03 Ekim 2016 Pazartesi Saat 08:47
Toplumsal psikolojinin siyasal-idari ve askeri devlet
teçhizatları ile yoğrulmuş savaş çığırtkanlığı karşısında zorlandığı bir
eşikte, Kürdistan coğrafyasında yaşanan ‘öz yönetim’ çabalarını doğru bir
hukuksal ve felsefi perspektif doğrultusunda ele almanın gerekliliğinin ne
denli önemli olduğunun bilinci ile öz yönetimin neyi ifade ettiğini, tarihsel
örneklerini, felsefi arka planını olgunlaştıran düşünürleri görerek ve aynı
zamanda pozitif-ideal hukuk bağlamında meşruluk dayanaklarını da ortaya sererek
ele almaya çalışacağız.
Olması gerekenin savunusunu yapmaya başlamadan önce
yaşanmışı ve hazırda olanı ele alıp tahlil etmenin doğru olacağı kanısındayız.
‘İdeal’i ise etik ilmi sınırlarına hapsetmeden yani hakkını vererek,
haklılığını savunarak, aktarma çabası içerisine girilecektir. Bu minvalde, ‘öz
yönetim’ ele alınmadan önce temsili demokrasi ile merkezileştirilmiş ve
toplumu, pasifleştiren bir karşı konumlandırma ile yönetim cihazlarından
koparan merkezi-devlet modelinin tahlili gerekmektedir. Bu tahlilin bizi sevk
edeceği sonucun herhangi bir etnik, mezhep, sınıf veya farklılık arz eden
aidiyet bağları için lokal bir savunu alanı yaratmayacağını tam aksine her
türlü toplumsal rengin olağan devamlılığı için topyekun bir perspektif
ağırlığına sahip olduğunu en başından vurgulamak isteriz.
Kapitalist modernitenin barbarlığa ve talana dayalı üretim
ve tüketim döngüsü tarih boyunca yönetimsel formlara da yansımasını bulmuştur.
Bu yansımaların en keskin boyutlara ulaşan modelinin ise 19.yy. itibariyle
zaferini ilan etmiş olan ulus-devlet olduğunu söylemek mümkündür. 16.yy. da
modern devletin doğuşuna paralel olarak ortak pazar ve dil ekseninde analitik
çıkışını yakalayan ve şekillenmeye başlayan ‘milliyet’ kavramı doğrultusunda
18.yy.da somuta izdüşümlerini bulan ulus-devlet modelinin 21.yy.da ciddi bir
kriz içerisinde olduğu ve aşılması gerektiği noktasında çok ciddi akademik
tespit ve yönelimler bulunmaktadır (Habermas, 2000: 204-205). Özellikle
bünyesinde bulunan her türlü toplumsal renk ve değeri ortak dil-ülkü,
coğrafya-demografi ve din ekseninde tek tipleştirmeye çalışan bu modelin
temsili liberal demokrasi ile hiyerarşik bir tahakküm zinciri oluşturması,
toplumlar için söz ve karar alma hakkının da devri anlamına gelmiştir. Yani
bahsi geçen kriz sadece ulus-devlet modeline özgü bir sorun olmayıp, demokrasi
türleri içerisinde günümüz devletlerinin çoğunluğu tarafından benimsenen
‘temsili liberal demokrasi’leri de barındıran sistemik bir kriz halidir. Hart ve Negri tarafından bu konu
irdelenirken, temsili demokrasi için, yönetileni yönetenden ayıran bir siyasal
form ve süreç belirlemesi yapılır ve hatta daha net bir söyleme gidilerek,
gücün bir grup yönetene devredilmesi durumunun bizleri güçten ve iktidardan
kopardığı ve bu yüzden hiçbir zaman bizlerin yönetemeyeceği vurgulanır (Hart ve
Negri: 2004, 244). Bu tespit, temsili demokrasi yoluyla oluşan iktidarların
bina ettiği başta siyasal kurumlar olmak üzere kendisiyle beraber
şekillendirdiği bürokrasi, güvenlik, medya, sivil topum kuruluşları gibi
yapılar üzerinden bireyi ve toplumu esaslı bir dışlama ile nasıl saf dışı
bıraktığının dile gelmiş halidir aslında.
Pozitivist bir yaklaşım ile özne kılınan üniter düşünce
yapısı etrafında şekillenen her türlü kurum ulus-devleti meşrulaştırırken
toplumsal doğayı meydana getiren bütün oluşumları ise nesneleştirir. Bu nedenle
evrensel doğaya uygun olmayan homojen toplumu yaratma düşüncesi diyalektik
akışın kaçınılmaz bir sonucu olarak kaotik bir kriz eşiğine girmiştir. Bu
anlamda radikal bir devlet eleştirisinin olması “daha az devlet daha çok
toplum amacıyla mevcut krizi deşmeyi ve aşmayı sağlar. Bu durum biz ve
yaşadığımız coğrafya ile doğrudan irtibatlı bulunsa da, sadece bize özgü
değildir. Merkezileşmiş devlet modellerinin içerisine girdikleri kriz,
süreğenlik kazanan yerelden kopuk ve hatta toplumla çelişkili karar alma
süreçlerinde sık sık patlak vermiştir. Bu nedenle yazılı tarih, yerellerde
bulunan toplumsal yapıların ‘öz yönetim’ arzularını açığa çıkaran örneklerle
doludur. Konfedere Ren kentlerinin ortaçağın sonlarında Kutsal Roma
İmparatorluğuna karşı, İspanyol kentlerinin de Reform çağında V.Karl’a karşı
yaptıkları savaşlar, imparatorluk ya da ulus gücünü zayıflatmak için başarılı
çabalar olarak görülebilir (Bookchin: 2014, s.26). Ya da 9.yy.da Zenc
İsyanı’nın ardılı niteliğinde olan Karmati hareketi ortak mülkiyet anlayışına
dayalı 200 yıllık bir öz yönetim biçimini Abbasi Devleti’ne karşı
koruyabilmiştir. 1973 yılında Fransa’nın Larzac köyünde Fransa Devleti’nin ordu
kampının sınırlarını köylülerin topraklarına karşı genişletme kararına karşı
103 ailenin kendi üretim alanlarının işgaline izin vermemesi ve kendi öz
yönetimlerini 10 yıl boyunca yaşatması ve daha sayısız çoğaltılabilecek
örnekteki ortak nokta merkezileşmeye karşı toplumların ‘öz yönetim’
itirazlarıdır. Bookchin’in deyimi ile ‘bu ideal -bir öz yönetim şekli olarak
ortaya çıkan halk meclislerini ve politika ile etkin bir yurttaş kitlesine
çekirdek oluşturan kenti kapsayan ideal- büyük bir yaşama direnci göstermiştir (Bookchin:
2014, s.195). Paris Komünü, İspanya’da kurulan kantonlar, Katalanya, Galiçya,
Bask bölgeleri, Esseni Tarikatının imparatorluk yönetimine karşı kendini bir
yoksul hareketi olarak tanımlayıp öz yönetim modeli oluşturması gibi öz yönetim
ısrar ve deneyimlerine içkindir toplumsallık tarihi. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın
bu konuyla ilgili olarak şu tespitleri yapmaktadır: “Tarihte yerel ve bölgesel
özerklik politikaları hep olagelmiştir, ahlaki ve politik toplumun varlığını
sürdürmesinde önemli rol oynamışlardır. Dağlar, çöller ve ormanlık alanlar
başta olmak üzere, yeryüzünün çok geniş bir coğrafyasında kabile, aşiret, köy
ve kent toplumu halinde yaşayan halklar ve uluslar, uygarlık güçlerine karşı
sürekli özerklik ve bağımsızlık politikaları ile direniş sergilemişlerdir… Öyle
olmasaydı, dünya Firavun Mısır’ı gibi olurdu. Direnişin, politikanın olmadığı
tek bir insan yerelinin, bölgesinin kalmadığını bilmeden tarihi doğru
yorumlayamayız. Latin Amerika, Afrika, Asya halkları halen bütün renkleri ve
kültürleriyle direniyorsa, bu demektir ki tarihleri de böyledir. Çünkü tarih
‘şimdidir’. (Abdullah Öcalan-Demokratik Özerklik Abdullah Öcalan Sosyal
Bilimler Akademisi: 2015, s. 14). İşte
Türkiye’de geniş toplumsal dinamikler tarafından sadece talep edilmekle sınırlı
kalmayıp yaşama geçirilmeye çalışılan -öz yönetim- çabalarını da Öcalan’ın
vurguladığı bu direnç geleneğinin bir devamı olarak görmek gerekiyor.
Öz Yönetim İnşa Çabaları Radikal Demokratik Eylemlerdir
Kürdistan yerellerinde yaşayan halklar tarafından ilan edilen
‘öz yönetim’ kavramı Türk devleti tarafından sistematik bir yönelimle sadece ‘hendek
meselesi’ olarak dillendirildi. Hatta daha öteye geçilerek bu pratikleri
destekleyen milyonların iradeleri terörizm yaftası ile karşılık buldu. Tarih
kitaplarında bir çok öz yönetim modelini demokrasinin gelişimi için gerekli bir
kahramanık destanı gibi okuyan bu akıl, Kürdistan’da öz yönetimin
tartışılmasına oldukça eklektik, kendisiyle çelişir durumda yaklaştı. İktidar kavrayışı ve uygulamaları ile paralel
yürütülen bu ikircikli dil Kürdistan coğrafyasında mevcut yaşananların
niteliği, derinliği ve kapsamına ilişkin bir akıl tutulmasını da beraberinde
getirmektedir. Yaşanan süreç nasıl okunmalı, sorusunun karşılığının ise
sokakta, halkın içinde anlam bulabileceğini düşünmekteyiz. Bu durumun objektif
olarak dile getirilişi tam da halkların kendi yaşamlarını nasıl inşa etmek
istediklerine saygı duymakla başlayacaktır.
‘Kim ne istiyor ve istedikleri için nasıl bir eylemsellik içerisine
giriyor?’ sorularını halklar ekseninde cevaplandırdığımızda gerçek gündem ve yaşanmışlıkları
hakikat dili ile ele alabilmek mümkündür. Öncelikle öz yönetim çabasının bir hendek
meselesi veya basit bir isyan olmadığı belirtilmelidir. Mevcut devlet
kurumlarını yıkma, yakma durumu da değildir. Devleti bölme ve yeni sınırlar
yaratma çabası ise hiç değildir. Anayasanın 6. maddesinde kayıtsız koşulsuz
millete ait olduğu teyit edilen egemenliğin, toplum tarafından kayıtsız
koşulsuz kullanılması halidir. Aslında 90 yıldır meşruluğu sağlanamamış ve
sürekli farklı kamplaşma ve bölünme gerekçeleri açığa çıkaran merkezi devlet
geleneğini Türkiye halkları için meşruluk sınırlarına çekmenin asgari
koşullarını ortaya koyma deneyimidir. Tam anlamıyla temsili liberal
demokrasiden radikal demokrasiye geçiş için ortaya konulan radikal demokratik
eylemlerdir. Halkların özel alan ve kamusal alanda kendi karar mekanizmalarını
kullanarak var oluş problemlerine cevap aramalarına üstenci bakan ulus-devlet
aklının deşifre edilmesi için öz yönetim, radikal demokrasi gibi daha bir çok
kavramın polemik dilinden ayrı ele alınıp tanımı, tasnifi ve somut
örneklemelerinin yapılması –Kürdistan’da yaşanan güncel sorunları sağlıklı ele
almak açısından- aciliyet arz etmektedir.
Yapısalcılık ve post-yapısalcılığın yansıması olan “radikal
demokrasi kavramı SSCB’nin çöküşüyle beraber Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe
tarafından alternatif solun inşası için ortaya atılmıştır. ‘Radikal demokrasi’
savunusu ile kapitalizme karşı salt işçi sınıfı eksenli bir mücadele retoriği
terkedilerek farklı etnik gruplar, çevreciler, ötekileştirilmiş cinsel
kimlikler… gibi geniş bir skalaya sahip olan değerlerin demokratik çoğulcu
katılımını esas alan ortak bir politik mücadele sahasına geçiş amaçlanır. Bu
perspektif, demokratik bir toplumun, farklı kimliklerin bir üst kimlik altında
eritilerek değil, ancak farklılıkların ve özgünlüklerin korunduğu bir yaşam
alanında gelişebileceği ve demokratik siyasetin ise farklılıkların ve farklı
toplumsal kimliklerin ortaya koyacağı mücadele ortamında belirlenebileceği
sonucuna ulaşılmıştır(Özdemir: 2013, s.83-84).
Yani radikal demokrasi ile bireylerin ampirik ve coğrafi olarak
tanımlanmış sadece tek bir topluluğa ait olduğu ve bu topluluğun da tek bir
ortak doğru etrafında birleşeceği yönündeki modern paradigmanın ötesine geçilmiştir
(Mouffe: 2000, s.313). ‘Müzakereci’ ve ‘Çekişmeli’ radikal demokrasi şeklinde
iki alt görüş ve savunuya açılan radikal demokrasi kavramı tüm farklılıkların
kendi renkleriyle bir arada yaşayabilmeleri için uygun bir demokrasi tarifi
olarak da okunabilir.
Bu kapsamda toplumsal dinamiklerin yerelde oluşturdukları
halk meclisleriyle doğrudan ve demokratik siyasetlerini geliştirmeleri,
seçilmişlerin aracısız bir şekilde seçenlere hesap verebildiği bir demokrasi ve
yönetim isteğini talepten öte bir şekilde yaşama geçirmenin adı olmuştur. Yani sorumluluklar
ve görevlendirme biçim, tarz ve üslubunda dikey değil yayvan ve holizonik bir
ağın olduğunu söylemek mümkündür. Demokratik taleplerini devretmeyen,
politikayı belli bir devlet aygıtının tekelinde görmeyen ve yaşadığı ortamın
nasıl olacağına karar verip kendi özgücüyle politikaya dönüştüren bir toplum
gerçekliği öz yönetim ile mümkün olmaktadır. Kürdistan’da gerçekleştirilen
özyönetim ilanlarını, Ortadoğu’da iktidar savaşları ve çekişmelerine karşı
kendini koruyan ve alternatifini de yine kendi özgücüne dayandıran bir eylem
olarak yorumlamak tarihteki yanlışları tekerrür etmemek açısından daha doğru ve
hayati olacaktır. Aksi taktirde “hukuk
devleti olduğunu iddia eden tüm ulus devletlerinin, toplumların öz yönetim
taleplerine karşı gösterdikleri zor aygıtı ve yaptırımlarla hukuki
meşruiyetlerini deşifre ve tasfiye etmeleri kaçınılmazdır.
Zana Helbest
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info -www.navendalekolin.com -http://kursam.org/index.html
:” ”
:””
” “,” ”