18 Şubat 2010 Perşembe Saat 19:35
0
21
TR
:” ”
:””
” “,” ”
” ”
Analitik düşünce, simgesel dile geçişle birlikte insan
zihnine yerleşmeye başlayan kelimelerle gelişim kazanmıştır. Kelimeleri zihne
yerleştirmek, nesneler ve olaylar olmadan da haklarında düşünmeyi mümkün kılar.
Böylece insan bu zekâ sayesinde kurgulama ve teorik-soyut düşünme yeteneği
edinir. Beynin sol ön lobunda gelişen zekâ türünün, en az insana faydası kadar
hayli çok tehlikeli zararları vardır. Çünkü bu zekânın temel özelliği,
duygulardan kopuk çalışmasıdır. Yani ahlaki ilkeyi oluşturan duygusal zekâ
özelliklerinden yoksundur.
Analitik düşünce, yaşamı bütünlüklü olarak tanıma ve öğrenme
yerine daha çok yaşamda karşılaşacağı sorunları tanıma ve öğrenmeye çabalar.
Kişi çözmek durumunda olduğu bu sorunlardan, ancak analiz yoluyla (parçalara ve
ayrıntılara boğarak, tüme varım yöntemiyle) kurtulabilir. Yani doğayı bir bütün
olarak algılayan duygusal zekaya karşın, son derece parçalayıcıdır. Analitik
düşünce, burada kendisini her şeyin öznesi yaparak, yaşam dahil kendisi
dışındaki her şeyi parçalamayı ve nesnel görmeyi kendisine hak görür. Oysa
Kuantum bilimi, atom altı parçacıklarla, hakikatin bir bütün olduğunu ve
evrendeki her şeyin bu bütünlük içerisinde öznel bir gerçekliği olduğunu
kanıtlamıştır. Bu bakımdan doğanın, yaşamın ve toplumun biricik zekâsı olarak
duygusal zekâ karşısında, analitik zekâ, tam bir körlük ve yıkım zekâsıdır.
“Analitik zekânın en önemli avantajı, kendini fazla
yormadan, gerektiğinde tüm evren hakkında düşünmesidir. Sınırsız hayal kurma
yeteneği vardır. Müthiş bir imgeler dünyası oluşturur. Plan, tuzak, komplo
kurma yeteneği çok gelişkindir. Doğayı taklit ederek her tür icadı
geliştirebilir. Ancak bu planlı tuzak ve her çeşit komployla istediğine
ulaşabilme yeteneği, toplum içinde ve dışında sorunların temel kaynağı olmasına
neden olur. Nitekim o büyük toplumsal felakete (sınıflı toplum = devlet) yol
açan sermaye ve iktidar birikimini de, insanoğlu bu yetenek sayesinde
gerçekleştirebilmiştir.
Bunun içindir ki toplum, büyük oranda duygusal zeka kaynaklı
olan AHLAK’ı temel örgütlenme ilkesi olarak esas almıştır. Çünkü toplumsal
ahlak olmadan, analitik zekâyla baş edilemez. Örneğin kızgınlık hissine kapılan
biri, biraz analitik zekâsını çalıştırarak, istemediği, karşı olduğu her
canlıyı yok edebilir. Hatta insan topluluğunu dahi imha edebilir. Toplum işte
bu tehlikeye karşı ahlakı olmazsa olmaz bir toplum ilkesi haline getirerek baş
etmek istemiştir. Her topluluk üyelerini müthiş ahlaklı yetiştirmeyi ilk görevi
bellemiştir. Ahlaktaki temel ikili olan ‘iyi ve kötü’ bu analitik zekânın işleviyle
ilgilidir. Faydalı çalışırsa iyilik ahlakı tarafından ödüllendirilir. Zararlı
olmaya çalışırsa kötülük ahlakı olarak mahkûm edilir.
Dolayısıyla hem analitik zekânın faydalı özelliklerinin
toplumsal yararlılığa dönüştürülebilmesi için, hem de analitiğin zararlı
özelliklerinin kontrol altına alınabilmesi için öncelikle çocuğun bir duygusal
eğitimden geçmesi gerekir. Duygusal eğitim hisleri tanıyıp onları tanımlayacak
bir sözcük oluşturma anlamında özbilinci-kendini bilmeyi düşünceler, duygular ve
tepkiler arasındaki bağlantıları sezmeyi bir karara duyguların mı yoksa
düşüncelerin mi hükmettiğini bilmeyi farklı seçimlerin sonuçlarını öngörmeyi
ve bütün bu içgörüleri kararlara uygulamayı içerir. Güven, merak etme, amaç
gütme, özdenetim, yaratıcılık, iletişim kurabilme, ilişki geliştirebilme ve
işbirliği yapabilme gibi yetenekleri kazandıran bu duygusal öğrenmeyi, çocuk,
anneden öğrenmektedir.
Bu duygusal öğrenme
olmadan çocuk için tam bir mesleki edinimden de bahsedilemez. Çünkü meslek
edinimi yaratıcılık ister. Yaratıcılık ise somutlukla mümkündür. Bu nedenle
teori pratiği belirlerken, pratik de teoriyi oluşturmaktadır. Ancak analitik
düşünceye dayalı eğitim alanları bu noktayı fazlaca göz ardı ederler. Örneğin
üniversitelerdeki mühendislik bölümlerini ele alalım Matematik ve fizik
öğretilmekte ama insanlara eşya veya makina yapma öğretmemektedir. Kişi tek bir
torna ya da freze tezgahı kullanmadan, okuldan makine mühendisi olarak
çıkabilmektedir. Dolayısıyla burada duygusal eğitmenci olarak kadının, eğitim
alanının gerçek sahibi olduğu bir kez daha karşımıza çıkmaktadır.
Yine toplumsal düzeni sağlamada belirleyiciliği olan bir
diğer alan olarak ekonomik alanda da başat güç kadındır. Ekonomos’tan (ev
yasası) türeyen ekonominin, yasa olarak anlam kazanması, toplumsal üretimin
zorunluluğundan kaynaklanmaktadır. Çünkü toplumsal yaşamın sürdürülmesi,
toplumsalın maddi ve manevi üretim ihtiyacının karşılanmasıyla mümkündür. Bu
zorunluluk, toplumsal düzenin de temelidir. Zira toplumsal düzen dediğimiz olgu,
üretim sürecinin geliştirdiği toplumsal ilişki ve işbölümünün nasılıyla
ilgilidir. Yani üretim, toplumsal bir aradalığı, toplumsal kaynaşmayı,
toplumsal alış-verişi açığa çıkarır ki, buda toplumsal düzen dediğimiz şeyi
doğurur. Bu anlamda üretim, insanları adalet ve paylaşım ilkeleri etrafında bir
arada yaşamaya iten toplumsal bir faaliyettir.
Ekonominin, “ev yasası ndan türemiş olmasının bir diğer
nedeni ise üretimin bizzat ana-kadın etrafında oluşan bir faaliyet olmasıdır.
Çocuk yapma ve beslenme gibi yaşamsal ihtiyaçların giderilmesi olarak ekonomi,
tabiatıyla kadının alanıdır. Kadının öz toplumsal eylemi olarak
gerçekleşmektedir. Bu açıdan ekonominin, “ev yasası yahut “ev işleri olarak
anlamlaşması, “ev in kadının yeri (zira evi çekip çeviren kadındır), ekonominin
ise “kadının yasası yahut “kadının işi olması dolayısıyladır.
Bugün için ekonomik alan, kadından çalınıp, toplumsal üretim
alanı olmaktan çıkarılmasına ve kapitalistlerin (tüccar, tefeci, patron vb)
gasp, ganimet, hırsızlık alanına dönüştürülmüş olmasına rağmen, bu böyledir. Bu
açıdan yaşamsal ihtiyaçların giderilmesi için, kapitalizmin ‘ekmek parası’
sınırına vardırdığı utanç verici bir toplumsal mücadeleye dönüştürülen sahte
ekonomiden kurtulmak ve toplumu toplum yapan üretim yeteneğine yeniden
kavuşturmak, ancak kadından çalınan ekonomik alanın, yeniden kadına
devredilmesiyle mümkündür.
Ayrıca toplumsal düzen açısından bugün birliği ve uyumu
ifade eden “barış ın da, bugün esas sağlayıcı gücü yine kadın olarak karşımıza
çıkmaktadır. Doğu halklarının kabile, aşiret geleneğinde kadının bu rolü çok
belirgindir. Bu halklarda barış, kadının politik kimliği olarak anlam kazanır.
Kadının bu kimliği, doğu felsefesinin temeli sayılan Zerdüşt
felsefesinde de şöyle dile getirilir kadın, çocukların annesi olarak onları
yetiştirirken onlara iyiliği, yurtseverliği ve insan severliği aşılayarak,
toplumsal barışın yaratılmasında etkin bir rol oynar.
Bir sebebi bu iken, bir diğer sebebi de gerek biyolojik ve
gerek ruhi yapısıyla üretken, örgütleyen ve seven kadının, daha doğuştan
barıştan yana olan bir kişilikte seyretmesidir.
Ancak bugün dünya genelinde kadınların birincil siyasal
talebini barışın oluşturmasının esas nedeni, savaş gerçekliğinin kadına çok
pahalıya patlayan maliyetidir. Zira savaş gerçekliği, en fazla kadını ve
çocuklarını vurmakta ve mağdur etmektedir. Savaşlarda çocuğunu, eşini,
kardeşini yitirmekte, çocuğunu besleme koşulları ortadan kalkmakta, savaş
durumlarında ise bedeni “tecavüz”e konu edilmektedir. Savaşın bu ağır
sonuçlarıyla karşı karşıya kalan kadın, bu nedenle savaşı istemez. Bunun için
dünyanın birçok yerinde kadınlar, “Barış için oluşturulan kadın platformları
ve “barış anneleri gibi, savaş karşıtı örgütlenmelere gitmişlerdir.
Bu bakımdan 21. yüzyılda en çok tartışılan bir sorunun kadın
sorunu olması tesadüfî değildir. Çünkü savaş ve şiddet karakterli eril iktidar,
gelinen aşamada dünya barışı, çevrenin yaşamsal var oluşu ve gezegenin
varlığını sürdürmesi açısından en büyük tehdidi oluşturmaktadır. Bu nedenle her
geçen gün artan bir biçimde kadın gerçeği tartışılmakta ve çözüm kadında
aranmaktadır. Zira kadın gerçeğinin aynı zamanda bir toplumsal özgürlük gerçeği
olduğu, yine kadın gerçeğinin çözümlenmesinin savaş sorununun çözümlenmesinden
barış sorununun çözümlenmesine ve yeni bir ahlâk çözümlenmesine kadar birçok
gelişmeyi beraberinde zorladığı, artık çok bariz görülmektedir.
Sonuç olarak “Kadının etkili olduğu bir
dünyada savaş olmaz . Zira kadın için
“BARIŞ , salt çatışma
ya da savaşın mevcut olmadığı koşullar olarak değil, çatışmacı, ayrımcı ve
düşmanlık söylemlerinin ve militarizmin etkin bir şekilde önlendiği ve
koşullarının ortadan kaldırıldığı temel insan hakları ve özgürlüklerin tesis
edildiği, siyasal ve hukuksal düzenlemelerin insanın ve hayatın değeri
temelinde kurulduğu bir düzeni tanımlar.
Bu
bölümde gerek tarihsel, gerek güncel boyutlarıyla, kadının toplumsal düzen
açısından önemini serimlemeye çalıştık. Dolayısıyla günümüz toplumunun yaşadığı
en büyük yanılgı, toplumsal düzenin devlet eliyle gerçekleştiği yanılgısıdır.
Zira temel toplumsal değerlerin, ilkelerin ve erdemlerin kaynağı olarak kadın
olmaksızın, bir toplumsal düzenden bahsedilemeyeceği, hem tarihsel, felsefi,
bilimsel hem de sosyolojik olarak ortaya konuldu. Keza eğitim, sağlık, ekonomi,
adalet, orman-çevre, tarım ve köy işleri, kadın ve aileden sorumlu sosyal
hizmetler vs. gibi bakanlıklarıyla ve parlamentosuyla toplumsal düzeni
sağlayıcı güç olarak kendisini sunan devlet, tersine toplumsal düzenin değil,
zor ve baskı mekanizmalarıyla toplumsal kaosun sağlayıcısıdır. Nitekim
kurumsallaştırarak kendisine mal ettiği bu alanlar da, gerçekte kadının
toplumsal ahlakından süzülmüş alanlar olarak, aslında toplumun ahlaki ve
politik alanlarının devletin (iktidar tekelinin) denetimine alınarak iktidarın
hizmetine koşturulması ve böylece toplumdan koparılmasıdır.
EKİN GEVER
Kürdistan
Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.org
– www.lekolin.net – www.lekolin.info