına getirecektir. Zaten mücadelemizi de bu inanç doğrultusunda sürdürmekteyiz. Çünkü halkımızın iradesini kimse kıramayacak, eninde sonunda kırılacak irade Türk devletinin gerici, şovenist ve Kürtleri ulusal olarak yok etme iradesi olacaktır.
AÇILIMI YUTTURAMADIM DİYECEĞİNE TAŞERON DİYOR
*Başbakanın hareketinizi taşeron olarak değerlendirmesi neyi ifade ediyor?
-Mücadelemizi taşeronlukla tanımlamak çözümsüzlüğün ifadesidir. Sorun bu nedenle çözülememektedir. Teşhisi böyle koyanlar çözümü de askeri operasyonlarda psikolojik savaşta görürler. “Bir zamanlar askeri operasyonlara ağırlık verelim derler, yeri gelir “psikolojik savaşı arttıralım, PKK’yi halktan ayıralım gibi toplumu aldatmaya dayalı politikaya ağırlık verelim derler. Kürt sorununun Kürtlerin haklarının tanınmamasından ve buna karşı direnişin ortaya çıkması olarak görülmediği müddetçe bu tür tekerlemeleri duymaya devam edeceğiz. Psikolojik savaşla gerçeklerin üstünün örtülmesi bir savaş ve tasfiye yöntemi olarak kullanılmaya devam edilecektir. Başbakanın taşeron demesi, ama ülke adı vermemesi bile bir psikolojik savaş yöntemidir. Psikolojik savaş yöntemlerinin de esas olarak gerçeği çarpıtma üzerine kurulu olduğu bilinir. Şu başbakan söylesin de biz de kimin taşeronu olduğumuzu bilelim. Başbakanın bu ağzı çözümsüzlük ağzıdır. Kürt halkının sırtından iktidar olma politikasının Türkiye’yi nereye getirdiğinin üstünü örtmek için böyle çarpıtmalara gitmektedir. Ben çözüm politikası değil de açılım kod adı altında tasfiye politikası izledim, ama bunu yutturamadım ve başarılı olamadım diyeceğine, Hareketimizi taşeron olarak suçlayıp Türkiye toplumunu kandırmaktadır.
TAŞERON OLAN TÜRKİYE’NİN KENDİSİDİR, BUNUNLA DA ÖVÜNÜYORLAR
Taşeron olan Türkiye’nin kendisidir. Taşeron olan AKP Hükümeti’dir. Taşeron olmalarından da övünmektedirler. Hala “laik bir ülke olarak Ortadoğu’da örneğiz, Batı dünyası bizim bu pozisyonumuzu kullanmalıdır diyen kendileri değil midir? Her gün stratejik önemlerinden bahsederek kendilerini pazarlamak isteyen bu devlet ve hükümet değil midir? Kürt sorununu kendi vatandaşlarıyla oturup çözeceğine ABD ve İsrail lobilerinin kapılarını aşındıranlar kendileri değil midir? Hala Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı esas olarak İsrail ve ABD’den aldıkları teknikle savaşanlar kendileri değil midir? Uçakların ve tankların modernizasyonu İsrail’e yaptırılmamış mıdır? İsrail’i “en büyük müttefikinizi kaybedersiniz diyerek tehdit eden kendileri değil midir? Şu anda Heronlara ve İsrail tekniğine güvenerek “terörü bastırırım diyenler kendileri değil midir? Bu gerçeklerin üstünü örtmek için PKK’yi taşeronlukla suçlamak en büyük ahlaksızlıktır. Toplumu kandırmaktır. Kendi toplumunu kandıranlar zaten ahlaklı olamazlar.
Türk devleti istiyor ki, herkes kendi politikalarını benimsesin ve kendine tam destek versin. İstediği herkesin gelip Türkiye için Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı savaşmasıdır. Kendisinin başaramadığını başkalarına yaptırmak istemektedir. “Biz NATO ülkesiyiz, neden gelip bizimle birlikte bu dağlarda savaşmıyorsunuz, neden her yerde benim Türkiye içinde yaptığım gibi Kürtlere ve Kürt siyasetçilerine savaş açmıyorsunuz diyor. Böyle yapmayanları da herhalde PKK’nin arkasındaki güçler olarak değerlendiriyor. Kendi politikasının artık müttefikleri tarafından bile desteklenemeyecek bir politika olduğunu göremiyor. Türkiye’ye her türlü desteği veriyorlar, ama Türkiye bununla tatmin olmuyor. “Ben Kürtleri yok etmek istiyorum, Kürdistan’ı Türk uluslaşmasının yayılma alanı haline getirmek istiyorum, siz de böyle bir politika izleyin, bu politikaya destek verin diyor. Aslında destek de alıyor. Ama Türk devletinin yürüttüğü savaş ve bu politika o kadar haksız ve çirkin ki, diğer güçler açıktan bu politikanın, bu savaşın parçası olamıyorlar. Zaten Türkiye gibi bir savaş içinde olmaları da nereden bakılırsa bakılsın olmayacak bir iştir. Dolayısıyla başbakanın taşeron sözleri tamamen kendi politikasının çirkinliğini ve başarısızlığını gizlemek içindir.
PKK KADAR BAĞIMSIZ SAVAŞAN BİR GÜÇ YOK
Herkes de biliyor ki PKK kadar bağımsız, iradeli, kendi toplumuna dayanarak savaşan başka bir güç dünyada yoktur. Bunu en iyi bilen Türkiye’nin Milli İstihbarat Teşkilatı’dır. Zaten bu nedenle Kürt halkı üzerinde görülmedik baskı yapılarak PKK’nin yaşam kaynağı kurutulmak isteniyor. Yoksa uluslar arası alanda zaten istedikleri düzeyde kuşatma yapıyorlar. Bölgede İran, Suriye ve Irak’la yaptıkları ittifaklar biliniyor. Eğer Hareketimiz halka dayanmasaydı bu coğrafyada nefes alamazdı. Hiç kimse Hareketimizi taşeronlukla suçlayamaz. PKK ve yürüttüğü özgürlük hareketi kadar temiz, halkının ve militanlarının fedakarlığına dayanan başka bir hareket yoktur. Zaten halkımız da bu nedenle PKK ile bütünleşmiş, PKK halktır halk burada, demektedir. Halk PKK’nin kendisine neler kazandırdığını ve PKK’nin nasıl bir hareket olduğunu çok iyi bilmektedir. PKK’nin, Önderliği’nin de, yönetiminin de, militanlarının da hiçbir kişisel yaşamı ve çıkarı olmayan fedailer olduğunu çok iyi bilmektedir. Türk devleti de PKK’lilerin bu fedai yaşamına dünyada hiçbir kimsenin bir hafta katlanamayacağını çok iyi bilmektedir. Dolayısıyla istedikleri kadar uğraşsınlar, psikolojik savaş yürütsünler PKK’yi bu halkın beyninden, yüreğinden ve içinden söküp atmazlar. Zaten öfkeleri de bunadır.
GÜL SECAAT ARZEDERKEN SİRKATİN SÖYLEMİŞTİR
Abdullah Gül ise “inkar ve imha sistemine karşı direnişimizi uluslar arası ve bölgesel koşullar aleyhlerinedir, bu nedenle telaşla bu eylemleri yapıyorlar demektedir. Abdullah Gül’ün “iyi şeyler olacak sözüyle neyin ifade edildiğini şimdi daha iyi anlıyoruz. Kendine göre uluslar arası ve bölgesel koşulları bizim tasfiye olmamız için uygun görmüşler ve bunun için iyi şeyler olacak demişlerdir. Yani Kürt sorununu çözeceğiz, bu sorun bitecek anlamında “iyi şeyler olacak dememişlerdir. Aslında Abdullah Gül şecaat arz ederken sirkatin söylemiştir. Kürt halkının özgürlük mücadelesini nasıl tasfiye edeceklerini ve bu sorundan kurtulacaklarını itiraf etmiştir. Açılım kod adı verdikleri bu politikanın da, bu tasfiye politikasının örtüsü olarak kullanılmak istendiği netleşmiştir. Bunu zaten Hareketimiz tespit etmiştir. Bu nedenle çözümü ısrarla dayatmış ve sonuçta AKP’nin maskesinin düşmesini sağlamıştır. Zaten 29 Mart seçimlerinden sonra izlenen politika bırakalım demokratikleşmeyi, demokratik alana bile nefes aldırmayan ağır uygulamalarla kendisini ortaya koymuştur.
Cumhurbaşkanı bilmeli ki, artık stratejik önem pazarlayarak, dış güçleri arkasına alarak Kürt halkının özgürlük mücadelesini bastırmak mümkün değildir. Tabi ki Kürt Özgürlük Hareketi de, Türk devletinin içeride ve dışarıda yürüttüğü tasfiye politikalarına seyirci kalmayıp bozacaktır. Kürt halkı artık kuzu kuzu kendisini bıçağın altına yatırmayacaktır. Kuşkusuz Hareketimiz Türk devletine çözüm şansı vermiştir. Ne var ki Türk devleti bunu çözüm için kullanacağına, bizi tasfiye etmede zaman kazanma olarak ele almıştır. Biz sabırlı davranmışız, bundan vazgeçilmesini istemişiz ama Türk devleti tasfiye edeceğine o kadar inanmıştır ki, bu politikadan vazgeçmemiştir. Bu tasfiye politikası karşısında Kürt Özgürlük Hareketi ve halkımız direnecekti. Zaten kırk yıldır da bu nedenle direnmiyor mu? Tabii ki bu direniş Türk devletinin tasfiye politikasını içeride de, dışarıda da boşa çıkarmayı hedefleyecektir. Bundan daha doğal ne olabilir. Dolayısıyla cumhurbaşkanı, yiğitliğini anlatırken hırsızlığını ele vermiştir ve bizim de bu hırsıza karşı kendimizi korumamızın ne kadar haklı olduğunu kendi diliyle itiraf etmiştir.
Biz tasfiye politikası var derken, AKP’ye yakın çevreler Kürt Özgürlük Hareketi’ni oyalamak için “yemin billah böyle bir şey yok diyorlardı. Şimdi cumhurbaşkanı bunu açıkça itiraf etmiştir.
AÇILIM VAR DEMEK TOPLUM AKLIYLA ALAY ETMEKTİR
*AKP Hükümeti hala açılımdan söz ediyor, ‘açılımdan vazgeçmedik’ diyor. Kürtlere yönelik herhangi bir somut atılmazken, ‘açılım’ kavramının halen kullanılması neyi ifade ediyor?
-Aslında bu da bir psikolojik savaş yöntemidir. Toplumu aldatmaya devam ediyor. Böyle diyerek açılım politikası yürüttüklerine bazılarını inandırmaya çalışıyorlar. Biz son bir yıldaki uygulamaların ne olduğunu ortaya koyduk. Gerçekten de 29 Mart seçimlerinden sonra demokratik açılım olması gerekirdi. Biz zaten bu nedenle 13 Nisan’da tek taraflı eylemsizlik kararı aldık. Ne var ki AKP Hükümeti bu seçim sonrası Kürtlerin demokratik iradesini dikkate alacağına, tam tersine demokratik iradesini ortadan kaldırmak için bir savaş açmıştır. Siyasi soykırım politikası izlemiştir. Bu gerçekler ortadayken hala açılımımız vardı demek, toplum aklıyla alay etmektir.
AKP Hükümeti bırakalım açılım yapmayı, açılımı ve demokratikleşmeyi sabote eden, provoke eden bir politikanın sahibi olmuştur. Bugün geldiğimiz nokta açılım olmamasından ileri geldiği halde toplumda bu noktaya açılımdan dolayı geldik biçiminde bir yargı oluşmuşsa bunun sorumlusu AKP Hükümeti’dir. Açılımın ve demokratikleşmenin toplumda kuşkuyla karşılanmasının sorumlusu AKP’dir. AKP, bu politikasıyla ve yarattığı sonuçlarla Türkiye’ye en büyük kötülüğü yapmıştır. AKP açılım yapmadığı halde kendisini açılım yapan bir parti olarak topluma yutturmaya çalışmıştır. Açılım yapmadığı için, toplumu aldattığı için sonuçta Türkiye yeniden şiddetle çatışmaların içine sürüklenmiştir. Bu duruma demokratik açılım yapılmadığı için gelinmiştir. AKP bu duruma gelinmeden önceki süreçte açılım yaptığını söyleyerek açılımı da dejenere etmiş ve tüketmiştir. Böyle olunca şovenist çevrelerin kışkırtmasına da zemin olmuş, açılım ve demokratikleşme konusunda olumsuz bir imaj ortaya çıkarmıştır. AKP her konuda olduğu gibi bu konuda da Türkiye’de biriken demokrasi birikimini kendi çıkarları doğrultusunda tüketmiştir. Açılım ve demokratikleşme politikası AKP’nin her şeyi kendi iktidarını sürdürme biçiminde ele alması nedeniyle provoke edilmiştir. Açılımı ve demokratikleşmeyi esas provoke eden AKP’dir. AKP gerçek bir açılım yapsaydı ne MHP ne de başka bir güç açılım aleyhine konuşabilirdi. Çünkü açılım olsaydı Kürt sorunu çözülürdü ve bu nedenle de toplum açılım ve demokratikleşme yapanlara şükrederdi. Ne var ki AKP, açılım yapmayıp tam tersine açılım adı altında bir psikolojik savaş yürütmüş, bunu bir seçim kazanma aracı haline getirmiş, sonuçta da bırakalım olumlu bir durum ortaya çıkarmasını, çatışmalara yeniden neden olarak Türkiye halkına ihanet etmiştir. AKP, demokrasi güçlerinin on yıllardır yürüttüğü mücadeleyi ve ortaya çıkardığı birikimi kendi iktidarı döneminde böyle ucuz biçimlerde tüketerek gerçekten de Türkiye halkına en büyük kötülüğü yapmıştır.
AÇILIM YAPILMADIĞI İÇİN BU NOKTAYA GELİNDİ
Açılım yapıldığı için değil, açılım yapılmadığı için bu noktaya gelinmiştir. AKP, politikalarıyla böylece gerçek bir açılım konusunda da kuşku yaratarak demokratik çözüm açısından olumsuz bir rol oynamıştır. AKP’nin bu gerçeği görülmeli, bundan sonra bu tür toplumu aldatmalara izin verilmemelidir.
Başbakanın hala açılımdan söz etmesi tam bir pişkinlik ve yüzsüzlüktür. Kendine destek verenlerin birçoğu bile “açılımın içi boş çıkmıştır demiştir. Bunu diyen başbakana “sen 29 Mart seçimlerinden sonra ne yaptın diye sorarlar. Her fırsatta TRT-6’dan bahsedilmesi bile bir açılım politikası olmadığının kanıtıdır. TRT-6’nın ve kursların açılmasına imkan veren yasalar bile Ecevit Hükümeti döneminde çıkmıştır. Hatta AKP uzun süre bu yasaların pratikleşmesi konusunda ayak sürçmüştür. AKP, devlet içinde bile belirli biçimde kabul gören ve kursların resmi biçimi olan okullarda Kürtçe öğretilmesi kararını bile alamamıştır. Kaldı ki bu da bir sorun çözme adımı değildir. Bu tür yaklaşımlarla sorunun çözüleceğini sanmak, Kürt halkını iradesiz ve Türk kimliğinden aşağı bir durumda görmektir.
ALLAH HERKESİ BU TÜR AÇILIMLARDAN KORUSUN
Kürt toplumunun iradesi tanınmadan, toplumsal hakları kabul edilmeden, demokratik öz yönetimi tanınmadan, anadilde eğitime geçilmeden, siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel her alanda örgütlenme özgürlüğü ve Kürtlerin kendi kendilerini yönetmesi ve kendi yaşamını kurması önündeki engeller kaldırılmadan hiç kimse açılımdan söz edemez. “Anadilde eğitim olmaz diyeceksin, Kürtlerin demokratik öz yönetimini kabul etmeyeceksin, bunları yeni bir ulus yaratmak ve etnik siyaset yapmak olarak tanımlayacaksın, ondan sonra da açılım devam edecek diyeceksin! Bu tamamen bir psikolojik savaş dilidir. Adama, “sen bir buçuk yıldır ne yaptın ki, hangi açılımın devamından söz ediyorsun diye sorarlar. Siyasi soykırım yapıyorsun, Kürtlerin iradesini kırmaya çalışıyorsun. Herhalde devam ediyor ve edecek dediğiniz de budur. Bazı kültürel alanda yumuşatmalarla siyasi egemenlik ve kültürel soykırımı sürdürme politikasını kabul ettirmek açılım değildir. Tam tersine Kürtlerin konulduğu tabutun çivilerini yeniden sağlamlaştırma politikasıdır.
Başbakan, açılım diyerek Türkiye’yi bu noktaya getirdi. Allah herkesi AKP’nin bu tür açılımlarından korusun. Türkiye’nin gerçek bir açılıma ve demokratikleşmeye ihtiyacı vardır. Ama bunu üstlenenler açılımı ve demokratikleşmeyi yozlaştıranlar ve tüketenler yapamaz. Kamu Güvenliği Müsteşarlığı kurarak psikolojik savaştan medet umanlar bu açılımı yapamaz. Biz tabii ki Türkiye’deki demokrasi güçlerini ve tüm sorumlu çevreleri gerçek bir açılım için ağırlıklarını koymaya ve Türkiye’yi bu çözümsüzlük çıkmazından çıkarmaya çağırıyoruz. Bir daha aldatma ve demagojilere ne toplum ne de Hareketimiz itibar edecektir. Bunun da herkes tarafından bilinmesinde fayda vardır.
BARZANİ’NİN ‘AÇILMI DESTEKLİYORUZ’ DEMESİ DOĞRU BİR YAKLAŞIM DEĞİL
*Kürdistan Bölge Başkanı Mesut Barzani’nin Türkiye ziyareti vardı. Bu ziyarette Kürdistan Federe Bölge Hükümeti’nin bayrağının asılmaması, bir bölge başkanı gibi karşılanmaması ve bakan statüsünde karşılanmasına rağmen Barzani AKP’nin açılımını desteklediğini dile getirmişti. AKP’ye yakın çevreler dahi açılımı fiyasko olarak değerlendirirken, Barzani’nin açıklamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
-Türkiye’de artık kimse Kürt sorununun gerçek anlamda kabul edildiğine ve çözüm çabalarının olduğuna inanmıyor. Yani AKP ve yandaşlarının dışında kimse böyle bir çözümden bahsetmiyor. Birçok çevre “AKP’nin oyun oynadığını, bir çözüm politikasının olmadığını, çözüm politikası adı altında çözümsüzlüğü esas aldığını söylüyor. Bunlar bile dikkate alındığında Barzani’nin “biz açılım politikasını destekliyoruz demesi doğru bir yaklaşım değildir. Belki nezaketen, siyaseten onu söylemiş olabilir. Yani ortada bir açılım politikası yok ki desteklensin. Sayın Barzani bunları söylerken neyi desteklediğini ortaya koymalıdır. Var mı gerçekten böyle bir açılım politikası? Açılım politikasından bahsettikleri günden bugüne kadar Türk devleti ve AKP Hükümeti ne yaptı? İki bine yakın siyasetçiyi tutukladı. DTP’yi kapattı, Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk’un milletvekilliklerini düşürdü, belediye başkanlarını içeri aldı, Kürt çocuklarını cezaevlerine koydu, Önder Apo’yu ölüm kuyusuna attı, hazırladığı Yol Haritası’na el koydu, barış grubunu tutukladı. Siyasi operasyonları ülke içinde ve dışında yaptı. ‘Etrafındaki çemberi daraltıyoruz, tasfiyeyi gerçekleştiriyoruz’ dediler. Bunların dışında Kürt sorununu çözme anlamında en ufak bir adım dahi atmadı. Bütün attıkları adımlar Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiyeye, Kürt halkının ulusal varlığını imhaya yöneliktir. Siyasi, kültürel, askeri, ekonomik, sosyal yönden soykırımı geliştiriyor. Fuhuşu, uyuşturucu kullanımını alabildiğine geliştiriyor. Türk devletinin ne kadar kurumu varsa fuhuşu, eroin kullanmayı geliştirmenin ve her türlü sosyal soykırımın içindedir. Basına bunlar da yansımıştır. Toplumu ahlaki olarak çökertiyor ve toplumu toplum olmaktan çıkartıyor. “Ekmek mi yemek istiyorsun? Bana çalışacaksın. O zaman karnını doyururum diyorlar. En ufak bir demokratik siyaset olanağı, örgütlenme ve mücadele imkanı bırakmıyorlar. Parti kuruluşuna, dernek kuruluşuna yok demiyorlar, ama amaçları doğrultusunda çalışması önünde her türlü engeli koyuyorlar bu engeller zorlandığında ise kapatıyorlar.
Tüm bunlar ortadayken hangi açılım politikasından bahsedilebilir. “Biz açılım politikasını destekliyoruz demek biz imhayı destekliyoruz demektir. AKP’nin tasfiye politikasına meşruiyet kazandırmak demektir. Bu söylemin başka bir anlamı olamaz. Türkiye’deki liberaller de AKP’nin sorunu çözeceğine inanmış ve destekliyorlardı. Şimdi onlar bile “AKP çözüm olanaklarını tahrip etti. Ortadan kaldırdı diyorlar. “Barış grubunun tutuklanması son darbe oldu Artık açılım politikası diye bir şey ortada kalmadı diyorlar. AKP’yi destekleyenler bile bunu söylerken Sayın Barzani hangi açılım politikasını destekliyor? Ortada bir açılım politikası yoktur. Hatta açılım denen bir politikanın tıkanması da yoktur. Çünkü AKP’nin hiçbir zaman bir açılım politikası olmadı. Sadece özel savaşın psikolojik boyutu olarak böyle bir şeyden söz edildi. Dolayısıyla en ufak bir çözme adımı yokken, bu atılan adımlar imhaya yönelik adımlarken desteklenen açılım değildir.
SAYIN BARZANİ BU İMHAYI NASIL DESTEKLEYECEK?
Sayın Barzani bu imhayı nasıl destekleyecek? Bu kendilerinin de imhası anlamına gelmiyor mu? Kuzey’in imhası Güney’in de imhasıdır. Sayın Barzani kendilerinin imhasını nasıl destekleyecek? Bunu nezaketen veya siyaseten söylenmiş sözler olarak değerlendiriyorum. Çünkü başka türlü izahını yapmak mümkün değildir. Kendisi de biliyor ki ortada Kürt sorununu çözme yok, aksine imha var. Fakat nezaketen de, siyaseten de olsa bunu söylemesi doğru değildir. Kürtlerin ve hiçbir parçanın yararına değildir. Bu, imha politikalarına güç veriyor. Sayın Barzani’den beklenen imha politikalarına güç vermek değil, tam tersine Kürt sorununun çözümü için çaba göstermesidir. Açıkça imha politikalarına destek olmayacaklarını, çözüm yönündeki çabalara destek olacaklarını söylemelidir. Doğru olan budur. Kürtlere de Türklere de, Güney Kürdistan’a da kazandıracak olan budur. Ben böyle bir rolü üstleneceğini düşünüyorum. Türkiye’de de eğer ortam bulduysa bunu muhataplarıyla konuştuğunu tahmin ediyorum. Ne kadar etkili olmuştur, onu bilemem.
