HABER MERKEZİ-
Kaynayan Kazan Ortadoğu’da Türkiye Politikaları
Ortadoğu bölgesi Türkiye’nin kuruluşundan bu yana gözünü, kulağını neredeyse üzerinden hiç ayırmadığı savaşların, sıcak çatışmaların, krizlerin, uluslararası müdahale ve operasyonların etnik, dini, mezhepsel, kimliksel sorunların yoğunlaştığı hatta bir düğüm haline geldiği bir bölge olarak uluslararası sistemde geçmişten günümüze önemini korumuştur.
Türkiye’nin Ortadoğu politikasını anlamak için bölgede 400 yıl devam eden Osmanlı hakimiyetinin tasfiye edilmesi süreci önem arz etmektedir. Bu aşamada Mekke Emiri Şerif Hüseyin ile İngiltere’nin Mısır Yüksek Komiseri Mac Mohan arasında devam eden ünlü “Hüseyin-Mac Mohan yazışmaları” Irak, Suudi Arabistan, Ürdün, Lübnan gibi Arap devletlerinin kuruluşuna giden yolu açan esas gelişmedir. Bunu yanında Türkiye’nin 1924 yılında halifeliği kaldırması, 1939’da Hatay’ın Türkiye topraklarına katılması, Türkiye’nin Batı ittifakının bir ürünü olan Bağdat Paktı içerisinde yer alması, dahası 1948’de kurulan İsrail’i tanıyan ilk devletlerden biri olması Ortadoğu’yla olan ilişkilerini biçimlendiren önemi tarihsel olaylardır.
Cumhuriyeti kuran Kemalist kadro, I. Dünya Savaşının ardından tüm dikkatini ve enerjisini ulus-devleti inşa sürecine vererek devletlerarası ikili ilişkilerden bir süre uzak kalmıştır. Türk dış politikasının üzerine inşa edildiği temel prensipler; batıcılık ve statükoculuk ilkeleridir. Irak, Suriye ve Lübnan gibi Ortadoğu ülkeleri İngiliz ve Fransız manda yönetimi altında olduğundan Türkiye ilk dönemlerde bu ülkelerle ilişkilerini İngiltere ve Fransa üzerinden yürütmüştür. Bu minvalde Ortadoğu ile ilişkiler tamamıyla kopmuş bir vaziyette olmadığı gibi genellikle Türkiye içerde yeni rejimi güçlendirme ve mevcut sınırlarını koruma politikasını tercih etmiştir.
II. Dünya Savaşı sonrası sistemin ve Ortadoğu’nun yapısı değişmiş, İngiltere ve Fransa bölgeden çekilmiş, bölge ülkeleri bağımsızlıklarını ilan etmeye başlamışlardır. Bununla birlikte sistem, Doğu ve Batı olarak iki bloğa ayrılmış, Soğuk Savaş kısa sürede etkisini göstermiştir. Türkiye bu yapı içerisinde Sovyetleri tehdit olarak görmüş ve Batı’nın yanında yer almıştır. Türkiye ile Batı arasındaki siyasi ittifak ilişkisi, 1952’de NATO üyeliği ile askeri ittifaka evirilmiş, bu durum ekonomik yardımları da beraberinde getirmiştir.
Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik Batı yanlısı politikaları 1960’larda değişime uğramıştır. Bunun sebebi çatışan Türkiye ve Batı çıkarlarıdır. 1964’te ABD’nin Kıbrıs meselesi ile ilgili “Johnson Mektubu” ve 1975-1978 yılları arasındaki ambargo kararı Türk-Amerikan ilişkilerini olumsuz etkilemiş, nitekim bu durum Türkiye’nin Ortadoğu politikalarına da yansımıştır. Bu yönde bir kararla Türkiye, 1967 Arap-İsrail savaşında Arapları destekleyerek Batı yanlısı imajının değiştiğini göstermiştir. Bununla birlikte 1967’de İsrail’in Kudüs’ü işgali sonrası Mescidi Aksa’da çıkan yangın nedeniyle İslam Konferansı toplanmıştır.
Türkiye bu dönemde bölge ülkeleri Irak ve Suriye ile Fırat ve Dicle nehir sularının paylaşımı noktasında etik olmayan yollara başvurmuştur. Suriye ve Irak, Türkiye’nin suyu kasıtlı olarak tuttuğunu ve Ortadoğu politikası için bir koz olarak kullanmaya çalıştığını ifade etmiştir.
1980’lerde öne çıkan PKK Özgürlük Hareketinin mücadelesi Türkiye’nin Ortadoğu politikasında da değişimler yaşatmıştır. Bu çerçevede Suriye rejimi ile çeşitli konularda anlaşma yapmaya çalışmış fakat sonuçsuz kalmıştır. Buna karşılık da günümüzde de devam eden su tehdidiyle karşılık vermiştir. Türkiye bu dönemde Güvenlik odaklı bir dış politika sergilemiştir.
1990’larda Sovyetlerin çöküşü ile Soğuk Savaş dönemi sona ermiş, Türkiye ise stratejik öneminin kaybolacağı endişesine kapılmıştır. Ayrıca, yeni sistem Türkiye’nin etrafında yeni çatışmaları da beraberinde getirmiş, güvenlik odaklı politikalar Türkiye’nin Ortadoğu politikalarını şekillendirmiştir. Sorunların yine Suriye ve Irak temelli olması Türkiye’yi stratejik olarak İsrail’e yaklaştırmıştır. Türkiye’nin güvenliği merkeze alarak İsrail ile geliştirdiği iş birliği Arap ülkelerinin tekrar tepkisine neden olmuştur. Bu perspektifle bakıldığında Türkiye’nin 1950’ler ile 1990’lardaki Ortadoğu politikaları arasında benzerliklerin olduğu görülmektedir.
2000’lerin başından itibaren uluslararası sistemde ortaya çıkan değişimler doğrultusunda Türk dış politikasında Ortadoğu’ya yönelik politikalarda da değişiklikler yaşanmıştır. 11 Eylül saldırısı sonrası ABD “Yeni Dünya Düzeninin” oluşum sürecinde Türkiye Batı ile hareket ederken diğer taraftan da bölgesel güçlerle politikalar yürütebilmenin arayışları içine girmiştir.
2002 genel seçimlerinde AK Parti’nin iktidara gelmesi ile dış politikada ve Ortadoğu politikasında geniş kapsamlı bir değişim olmuştur. AKP faşist rejimi İktidarda bulunduğu süre boyunca Türkiye’nin Ortadoğu’da kan, savaş ve katliamın fitili ateşleyen bölgesel bir güç olmasının önünü açmıştır. Bölgesel güçlerin iç sorunlarını derinleştirmiş, hegemon devletlerin Ortadoğu’daki piyonu olma rolünü üstlenmiştir. Bu rolü üstlenirken de Ortadoğu’da yeni Osmanlıcılık projesini aktifleştirdi.
Yeni Osmanlıcılık projesi
Ilımlı İslam modeli ile İslam dünyasına giren ve Ergenekon operasyonlarıyla devleti ele geçiren yeni hükümet Yeni Osmanlıcılık projesiyle kendi egemenlik sahasını yaratmaya yöneldi. Irak, Suriye, Mısır, Libya gibi ülkeler üzerinden bölgesel politikalar geliştirmeye başladı. Kürt karşıtlığı üzerinde İran’a yaklaştı. İsrail ile ilişkilerini bozdu. Irak içinde sonradan DAİŞ’e dönüşecek olan radikal muhalefetin oluşmasında ve geliştirilmesinde rol oynadı. Yeni Osmanlıcı Türkiye bu yolda ilerlerken gelişen “Arap Baharı olayları ile yeni fırsatlar yaratmanın arayışı içine girdi. Libya’da NATO operasyonları için üs vererek batı yapımı radikal grupları destekledi. Kaddafi’nin devrilmesinde rol oynadı. TOKİ üzerinden yıkılan Libya’yı yeniden inşa edeceğini ve Libya petrollerinden pay alacağını sandı ama olmadı. Mısır’da Müslüman Kardeşleri destekledi. Onunla bölgesel düzlemde yeni bir egemenlik alanı yaratabileceğini sandı ama Suudi ve ABD destekli bir darbe ile Sisi işbaşına geldi yeni Osmanlı projesi o cephede de yara aldı. İran ile nükleer görüşmelerin olumlu sonuçlanması da yeni Osmanlıların önemli bir oyununu boşa çıkardı. Bu süreç içinde ABD ve batı politikalarıyla ters düşen Erdoğan ve AKP’si ile ortak olan Cemaat ortaklığı bozuldu. Bu durum bölge politikalarında batı ile Erdoğan kliğinin arasında sorun olduğunun bir göstergesi olmaktadır.
Son celsede Türkiye’nin bilinen bir dış politikasından bahsetmek mümkün değil. Türkiye’nin 2018’de Tek Adam rejimine geçişinden bu yana, Ankara’nın izlediği şey neredeyse ulusal bir dış politika değil, faşist şef Erdoğan’ın içerideki siyasi duruşunu, halkla ilişkiler tarzında korumak ve güçlendirmek için tasarlanmış dış ilişkiler halini almıştır. Faşist şefin çelişkilerini daha iyi anlamak için, Ankara’nın diplomatik seçimlerini dış politika olarak değil, Faşist Şefin siyasi hayatta kalmasını sağlayacak hesaplamalar ya da ülke içindeki imajını güçlendirecek tanıtım gösterileri olarak görmek gerekiyor.
ABD ve Rusya için Türkiye’nin Ortadoğu’daki konumu
Tarihten günümüze değin önemli ticaret yollarının merkezinde bulunan Anadolu Ortadoğu’da etkin olmak isteyen güçlerin saldırılarından nasibini her zaman almıştır. Anadolu’nun soğuk savaş dönemdeki önemi, sıcak çatışma döneminde azalmadığı gibi, daha da artmıştır.
Ortadoğu siyasi çatışmaların sıcak olarak yaşandığı bir bölge olmanın ötesinde, büyük devletlerin aralarındaki örtülü çatışmaların da yaşandığı bir alandır. Modern anlamda devletleşememiş irili ufaklı yapıların mezhep ve etnik çatışmalarla birbiri üzerinde hakimiyet kurmaya çalıştığı bu bölge büyük devletlerin silah pazarı işlevi yanında, aynı zamanda söz konusu güçlü devletler arasında örtülü siyasi ve egemenlik mücadelesine de sahne olmaktadır. Türkiye, Avrupa ile Ortadoğu’nun kesiştiği bölgedeki konumu nedeniyle, kah tampon işlevi, kah etnik ve dinsel yakınlığı itibariyle güçlü devletlerin ilgi alanına girmektedir. Tarihsel özelliği ile Ortadoğu ülkeleri üzerinde doğal etkisi olduğu düşünülen Türkiye, güçlü devletlerce Ortadoğu’yu denetlemede koç başı olarak kullanılmıştır.
Kurtuluş Savaşı yıllarında İngilizlerin hakim olduğu Ortadoğu günümüzde ABD ile Rusya arasındaki örtülü alan kapma mücadelesine sahne olmaktadır. ABD’nin kardeş müttefiki İsrail karşısında Rusya ile yakın ilişkisi olan İran, yöresel hakimiyet, petrol ve su kaynakları alanında çatışma içindedir. Katar, Suudi Arabistan, Kuveyt vb. gibi devletler de ABD yanında yer alıyor olmakla beraber, bölgedeki hâkimiyetleri Türkiye kadar güçlü olamamaktadır. Böyle bir düşünce ile olsa gerek, ABD menşeli bir proje olan Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir zamanlar eş başkanlığı görevini yüklenmiş olan Türkiye, görüntüsel olarak ABD’nin bölgede yürütücüsü konumunda idi. Ortadoğu bölgesinde bulunan üç önemli devletten Mısır ABD eksenine girmişken, geriye Türkiye ve İran kalmıştır. 15 Temmuz darbesi ve irili ufaklı manevralara baktığımızda Rusya bölgedeki hâkimiyetini giderek artırmakta ve Türkiye’yi yanına çekmektedir. Yine 2003 yılında faaliyete konulan Mavi Akım Projesinin kapsamı genişletilerek 2010 yılında da Türkiye ile Rusya arasında Mersin Akkuyu’da bir nükleer santral kurulmasına yönelik anlaşma imzalandı. Bu koşullar altında Türkiye’nin hat değişikliği girişimlerini engellemek, hatta olabildiğince ortadan kaldırmak ABD tarafından gerekli görülmeye başlandı. Bu çerçevede ABD, İMF’den yüksek bir meblağda para yardımı yaptı. Yine Türkiye’nin NATO üyeliği kapsamında askeri teçhizat takviyeleri gerçekleştirdi.
Günümüzde de ABD ve Rusya arasında devam eden çekişme halinin, Türkiye’yi çıkmaza sürüklediğini görmekteyiz. Bir yandan Rusya’dan satın alınan S-400 Hava savunma sistemleri nedeniyle ABD ile çelişen Türkiye, diğer yandan da İdlib ve Libya’da eğittiği paramiliter çeteler eliyle Rusya karşısındaki güçleri desteklemesi bu bölgelerde Rusya ile karşı karşıya kalmasına neden olmaktadır. Türkiye’nin önünde duran bu krizler henüz aşılmamış olmakla birlikte her geçen gün daha da derinleşmektedir.
Mısır İçin Ortadoğu
Afrika’nın ve Arap Dünyası’nın en önemli güçlerinden biri olan Mısır, jeopolitik anlamda Kuzey Afrika ve Kızıldeniz’in yanı sıra Ortadoğu’nun da ciddi bölgesel güçlerden birini oluşturmaktadır. 1950 ve 1960 yılları arasında bölgede yön veren bir devlet özelliğine sahipti. Bunun çeşitli nedenleri vardır. Ama en önemlisi de dış politikası çerçevesinde Mısır inisiyatifli ve merkezli olan Arap Ligi adında Ortadoğu meselelerinin tartışıldığı bir platform oluşturmuştur. Böylece Mısır bölgesel liderlerin danışma ve siyaset oluşturma toplantılarının merkezi haline gelmiştir. Dönemin lideri Nasır’ın ve Mısır’ın bu konumu İsrail’e karşı 1967 savaşını kaybetmesi sonrası yavaş yavaş değişmeye başlamış ve bu süreç 1970’lerin ortalarında – Nasır’dan sonra başkan olan – Enver Sedat’ın İsrail ziyaretiyle ve ardından 1979’de barış anlaşmasını imzalamasıyla sona ermiştir.
Ortadoğu’da 1979’daki devrimden sonra İran’ın bölge politikalarını belirli ölçüde terk etmesiyle oluşan güç boşluğunu doldurmak isteyen Mısır dış politikada farklılıklar yapmıştır. Bu çerçevede Ortadoğu siyasetinde kaybettiği etkiyi tekrardan kazanmaya çalışmıştır. Bunun bir göstergesi olarak Mısır, 1984’te eski adıyla İslam Konferansı Örgütü olan İslam İş Birliği Teşkilatı’na (İİT) yeniden kabul edildi.
1990’larda küresel ve bölgesel denge ve dinamikler de Kahire lehine değişti: Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesi ABD öncülüğündeki müdahaleyi beraberinde getirdi. Müdahalenin ardından Irak’ın Arap liderliği iddiasını güdecek gücü kalmadığından, Mısır’ın Ortadoğu’daki ana rakibi olma ihtimali kalmadı. Yine 1989’da Soğuk Savaş’ın bitmesiyle Kahire’nin bölge politikalarında etkili rol alabileceği geniş sahalar açıldı. Fakat bu fırsatları etkili bir şekilde kullanamayan Mısır yerel halk ve bölge güçleri tarafından ABD başta olmak üzere Batı’nın ajanı olarak görülmeye başlandı.
“Arap Baharı” kapsamında ABD’nin bölgedeki en önemli müttefiklerinden biri olan Mısır’ın eski devlet başkanı Hüsnü Mübarek, Mısır ordusunun desteğini kaybetmesiyle birlikte 2011’de iktidardan devrilmişti. Mübarek rejiminin devrilmesinden sonra Muhammed Mursi, 30 Haziran 2012’de cumhurbaşkanı olarak göreve başlamış ve Müslüman Kardeşleri iktidara taşımış, Mursi’nin iktidara gelmesinden sonra Mısır’ın dış politikasında çeşitli değişimler yaşanmıştır. Müslüman Kardeşlerle bağlantılı Özgürlük ve Adalet Partisi’nin adayı olan Mursi’nin, Mısır halkının %30’unun katılım sağladığı bir seçimle iş başına gelmesi, ABD’nin bölgede önemli bir müttefikini kaybettiğine dair değerlendirmelere yol açmıştır. Bu doğrultuda Mursi’nin ilk yurt dışı ziyaretlerinden birini Çin ve İran’a yönelik gerçekleştirmiş olmasının yanı sıra Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile de Soçi’de bir araya gelerek görüşmesi, ABD’yi Mısır’ı kaybedeceği konusunda endişeye sevk etmiştir.
İsrail’in güvenliğinin sağlanması için Mısır’ı kontrol altına almanın öneminin farkında olan ABD, Mısır’ın dış politikasının Amerikan çıkarlarının tam aksine yönlendirilmesinin; bölgedeki siyasî ve ekonomik çıkarlarına zarar vereceği için Mısır’a karşı oldukça dikkatli hareket etmek durumunda kalmıştır. Mısır, söz konusu dönemde İran ile Suriye meselesinde anlaşmazlıklar yaşamasına rağmen Mursi’nin 30 yıl sonra İran’ı ziyaret eden ilk Mısır Cumhurbaşkanı olması, Kahire’nin Tahran ile bir müttefiklik kurmak istediği sorusunu akıllara getirmiştir. Bu durum ABD ve İsrail’in Mısır siyasetini doğrudan etkileyen önemli hususlardan biri olarak görülmekteydi. En nihayetinde Mısır Savunma Bakanı Abdülfettah es- Sisi liderliğindeki bir darbe sonucu 3 Temmuz 2013’te iktidardan zorla el çektirilen Mursi’nin düşüşüyle birlikte iktidarı ele geçiren Sisi, Mısır dış politikasını farklı bir yönde şekillendirmeyi başarmış ve ABD’nin yanı sıra İsrail ile de gizemli ilişkiler ağı kurmaya başlamıştır.
Suudi Arabistan ve BAE gibi Arap ülkeleriyle yakınlaşan Sisi’nin; Atlantik kampına yakın bir politika takip etmesinin yanı sıra Rusya ve Çin ile de ilişkilerini belirli bir düzeyde sürdürerek Avrasya kampı içerisinde de bir müttefik hâlini almaya çalışmış olduğu anlaşılmaktadır. Mısır’daki siyasî meşruiyetini ve uluslararası destek sağlamak adına çok yönlü bir dış politika izleyen Sisi, Türkiye’nin Mursi’den yana tavır alması sebebiyle Türkiye ile mevcut siyasî ilişkilerini gözden geçirmek durumunda kalmıştır. Bu noktada Türkiye ile siyasi anlamda çatışma yaşamıştır. Türkiye çatıştığı tek konu bu değildir. Son yıllarda Suriye’de ve Libya’da cihadist çeteler eliyle işgal alanını genişletmek isteyen Türkiye’ye karşı dış politikada keskin bir tavır ortaya koymuştu.
Son dönemde yaşanan dış politika krizleri Sisi’nin komşularıyla yaşadığı sorunların derinleşmesini engelleyemediği ve bölgesel politikalarda kamuoyu desteğini bulamadığının bir göstergesi olarak okunabilir. Sisi’nin Libya, Suriye, Yemen, Katar ve Türkiye gibi ülkelere yönelik izlediği politikalar göz önünde bulundurulduğunda, Kahire’nin dış politikada karşılaştığı kriz alanlarının önümüzdeki dönemde daha da fazlalaşacağı söylenebilir.
Körfez ülkesi BAE’nin Ortadoğu Politikası
BAE bölgesel güçlere göre yeni ve küçük bir devlet olarak 1971 yılında kurulmuştur. Sahip olduğu jeopolitik konumunu ve doğal kaynaklarını stratejik bir şekilde kullanarak izlediği politikalarla kısa sürede Ortadoğu’nun etkili güçlerinden biri olmuştur. BAE’nin dış politikası Arap Bahar’ına kadar; yumuşak gücü, ara buluculuk faaliyetlerini, ekonomiyi, kimlik temelli yardımları önceleyen ve müdahaleci olmayan faaliyetleri içermiştir. İlk yıllarında kendini bölge güçlerine kanıtlamaya çalışan BAE dış politikasını da bu anlayışla uygulamıştır. Ancak 2004 yılında Muhammed Bin Zayid’in veliaht prens olarak yönetimi fiilen ele geçirmesiyle güvenlikçi politikalar BAE içinde zemin kazanmaya başlamıştır.
Kritik dönemeç: Arap Baharı
Bu açıdan BAE’nin dış politikasında Arap Baharı süreci kritik bir eşik olmuştur. BAE dış politikası siyasi, ekonomik ve askerî açıdan oldukça aktif ve müdahaleci bir hâl almıştır. Sivil topluma karşı çıkan, otoriter bir yönetim anlayışını savunan, ideolojik olarak da siyasal İslam’a karşı olan BAE, Arap Baharı karşısında büyük bir kaygıya kapıldı. 2011 yılında Bahreyn’de halk gösterilerinin askerî olarak bastırılmasında önemli rol oynaması, Libya’da Kaddafi rejiminin Türkiye’nin de destek verdiği NATO operasyonu ile devrilmesine siyasi meşruiyet zemini hazırlaması somut örnek teşkil etmektedir.
BAE, Arap baharını izleyen süreçte Yemen savaşı, Katar krizi, Libya’daki çatışmalar gibi birçok sürece müdahil oldu. Tunus’ta da benzer şekilde pozisyon alan BAE yönetimi seçilmiş Nahda hükûmetine karşı eski rejimin aktörlerinden oluşan Nida Tunus Partisi’ni siyasi ve ekonomik olarak desteklemektedir.
2013’te gücünü Mısır’da fark eden BAE, ordunun Muhammed Mursi rejimini devirmesine yardım etti. İlk defa burada, para ve istihbaratı içeren yumuşak güç kullandı. “Küçük bir ülke olmasına rağmen kendine hep özel stratejik hedefler bulan BAE, 2014 yazında Libya’ya dönüp Haysiyet Operasyonu’nu başlattığında, onu Libya’da önemli bir oyuncu olmaya itebileceklerini düşündüler. Bu, son döneme kadar da devam etti.
BAE, 2015’te Yemen’deki operasyonlara dahil oldu. Suudilerle iş birliği yaptı ancak asıl önceliği, Suudiler gibi Husi isyancılarına karşı savaş değildi. Önceliği, güneyi kontrol etmekti ve bunun için ayrılıkçı Güney Ulusal Hareketi’ni destekledi. Katar ve Türkiye’nin Arap Baharı sürecini destekleyen politikalar izlemesi 2017’de Katar’ın BAE ile Körfez krizi yaşamasına neden olmuştur.
Yine Suriye krizinin ilk döneminde Beşar Esad yönetiminin karşısında bir görüntü sergileyen ancak bazı bölge ülkeleri kadar iç savaşa dahil olmayan BAE, zamanla Suriye’deki pozisyonunu yeniledi.
Gelinen aşama itibariyle BAE tarafından, öncelikle rejim güvenliğini sağlamak üzerine bina edilen İhvan karşıtlığının daha sonra bölgesel güvenlik perspektifinin temel dinamiği olduğu görülüyor. Ortadoğu’da statükonun koruyuculuğunu üstlenen küçük Körfez ülkesi BAE temelde Orta Doğu’da Suudi Arabistan ve İran gibi ülkelerle rekabet edebilecek bir orta ölçekli güç olmayı hedeflemektedir. Bu bağlamda önümüzdeki süreçlerde dış politikasında hem yumuşak güce hem de sert güce başvurma yoluna gidecektir.
Ortadoğu’nun Kilit güçlerinden Suudi Arabistan’ın Dış Politikaları
Ortadoğu’nun önemli güçlerinden biri de Suudi Arabistan’dır. Gerek geniş coğrafyası gerek zengin petrol yatakları ve gerekse İslamiyet’in doğduğu yer olması dolayısıyla bölgede ve dünyada etkili ülkelerden biridir. Körfez terminalleri vasıtası ile Asya’ya Kızıl Deniz terminalleri vasıtası ile de Afrika ve Avrupa Kıtalarına geçiş hattı durumundadır. Doğusunda Basra Körfezi, Batısında Kızıldeniz, Kuzeyinde Ürdün, Irak, Kuveyt, Güneyinde Yemen, Umman, Batısında Birleşik Arap Emirlikleri ile ortak sınırları vardır.
20. yüzyılın ikinci yarısında Arabistan değer kazanmaya başladı. Petrol gelirleri 1950’lerden sonra Suudi Arabistan’ın fakir ve izole edilmiş toplumunu değiştirmeye başladı ve 1970’lerin ortalarından itibaren de bu değişim hızla arttı. 1977 de petrol gelirleri 40 milyar dolar civarına ulaşmıştı ve bu giderek artıyordu. Birinci 5 yıllık kalkınma planı için ayrılan bütçe 250-300 milyar dolar civarındaydı. Giderek doğalgaz ve petrolün kıtlaştığı dünyada Suudi Arabistan daha da değerli hale geldi. 1920 de Mekke’nin ele geçirilmesinden sonra Suudi Arabistan Müslüman Devletler arasındaki uyuşmazlıkları azaltmaya çalıştı. Yemen iç savaşında komünistlere karşı krallığı desteklemiştir.
Suudi Arabistan’ın dış politikası petrol öncesi dönemde ve İngiltere’nin garantörlüğünde gelişti. Daha sonra İngiltere bu rolü ABD ye devretti çünkü II. Dünya Savaşından sonra İngiltere ekonomik zorluklar yaşamaya başladı uluslararası alandaki etkinliğini kaybetti. Bununla beraber körfez bölgesinde, ticaret alanında Anglo-Amerikan rekabeti devam etti. Suudi Arabistan’ın başlangıçtaki politikası devleti sağlamlaştırmak ve daha sonraki aşamalar halkının güvenliğini sağlamak, rejime ve petrol endüstrisine karşı hareketleri engellemek ve bunları sağlama almaktı.
II. Dünya Savaşından sonra Suudi Arabistan’ın dış politikasında dini tutumlar ve yönetici ailenin muhafazakâr doğası etkili olmuştur. Sovyetlerin bölgede etkili olmaya başlamasına rağmen Suudi Arabistan Sovyetlerle resmi ilişki kurmamıştır. Bunun nedenini Kral Faysal 1963’te şöyle açıklamıştır: Sovyetler Birliği ile ilişkilerimiz yoktur. Bunun nedeni de aramızdaki doktrinsel uyuşmazlıktır’’.
Suudi Arabistan’ın İsrail’e karşı olması Suudi Dış Politikasında bir ikileme neden olmuştur. Çünkü Sovyet yayılmacılığına karşı duran en etkili devlet ABD idi. Bunun yanında İsrail bölgede ABD’nin en başta gelen müttefiki idi. ABD ve Suudi Arabistan arasındaki yakın askeri, diplomatik ve ekonomik bağlar Suudilerin, ABD’nin İsrail yanlısı dış politikasından kaynaklanan ABD karşıtlığından üstün geldi.
1950 ve 1960’lı yıllarda Suudi Arabistan Mısır ı kendi hükümetlerini düşürme çabası içine girdikleri iddiasıyla suçladı. Mısırdaki sol kökenli Arap milliyetçiliğine karşı Körfez Ülkeleri ve Arap olmayan Muhafazakâr diğer Müslüman ülkelerle yakın bağlar kurmaya çalıştı. Dünya İslam Ligi 1962 de Suudi Arabistan’ın merkezliğinde ve onun öncülüğünde kuruldu. Suudi Arabistan bu dönemde, komşu ülkeler üzerinde etkili olma, Dünya Müslümanlarının gözünde prestij sahibi olma ve İslami bloğa liderlik etme daha az riskli ve daha kazançlı bir politika olarak benimseniyor.
1989’daki Rejim değişikliği ile İran Suudi Arabistan için gizli bir politik rakip oldu. Bu olaydan sonra bölgede liderlik mücadelesi daha da kızıştı. Daha önce bölgede genelde Mısır ile Türkiye arasında yaşanan liderlik rekabeti İran sonra İran’ın iddialı bir duruma gelmesi ve bölgedeki ülkelere rejim ihraç etme çabaları nedeniyle bölge ülkelerinin endişelerine neden oldu. Körfez İş birliği Örgütü İran’ın rejim ihraç çabalarına karşı kurulmuş bir örgüttür.
Suudi-ABD’nin Ortadoğu’da Ortaklığının Temel Şifresi
Bin yıldır Arapların başında hep yerel liderler vardı. Şeyhler, generaller, krallar İngiltere ve ABD gibi emperyal güçler tarafından atanıyordu. Irak işgalinin paramparça ettiği siyasi, etnik ve mezhepsel dengeler şimdi bölgede en büyük çatışma riskini oluşturuyor. Bahreyn’de El Halife devrilirse, S. Arabistan tehlikeye girecek. Bu nedenle 1000 kişilik Suudi askeri birliği Bahreyn’e girdi. %70’i Şii olan Bahreynliler, yönetim ile anlaşırsa S. Arabistan için tehlike büyür. Bu nedenle Bahreyn’de Sünni yönetimin devamı ABD ve Suudi Arabistan çıkarlarına uygundur. Çünkü Bahreyn’de 60 yıldan beri Amerikan üssü vardır. ABD’nin 5. Filosu burada konuşlanmaktadır ve 4 binden fazla askeri vardır. İran’ın desteklediği ve kontrol ettiği Şii çemberi, S. Arabistan ve bölgedeki diğer Sünni yönetimleri ciddi şekilde tehdit etmektedir. ABD açısından en kötü senaryo, bu ülkelerin siyasi ve ekonomik alanda gerçek bir bağımsızlığa kavuşmalarıdır. En büyük tehdit her zaman bağımsızlık olmuştur. ABD ve müttefikleri düzenli şekilde radikal İslamcıları desteklemiştir. Bazen, ulusalcılık tehdidini ve bazen de Laik milliyetçiliği engellemek için. Bilindik bir örnek S. Arabistan’dır. Radikal İslam’ın ideolojik merkezidir. Uzun liste içerisinde diğer bir isim, Pakistan diktatörlerinden en zalimi ve Başkan Reagan’ın gözdesi, radikal İslamlaştırma programı yürüten (Suudi fonlarıyla/desteği ile) Ziya ül-Hak’tır.
Ortadoğu’yu anlamak için İngiltere’nin bölgeden çekildiği 1970’den bu yana devam eden ABD-Suudi ilişkilerini bilmek gerekir. ABD- Suudi Arabistan Ortaklığı, ABD’nin liderliğini yaptığını ve koruduğunu iddia ettiği uluslararası değerler üzerine değil, her iki ülkenin ulusal çıkarları üzerine kurulmuştur. Suudi Arabistan, 1975’de Amerikan Dolarının, petrol fiyatına çıpa olmasını kabul ederek ABD’nin küresel hâkimiyetinin yolunu açmıştır. Buna karşılık, ABD de bir yandan Suudi Arabistan’ın toprak bütünlüğünü korumayı garanti ederken bir yandan da Suudi Rejiminin şimşek çeken uygulamalarına karşı uluslararası toplumun tepkilerine kalkan olmaktadır. ABD’nin Suudi Arabistan üzerinden sağladığı avantajlar sadece petrol fiyatlarının dolara endekslenmesi değildir. Suudilerin petrol gelirlerinin tamamı Amerikan finans –kapital sistemine aktarılmaktadır. Bu paraların çoğu, ABD’den sağlanan silah alımları ile diğer mal ve hizmetlerin ithaline harcanmaktadır. Böylece ABD bir taşla üç kuş vurmaktadır. ABD’nin bölgedeki en büyük üsleri Bahreyn ve Suudi Arabistan’dadır. Bu üsler sayesinde Akdeniz, Basra Körfezi ve Hint Okyanusu deniz yollarını kontrol etmektedir. En son Babülmendep Boğazı’nın çıkışındaki stratejik önemi çok fazla olan Sokotra Adası’nın işgal ederek askeri üs tesis etmiştir. Obama döneminde ABD Suudi Arabistan’a 95 milyar dolarlık silah satmıştır. ABD, El-Kaide ve Yemen’deki ayrılıkçılara karşı mücadelede Suudilere destek vermektedir. Bu bağlamda Suudi Arabistan ABD için önemini korumaktadır.
Yarın 9. Bölüm; Suriye
Militan RÊHAT-Firat ALİ
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi