Önder Apo şahsında Kürdistan halkı ve bölge halklarına yönelik gerçekleştirilen uluslararası komplonun 25’inci yılına girdiğimiz şu günlerde, üçüncü dünya savaşı bölgede -hatta bölge sınırlarını da aşarak- tüm yakıcılığıyla devam ediyor. Kürdistan merkezli, Ortadoğu kapsamlı savaşın şiddetlenmesi uluslararası komplo ile başlamış ve o günden günümüze kadar şiddetlenerek, boyutlanarak derinleşmiştir. Günümüzde ise, kapitalist modernite güçlerinin palyatif çözümlerinin artık dikiş tutmadığı ve işin içinden çıkamaz hale geldiği daha da somutluk kazanmış bulunuyor.
Doğudan batıya doğru, Afganistan’dan başlayıp İran, Irak, Suriye, Lübnan, Libya ve Kuzey Afrika’ya uzanan aksta, benzer şekilde Körfez ülkelerinden başlayıp Ukrayna ve Kafkasya’ya uzanan aksta kapitalist modernitenin ulus-devlet formunun yarattığı çelişkiler çoktan çelişki olmaktan çıkıp çatışmaya dönüşmüş durumdadır. Bu iki aksın kesişme noktasındaki Kürdistan’da hem tarihsel olarak hem de güncel jeo-stratejik ve jeo-politik konumundan dolayı çelişki ve çatışmaların merkezi olmaktadır. Doğal olarak bu da beraberinde hem tehlikeleri, hem de fırsatları barındırmaktadır.
Sözünü ettiğimiz doğu-batı ve kuzey-güney çatışma akslarının üzerinde bulunan bir diğer ülke ise soykırımcı TC. Devleti’dir. TC. Devleti, aynı zamanda Kürdistan’ın en büyük parçasının işgalcisi, diğer parçaların da yeminli düşmanı olması nedeniyle üçüncü dünya savaşının yaşandığı koşullarda, tıpkı birinci dünya savaşı sonrasında olduğu gibi ikili oyun sergileyerek, işgalciliğini bir yüzyıl daha sürdürmek istemektedir. Zira geçtiğimiz yüzyılda Mustafa Kemal, Batı ile Sovyetler arasında ikili oynayarak TC’nin kuruluşunu sağlamıştı. Kurulduktan sonra da TC’yi Batı’nın eşik bekçisi yaparak Kürdistan’daki soykırımcı işgalciliğini sağlama almaya çalışmıştı. TC şimdi de üçüncü dünya savaşı koşullarında aynı oyunu oynayarak işgalciliğini devam ettirmeyi amaçlıyor.
Dolayısıyla şu anda Kuzey Afrika’dan Kafkasya’ya Ortadoğu’dan Ukrayna’ya kadarki tüm çatışma bölgelerinde taktik ve stratejisini Kürtleri imha, tasfiye üzerine kurmaya ve fırsatını buldukça da Osmanlı bakiyesi gördüğü bu coğrafyalara yerleşmeye çalışmaktadır. Tabi bu öyle kolay olmuyor. Karşısında Önder Apo’nun tarih, toplum, bilim ve sosyalizmden referansını alan felsefesi ve o felsefenin beslediği amansız bir direniş gücü olan gerilla direnişi var. Yaşananlara böylesi bir perspektiften değil de sadece bir çatışma ve savaş durumu olarak bakacak olursak bu yönüyle olayın özünü kaçırmış oluruz.
Zap, Metina ve Avaşin başta olmak üzere Medya Savunma Alanları’nda TC. Devleti’nin yayılmacı-soykırımcı politikalarına karşı 6 aydır amansız bir savaş veriliyor. TC, bu savaşta NATO’nun tüm silahlarını kullanmak bir yana, uluslararası anlaşmalarla yasaklanmış olan kimyasal silahları, taktik nükleer bombaları da kullanmaktadır. Bunu her gün tüm dünyanın gözleri önünde yapmaktadır. Fakat savaş sadece dağda sürmüyor. Kürtlere karşı savaş toplum, kültür, ekonomi, ekoloji ve kadınlara yönelik boyutlarda da şiddetlenerek devam etmektedir. Kürt toplumuna dayatılan çok boyutlu bir tasfiye konsepti var. Yasaklarla, engellemelerle ve inkarla Kürt dili ve kültürü nefes alamaz duruma getirilmeye çalışılmaktadır. Kürdistan’ın bütün yeraltı ve yerüstü kaynakları, sömürülerek Kürtlere karşı büyük bir ekonomik savaş yürütülmektedir. Kürdistan’ın doğası ormanları, akarsuları her gün talan edilmekte, adeta Kürd’ün ‘bir dikili ağacı bile olmasın’ dercesine doğa tahrip edilmektedir. Hevrin Xelef’ten Zehra Berkel’lere, Deniz Poyraz’dan Nagihan Akarsellere yüzlerce Kürt kadını TC. Devleti tarafından bilfiil hedef alınarak katledildi. İşgalci TC Devleti, dağda gerilla karşısında zorlandıkça saldırılarını boyutlandırıp tüm toplumu, doğayı ve değerleri hedef almaktadır.
Mersin’de kahraman Kürt Özgürlük Gerillaları Sara ve Rûken yoldaşlar eylemleriyle soykırımcı TC. Devleti’ne tam da böylesi bir konjonktürde en güçlü darbeyi vurmuşlardır. Eylemleriyle düşmanın kimyasını bozmuşlardır. Bu eylemle düşmanın sıkça yaptığı “içeride bitirdim, sıra dışarıda” söyleminin içinin boşluğunu bir kez daha Türkiye toplumu tarafından görülmesini sağlamıştır. Her ne kadar soykırımcı TC Devleti özel-psikolojik savaş aygıtlarıyla propagandanın her çeşidini yaparak eylemin değerini düşürmeye çalışmış olsalar da kazın ayağının öyle gösterilmeye çalışıldığı gibi olmadığı gözler önüne sermiştir. Kürdistan ve Türkiye’nin seçim atmosferi içerisine çekilmeye çalışıldığı bir süreçte -her ne kadar yapılıp yapılmayacağı belli olmasa da- kimi çevreler yukarıda sözünü ettiğimiz gerçekliği görmezden gelerek, Mersin’deki eyleme ilişkin farklı değerlendirmelere gidebilmiş, orta sınıf eğilimini güçlendirmeye çalışmıştır. Bu da o kişi ve çevrelerin oluşturulmaya çalışılan seçim atmosferinin etkisi altında yaşadıkları beklentili ruh hallerini bir dışa vurumu olmuştur.
Görünürde TC’nin iç gündemi ‘seçimmiş’ gibi gösterilmek isteniyor. Seçimler zamanında mı yapılacak, zamanından önce mi yapılacak vs. gibi gündemler var. Evet, seçimler sistemin kendisini perdeleme ve meşrulaştırma süreçleridir. Fakat asıl gündemler değildir. Çünkü normal bir ülkede ve koşullarda seçime gidilmiyor. AKP-MHP faşist iktidarı, iç kamuoyunda ‘yedi düvelle savaşıyormuş’ gibi bir illüzyon yaratarak seçimlere gitmek istiyor. Fakat asıl gündemini Kürt Özgürlük Hareketi şahsında Kürt halkı ve bölge halklarına karşı ilan ettiği, yürüttüğü özel-kirli savaşı belirliyor. İşte bu nedenledir ki dünyanın neresinde bir çelişki, çatışma veya savaş yaşansa ona kendi savaşına, ‘nasıl payanda’ ederim, gözüyle bakıyor. Bunu yaparken de son derece pragmatik, ilkesiz ve günübirlik bir siyaset gütmektedir. İşte Ukrayna’daki pozisyonu da böyledir.
Ukrayna savaşında da son olarak dört bölgede referandum yapıldı ve akabinde bu bölgelerin Rusya’ya ‘dahil olduğu’ ilan edildi. Savaşın başında Ukrayna yönetimi çok zorlanmıştı, fakat uluslararası güçlerin dahil olmasıyla Ukrayna bir çıkış yakaladı. Rusya buna referandum ve söz konusu dört bölgeyi kendisine dahil ederek yanıt verdi. Ukrayna’nın NATO’ya üyelik başvurumu tekrar gündeme geldi. Nasıl ki NATO içerisinde çatlaklar olsa Rusya’nın içerisinde bulunduğu Şangay ülkeleri arasında da bazı çatlaklar var ve o ülkelerin hepsi Rusya’nın istediği noktaya gelmedi. Çünkü bu ülkelerin de biriken sorunlar ve uluslararası ilişkileri var; hemen hepsi bir cambaz gibi birkaç ipte birden yürüyor. İşte TC de böylesi bir atmosferde “acaba ne kotarabilirim?” diye hareket edip hamleler geliştiriyor. Bir yandan Ukrayna’ya SİHA’lar satıp referandumu tanımadığını ilan ederken, diğer yandan Rusya ile ilişkilenip Rus doğalgazını Avrupa’ya akıtmak için deyim yerindeyse hülleci rolünü oynamaya çalışıyor.
Tabi burada keskin dönüşler de yapabiliyor. Daha iki yıl öncesine kadar, ordusu ve silahlarıyla dahil olduğu Karabağ savaşında Ermenilere savaş açarken, bir anda Prag’da Paşinyan ile bir araya gelebiliyor. Bu görüşmeden hemen sonra Hazar petrollerinin Azerbaycan, Ermenistan ve Türkiye üzerinden Batı’ya akıtılma projelerinin gündeme gelmesi de manidar. Tabi bundan kısa bir süre önce ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Pelosi’nin Ermenistan ziyaretini de hesaba kattığımızda bunun, bir TC projesi olmadığını da anlaşılmış oluyor.
Yine Suriye meselesinde, Erdoğan bir süredir “U dönüşü” yapma mesajları veriyordu ve beklenen o dönüş de Prag’da geldi. Daha birkaç yıl öncesine “katil Esad” dediği, yine “asla görüşmem” dediği Esad için “Suriye devlet başkanı” hitabını kullandı ve görüşebileceği sinyallerini verdi. Ardından Basın sözcüsü İbrahim Kalın yaptığı açıklamayla verilen bu sinyali daha da görünür kıldı. Tabi bu arada İsrail’e elçi ataması, daha önce de Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan’da benzer dönüşler yapmış ve ülkesine sıcak para akıtmak için el-etek öpmeye gitmiş olduğunu da burada tekrarda olsa hatırlatmak gerekmektedir.
TC’nin var olan bu karakterine dikkat çekerken, bunu sadece uluslararası ilişkilerin pragmatizm üzerine kurulu olduğu bağlamında ele almak yanıltıcı olacaktır. Evet, TC’de çokça dile getirdiğimiz gibi “çakal siyaseti” izleyen bir devlettir. TC. küresel sermaye güçleriyle bazı “çelişkiler” yaşasa da mevcut durumda küresel sermaye güçleri ile Rusya arasında ikili oynamaya devam ettiği görülmelidir. TC. bu noktada kendini pahalıya ‘nasıl satarım’ arayışı içerisindedir. Benzer şekilde “TC bu güçler açısından artık güvenilmezdir, ikili oynadığını herkes görüyor” gibi bir yaklaşım içerisine de girmemek gerekiyor. Çünkü aynı zamanda bu güçlerin kendileri de TC’yi kullanmayı çıkarlarına görüyorlar. Onlarda Önder Apo’nun üçüncü dünya savaşını çok önceden öngörüp geliştirmiş olduğu üçüncü yol stratejisi ve bu stratejinin nihai ereği olan Demokratik Konfederalizm sistemi karşısında yaşadıkları korku nedeniyle TC’yi koçbaşı olarak kullanmayı kendi çıkarlarına görmektedirler.
Bunu gören TC’de, Kürtlerin tasfiyesi için uluslararası sistemin bu halinden azami bir düzede yararlanmaktan geri kalmamaktadır. Fakat TC’nin asıl derdi ve onların değimiyle ulaşmayı umdukları “kızıl elma” Kürt Özgürlük Hareketi şahsında Kürtlerin tasfiyesi ve imhasıdır. Onlar açısından buna giden her yol da mubahtır. Şu anda TC’yi bu şekilde oradan buraya savuran; Önder Apo’nun geliştirdiği ve Özgürlük Hareketi’nin pratize ettiği paradigmadan duyduğu derin korku ve ürküntüdür.
İşte uluslararası komplonun 25.yılına girdiğimiz bu günlerde Önder Apo’ya üzerinde dahada ağırlaştırılarak uygulanan mutlak tecridin mutlaka bu yönünün doğru görülmesi gerekmektedir. Buna bağlı olarak da mutlak tecridin ne anlama geldiğini, bununla neyin amaçlandığının, nereye vardırılmak istendiğinin biraz daha derinlikli olarak anlaşılması ve buna denk gelecek bir yaklaşımın sahibi olunması gerekiyor. 25. yılında uluslararası komploya karşı verilecek olan yanıtın, yürütülecek olan mücadelenin de buna göre olması yerine getirilmesi gereken bir görev olarak önümüzde duruyor.
Cemal ŞERİK