HABER MERKEZİ-Sınıflı devletin oluşumuna dayalı olarak ortaya çıkan insanlık dışı uygulama olan tecrit sistemi bugüne kadar kendini farklı derecelere getiren uygulamalarıyla tarihe geçen infaz rejimine dönüştürülmüştür.
Egemenlerin tecriti uygulamadaki amaçları sadece kendi iktidarları açısından tehlike oluşturabilecek kişileri denetime alarak onlardan bilgi alıp biriktirerek kimseyle paylaşmadan sadece kendi iktidarları için kullanırlar. Günümüzde ise Halk Önderi Abdullah Öcalan’a idam yerine ada cezaevinde tek kişilik Öcalan’ın deyimiyle bir “tabut” içinde tutarak, uygulanan ağırlaştırılmış tecritle kendisinin fikirlerini ve ideolojisini esir alarak kimliksizleştirmek amaçlanıyor. Abdulah Öcalan’ın kimliksiz bırakılması Kürt toplumunu kimliksizleştirmek demektir. Şuanda da İmralıda yürütülen özel işkence sistemi bütün cezaevlerine taşırılmış özelde de siyasi tutsaklar buna maruz bırakılıyor.
Tecritin Tarihi Gelişimi
Krallık döneminde mahkumların cezalarının bedelini fiziki olarak verirlerdi. Asurlar’da, Etiler’de, Mısırlılar’da ve Romalılar’da mahkumlara verilen cezaya ‘ hidematışakke ‘(zorlu iş cezaları) denilirdi. Zorlu iş cezaları denilen yol, köprü, maden ocakları gibi yerlerin tamir ve yapımında mahkumlar çalıştırılırdı.
Orta çağda ise kilise gücünün topluma hissetirilebilmesi için bedene yönelik şiddet içerikli cezalar uygulanmış ve infaz aşaması törensel nitelikte yapılmıştır. Kilise gücünü yavaş yavaş kaybedince bu infazlar halka açık bir şekilde yapılmaya başlanılmıştır. 18. yüzyıldan itibaren, cezalandırmanın temel hedefi değişmiş cezalandırmada fiziksel cezadan çok ruhsal cezalandırma ön plana çıkmıştır. Bunun için cezaevleri yapılmıştır. 1588 yılında ise ilk cezaevi Amsterdam’da kuruluyor. Hırsızlık yapan 16 yaşındaki bir küçük çocuğa bedeni hakkında ceza vermemeyi ilk kez kabul eden yargıç onu cezaevine kapatmayı daha uygun buluyor. Bu cezaevi yalnızca onun için yapıldığından tecrit edilen ilk suçlu olarak tarihe geçiyor. Amsterdam’daki cezaevleri örnek alınarak Bremen (1609), Lübeck (1613), Bern (1614), Hamburg (1622), Zürih (1637), Danzig (1629) ve Berlin(1712) şehirlerinde çeşitli cezaevleri oluşturuldu.
İnsanların cezalandırılma amacıyla kapalı bir yere koyulmaları eski ve insanlık dışı bir uygulamadır. Modern anlamdaki ilk hapishanenin 1595 yılında Amsterdam’da kurulduğu kabul edilmektedir. Bu kurumun oluşmasının nedeni yukarıda belirttiğimiz gibi 1588 yılında bir çocuğun hırsızlık yapıp olağan cezası olan idam cezasına değil, sözde devlet tarafından tecrit edilerek eğitilip iyileştirmesine karar verilmesine dayanmaktaydı. (Günümüzde bundan bahsetmek mümkün değil).Fakat cezalandırmanın amacındaki değişikliğin, özgürlüğü bağlayıcı cezalara dönüşümünün ilk örneğinin İngiltere’de gerçekleştiği de söylenmektedir. Bridewell Şatosunda 1555 yılında bir çalışma evi inşa edilerek, toplum için olumsuzluk yaratan kişiler burada çalıştırılıp, kişilerin topluma uyumu sağlanmaya çalışılmıştır. Fakat buranın daha çok çalışma evi olduğu bilinmektedir. Eğitim ve çalışma evi adı altında hiçbir hukuki boyutu olmayan insanlık suçu sayılan uygulamalarla ya fiziki olarak öldürür yada insanı öldürmekten daha beter hale getirirlerdi. Bunlara örnek verilirse ;Londra’daki Londra Kulesi, Paris’teki Bastille kalesi, İstanbul’daki Yedikule zindanı da bu tür yerlerdi. Ama buralara sıradan suçlular değil, siyasal tutuklular kapatılırdı. Osmanlı döneminde ise hapishane olarak genelde kale burçları kullanılmış olup, bu yerler karanlık, havasız ve nemli olduklarından bu yerlere bu anlamı ifade eden zindan kullanılmıştır. 1622’de bir yeniçeri ayaklanmasıyla tahttan indirilen Osmanlı Padişahı Genç Osman Yedikule’ye kapatılmış ve burada öldürülmüştür.