Türk devletinin Sayın Barzani gittiğinde yaklaşımları ortadadır. Sadece Türk bayrağını asarak büyük bir hakarette bulunmuştur. Hem şahsına, hem Güney Kürdistan Hükümeti’ne hem de bir bütün Kürtlere hakarette bulunmuştur, aşağılamıştır Kürtleri. Barzani kişi değil, Irak’ı temsilen gidiyor. Orada Irak bayrağının da olması gerekiyordu. Ama Türk bayrağı dışında herhangi bir bayrak konulmuyor. Barzani’nin resmiyeti, Güney’in resmiyeti ve Kürtler kabul edilmiyor. Türkiye’de olduğu gibi Kürtler, Türkler içinde ele alınıyor. Orada sadece Türk bayrağını koymaları bunu ifade ediyor. “Ben ne seni, ne de temsil ettiğin halkı kabul etmiyorum diyor. Onun için Kürtler bu aşağılanmayı kabul etmedi. Hareketimiz bu aşağılanmayı kabul etmedi tepki gösterdi. Bütün Kürtlerin de bunu kabul etmemesi gerekir. Çünkü Barzani’nin şahsında Kürtler aşağılandı. Hem de Barzani ailesi Yahudi görüldüğü ve İsrail tarafından desteklendiği düşünüldüğü için İsrail’e de misilleme yapıldı. Çünkü daha önce İsrail bir Türk elçisini aşağılamıştı. Türkiye Mesud Barzani şahsında İsrail’den intikam almak istedi.
Aslında bütün bunların temelinde yatan da Kürdistan üzerindeki mücadeledir. Kürdistan üzerinde çok büyük bir mücadele yürütülüyor. Hem İsrail, Amerika, İngiltere yürütüyor hem de Türk devleti yürütüyor. İsrail, Amerika, İngiltere işte Güney’de bir Kürt Federe Devleti kurmuş durumdalar. Bütün Kürtleri de, Güney’deki bu federe devletin kontrolüne bağlamak ve kendi çıkarları için kullanmak istiyorlar. Oysaki Türkiye bu sahayı Osmanlı’dan dolayı kendi sahası olarak görüyor. Bütün Kürtleri kendi kölesi yapmak ve kendi hizmetinde çalıştırmak istiyor. Amerika, İsrail ve İngiltere’nin Kürtlere el atmasını, Güney’de bir devlet oluşumuna giderek bütün Kürtleri bu devletin kontrolü altına almasını, kendi kontrollerinden çıkarılması olarak görüyor. Bunu kabullenemiyor. Bunun karşısında onlar için hassas bir konu olan Filistinlilere, Filistinliler içinde de HAMAS’a el atıyor. Gazze olayını onun için kullanıyor. Yani şunu demek istiyor: “Gazze, Filistin, HAMAS sizler için ne kadar önemliyse, Kürtler de bizim için o kadar önemlidir. Eğer siz Kürtlerden elinizi çekmezseniz ben de HAMAS’tan ve Gazze’den elimi çekmem. Eğer siz oradan elimi çekmemi istiyorsanız, siz de Kürtlerden elinizi çekin demek istiyor.
YILLARDIR FİLİSTİN VE KÜRT HALKINA KARŞI BİRLİKTE SAVAŞTILAR
Bunlar aynı sistem içindeki güçlerdir. Yıllardır birlikte Filistin ve Kürt halkına karşı savaşmışlardır. Yıllardır Ortadoğu’ya ilişkin politikaları birlikte uygulamışlardır. Ama şimdi sorunlar yaşıyorlar. Neden? Çünkü değişen dünya ve bölge koşullarında güç mücadeleleri ortaya çıkıyor. Türkiye bölgesel bir güç olmak için Araplara ve Filistinlilere sesleniyor ve desteğini almak istiyor. Diğer taraftan Kürtleri kontrol altına almak istiyor. İsrail, Amerika ve İngiltere Kürtlere el atmış durumda. Kürtler Ortadoğu bölgesinde önemli bir güç olduğu için bu gücü kendi kontrollerine alıp bölgeye egemen olmak için kullanmak istiyorlar. Türkiye de bölgesel güç olmak istiyor. Onun için Kürt dinamiğini ezmek istiyor. Kendisine köle yapmak istiyor. İşte burada sorunlar ortaya çıkıyor.
Amerika, İsrail, İngiltere ve Türkiye ilişkileri oldukça köklü ilişkilerdir ve stratejik düzeydedir. Birlikte ortak politikalar yıllarca uyguladılar. Şimdi bu güçlerin bölgede Türkiye’ye tanıdığı bir rol var. Türkiye’yi o temelde kullanmak istiyorlar. Türkleri de kullanmak istiyorlar. Türkiye o rolü üstleniyor. Fakat AKP Hükümeti düşündükleri çizilen çerçevenin biraz dışına taşıyor. AKP Hükümeti’nin iktidarı tehlikeye girmiş durumda. Seçim hesabı yapıyor. Onun içinde iç kamuoyunu kazanmak içinde Gazze meselesini kullanıyor. Bu da tabii ki çizilen hudutların dışına çıkmasını ifade ettiği için rahatsızlığa ve gerginliğe yol açıyor. Esas olarak Kürdistan karşısında Gazze’yi kullanmak için bu yolu seçse de kısmen de iç hesaplardan dolayı İsrail’i hedefliyor. Kısmen propaganda amaçlı iç kamuoyunu kazanmak için de olsa bu İsrail’de rahatsızlığa yol açıyor. Çünkü AKP’nin tutumu İsrail karşıtlığını güçlendiriyor. Gelecek için tehlike yaratıyor. Bu da İsrail’in işine gelmiyor. Görüldüğü gibi bu durumu ortaya çıkaran Kürdistan üzerindeki mücadeledir. Çünkü Kürdistan üzerinde egemen olan bölgeye egemen olabilir. Bölgede eski dengeler yıkılmış, yeni dengelerin oluşma sürecinde bir güç mücadelesi sürüyor. Türkiye bundan yararlanarak kendisini bölgesel bir güç haline getirmek istiyor. Bunu yaparken de çerçeveyi aşıyor. Bunun için Amerika, İsrail, Türkiye gerginliği ortaya çıkıyor.
BİR AN ÖNCE KÜRT ULUSAL KONGRESİ GERÇEKLEŞTİRİLMELİ
Tam da bu gerginlik ortamında Mesud Barzani Türkiye ziyaretinde bulundu. Türkiye hem Kürtleri hem güya Yahudileri aşağıladı. Onun için Mesud Barzani’nin o ziyareti zamanlama açısından iyi olmamıştır. Talihsiz olmuştur. Tam böylesi bir gerginliğin ortamına düşmüştür. Bu da pek de Kürtlerin lehine bir durum olmamıştır. İkincisi, Mesud Barzani Türkiye’ye giderken bütün Kürtlerin desteğini alarak gitmemiştir. Türkiye devleti bundan da yararlanarak o tutumu sergilemiştir. Bütün Kürtlerin bu ziyaretteki yaklaşımdan çıkarması gereken sonuçlar vardır. Bu da bir an önce Kürt Ulusal Kongresi’nin gerçekleştirilmesidir. Eğer bu gerçekleştirilirse, Kürt iradi gücü daha büyük gerçekleşecektir. Kolay kolay kimse Kürtleri aşağılamayacaktır.
Kürtlere karşı oluşturulan Türkiye, Suriye, İran ittifakı var. Hatta kısmen Irak merkezi devleti bile bunun içine çekiliyor. Eğer ulusal kongre gerçekleştirilirse bu ittifak da etkisizleştirilebilecektir. Kürt Ulusal Kongresi gerçekleştirilmezse hem sömürgecilerin ittifakı başarılı olabilir, Kürtler için tehlike yaratabilir hem de Kürtler aşağılanmaktan kurtulamaz. Kürtler gittiği her yerde böyle muamelelerle karşılaşabilir. Eğer Kürt Ulusal Kongresi gerçekleşirse, Kürt ortak stratejisi ve buna bağlı taktikler gelişirse, bu temelde bütün parçalarda mücadele ve Kürt birliği gelişirse, herkes Kürtleri ciddiye almak zorunda kalır. Çünkü bölgenin en dinamik gücüdür, en büyük gücüdür, özgürlük için yanıp tutuşan bir güçtür. Bu gücün birliği sağlanırsa, iradesi daha büyük gerçekleştirilirse, hiçbir güç bu gücün önünde duramaz. Hele hele aşağılanma politikalarına ve yaklaşımlarına da hiç kimse cesaret edemez. Tam tersine Kürtler büyük itibar kazanır. Kürtler Özgürlük Mücadelesi’nde büyük adımlar atar. Kürt sorunu mevcut ülkeler içinde özgür birlik temelinde çözülür. Böylece Kürtler de bütün Ortadoğu halkları da büyük kazanır.
ORTADA EKSEN KAYMASI YOK, GERGİNLİK VAR
*İsrail-Türkiye arasındaki ilişki, çelişki ve gerginliklerden bahsettiniz. Bu gerilim bölge devletleri olan İran-Suriye ve Türkiye ilişkilerindeki dengeleri değiştirebilir mi?
-Şimdi hemen dengelerin değişmesini beklememek gerekiyor. Türkiye’de bazı tartışmalar gelişiyor. “Türkiye’de eksen kayması mı var biçiminde. Bazılar “var diyor. Bazıları “yok diyor. Öyle ortada bir eksen kayması falan yoktur. Kısa sürede öyle çok köklü değişiklikleri de beklememek gerekiyor. Bir gerginlik var. Bu gerginlikler bazı çatlaklıklara yol açıyor. Fakat Türkiye-İsrail-Amerika-İngiltere ilişkileri çok köklü ilişkilerdir. Öyle kolay hemen son bulacak ilişkiler değildir. Dolayısıyla bir eksen kayması yoktur, ancak Türkiye’nin ekseninin ilişkileri ve karakterine uygun olmayan tutumları olmuştur. Bu çerçevede gerginlikler olabilir. Bu politikaya yansıyabilir. Çeşitli uygulamalara da yansıyabilir. Ama bir kopuşa gitmez. Türkiye’nin öyle bir gücü de yoktur bu güçlerle ilişkilerini koparsın. Bu güçlere dayanarak yaşıyor. Onun için sonunda Türkiye bu güçlere boyun eğecektir. Onların istediği doğrultuya gidecektir. Çünkü gitmezse Türkiye bunu çok ağır öder. Türkiye de bunun farkındadır. Türkiye, Kürtlerle büyük bir mücadele içerisinde ve bu mücadelede en çok da desteği Amerika, İngiltere ve İsrail’den alınıyor. Bunlardan destek alamayan bir Türkiye’nin Kürt Özgürlük Hareketi karşısında başarı şansı sıfırdır. Bunu Türkiye çok iyi biliyor. Türkiye hiçbir zaman bu ilişkileri kopma noktasına kadar götürmez. Bu gerginlik AKP’nin seçim hesaplarından kaynaklı bir gerginliktir. Bir de Kürtler üzerindeki hesaplardır. Kürtler üzerindeki mücadelede Türkiye öyle Amerika, İngiltere ve İsrail’le boy ölçüşemez. Dolayısıyla onların egemenliğini kabul edecektir. İç hesaplardan kaynaklı yaptığı propaganda var. Onu da belki bir süreye kadar sürdürür. Sonra onu da terk edecektir. Tekrar onların istediği rotaya girecektir. Dolayısıyla yaşanan sorunlar bu ilişkileri ve ittifakları hemen çatlamaz.
Türkiye-İran-Suriye ittifakında da hemen kısa sürede çatlaklıklar beklememek gerekiyor. Eğer biz mücadeleyi hatasız ve güçlü yürütürsek, Türk devletinin PKK’yi imha edemeyeceği ortaya çıkarsa, o zaman hem Türkiye-Suriye-İran ittifakında hem de yine Türkiye-ABD-Irak ittifakında çatlama olabilir.
KCK OPERASYONLARI
*Türkiye’de KCK Operasyonları adıyla operasyonlar sürdürülüyor. Bu konuda iddianame yeni yayınlandı. Ağırlıkta Kürt siyasetçilerini kriminalize eden tartışmalar yapılıyor. Bu iddianame ve etrafında yürütülen tartışmalarla ne yapılmak isteniyor?
-KCK operasyonları adı altında operasyonlar yapıldı. Bunlar hala da yapılıyor ve bitmiş değil. Bir yılı aşkındır tutuklanan iki bine yakın insan neyle suçlandığını bilmeden cezaevlerinde tutuluyordu. Ne bir iddianame ne de mahkeme şimdiye kadar görülmedi. Tamamen bir rehin biçiminde orada tutuluyorlardı. Dikkat edilirse, Hareketimiz yeni bir mücadele dönemi başlatınca, bunu ilan edince hemen iddianamenin tamamlandığı ve mahkemenin onayına gönderildiği, eğer iddianame kabul edilirse mahkemelerin başlayacağı biçiminde haberler basında yayınlandı. Biz yeni mücadele dönemini ilan etmeden önce ne mahkemelerden, ne de iddianamelerden söz ediliyordu. Ne zaman ki 4. stratejik mücadele dönemini başlatacağımızı ilan edince onlar da hemen iddianamelerden ve mahkemelerden söz etmeye başladılar.
Zap direnişi, Önderliğe yönelik saldırılardan sonra gerçekleşen serhildanlar ve seçimlerde DTP’nin başarısı Hareketimiz üzerindeki tasfiye planlarını boşa çıkardı ve konumunu da oldukça güçlendirdi. 1924’lerden beri uygulanan inkar ve imha politikasını uygulanamaz hale getirdi. Hareketimiz bunun üzerinden Kürt sorununun demokratik-siyasal çözüm olanaklarının artık olgunlaştığını söyledi ve eylemsizlik kararı aldı. Bütün tarafları da sorunun demokratik siyasal çözümüne davet etti. 13 Nisan’da biz bu açıklamayı yaptık. Hükümet ise tam tersi bir yaklaşımla 14 Nisan’da yaptığı KCK adı atlında tutuklamaları gerçekleştirdi. Anlaşılıyor ki Hareketimizin konumunun güçlenmesi ve Kürt sorununun çözümünde inisiyatif alması hükümeti çok telaşlandırmıştı. Kürt sorununun siyasal bir sorun olduğunu, bu sorununun da artık siyasal, demokratik yollarla çözümünün şart olduğunu ortaya koymuştu. Bunu herkesin önüne koymuştu. Hareketimiz sorunun siyasal çözüm için yeni adımlar da atmak istiyordu. Sorunun siyasal demokratik çözümünde çıkarı olmayan güçler bu durumu anlayınca yine sorunun siyasal çözümünü engellemek için hemen çözümsüzlük ve imha politikasını öne çıkardılar. Amaçları Hareketimiz kazandığı inisiyatifi elinde tutmasın, kaybetsin. Böylece çözüm zeminini darbelensin, çözümsüzlük egemen kılınsın. PKK’nin sorunu siyasal olarak çözümünü sağlatmasından korkulmaktadır. Bu süreç engellenmezse sonunda çözüm gelişecek, PKK çizgisi zafer kazanacaktı. Kuşkusuz bu da Türkiye ve Ortadoğu’da çok önemli siyasal gelişmelere yol açacaktı. Böyle bir gelişmenin ortaya çıkmaması için bizim demokratik çözüm için attığımızın adımların darbelenmesi gerekiyordu. 14 Nisan’da hemen KCK operasyonunu başlatmaları bu nedenledir.
AKP Hükümeti bir yandan böyle siyasi soykırım saldırısını devreye sokarken, diğer yandan da açılım politikası adı altında aldatma, oyalama ve bu temelde tasfiye politikalarını devreye koydu. Diğer taraftan da tasfiyeyi gerçekleştirmek için iç ve dışta ne kadar imkanları varsa harekete geçirdi. Bunların tümünü birlikte pratikleştirdi. Çünkü eski Kürt politikası iflas etmiş, bu nedenle Türk devleti politikasız kalmıştı. PKK ise politika sahibi ve çözümü dayatıyor. Bu, Türk devleti ve çözümsüzlük konusunda ısrar eden güçler açısından çok tehlikeli görülmüştür. Türkiye’nin içine düştüğü bu durumdan çıkarılması ve PKK’nin önünün kesilmesi gerekiyordu. PKK’nin geliştireceği devrimin yaratacağı tehlikenin önlenmesi gerekiyordu. Eğer PKK’nin önü kesilir ve Türk devleti yaşadığı sıkışıklıktan çıkartılırsa, o zaman PKK’nin tasfiyesi de gerçekleştirilmiş olacaktı. İşte 14 Nisan’da KCK operasyonunu başlatmaları, PKK, demokratik Kürt hareketi ve toplum üzerinde yoğun baskı geliştirmeleri, PKK’nin Türkiye ve Ortadoğu’da büyük siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel gelişmelere yol açacak devrime gidişini engellemek içindi. Yeni Kürt politikası adı altında oluşturulmak istenen politika da politikasız kalan Türk devletini o durumdan çıkarmak, politika sahibi kılmaktı. Açılım adı altında geliştirilen kitleleri, halkı aldatan, oyalayan ve beklenti içinde sokan politikanın amacı buydu. Devlet açılım kod adlı tasfiye politikasıyla kendisini yeniden restore edecek, inisiyatifi ele alacak ve PKK’nin tasfiyesini gerçekleştirecekti. KCK operasyonunun hala sürdürülmesi de bu amaçladır. Onun için de uzun süre iddianame hazırlanmadı, mahkeme başlatılmadı, rehin tutuldular.
1 HAZİRAN’DA YENİ MÜCADELE DÖNEMİ BAŞLATINCA MECBUR İDDİANAME HAZIRLADILAR
Siyasi soykırım olarak tanımladığımız tutuklamalarla Kürt siyasal demokrasi hareketi etkisiz kılınmak istendi, toplum örgütsüz bırakılmak istendi, siyasi alan tamamen kontrol altına alınmak istendi. Böylece Kürt Özgürlük Hareketi dağa hapsedilmek istendi. Bu temelde de tasfiyeyi gerçekleştirmeyi planladılar. KCK operasyonunun geliştirilmesinin genel amacı da buydu. Şimdi Hareket 1 Haziran’da yeni bir mücadele dönemini başlatınca onlar da mecbur kalıp iddianameyi hazırladıklarını, mahkeme açacaklarını söylemek zorunda kaldılar.
Mücadele yeni bir aşamaya girdi. Dikkat edilirse III. stratejik dönem sonlandı. IV. stratejik dönem başlatıldı. Devlet de, AKP de bununla birlikte KCK operasyonu adı altında yürüttüğü operasyonda yeni bir aşamayı başlattı. İddianame ve yargılama aşaması. Büyük cezalar isteniyor. Bu tarzda Kürt siyasetçiler içeride tutulmak, çürütülmek isteniyor. Siyasi alan üzerinde tam bir kontrol kurulmak isteniyor. Böylelikle tasfiye gerçekleştirilmek isteniyor. Ortada KCK adı altında tutuklanan insanların KCK ile hiçbir alakası yok. Yani böyle bir örgütlenmenin içerisinde yer alan insanlar değiller. Bunu kendileri de biliyorlar. Tamamen bir senaryodur, siyasal bir senaryodur. İddianamenin dedikodularla kişilerin birbirleriyle konuşmasıyla doldurulması, hiçbir delil ortaya konulmaması, herhangi bir somut suçun bulunmaması bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır. Nasıl ki Tansu Çiller, Doğan Güreş, Mehmet Ağar döneminde toplumdaki örgütlenmeyi dağıtmak, toplumu örgütsüz bırakmak için Kürt siyasetçilerine yönelip fiziki olarak imha ettilerse, siyasi soykırımı bu yolla gerçekleştirdilerse, günümüzde fiziki olarak imha etme imkanları fazla bulunmadığından bu tür yargılamalarla ve baskı altında tutarak siyaseten imha ediyor, siyaset yapamaz duruma getiriyor. Böylece Kürt halkının örgütlülüğünü dağıtıyor, ortada örgüt diye bir şey bırakmıyor. Siyaset yapabilecek insan bırakmıyor. 1990’lı yıllardaki politika yeni koşullara uyarlanarak yürütülüyor. Siyasi soykırım politikası geçmişte fiziki imhaylaydı, şimdi de tutuklamayla sürdürülüyor. Tamamen siyasal bir kararla bu tutuklamalar geliştiriliyor, bu iddianameler hazırlanıyor ve mahkemeler geliştiriliyor. Hiçbir hukuki yanı yoktur, tamamen siyasaldır. Devlet karar almış, bu örgütlenmenin dağıtılması gerekiyor, Kürtlere siyaset yaptırılmaması gerekiyor. Bu nedenle çeşitli bahanelerle içeri alınıp rehin tutuluyor, teslim alınmaya çalışılıyor. Kürtlerin legal alanda siyasetsiz bırakılması kararı böyle gerçekleştiriliyor.
MÜSTEŞARLIK TASFİYE AMAÇLI
Hukuk adı altında uygulanan sömürgeci hukukun uygulanmasıdır. Bazıları yer yer ‘‘Türk devleti kendi hukukunu, yasalarını da çiğniyor’’ diyor. Bu doğru değildir. Eğer bazı marjinal partilere dokunmuyorsa bu, Türk hukukunun bunları kabul ettiği ve sindirdiği anlamına gelmiyor. Özel savaş gereği böyle davranıyorlar. Yoksa Türk devleti Kürt demokratik siyasetine karşı tam da kendi hukukunu ve yasalarını uyguluyor. Çünkü Türk hukukunda, yasalarında ve bunları şekillendiren anayasada Kürt diye bir şey yoktur. Kürdün inkarı, imhası vardır. Kürtlere sahiplik yapanlar o hukuka, o yasalara göre en ağır suçu işlemiştir. Kim ki Kürt’ün kimliğinden, iradesinden, özgürlüğünden, Kürtlerin üzerinde imha politikalarından bahsediyorsa, kim ki Kürtlerin örgütlülüğünü savunuyorsa, örgütlü bir toplum olmasını ve bu temelde mücadele edip varlığını korumak istiyorsa, bu tabiî ki sömürgeci yasalara ve hukuka göre en ağır suçu işliyor. Bundan ağır bir suç olamaz. Dolayısıyla onun için sömürgecilik kendi hukukunu, yasalarını uyguluyor. Zaten sömürgeci hukuk ve yasalarda Kürt olmak demek suçlu olmak demektir. Hele hele Kürtler adına özgürlük mücadelesi yürütmek demek daha da ağır suçların sahibi olmak demektir. Onun için yakalanmayı, cezalandırmayı gerektirir ve Türk sömürgeciliği de bunu yapıyor. Kendi hukukunun ve yasalarının gereğini yerine getiriyor. Bu nedenle tutuklananların bu hukuku, bu yasayı tanımaması gerekiyor, sömürgeciliği tanımaması gerekiyor, sömürgeci uygulamalara karşı durması gerekiyor. Cezaevlerinde, mahkemelerde özgürlük duruşunu göstermeleri gerekiyor, sömürgeciliği yargılamaları gerekiyor. Böyle bir mücadele ortaya koymaları gerekiyor. Onlar nasıl ki Kürt’ü yargılamak istiyorsa, Kürt’ün de sömürgeciliği yargılaması gerekiyor. Doğru tutum budur, yapılması gereken budur. Çünkü haklı pozisyonunda olan kendileridir. Onları yargılayanlar ise haksız pozisyondadırlar. Bundan sonraki sürecin bu tarzda yürütülmesi gerekiyor. Eğer böyle yürütülürse doğru yürütülmüş olur.
Bir Kamu Güvenliği ve Denetleme Müsteşarlığı oluşturdular. Bu, tamamen Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye edilmek için geliştirilen bir örgütlenmedir. Böyle bir müsteşarlığa önemli rol vermeleri, Kürt sorununu nasıl ele aldıklarını gösteriyor. Kürt sorununu çözmek için değil de nasıl bir özel psikolojik savaşla Kürt Özgürlük Hareketi bastırılır ya da marjinalleştirilir yaklaşımıyla kurulmuştur. Bunun müsteşarlığını yapan Muammer Güler ve içişleri bakanı İngiltere’ye gidiyorlar, İrlanda’ya gidiyorlar. İngiltere İRA’ya karşı hangi taktikleri uyguladı, daha çok da hangi özel savaş taktiklerini, psikolojik savaş taktiklerini uyguladı, onları öğrenmek istiyorlar. Onların deney ve tecrübelerinden yararlanarak özel savaşı, psikolojik savaşı Kürdistan’da Kürtlere karşı, PKK’ye karşı nasıl daha yetkin kılacaklar onun çabası içerisindeler.
Her Kürt katliamı gerçekleştirdiklerinde İngiltere’ye gidiyorlar, oradan izin alıp öyle geliyorlar. Geçmişte de Doğan Güreş, Çiller, Ağar yönetiminde köy boşaltmalar, köy yakmalar, faili meçhuller, göçertmeler, gerillaya karşı her türlü silah kullanma, izni de gidip İngiltere’den alınmıştır. Uygulama biçimlerinin nasıl olacağı da yine İngilizlerle birlikte kararlaştırmışlardır. O zaman da “topyekun bir savaş dediler, “topyekun imha dediler. İngiltere’den bunun onayını alıp bunu pratikte uyguladılar. Şimdi de topyekun savaştan ve imhadan bahsediyorlar. Yine İngiltere’ye gidiyorlar ve oradan bunun onayını alıp topyekun bir imhayı gerçekleştirmek isteyecekler. Halkımızın bunu böyle anlaması gerekiyor. Buna karşı da kendisini korumak için çok yönlü örgütlenmesi gerekiyor. Öz savunmasını güçlendirmesi gerekiyor. Özgürlük ve demokrasi mücadelesini yükseltmesi ve kendi demokratik sistemini inşa etmesi gerekiyor.
TARAF GAZETESİ’NDEN ÖNDER AYTAÇ PSİKOLOJİK SAVAŞ UZMANI
Taraf gazetesinde yazan Önder Aytaç diye biri var. Polis Akademileri’nde ders veren biridir. Bir psikolojik savaş uzmanıdır. Son dönemlerde açık açık Önderliğin imhasından bahsediyor. Devlet gidip Apo’ya “ya bu savaşı durdur ya da durdurmazsan sana bir ay müddet seni öldürürüz demelidir diyor. “Apo bunu kabul etmezse idam edilmelidir diyor. Açıkça Önderliğin imhasını istiyor. Önder Apo’nun imhasını istemek demek PKK’nin ve Kürt’ün imhasını planlamak, bunu dile getirmek demektir. Her onurlu ve vicdan sahibi Kürt’ün bunu görmesi ve anlaması gerekiyor. Önderlikten başlatılarak Özgürlük Hareketi ve bir bütün Kürt toplumu imha edilmek isteniyor. Siyaseten, fiziken imha edilmek isteniyor. Onurlu olan, vicdan sahibi olan hiçbir Kürt bunun karşısında evinde rahat oturamaz. İmhayı boşa çıkarmak için ne gerekiyorsa onu yapar. Bu artık Kürtler için onur meselesidir, kendini yaşatma meselesidir. Eğer kendini korur, onurunu korursa özgürlüğünü kazanabilir. Başka türlü özgürlüğünü kazanamayacağını, yok olacağını bilmelidir.
KCK iddianamesinde yazılan senaryolar ve yapılacak yargılanmalar bir bütün Kürt halkına karşı geliştirilen senaryo, iddianame ve yargılamadır. Kürtler için ne düşünülüyor, ne planlanıyor, ne uygulanmak ve ne yaşatılmak isteniyor, bu iddianamelerle, bu mahkemelerle gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Bütün halkımızın bunu böyle anlaması gerekiyor. Bu nedenle hem yargılananlar bu mahkemelerde büyük bir direniş ortaya koymalı, sömürgeciliği yargılamalı hem de dışarıda halkımız bu yargılanmayı kabul etmemelidir. Buna karşı her yerde harekete geçilmeli, protestolarda bulunmalı, serhildanlarıyla sömürgeci hukuku ve bu temelde yargılanmayı kabul etmeyeceğini açıkça ortaya koymalıdır. Bu yargılanan insanların Kürt halkının yargılanması anlamına geldiğini haykırmalıdır. Bunlar Kürt halkının öncüleridir, siyasetçileridir, iradeleridir. Kürt halkının iradesi ile seçtiği insanlardır. Bunları yargılamak demek bir bütün Kürt toplumunu yargılamak demektir. Dolayısıyla Kürt halkının bu yargılamayı kabul etmesi düşünülemez. Bunu kabul etmek, onursuzluğu ve iradesizliği kabul etmektir. Çünkü onların şahsında yargılanan bir halktır, bir toplumdur. Bu yargılama şahsında Kürt halkına iradesizlik, kimliksizlik ve teslimiyet dayatılmak isteniyor. Bunun böyle anlaşılması gerekiyor. Bu yargılanmanın karşısında durup bunu sonuçsuz bırakması gerekir. İçeridekilere bu desteği vermesi gerekir. İçeridekilerin de bu desteğe dayanarak sömürgecileri yargılamaları, bu mahkemeleri paramparça etmeleri gerekir. Eğer toplum bu temsilcilerine sahiplik yapmazsa, toplum kaybedecektir. O insanların orada yargılanması bir bütün toplumun yargılanması, mahkum edilmesi, köleleştirilmesidir, zindana tıkılmasıdır. Onun için bu mahkeme Kürt halkının varlık yokluk mahkemesidir. Ya Kürt halkı burada mahkum olacak, yok olacak ya da Kürt halkı büyük bir mücadele ile kendisine biçilen kefeni yırtıp atacak, kendi özgür yaşamını gerçekleştirecektir. Bu mahkemeye böyle yaklaşılması gerekiyor. Sadece bazı insanlarımızın yargılanması biçiminde yaklaşmamak gerekir. Kürt kimliğinin, iradesinin yok edilmesi biçiminde anlaşılmalıdır. Özcesi bu yargılamalar “sömürgecilik mi kazanacak, Kürt halkı mı kazanacak onun mahkemesi olacaktır. Eğer kaybetmemiz istenmiyorsa bu mahkemenin anlamsızlığını, Kürt halkının artık sömürgeci hukuk temelinde yargılanamayacağını ve bunun sömürgeciler tarafından başarılamayacağının ortaya konulması gerekir. Kürt halkına yakışan onurlu davranış budur.
*Son olarak gönderdiğiniz barış grubu üyelerinden 10’u tutuklandı. Bu durum liberal-demokrat çevreler tarafından da “açılım sayfasının kapanışı olarak değerlendirildi. Tüm çözüm ve diyalog yolları kapatıldı mı?
-Son giden barış gruplarının tutuklanması daha önceden başlatılan savaş ve imha politikalarının derinleştirilerek sürdürülmesi anlamına gelmektedir. Gerek barış grubunda tutuklananlar gerekse de KCK operasyonu adı altında tutuklananların hepsi Türk devletinin ve AKP’nin imha politikalarına yatmadıkları için, onu kabul etmedikleri, ona karşı direndikleri için, onurlarından, Kürt halkının kimliğinden, iradesinden, çıkarlarından ve özgürlük talebinden taviz vermedikleri için tutuklanmışlardır. Türk devleti intikam almaktadır. Türk devletinin bütün çabaları bu insanları özgürlükten vazgeçirme yönünde oldu. Bu insanlarımızın kendilerini inkar etmesini istedi. Bu dayatmaları kabul etmedikleri için hepsini yakaladı ve şimdi ağır cezalarla zindanlarda çürütmek istiyor. Bu bir cezalandırma hareketi, bu bir intikam alma hareketidir. Devlet ve AKP Hükümeti öyle sanıyordu ki biraz umut yaratırsa, biraz oyalarsa, biraz aldatırsa, biraz baskı, şantaj ve tehdit uygularsa, biraz imkan sunarsa rahatlıkla bu insanları mücadeleden vazgeçirtecek, işbirliğine çekecek, kendi hizmetine sokacak, inkar ve imha politikasını Kürtlere dayandırarak sonuçlandırabilecekti. Onlar da iyi biliyor ki Kürt’ün içinde yer almadığı bir inkar imha politikası uygulanamaz. KCK’li olmakla suçladıkları insanlara öfkeleri bundandır. Türk devleti bu siyasetçileri kendi politikalarına çekebileceklerini ve imhayı da bunlar eliyle gerçekleştirebileceklerine inanmışlardı. Bütün çabaları da bunu gerçekleştirme yönündeydi. Bunu gerçekleştiremedikleri için, bu insanlar buna yatmadığı için, buna karşı durduğu için, onurlarında ve özgürlüklerinden taviz vermedikleri için cezaevlerini konuluyor, yargılanıyor ve büyük cezalar verilmek isteniyor. Yaşam bunlara bu tarzda zehir edilmek isteniyor. Bunların şahsında Kürt toplumu bir bütün terbiye edilmek isteniyor.
BARIŞ GRUPLARININ TUTUKLANMASI GERÇEK ANLAMDA BİR SKANDAL
Barış gruplarının tutuklanması gerçek anlamda bir skandaldır. Türk devletinin karakterini ortaya koymaktadır. Bilindiği gibi Önder Apo barış gruplarının gönderilmesi istedi. Biz de Türk devleti tarafından tutuklanmayacağı sözünü aldıktan sonra barış grubunu gönderdik. Bu nedenle sınırdan geçişte tutuklamadan kısa sürede bırakıldılar. Kürt halkı da bu durumu demokratik çözüm için bir umut olarak görüp gelenleri coşkuyla karşıladı. Ne var ki Türk devleti bunu sindiremediği gibi, halkın bu duruşunu tehlikeli gördü. Daha doğrusu öngördükleri ve planladıkları tasfiye politikasının bu halk tarafından kabul edilemeyeceğini görerek ürktüler. Bu nedenle bu halkın iradesini kırarak demokratik siyasetçilerini tutuklayarak tasfiye politikalarını kabul edecek bir toplumsal zemin yaratmaya çalıştılar. Barış gruplarının gelmesinden sonra yürütülen saldırı kampanyası ve demokratik siyasetçilerin tutuklanması tamamen bu amaçla gerçekleştirilmiştir. Barış gruplarının tutuklanması da bu amaçla ilgilidir. Bu tutuklamalar şahsında Kürt halkının morali bozulmak iradesi kırılmak istenmiştir. Bu gerçeklik Türk devletinin bir çözüm politikası olmadığını bir daha ortaya koymuştur. Türk devleti Türkleşmeyi kabul etmeyen ve Kürdistan’ın Türk ulusunun yayılma alanı olmasına karşı direnen herkese karşı böyle bir politika izlemektedir. Amaç bu olunca hiçbir ahlaka da uluslar arası hukuka da uymamaktadır. Barış gruplarının tutuklanması III. dönemin bittiğinin ve yeni bir direniş dönemin başladığının somut kanıtıdır. Dolayısıyla ulusal varlığı koruma ve özgürlüğü kazanma doğrultusunda yeni bir mücadele döneminin başlatmamızın ne kadar doğru olduğu bu tutuklamalarla da görülmüştür.
KÜRTLERİN KÖLELEŞTİRİLEMEYECEĞİNİ TÜRK DEVLETİNE KAVRATMAK GEREKİYOR
Türk devleti aynı biçimde barış gruplarına da “bizim politikalarımıza direnirseniz PKK ile birlikte, Önderlikle birlikte başınıza her şey getirilir. Eğer yaşamak istiyorsanız, hakaretlere, linçlere, katliamlara uğramak ve cezaevlerine düşmek istemiyorsanız o zaman PKK’den, Önderlikten, özgürlükten vazgeçmeniz gerekir diyorlar. Bu yargılamalar şahsında toplumu teslim almak istiyor. Onun için de KCK yargılamalarında olduğu gibi barış grubunun tutuklanmalarının da büyük bir mücadele ile karşılanması gerekiyor. Hiçbir zaman Kürtlerin teslim alınamayacağını, köleleştirilemeyeceğini Türk devletine, sömürgeci güçlere kavratmak gerekiyor.
Tümüyle bir irade savaşıdır. İradeyi kırıp teslim almak istiyor. Onun için buna karşı da bizim irade savaşını güçlü geliştirmemiz gerekiyor. Halkımızın büyük bir irade savaşını ortaya koyarak Türk devletinin iradesini kırması gerekiyor. Şunu Türk devletine kabul ettirmesi gerekiyor artık Kürt’ü şantaj, tehdit ve cezalandırmalarla teslim almak mümkün değildir, Kürt’ü bölüp parçalamak mümkün değildir, Kürt’ü Kürt’e kırdırtmak mümkün değildir. Kürtlerin özgürlük dışında herhangi bir yaşamı kabul etmeyeceğini Türk devletine kabul ettirmesi gerekiyor. Eğer buna yeten bir mücadele ortaya konulursa o zaman bu irade savaşını Kürtler kazanmış olacaktır. O zaman imha politikalarından vazgeçeceklerdir, Kürdün kimliğini, iradesini kabul edeceklerdir. Kürt sorununun çözümünü kabul edeceklerdir.
SALİH DOGAN-ANF
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info