HABER MERKEZİ-2011 yılında iç savaşın başladığı ve gelişen süreçte de 3. Dünya Savaşı’nın merkezi konumuna evrilen Suriye, günümüzde de çözümsüzlüğün sancılarını yaşıyor. Orta Doğu’da etkin kılınmak istenen 3 farklı çizgi de bu topraklar üzerinde alan bulmuştur. Gerek ABD ve NATO kanadının gerekse Rusya-Çin-İran kanadının bölgeye yönelik geliştirdiği projelerin yanında Suriye savaşında izlediği yol ile 3. Yol stratejisine öncülük eden Demokratik güçlerin bölgedeki etkinliği, bölgenin geleceğine yönelik istikrarsız bir görüntü çizmesine neden oluyor.
ABD, NATO, Rusya, İran ve Demokrasi güçleri kanadının yanı sıra Suriye savaşında dolaylı yoldan aktif rol alan Çin, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkeler Suriye pazarında en aktif aktörlerdir.
Her bir aktörün izlediği çizgiye göre güç yerleştirdiği Suriye’de birçok milis güç ve ana aktör güç bulunmakta. İran-Rusya-Suriye Rejimi işbirliğinde bölgede Rusların Wagner güçleri bölgede konuşlu. Suriye Rejimi’ne bağlı bir gücün yanında İran’a bağlı Devrim Muhafızları güçleri de bulunmaktadır.
Diğer yandan Türk Devleti destekli Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) çeteleri de bölgede aktifken, siyasi temsiliyetleri de geliştirme çabalarındadır.
Suriye’deki Ana aktörlerden Demokratik Suriye Güçleri (QSD), bölgede en güçlü siyasi desteğe sahip aktif gücün başında gelmektedir. ABD ve NATO güçleri’nin bölgede kalabilmesi QSD güçleri ile kurduğu ilişki düzeyinde mümkün olabilmektedir.
Suriye’de Rusya-İran Stratejik İş birliği, Çin Desteği
Farklı beklentilerle de olsa Esad yönetiminin iktidarda kalması konusunda hemfikir olan İran ve Rusya, Suriye krizinin başından beri koordineli bir şekilde hareket etti. Esad yönetimine silah desteği vermeye devam eden Rusya, Güvenlik Konseyi’nde ve Suriye krizi ile ilgili uluslararası konferanslarda Esad yönetimini ve dolaylı olarak İran’ın bölgedeki çıkarlarını korudu. Ağustos 2013’te Guta’daki kimyasal saldırının ardından Rusya’nın araya girmesi ile Esad yönetimine karşı muhtemel bir Amerikan müdahalesi engellendi. Ayrıca Rusya’nın baskıları sonucunda İran, Ocak 2014’te II. Cenevre Konferansı’na davet edildi ancak bir süre sonra davet geri çekildi. Yine Rusya’nın baskısı ile İran, 14 Kasım 2015’te Viyana’da toplanan Uluslararası Suriye Destek Grubu toplantısına katıldı.
İran ve Rusya’nın Suriye’de izlediği ‘ stratejik işbirliği ‘ politikası, iki ülke arasında görüş ayrılığının veya politik farklılıklarının olmadığı anlamına gelmiyor elbette. Buna örnek olarak İsrail ile ilişkileri söyleyebiliriz. Putin İsrail’i ziyaret eden ilk Rus devlet başkanıdır ve İsrail ile ilişkilere büyük önem vermektedir. Rusya Hizbullah’ı ve Hamas’ı terör örgütü olarak görmediğini söylese de Rusya’nın İsrail ile ilişkileri, İran’da Rusya ile ortaklığın geleceğine dair bazı şüphelerin uyanmasına sebep olmaktadır.
Bölgenin en güçlü müttefikleri sayılabilecek İran-Rusya stratejik ortaklığı, yarı yarıya sağlam temeller üzerine kurulmuş ve geliştirilmesinde büyük çabalar gösterilmiştir. Geliştirilmeye çalışılan bu ilişki zaman zaman güven kırılmaları yaşasa da, ortak bir ideoloji olan Ortadoğu’da güç sahibi olma hedefine, şimdilik bu stratejik ilişki ile ulaşılabiliyor olması, iki ülkenin birbirlerine karşı kırılganlığını azaltma gereğini ortaya çıkarmaktadır.
Günümüze bakacak olursak Rusya, İran ile kurduğu yakın ilişkiler ve doğru stratejik adımlar sayesinde Ortadoğu üzerindeki etkisini giderek arttırmaktadır. İran ise Rusya ile ilişkilerini geliştirmek suretiyle bölgesel politikalarında Moskova’nın desteğini garanti etmek istemektedir.
Fakat bölgesel çıkarları göz önünde bulundurduğumuzda, bugün iyi ilişkilerde bulunan bu iki devletin Suriye’de yeni bir yapılanma ve Ortadoğu’da oluşacak yeni denge konularında, ileri zamanlarda görüş ayrılığına düşecek olmaları kuvvetli bir ihtimaldir.
Suriye, Yemen, Tunus, Libya ve Mısır gibi ülkelerin otoriter rejimlerle yönetilmesinden dolayı bu ülkeleri istikrarlı olarak gören Pekin yönetimi, Arap Baharı’nın ortaya çıkışına diğer ülkeler gibi hazırlıksız yakalanmıştır. Ancak Suriye’deki barışçıl protestolar iki ay içinde şiddetli çatışmalara dönüşünce Çin de hızlı bir şekilde reaksiyon göstermiştir.
Suriye’nin küresel ve bölgesel alandaki potansiyel önemini çabuk kavrayan Çin, 2012 yılında Suriye’ye bir elçi göndererek Esad rejimini barışçıl bir çözüm bulması için ikna etmeye çalışmıştır. Ayrıca krizin başladığı andan itibaren Çin, Batılı güçlerin Birleşmiş Milletler’e (BM) sunduğu Suriye’ye askerî güç kullanma ve Esad rejimine yaptırım uygulama kararlarına karşı çıkmıştır. Kendi içinde de 55 farklı etnik grubu barındıran ve benzer sorunlarla mücadele eden Pekin, Suriye’nin iç işlerine karışılmaması ve Esad rejiminin muhatap alınması konularından taviz vermeyerek kararlı bir diplomatik tutum sergilemiştir. BM’de daimi üye sıfatıyla veto yetkisine sahip olduğu 1971 yılından itibaren genellikle Batı karşıtı bir tutum takınan Çin, Suriye krizi için alınan kararlarda da benzer şekilde birçok kez veto hakkını kullanmıştır.
1980’lerin başından itibaren dış dünyaya kapılarını açarak ticaretin her alanında iş birliğini geliştiren politikalar sürdürmeye başlayan Çin, Suriye ile olan iyi ilişkilerini de bu tarihten itibaren kurmuştur. Özellikle ABD kaynaklı istihbarat raporlarına göre 1980’lerin sonundan itibaren Çin’in Suriye rejimine balistik füzeler dâhil olmak üzere stratejik silahlar satması, iki ülke ilişkilerini oldukça geliştirmiştir. Bu silahlarla Suriye’nin İsrail’e karşı önemli avantajlar sağlayabileceği düşüncesi ABD’yi oldukça kaygılandırmıştır. ABD bu silah ticaretine karşı çıksa da Çin her iki tarafla da arasını bozmayarak dolaylı yollarla silahları Suriye’ye ulaştırmaya devam etmiştir. Çin-Suriye ilişkilerinin bu tarihî arka planı, Suriye krizinde de Pekin’in tutumunu oldukça etkilemiştir.
Çin’i Suriye’de daha aktif bir politika izlemeye iten sebeplerden biri de Suriye ve Irak’taki savaşlara katıldığı iddia edilen Uygur Türklerinden duyduğu endişedir. Pekin yönetimi, aralarında Çin vatandaşlığına sahip olanların da bulunduğu bu grubun savaş sonrasında ülkeye geri döndüklerinde yüksek bir risk oluşturacaklarını düşünmektedir. Çin, Suriye’nin Uygur Türkleri için terör saldırılarında ana üs olarak kullanılmasını engelleme gerekçesiyle Suriye’de daha etkin bir konumda yer almak istemektedir. Ayrıca çeşitli İslami partilerin içinde yer alan Uygurların etkinliklerini önlemek isteyen Çin, bu grupların gelişerek kendi ülkesinde saldırılar düzenlemesinden çekinmektedir.
Çin’in Suriye ile olan ilişkileri ve Suriye rejimine sunduğu destek, etkili olmaktadır. Birleşmiş Milletler toplantılarında Suriye Krizi ile ilgili hususların tümüne Rejim yanlısı tavır sergiliyor. Çin’in dış politikasının temelini oluşturan diğer ülkelerin iç işlerine karışmama ilkesi burada farklılık gösteriyor. Suriye Rejimi’ne BM nezdinde sunduğu siyasi desteğin ardında stratejik hedefler bulunuyor. Enerji kaynaklarının yanı sıra arap coğrafyasını Avrupa’ya deniz yoluyla bağlayan bir konuma sahip. Lazkiye limanlarının Akdeniz üzerinden Avrupa’ya mal taşınması veya Suriye’nin BAE ve Katar’dan çıkarılan doğal gazın Avrupa’ya aktarılmasında kullanılacak güzergah oluşu, Çin’in dış politikasındaki ilkesinden öte bir tavıra itiyor.
Suriye’de ABD-NATO ve Perde Arkası Güçlerin İlişkileri
Arap coğrafyasında 2010 yılı sonunda başlayan yönetim karşıtı protestolar 21. yüzyılın en önemli tarihî olaylarındandı. Bölgede birkaç yıl içinde yaşanan hızlı ve köklü dönüşümler, yıllardır diktatörlük altındaki Suriye’nin de böylesi bir değişim dalgasına direnmesi mümkün görünmüyordu. Nitekim tüm Ortadoğu’yu kasıp kavuran bu sivil öfke patlaması, 2011 yılı Mart ayından itibaren Suriye’ye de sıçradı. Buna karşın Esad rejimi her türlü baskı ve saldırıya başvurarak bastırma yoluna gitti. Suriye’de yaşananlara en başından beri müdahil olan ABD Baharı Arap Baharı sürecindeki Ortadoğu bölgesine yönelik politikaları 2010 Ulusal Güvenlik Strateji belgesi ile çerçevesi çizilen ve 2015 Ulusal Güvenlik Strateji belgesi ile evrimleşen “Obama Doktrini” etrafında şekillenmiştir. ABD ve diğer Batılı ülkeler Tunus, Mısır ve Libya’da yaptıkları gibi protestoculara diplomatik destek sunmuş, Suriye devlet başkanı Esad’ın istifa etmesi ya da görevden uzaklaştırılması çağrısında bulunmuşlardır. ABD açısından Essad yönetimi; Ahmedinejad’a olan desteği, Suriye’yi İran’ın nüfuzuna itmesi, Hamas’ın yurt dışı karargâhına ev sahipliği yapması, Hizbullah’a silah temin etmesi, İsrail karşıtlığı ve Suriye’yi Ortadoğu’da sorun yaratan bir devlet haline dönüştürmesi gibi nedenlerden dolayı kesinlikle istenmemektedir. Bu açıdan Suriye, ABD değerlerinin diğer hegemon devletlerle çakıştığı bir konu olarak ön plana çıkmaktadır.
2013 yılını başlarında ABD’nin Esad rejimine diplomatik duruşu ve politikaları değişmeye başladı. Bu politika değişiminde Arap Baharı sonrasında yapılan görece demokratik seçimlerle siyasi gücün Batı/ABD karşıtı söylemlere sahip İslamcı grup ve partilerin eline geçmesi ve daha da önemlisi ABD’nin Libya Büyükelçisinin Bingazi konsolosluğuna yapılan saldırıda bir grup İslamcı militan tarafından öldürülmesi etkili olmuştu.
2014 yılında IŞİD’in (Irak Şam İslam Devleti) ortaya çıkışı ve Suriye ile Irak’ta geniş bir alanı askeri olarak ele geçirmesi, ABD politikasındaki bu değişimi/dönüşümü hızlandırmış ve ABD’nin Ortadoğu politikasının odağını “Suriye’de Esad/Baas rejiminin görevden uzaklaştırılması”ndan; ABD’nin Irak ve Ortadoğu’da 2003 sonrası oluşturduğu ve oluşturmaya çalıştığı siyasal düzene karşı daha acil ve önemli bir tehdit oluşturan “IŞİD’in durdurulması ve mağlup edilmesi”ne kaydırdı.
ABD’nin Suriye politikasının terörle mücadele yaklaşımına evrilmesiyle birlikte bölgesel bir güç olan Türkiye’ye ile olan ilişkileri de bozulmaya başladı. Bunun temel nedeni de Türkiye’nin cihadist menşelli çete gruplarına her türlü askeri ve lojistik desteği sağlamasıydı. Bunun yanında İran ve Rusya’nın bölgedeki nüfuzunu arttırmasını istemeyen ABD yönünü gücünü öz iradesinden alan YPG güçlerine verdi. İŞİD’in 2014’te Kobane’ye saldırmasyla birlikte, bölgede bu vahşi yapıya karşı direnen ve savaşı kazanacağı sinyalini veren YPG birliklerine havadan silah yardımı yapmaya başladı.
Hem içerde hem dışarda Kürt kazanımlarını hedef alan Türkiye bu yardımların yapılmasını kabul etmediğini ve halk savunma güçleri olan YPG’yi terör örgütünü olduğunu söyledi. ABD tarafından buna karşı ilk açıklama, silah yardımı başladıktan birkaç gün sonra, Dışişleri Bakanlığı’nın o dönemki sözcüsü Marie Harf’ten geldi. Harf, PYD’yi “terör örgütü olarak görmediklerini” açıkladı. İŞİD’le mücadele sürecinde 10 binden fazla şehid veren YPG güçleri direnen kadınlar şahsında tüm dünya ülkelerinde tanınmaya başlandı.
Militan RÊHAT-Firat ALİ
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi