Sömürgeci Soykırımcı Türk Devletinin Kürtler başta olmak üzere Ermeni, Asurî, Keldanî, Rum vb. halkların yok edilmesi temelinde kurulduğunu ve geçen yüzyılın, adeta midesine aldığı bir canlıyı eritme süreci olduğunu tekrar tekrar dile getirmeliyiz. Bu gerçekliğin bilince çıkarılması ve bunu durdurmaya yönelik bir örgütlülük ve mücadele azmi içinde olmak var olmamızın ve özgürlüğümüzün temelidir. Önder APO’ da süreci zaten “varlığını koruma özgürlüğünü sağlama” olarak tanımlamamış mıydı?
Varlık-özgürlük birbirinden kopartılamaz, ayrı düşünülemez iki esaslı yaşam kavramıdır. Varlığı özgürlüksüz, özgürlüğü varlıksız düşünmek mümkün değildir. Eğer varlık tehlikedeyse yapılması gereken ilk iş, neye mal oluyorsa olsun, varlığı güvence altına almaktır. Varlığını korumayan özgür olabilir mi? Demek ki, öncelikle varlığımızı korumayı ve onu geleceğe taşırmayı garantilemek durumundayız. Var olmayan bir halkın özgürlük sorunu da olmaz. Şu anda SSTD’nin üzerinde faşist diktatörlüğü kurumlaştırmaya çalıştığı coğrafyanın bir halklar, inançlar, kültürler mezarlığı olduğunu hatırlamalıyız. Selçuklulardan bu yana halkları, inançları bin bir yolla soykırıma uğratarak, onların topraklarını kendilerine yurt haline getirmeye çalıştıkları açık bir gerçekliktir.
Kürt soykırımı SSTD’nin varoluş zihniyeti, felsefesi, program ve stratejisi olduğu ve güncel olarak da İmralı Zindanı merkez alınarak her türlü askeri, siyasi, idari, ideolojik, kültürel, mali-ekonomik vb. yöntemlerle sürdürülmektedir. HPG’nin eylemsizlik kararına rağmen faşist soykırımcı ordu her türlü kimyasal silahı, fosfor gibi yasaklanmış bombaları kullanmada en küçük bir değişiklik yapmadan sürdürmektedir. 20 günlük zaman diliminde Medya Savunma Alanları ve Rojava’ya karşı yüzlerce savaş uçağı, SİHA, top, kimyasal vb. silah kullanılmıştır.
6 Şubat depremi de fırsat bilinerek, adeta bu soykırım siyasetine ivme kazandırılması amaçlanıyor. Fırat’ın Batısı Kürtlerden, Alevilerden Hatay’ın ise Arap Alevilerinden kaşla-göz arasında deprem fırsat bilinerek tümüyle boşaltılmak ya da daha rahat midesinde sindirebileceği duruma getirilmek isteniyor. Bu arada Hatay’ın tümüyle cihadistlere mekân yapılmak istendiğini belirtmek isteriz.
Medya, sanal medya ve yazılı basında depremin Kürt soykırımını tamamlamak için fırsata dönüştürülmek istendiğine dönük çok şey yazılıp-çiziliyor, konuşuluyor. Artık bu ortak bir tespite de dönüşmüştür. Bu kadar farklı toplumsal kesimden, inançlar, kadınlar, gençler, partiler bu gerçeği dile getiriyor. Ortak bir tespit ve duyarlılığın olduğu görülüyor. Fakat evimize düşen ateş karşısında ciddi, örgütlü, caydırıcı bir refleks henüz gösterilebilirmiş değil.
Elbette, sömürgeci soykırımcı Türk devleti ve onun faşist hükümetinin depremi yaşayan Kürdistan şehirlerinden Kürtleri boşaltmak planını açıkça deşifre etmek iyidir. Ancak bununla kendimizi sınırlayamayız. Açığa çıkarmak, eleştirmek demek Kürtler üzerinde adım adım uygulanmakta olan soykırımı durdurmak anlamına gelmiyor. Yine bol bol tarihte işlenen soykırım suçlarına vurgu yapmakta iyidir ama yeterli değildir.
Eğer karşı karşıya olduğumuz sorun anlaşılmış ise ortak bir kavramda, soykırım kavramında birleşiyorsak, artık bunu durdurmak için harekete geçmenin zamanıdır. Geç bile kalıyoruz. Bir de bakmışız ki, başka alanlardan da yüzbinlerce insanı getirip, Semsûr, Meletî, Dilok, Gırgum ve Hatay’a yerleştirmişler. Bunu hem de bazı mağdur insanlara yardım adı altında yapabilirler. Nitekim Efrin’de demografik değişim yaparak insanlık suçunu işleyen AKP-MHP hükümeti oraya Filistinliler gibi dünyanın en fazla ezilen halklarından bir kesimi de getirip yerleştirmedi mi?
Soykırım suçunu tamamlayan uygulamanın başında, demografyanın değiştirilmesi geliyor. Demografik değişiklikler Selçuklu, Osmanlı imparatorlukları ve bunların devamı niteliğinde olan sömürgeci soykırımcı Türk devleti yoğunca başvurduğu bir soykırım uygulama yöntemidir. Birinci dünya savaşı sırasında, birinci-ikinci dünya savaşı arasındaki gerginlik sürecinde de bu politikasını Ermenilere, Rumlara, Kürtlere, Asuri-Süryani, Keldani, Alevilere uyguladığı biliniyor. Sykes-Picot, Ankara, Kahire, Lozan antlaşma belgeleri bu soykırımın uluslararası hegemonik güçlerin soykırıma zemin sunan siyasi-hukuki çerçevesidir. Palu-Genç-Hani, Agîrî, Zilan-Dersim katliam ve soykırımlarıyla birlikte 6-7 Eylül 1955’te İstanbul’da Rumlara karşı geliştirilen demografya değişimi hala tazeliğini korumaktadır.
SSTD Kürtlere, Araplara karşı göçertme politikasını planlıyor ve uyguluyor. Şimdi de Semsur ve ilçelerin de Girgum ve ilçelerin de Dilok ve ilçelerin de artık somut olarak bu soykırım politikası uygulanıyor.
24 Şubat Tarihli Özgür Yaşam gazetesinin sürmanşetinde “Semsur’a dışardan getirilenler kim?” sorusu vardı. Sürmanşetin hemen altında, söz konusu dışardan demografik değişim için getirilenlere ilişkin çarpıcı ifadeler vardı. Konunun öneminden ötürü ilgili bölümü olduğu gibi buraya aktarıyorum: “Tamamı il dışından gelmiş. Araç plakalarından da anlaşılacağı üzere; Kütahya, Afyon, Sakarya, Trabzon, Osmaniye, Erzirom, Elezîz, Tokat, Yozgat, Çorum vs. birçok plaka görmek mümkün. Hiçbir çadır kentte görülmeyen asker ve polislerin buradaki yoğunluğu ise dikkat çekiyor.” Kürtçe bilmiyorlar. Yanlarına yaklaşıp “Nerelisiniz?” diye sorduğumuzda ise Semsûr’a ait olmadığı bariz bir şekilde görülen bir şive ile “Adıyamanlıyız” diyorlar. Kürtçeye dair tek kelime dahi bilmezlerken, “Peki hangi mahalledensiniz?” deyince, susmayı tercih ediyorlar. Hedef demografik yapı. Bu duruma karşı çıkan Semsûr halkı ise şunları ifade ediyor: “Çadır kentlerde acil bir kimlik ve ikametgâh tespitinin yapılması gerekiyor. İkametgahı Adıyaman olmayanların acil bir şekilde şehir dışına, yani geldikleri yerlere gönderilmeleri gerekiyor. Gerekli tedbirler alınmadığı sürece şehrin değişen demografik yapısı daha da değişecektir…”
Bu haberi okuyan her Kürdistanlı bu soykırımı durduruncaya kadar durmamayı örgütlü, planlı mücadelesini sonuç alıncaya kadar devam ettirmeyi bir onur meselesi olarak görmelidir. Çünkü bu an bıçağın kemiğe dayandığı andır. Bu gelenlerin kontra, çete güçler olduğundan da kuşku duyulmamalıdır.
Gelinen aşamada artık tekrar tekrar soykırımın bir biçimi olarak demografya değişimi gündemde demenin ve bunu tekrar tekrar dile getirmenin, yazıp-çizmenin fazla bir anlamı yok. Nasıl ki, insanın evine ateş düştüğünde, doğal bir refleks olarak insanın elinde ne varsa onunla kendi evindeki yangını söndürüp, evini tekrar yaşanır duruma getirmeye çalışıyorsa, demografya değişimlerine karşı da aynı refleksle hareket etmeliyiz.
Unutmayalım ki, demografya değişimi, anavatanımız Kürdistan’ı ateşe vermektir. İnsanın ülkesi, insanın evidir. Eğer dünya evimiz ise, ülkemiz Kürdistan da bu ev içinde bir odadır. Yatıp-kalktığımız odamıza bırakılan ateşi ne pahasına olursa olsun, elimize ne geçerse onunla mutlaka bu ateşi söndürmek için harekete geçiyorsak aynı şeyi artık Semsur’da herkesin gözleri önünde sergilenen bu soykırıma karşı da göstermek, insan olmanın, yurtsever, demokrat ve devrimci olmanın gereğidir.
Örneğin deprem alanları dışında kalan halklarımız, kadınlar, gençler, işçi-emekçiler, Erdoğan-Bahçeli soykırımcı faşist hükümetinin ilan ettiği OHAL vb. aldırmadan, her alanda güçlü, etkili eylemlilikler geliştirebilirler. Avrupa ve yurt dışında yaşayan Kürdistanlılar ve dostları da kendi alanlarında demografya değişimine karşı harekete geçmeli. Yine başta Kürdistan Baroları olmak üzere, Türkiye’deki barolar da alenen işlenen soykırım suçuna karşı hukuki mücadelelerini yükseltebilmelidir.
Kendisine “ben faşizme, tek adam diktatörlüğüne karşı mücadele ediyorum” diyenin samimiyeti, bu soykırım uygulaması karşısındaki duruşuyla açığa çıkacak. Onlar da eğer bu konuda samimilerse, net tavır sahibi olmaları gerekecek!..
Newroz’a, 8 Mart’a ve 1 Mayıs’a bu ruh, kararlılık ve örgütlülükle hazırlanmalıyız.
Ne de olsa seçim olacak, sandıkta yeneceğiz, diyerek, kimse kendisini kandırmamalıdır! Çünkü sandıkta kazanmanın yolu da böyle bir mücadeleden geçer!
Yasin NAVDAR