16. yüzyıldan beri cezaevinde uygulanan cezalar içinde yer alan iktidarın sadece kendi çıkarı için kullandığı tecrit insanlarda tahribatlara neden oluyordu. Günümüz yüzyılında ise tecritin insanlık suçu olmasına rağmen iktidar bunu keyfi olarak halende en ağır biçimiyle süresiz psikolojik ve fiziki tahribat yaratmak için kullanıyor.
Bilimsel Araştırmalara Göre Tek Kişilik Hücrenin Psikolojik Etkileri
Tek hücrede uzun süre tutulmanın insan psikolojisi üzerindeki etkileri bilim insanları tarafından tespit edilmiş ve şunlar söylenmiştir;
İzolasyon hücreleri yöntemi ile mahkumun bilinci ve kişiliği herhangi bir fiziki işkence yapılmaksızın parçalanarak yok edilmektedir. Zaman içerisinde insan bedeni üzerinde görülen etkiler şunlardır; sinir sistemi tamamen tahrip edilmekte, zaman ve mekan kavramı anlamını yitirmektedir. Kontrol dışı hareketler başlamakta, refleksler kaybolmaktadır. Aşırı terleme, mide ağrıları, kilo kaybı, sırt ağrıları, kan dolaşımında bozukluklar görülmekte, vücut savunma sistemi dengesini yitirmekte, göz bozukluğu gibi vücutsal rahatsızlıklar etkisini gösterir. Bunlardan da anlaşılacağı gibi iktidarın özellikle tecrite koydukları mahkumları topluma yeniden kazandırmak değil de onları uzun izolasyon koşullarında bırakarak kişinin kimlik kaybının yaşanması isteniliyor.
“Kişiliğinizi Parçalamaktan Başka Hiçbir Amacı Yoktur”
İnsanlık suçu teşkil etmesine rağmen tecritte kalan bazı tutukluların tecritte kaldıkları süreci şu kelimelerle dile getirmişlerdir. 1979-95 yıllarında İspanya’da F tipi cezaevinde tecrit cezası alan Bask vatandaşı Tomas Carrera Juarros,” Kişiliğinizi parçalamaktan başka hiçbir amacı yoktur tecritin…” şeklinde bir açıklamada bulunmuştu.
1977-92 yıllarında frankfurt f tipi cezaevinde yatan Gunter Sonnenbergo yıllarını şöyle anlatıyor:
“insan uzun süre kapalı bir odada kaldığında, hiçbir ses duymadığı ve hiçbir insan görmediği zaman, pencereden dahi bakamadığı zaman, yani ses, görme gibi uyarıcıları almadığı zaman, hastalanıyor. Bu bir işkence. Hiç delil bırakmayan bir işkence. Yani vücutta herhangi bir yara izi yok ama
insan fark ediyor çünkü bilincini kaybediyor, hafıza kaybediliyor. Gerçekle hayal arasındaki çizgi kalkıyor. İnsan konuşmayı da unutuyor, konuştuğunu ve düşündüğünü ayırt edemiyor. Yıllar sonra dışarı çıktığımda, insanlara soru soruyordum ama cevap alamıyordum, çok kızıyordum. Sonra farkettim ki konuşmuyormuşum, sadece soruyu düşünüyormuşum”…insan, tecriti kelimelerle
anlatamıyor. Serbest kaldıktan sonra, tecriti insanlara anlatabilmek için birçok etkinliğe katıldım. Her seferinde farkettim ki, insan bunu anlatamıyor. Bunu ancak yaşayan anlayabilir. Tecritin, insanın kişiliğine verdiği zararları hissediyorsunuz, ama anlatamıyorsunuz. Bunu anlatabilecek kelimeler yok.
Sorun da burada zaten.”
Bu sözlerden anlaşılacağı gibi idam cezasından beter olan iktidarın özel işkence aracı olan tecrit öldürmüyor ama öldürmekten beter ediyor. Tecrite karşı mücadele veren isimlerden biri olan Güney Afrika Cumhuriyeti‘nin ilk siyahî devlet başkanı Nelson Mandella’da 1962 yılında Apartheid’ın mirasının dağılmasına, ırkçılığı engellemeye, fakirlik ve eşitsizliğe karşı verdiği mücadeleden dolayı ırkçı Apartheid rejimi tarafından “ömür boyu hapis” cezasına çaptırılan ve 27 yıl boyunca Robben Adası’nda tek hücrede tecrit altında tutuldu. Mücadelesini bırakmayan Mandella 1990 yılında serbest bırakılıyor daha sonra “Mücadele benim hayatımdır. Hayatımın sonuna kadar siyahların bağımsızlığı için mücadele edeceğim ‘’demesi üzerine halkın güvenini kazanır. 1994 yılında halk tarafından Cumhurbaşkanı seçilir.
Türkiye’nin Uluslararası Suç Sayılabilecek Pratikleri
İnsanlık suçu sayılan ve işkence aracı olarak kullanılan tecrit, Mandella’ya uygulanandan daha ağır geçtiği ‘GUANTANAMO’ tarzı İmrali Cezaevinde 1999 yılından beri tutuklu olan Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan üzerinde uygulanıyor. Küba’nın Guantanamo Körfezi’ndeki Amerikan donanma üssünde yer alan Guantanamo Cezaevi, 11 Eylül 2001’deki terör saldırılarının ardından ABD’nin Afganistan’ın işgali sonrası kuruldu. Dönemin ABD Başkanı George W. Bush tarafından ilan edilen yasayla terör zanlılarının getirildiği hapishaneye ilk tutuklular 11 Ocak 2002’de konuldu. ABD’nin siyasi muhaliflerine karşı “korsanca kaçırma” temelinde kurduğu, hukuk ve yasaların nüfuz etmediği, her türden yöntemlerle siyasi muhaliflerin iradesini kırma ve kendi çizgisine çekme esasına dayalı bir işkence sisteminin adıdır. ABD’de şuan da en çok kullanılan yöntemdir. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’da ABD ve NATO güçleri tarafından Guantanamo tarzıyla kaçırıldı ve Türkiye’ye teslim edildi. Şuan da ise İmralı adasında insanlığa sığmayan ve en ağır biçimiyle uygulanan tecritle insanlıktan hem fiziki hem de ruhi anlamda uzak tutup bitirilmesi söz konusudur. Hemen her saniye her dakika tecrit işkencesinde tutuluyor. Fikirlerini esir alarak toplumu da esir alacağını düşünen Erdoğan iktidarı yıllarca İmralı’ya gönderilen süreli ve süresiz yayınlara el koydu. Mektup yasakları ile dışarı ile bağı kesildi. Görüş yasakları ve keyfi disiplin cezaları önce İmralı’da uygulandı ardından tüm cezaevlerine yayıldı. Türkiye’de uygulanan tecrit özellikle politik hükümlüler için basit bir infaz politikası değil bir işkence aracı olduğu açığa çıkmıştır. Şuan da imrali işkence sistemi bütün cezaevlerine taşınmış ve özellikle de siyasi tutuklular üzerinde ve aynı zamanda toplumada tecrit uygulanır hale geldi. Bunun yanı sıra yapılan işkenceler yetmezmiş gibi çirkince yapılan çıplak aramalarda var.
Çıplak Arama Yöntemi
Her ne kadar bu son günlerde HDP Milletvekili Ömer Gergerlioğlu’nun Uşak Emniyet Müdürlüğü’nde kadınların çıplak arandığına ilişkin açıklamasının ardından gündeme girdiyse de bu arama tarzı yıllardan beri var. Gün geçtikçe daha da çirkinleştiriliyor. Bir mahkumun güvenlik görevlilerinin önünde, soyunmasının istenmesi, makat, vajina gibi organlarının elle ya da “otur kalk, ıkın” talimatları verilmesi suretiyle, aranması, kişinin gerek fiziksel gerekse de manevi olarak istismarı anlamına gelmektedir ve kişilerde ağır psikolojik hasarlar bırakabiliyor. Özelliklede kadınlarda yapılan bu arama yöntemi uzun vadeli travmalara neden oluyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) de hapishanelerde yapılan çıplak aramalara ilişkin başvuruları işkence ve kötü muamele yasağını düzenleyen AİHM 3. madde bağlamında değerlendirmelerine rağmen işkence denilebilinecek derecede Türkiye’de halende onur kırıcı bir şekilde uygulanıyor. Emniyet müdürlükleri, karakollardan ya da hapishanelerden geçen birçok kişi çıplak aramaya tabi tutulmuş durumda.
Çıplak Aramanın Kadın Üzerindeki Etkisi
Başta yaşam hakkı ihlalleri olmak üzere çıplak arama, işkence, tutsaklar arasına farkındalık koymak gibi vakalara kadar birçok hak ihlali yaşanıyor. Bugün itibariyle siyasi tutukluların kaldığı her bir cezaevi İmralı’ya çevrilmiş durumda. Göz altına alınan kadınları çırılçıplak ederek ayak parmaklarına , el parmaklarına, meme uçları, boyunlarına, kulak memesine kadar doladıkları kablolarla elektrik işkencesi veriliyor. Buda yetmezmiş gibi tehditler sonucu tecavüz ediyorlar. Her seferinde giriş ve çıkışlarda çıplak arama adı altında insanlık dışı işkenceler uygulanıyor. Kadınların, mahpusun güvenlik görevlilerinin önünde, soyunmasının istenmesi, makat, vajina gibi organlarının elle ya da “otur kalk, ıkın” talimatları verilmesi suretiyle aranması tam bir işkence biçimidir. Uluslararası hukukta işkence ve kötü muamele açıkça yasaklanmasına rağmen, Erdoğan iktidarı bu kuralları ihlal ederek en ağır işkenceleri kadın tutsaklar üzerinde özellikle siyasi kadın tutsaklar üzerinde uyguluyor. Buda hem ruhsal hem de fiziksel anlamda ciddi travmalara neden oluyor. Bu uygulamalara rağmen aksini iddia eden Süleyman Soylu’nun çıplak aramaya ilişkin ;‘Türk polis teşkilatına iftira atan ispatlamazsa namusuzdur‘ açıklamasında bulunmuştu. Gözaltına alınan ve verdiği ifade de çıplak aramaya maaruz bırakıldığını beyan eden mağdurların ifadesi esastır ve bir ispattır. Bu bağlamda bu sözleri söyleyen ve tecavüzün uygulayıcısı olan Süleyman Soylu kendisinin bizzat belirlediği ölçü ve duruma göre namussuzun ta kendisi olmaktadır. Kadınlara yönelik içerdeki işkenceci aramalarla dışarıda ise hemen her gün bir kadın vahşice katledilmelerinden sorumlu olan Erdoğan iktidarı ve Süleyman Soylu’ dur.
Leyla EGİD
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi