08 Nisan 2010 Perşembe Saat 09:38
0
21
TR
:” ”
:””
” “,” ”
” ”
Kapitalist sisteme karşı savunmamı geliştirirken yapmam
gereken ilk işleyişlerden biri onun zihni formatlarından kurtulmaktır. Nasıl ki
İslamiyet’in her işe başlarken bir ‘Bismillah’ı varsa, kapitalizmin de benzer
kutsalları vardır. Mademki ondan kurtulmak istiyoruz, o halde her şeyden önce
onun niyet duasını reddetmeliyiz. Bunların başında empoze ettiği ‘bilim
yöntemi’ gelmektedir. Bahsedilen, toplumsal yaşamın süzgecinden geçen ve insan toplumu
var oldukça onsuz olmayacağı ‘özgürlük ahlakı’ ve etiği değildir. Tersine, onu
yadsıma temelinde anlamsızlaştırarak dağılmasına ve yozlaşmasına yol açan en
gelişmiş kölecil yaşam zihniyeti, onu var kılan maddi ve manevi kültürüdür.
Bundan kurtulmaya çalışırken, temel argümanım bizzat
KENDİMDEN başkası olamaz. Descartes, kapitalizme belki de pek farkında olmadan
zemin sunduğu felsefesiyle her şeyden şüphe ederken, en son kendisi kalmıştı.
Kendisinden de şüphe etmeli miydi? Daha da önemli olan, nasıl o duruma
düşmüştü? Tarihte onun durumuna benzeyen birkaç evre’nin olduğunu biliyoruz.
Sümer rahiplerinin tanrı inşaları, İbrahim Peygamberin derin tanrıcıl şüpheleri
(sonuncu örneği Hz. Muhammed’in tanrı serüvenidir), İonya septisizmi
(şüpheciliği) ilk hatırlanması gereken örneklerdir. Bu tarihsel aşamalarda
içine girilen ve ret gerektiren önceki zihniyetler toplumu köklü biçimlendirme,
tarzlara uğratma özelliklerine sahiptir. En azından temel paradigma sağlarlar.
Köklü bir zihniyetin (ideolojik yapısallık da denilebilir), uç veren yeni bir
yaşam tarzı karşısında yetmezliğe düşmesi şüphenin esas nedenidir. Yeni yaşam
için gerekli zihniyet kalıpları ise çok zordur ve köklü kişilik sıçraması
ister. Adına ister peygambersel çıkış, ister filozofik aşama, isterse bilimsel
keşif diyelim, esas olarak aynı ihtiyaca yanıt aramaktadırlar. Yeni toplumsal
yaşamın olmazsa olmazı olan yeni zihniyet kalıpları nasıl döşenecektir? Korkunç
şüphecilik bu ara aşamanın özelliğidir.
16. yüzyılda kapitalizmin kalıcı yükselişine beşiklik eden
mekânda (yaklaşık bugünkü Hollanda) Descartes, Spinoza ve Erasmus’un müthiş
yaşamları böylesi bir tarihsel aşamanın izini taşımaktadır.
Yaşam tarihim 1950’lerde başlayan bir zamana denk
gelmektedir. Kapitalizmin zamanın küresel hamlesinin zirvesine ulaştığı
yıllardır. Mekânım halen çok köklü zihni kalıplarının kalıntıları olan neolitik
(tarım, köy devrimi) çağla kent uygarlığının ilklerinin en uzun süreler halinde
yaşadığı Toros-Zagros dağ sisteminin çerçevelediği ünlü Verimli Hilal’in en
mümbit toprağı Mezopotamya’nın yukarı kısımlarıdır: Uygarlığa çıkış yaptıran
dağ etekleri. Neolitik geçişin görkemli adaklarının sunulduğu (Urfa
yakınlarında ilk örneği açığa çıkan 12 bin yıllık büyük dikili taşların
çevrelediği tapınak kültleri) temel alanlar.
Kapitalist sistemin bekçileri tarafından çok sistematik
biçimde, adeta Zeus’un Prometheus’u bağladığı Kafkas kayalıklarına taş çıkartan
biçimde İmralı adasına mahkûm edilmem kendimliğin sistem zıtlığını çözmeyi
zorunlu kılmaktadır derken, bu tarihi gerçekleri hatırlayıp yeniden
çözümlemeden, anlamı fark edemeyiz. Türkiye Cumhuriyeti’ne takılmamın, olsa
olsa İspanyol boğa güreşinde hep kırmızı şala saldıran boğadan pek farkı olmaz.
Türkiye Cumhuriyeti şüphesiz bir boğa güreşçisine indirgenmiştir. Öyle rol kesilmiştir.
Sürekli ve verimlice bu rolde oynanmak istenmektedir. Ama bize, bana gerekli
olan, bu vahşi oyunun (ki, kral oyunudur) gerçek sahiplerini tüm yaşam
gerçekleriyle tanımlamaktır.
Toplumun bütünlüğünü ilgilendiren büyük yanılgılara düşmemek
açısından, Karl Marks örneğini önemle göz önünde tutmalıyız. Marks’ın
kapitalizmi çözmek ve ondan kurtulmak isteyen önde gelen bir kişilik olduğundan
veya olmak istediğinden kuşku duyulamaz. Ama ondan esinlenen muazzam toplumsal
değişimlerin kapitalizmin en iyi hizmetçiliğini aşamadıkları genel olarak kabul
gören bir görüştür. Aptal bir Marksist mürit olmayacağım açıktır.
Kendi kimliğimi tanımlamaya çalışırken temel parametrelerden
hareket etme istemim anlaşılmaya değerdir. Nedir bunlar? Neolitiğe geçiş ve
neolitik zihniyet kalıntıları ve yaşam alışkanlıkları, kent uygarlığına dayalı
iktidar hiyerarşileri ve devlet kültleri ve nihayet tarihin hiçbir dönemiyle
kıyaslanmayacak ölçeklerde kapitalizm oyunu gerçekleri.
Daha alt bir katmandan da bahsetmek gerekir: İnsan türünün
ayırt edici özellikleri. Yaşam için sunduğu riskler ve kolaylıkları.
Bu satırları sıralarken, kapitalizmin meşruiyet sınırları
kapsamındaki yerimin farkındayım. Ona dayanarak yaşadığımı veya
Prometeleştirildiğimi inkâr edecek değilim. Gücümün ve içindeki anlamının her
saat yoğunlaşan açılımlarla bu farkındalığını geliştiriyorum.
Bilinen örneklerden kalkarsak, Sasani iktidar kapısında
Mani, İslamik iktidar kapılarında İmam Hüseyin, Hallac-ı Mansur, Sühreverdi bir
yandan, İsa geleneğinden yüzlerce aziz ve azizeler diğer yandan, ayrıca Buda
geleneğinin dehşetinden kaçtığı iktidar kurbanları, kilisenin engizisyon
ateşlerinden geçenler ve kapitalizmin soykırıma varan dehşetleri yazılı
kültürün tespitlerinin uç örnekleridir. Bu başat örneklerin ortak özellikleri,
yaşamın farkındalığında ısrarlı olmalarıydı. Yaşamla aralarına örülmek istenen
perdeye takılmak istemiyorlardı. Suçları buydu.
Eğer yaşam-ölüm ikilemi müthiş bir açmaza düşürülmüşse,
nedeni kesinlikle toplumsaldır. Esas olarak ne önümüze serilen anlamıyla bir
ölüm vardır, ne de sürekli reklamı yapılan bir yaşamın yaşamla alakası vardır.
Simülasyonun yaşam gerçeğimiz haline getirildiğini (yaşamın mekanik taklidi
olarak anlaşılmalı) anlamak durumundayız. Yaşama en sıradan bir saygı bu
lanetli döngel çemberinden kurtulmayı gerektirir.
Altmış yaşıma dayandım. İlkokul öncesi tabir edilen yaşam
meraklarım esas olarak aşılmadı. Halen o sınırlardayım. Kapitalizmin meşruiyet
sınırlarında büyüyemiyorum. Adeta o sınırlarda ya sahtekârca bir yaşam, ya cüce
kalmak kaçınılmaz gibi geliyor. Ya da hepsi simülasyon, sahtekâr, cüce,
aldanıcı, vicdansız, çirkin, cahil. Fakat yaşam tüm değerlerin üstünde tutulmak
durumundadır. Esas görevi de anlaşılmaktır. Anlayabilmek yaşamaktır.
Yaşayabilmek anlamak içindir. Kozmos’un başka bir yorumu olacağını sanmıyorum.
Mutlak anlam ne kadar gerçekleşmesi imkânsıza yakın denecek kadar zorsa da,
yaşamı sürükleyen gerçeklik olduğunda ısrarlıyım. Hiçbir güç anlam gücünden
daha güçlü olamaz veya anlam karşısında sahte gösteriler olmaktan kurtulamaz.
Yine kendime gelmeliyim. Belirtmeye çalıştığım bu sözde
yaşam parametreleri yaşam meraklarıma cevap olmaktan yoksun oldukları gibi,
derin kuşkulara düşmemin de esas nedeniydiler. Sadece şüphelenmiyorum,
tiksiniyorum da.
Kanserli vakalar yaşamın anlam savunuculuğunun bittiği yerde
veya anlamsızlık anlam diye sunulduğunda önlenemez hale gelir. Bunun da nedeni
kesinlikle toplumsaldır. Kanserin bir toplumsal hastalık olduğu antropolojinin
sıradan bir gerçekliğidir. Anlamsızlık veya kör madde yığınlaşması hücreyi
sardığında kanserleşme başlar.
Soranlarımın bazı sorularına yanıt için bazı belirlemeler
yapmam saygı gereğidir. Bu satırlara başladığımda, Türkiye Cumhuriyeti’nin en
üst yürütme heyetiyle kapitalist sistemin en üst heyeti olan ABD yürütmesi
“PKK’yi ABD, Türkiye ve Irak Hükümetlerinin ortak düşmanı ilan ediyoruz
derken, yerim ve zamanımın anlamını daha derinliğine kavramak deneyim
gereğidir.
Şunu demeye çalışıyorum: Kapitalist yaşam tarzı bana göre
değil. Ara sıra özenmediğimi söyleyemem. Ama bu tarz yaşam konusunda hiç başarı
yeteneğimin olmadığının tamamen farkındayım. Ondan önceki ve birlikte
özümsendikleri halleriyle bir ‘koca erkek’ olamayacağımın da farkındayım.
Sistem açısından gülünç kaldığım söylenebilir. Ama ben sistemi korkunç kanlı,
baskılı ve sömürülü görüyorum. Bu olguların varoluşçuluğunda yaşamın tam bir
iğrençlik, tiksinti olduğu filozofik yaşamımın karşı parametresi veya
paradigmasıdır. Kendimi hiç abartmayacağımdan eminim. Ama bir insan olarak
kendimi savunmam hem en temel bir yaşam belirtisi, hem de toplumsallıkta yaşam
iddiası olanlara karşı temel ahlaki görevimdir. Eğer iktidarlarca çizilen
anlamına katılmadığım, fakat yine de ciddiye alınması gereken anlamlı bir
yurttaşlıktan bahsedeceksek, ona karşı da görevli yaşamayı bilmek bu ahlakın
gereğidir. Sorun yaşayıp yaşamamak değil, doğru yaşamayı bilmektir her ne
kadar doğru yaşamayı çok başarmasak da, daha önemlisi onun arayışından
vazgeçmemek, o yolun yolcusu olmaktır.
Kapitalist sistemde tarihte hiç olmadığı kadar sözle eylem
arasındaki kopukluktan da öteye, geliştirilmiş bir ihanet var kılınmıştır.
Sözler sanki hep eylemi yanlışlamak içindir. Eylem hiç olmadığı kadar hegemonik
sistemin kulluğunda adeta mekanik bir aygıt gibi rol sahibi kılınmıştır.
Küresel imparatorluk aşamasındaki kapitalizmin doğası
çözümlenmeden, özgür yaşama ilişkin program ve form kestirmenin her tür
saptırılmaya açık olacağı birçok tarihsel örnekten anlaşılmaktadır. Söylenecek
her söz, yapılacak her eylem, diğer bir deyişle teori-pratik rakibinin sahasında
kendine rol biçemez. En azından dört yüz yıldır hegemonik bir hal alan
kapitalistik modernitenin gelenekselleşen, en fanatik dinden daha çok kültleşen
kavram ve uygulamalarına karşı en yetkin evliya, peygamber ve Budistik
yaklaşımları geliştirilmeden, sistemin değirmenine aptalca su taşımaktan
kurtulunamaz. Anti-kapitalizmler çok işlendi. Gelinen aşamada bunların ezici
çoğunluğunun kapitalizmin değirmenine en aptalca su taşıyanından
kurtulunamadığı yetkince itiraf edilmelidir.
Küreselliğin zirvesindeki kapitalizmi hiç de güçlü
görmüyorum. Belki de en zayıf aşamasındadır. Aslında her zaman naif ve
kırılmaya müsaittir. Gerçekleşemeyen de toplumun ona karşı doğru ve yetkin
savunulmasıdır. Sadece bir benzetme olarak değil, gerçeğinde de toplumsal kanser
hastalığı olarak tanımlayabileceğimiz kapitalist hegemonyacılık da diğer
kaderler gibi kader olarak yorumlanamaz. Kapitalizm en zayıf bir hegemonik
sistem olarak değerlendirilmek durumundadır. Gerekli olan, tek kişilikte kalsa
bile, toplumsallığın doğru ve yetkin yaşanmasıdır. Tarihte hep yapılagelen,
‘güçlü adam’ veya ‘hegemon’a karşı onunla aynı silahları kullanmaktır. Hem
anlayış hem eylem olarak aynılık benzerini doğuracaktır. Olan da budur. Roma’ya
karşı birçok Roma doğmuştur. Daha da eskisi, orijinali olan Uruk sitesi, halen
kendini ‘Yeni Irak’ olarak doğurmaya devam etmektedir. Değişim çok az, tekrar
çok fazladır.
Hegemonyayı abartmamak da önemlidir. Toplumlar hiçbir zaman
iktidarı, sömürüyü, baskıyı isteyerek benimsemedikleri gibi, onsuz yaşanmaz aşamasında
da olmamışlardır. Şöylesi anlayışlardan da kurtulmak gerekir: ‘Yepyeni toplum’,
art arda gelen benzemez ‘toplum biçimleri’ en içi boş kavramlardır. İnsan
türünün varoluş tarzı olarak toplumlar gelişirler ama benzer olarak. Aşk eğer
gözü körse, en aşağılık durumlara, cehaletin en yoğunlaşmış haline götürebilir.
Bu ister iktidar aşkında, ister cinsellik aşkında olsun böyledir. Anlamla yüklü
olduğunda ise aşk bir ‘Nirvana’ değerindedir. Fenafillâhtır gerçeğin içinde
erimek oluyor Enel-haktır adil, özgür toplumun kendini hükümran kılma, yani
tam demokrasi olma halidir.
Köy toplumuna teslim olmamakla doğru hareket ettiğimden
eminim. Yanlış olan, kapitalistik moderniteyi ışık sanmaktı. Geç
çözümlendiğinde, köy toplumu da olsa, henüz demokratikleşmemiş de olsa, hele
hele ulus-devlet, endüstri gibi temel kategorik aşamaların çok uzağında da
kalınsa, radikal kopuş büyük bir hataydı. Üzüntülerimin köklü bir kaynağı
burada yatar. Adını pek anmadığım babam bendeki yaşam enerjisini doğru fark
etmek kadar, çok acı bir gerçeği yüzüme söylerken, en az anam kadar arifaneydi.
Bilgece söylüyordu. “Öldüğümde bir damla gözyaşı bile dökmezsin sözü hala
hatırımdadır. Eski dünyanın inanmışlarındandı. Emek dünyasındandı ve özü
itibariyle demokrattı. Kapitalist tanrısallığın bende bu denli lanetli ve
aldatıcı bir çekiciliğe nasıl yol açtığını hala araştırıp duruyorum.
Karl Marks kapitalizmi daha çok pozitivist bir yaklaşımla
çözümlemek istedi. O da yarım kaldı. İktidar ve devlete el bile atmadı. Bu
yaklaşıma hiçbir zaman derinlik kazandıramadım. Sömürü olgusunu kavrıyorum. Ama
o bana hep bir sonuç gibi geldi. İşe sonuçtan başlamak, çok eksikli bir
yaklaşım ve politik olarak da tam bir savunmasızlık halidir. Aslında yanı
başında 1848’ler gibi bir devrim süreci yaşanıyordu. Burjuvazinin iktidara
yürüyüşü kadar, senyörlerin dökülüşünü ve dönüşümünü çok iyi gözlemliyordu.
Ekonomi-politik, felsefe ve sosyalizmle yoğunca ilgiliydi. Fakat toplumların
ezici yoksul emekçi çoğunluklarına karşı bir ahtapot gibi sarmalayıcı, yeniden
organize olan iktidar olgusunu kavramayı bir yana bırakalım, kendi
sistematiğinin sonuçta ona alet olmasını bile engelleyemedi. Önerdiği
teorik-pratik modelin kapitalist hegemonyacılığı beslediğinin farkında olmadı.
En son örneği olan Çin pratiğinin ABD hegemon kapitalizminin en güçlü dayanağı
konumuna düşmesi, bu farkında olamamayla yakından bağlantılıdır.
Kapitalist hegemonyacılık o kadar güçlüyse, bunun en temel
nedeni yol açtığı gönüllü kölelikteki yarıştır. Bugün yüksek ücrete karşı
olabilecek tek bir işçi var mıdır? Durum gerçekten hazindir.
Kapitalizmle mücadelede yoğunlaştığımda, aklıma hep
karı-koca ilişkisi düşer. Eğer koca ortama göre karıya normal bir yaşam
sunmuşsa, bu kadını kocaya karşı mücadeleye çekmek ne kadar zorsa, işçiyi de
eğer dolgun bir ücret vermişse, efendisi kapitaliste karşı mücadeleye çekmek o
denli zordur. Bırakın özgürleşmeyi, basit bir ücret sınırında bile kapitalist
efendiye karşı takla atan işçi, toplumsal çokluklara karşı artık efendisinin
sistematiğinin bir uşağıdır. Hele işsizler ordusu çığ gibi büyürken, konumu
güvencede olan bir işçi aynen devlet memuru kadar, belki de ondan daha fazla
kendini güvencede sayar.
Kaldı ki, devlet bürokratı ne kadar proleterleşiyorsa,
proleter saflarda da o denli bürokratlaşma vardır. Bir nevi burjuva
soyluluğuyla feodal soyluluğun tepedeki karışımının benzeri tabanda işçi-memur
arasında gerçekleşmektedir.
Köy toplumundan beni mıknatıs gibi çeken kent toplumu,
çözümlenmiş haliyle benim için toplumsal sorunun esas mekânıdır. Toplumun
içteki çürüyüşü kadar çevreden kopuşunun da baş suçlusu, kent ve yol açtığı
toplumsallıktır. Daha doğrusu, sınıflı devletli uygarlığın kentinin toplumudur.
En ilkel klan toplumu bile yaşama karşı kent uygarlığı kadar cahil değildir.
Tersine, uygarlaşmış kent toplumu kapitalist aşamada tam bir çevre
katliamcısına dönüşmüşse, bu herhalde bünyesindeki sistematik
cehaletleşmesinden kaynaklanmaktadır.
Duygusal zekâdan kopmuş akıl ve anlamını çoktan yitirmiş
cinsellik, kapitalizmin kanserojen gerçekliğinin temel göstergeleridir. İktidar
için nükleer dehşete bel bağlamaktan tutalım, ucuz işçilik için dünyaya
sığmayacak nüfuslar sistemin özüyle, özellikle onun iktidar biçimlenişiyle
ilgilidir. Dünya savaşları, sömürge savaşları ve tüm topluma karşı her düzeyde
kılcal damarlara kadar etkileyen iktidar savaşımları sistemin iflasından başka
anlama gelmez.
Liberalizm, bireysellik kapitalizmin ana ideolojik ekseni
olarak sıkça ileri sürülür. Ama iddia edebilirim ki, hiçbir sistem kapitalizmin
ideolojik hegemonyası kadar bireyi kendine tutsak etme gücünde olmamıştır.
Denilebilir ki, halen konuştuğun dil içerik olarak sistemin
meşruiyetinden pek uzak değildir, sen de sistemin ürünüsün. Fakat içinde
bulunduğum mekân, sistem karşıtlığına layık bir konumdadır. Derinden
farkındayım ki, şahsımda iyi bir anti-kapitalist yargılanıyor ve yargılıyor.
Yargılanma doğaldır ki hukuku katbekat aşmaktadır. Dört yüz yıldır kapitalist
hegemonyacılığın değirmeninde sayısız halk kültürü eritilerek yok edildi.
Büyüdüğüm mekân adeta bir eski kültürler mezarlığıdır. Kazısan her taraftan bir
kültür fışkıracaktır. Mensubu sayılmam gereken, henüz kendini tam
kavramsallaştıramamış olan Kürtler, tüm bu kültürlerin mezar sessizliğindeki
tanıkları gibidir. Tarihin neredeyse tüm ilklerini yaratan kültürlerin mezarlarının
bile silinmeyle yüz yüze kalması büyük acı verir. Günümüzdeki Irak vahşeti bir
anlamda kültürlerin intikamıdır.
Ortadoğu kültürünü kapitalizme karşı savunmak gerekir.
Şüphesiz Batı oryantalizmini aşmadan başarılacak bir görev değildir bu. Yeniden
İslamcılık ise, tepeden tırnağa kadar en kof bir oryantalizm türevidir.
Oryantalizmi ve İslamizmi sağ ve sol yorumlarıyla birlikte aştıktan sonra
geriye ne kalır sorusu akla gelecektir. Asıl savunmam bu noktadan sonra
geliştirilmek durumundadır. Aksi halde ben de çoktan bir kusmuktan ibaret bir
sistem sözcüsü olmaktan elbette kurtulamayacağım. O savunma değil, papağanca
tekrarlama olur.
Kapitalizmin zafer mekânı Kuzeybatı Avrupa’nın sahil
kıyıları ve İngiltere adasıydı. Kapitalizm zafer yürüyüşünü dört yüz yıldır
dünya-sistem seviyesinde sürdürmektedir. Tökezlendiği yer Ortadoğu kadim kültür
merkezleridir. Aslında kapitalizmin kendisi bu kültürün en son inkârcı,
hayırsız evladı konumundadır. Aralarındaki çatışma sanıldığından daha fazla
derindir. Şu an gerçekleşen, acemiler savaşıdır. Adeta İskender’le Üçüncü
Darius’un kopyaları oynanmaktadır. G. W. Bush ne kadar İskender’se, Ahmedinecad
da o denli Darius’tur. Diyalektik çelişki çok derinlerde ve çok biçimlilik
altında cereyan etmektedir. Çelişki sadece egemen klikler arasında dile
gelmemektedir. Toplumun iktidar karşıtlığı da kapsamlıca devreye girmiş
durumdadır.
Şahsımda dile gelen veya dile getirmeye çalıştığım, iktidar
karşıtlığının komple biçimleridir. Kapitalizmin kâr sızdırması bu biçimlerden
sadece birisidir. Ona karşı olmak sosyalist olmaya yetmez. Kaldı ki, bu kendi
başına bir başarı vaadi de olamaz. Tüm direniş ve özgür yaşam formlarını iç içe
sözlü ve eylemli olarak adeta bir orkestrasyon stilinde icra etmedikçe, ya
‘Agade’ye Lanet’ ya da ‘Nippur’a Ağıt’tan öteye gidilemez.
Yaşadıklarımı dostlarım ve yoldaşlarım ağır trajedi olarak
da değerlendirmektedirler. Ama şundan emin olsunlar ki, bu trajedi olmasaydı,
biz özgür yaşamı tanımayacaktık. Her şey beş kuruş etmez bir durumdayken, nasıl
birbirimizin yüzüne bakabiliriz ki! Babasının ölümüne bile gözyaşı dökemeyen
bir evlat durumundayken, yaşamın hangi onurundan bahsedebilirdik? Yanlış
anlamayın. O ölüm yılında, ben ilk Kürdistan seferini özgür kimlik idealiyle
Ağrı Dağı eteklerinde başlatmıştım. Halen Serhatlı Kürtlerin bu yürüyüşün tek
bir adımını bile kutsallıkla andıklarını duydum. Fakat gerçekliğimiz yerinde
yine ağır durmaktadır. Tam otuz beş yıldır özgürlük yürüyüşünden öte adeta
maratonu diyebileceğim bu çıkış bu satırlarla kendini anlamlandırmaktadır. Her
nefesi, her mekânı, her kişisi bir destan değerinde olan bu maraton nasıl
sonuçlanacak?
İskendervari ordularımla zafer üstüne zafer kazansaydım
bile, bu kesinlikle özgürlüğün zaferi olmayacaktı. Kaldı ki, askeri zaferler
özgürlük değil kölelik getirir. Onunla kendini, dost ve yoldaşlarını
savunduğunda ancak bir değeri olur. Tersine, kendimi iktidar zaferine karşı
savunmayı en az iktidara karşı savunmak kadar gerekli görüyorum. Olsaydı bile,
ordularımın zaferlerine karşı kendimi savunmayı en büyük cihat sayardım.
Gerçekliğimizde yaşam yerlerde sürünüyor. Anlamını tümüyle
yitirmiştir. Müthiş bir yalan ve kendini kandırma, her yere sızmış bir
çirkinlik, baykuşlar kadar bile ötmeyen diller ortamındayız. Tek kişilik odamda
tam dokuz yıldır dayanabiliyorsam, bu, dışarının daha da beter olmasıyla da
biraz bağlantılıdır.
Savunmam genelde ana nehir olarak uygarlık sürecine karşı
geliştirilirken, kapitalist hegemonyacılığa karşı daha derinlikli olacaktır.
Sistemin sonuna gelindiğine dair birçok işaret olduğu kadar, gerçek bilge
kişiler de aynı kanıda birleşiyorlar. Sorun kaostan hangi sağlıklı, özgür,
demokratik ve eşitçe çıkışların toplumsallaştırılacağında yatıyor.
Kapitalist sistem bile temelde kendini kendinden kurtarmaya
çalışırken, toplumsallık inşalarına ne kadar dikkat etmemiz gerektiği anlaşılır
bir husustur. Eğer iki yüz yıllık sosyalizmlerimiz bile kapitale asimile
olmuşlarsa, herhalde bu büyük insanlık idealleri olan savaşçıların anısına
benzer bir akıbet getirebilecek lanetliler tayfasından olamayız. Daha da ötesi,
Sokrates’i, Buda’yı, Zerdüşt’ü susmuş ve son sözlerini söylemiş sayamayız.
Onları yaşamsallaştırmak dün gibi bize yeni gelmedikçe, özgürlük felsefesinden
hiçbir şey anlamamış sayılırız. Bir de inleyen insanlık var, onun acılarına
yanıt olmadan tüketilen bir doğa var, bu durdurulmadan ihanete uğramış aşk
var, cevaplamadan hangi yaşamdan bahsedebiliriz?
Savunmamın bilimselliğine ilişkin olarak da söyleyebileceğim
ilk söz, hangi bilimsellik sorusu olacaktır.
Eğer bilim esas olarak ‘kendini bilmek’se, sanıldığının
aksine, en çok da sistemin resmi ideoloji olarak benimsediği pozitivizm bu
gerçeklikten uzaklaştırıcı rol oynar. Çok eleştirdiği din ve metafizik
aşamalar, belki de pozitivizmden daha fazla bilime yakındırlar. Tabii ki başta
insani bilimler. Kaldı ki, tabii bilimler denilen disiplinlere de derinliğine
bakıldığında, onlar da son tahlilde insani bilim kategorisinden sayılır. Belki
de en sığ metafizik ve dinin kendisi pozitivizmdir. İnsanlık, tarihin hiçbir
aşamasında bu denli zincirlerinden vahşice boşalmamıştı. Yine bu denli
kıskıvrak bağlanmamıştı. Doğa ve toplum üzerinde bu denli iktidar icrasına
girilmemişti. Bunlar ancak pozitivist din ve metafizikle gerçekleşir oldu.
Kendini bilme sağlanmadıkça, girişilecek her bilimsel çaba
en tehlikeli dogmatik din ve felsefelerle sonuçlanmaktan kurtulamaz. Kendini
bilmeyle insan merkezci düşünceyi kastetmiyorum. Kozmos ve kaos’un ancak iç
gözlemle, derin deneyimleri dışlamayan sezgilerimizle kavranabileceğini
belirtmek istiyorum. Özne-nesne ayrımına dayalı bilimin kölelik meşrulaştırması
olduğunu yeri geldikçe göstereceğim. Öznelciliğin de kendini abartma ve aşırı
küçültmeyle aynı kapıya çıktığını kanıtlayacağım. Bilimsel objektifliğin en
rezil kapitalizm ve hegemonya taraftarlığı olduğunu da aynı minvalde
sergileyeceğim. Bizim felsefemiz bir atın gözlerindeki anlamı sezmekten
tutalım, bir kuşun sesindeki anlamı çözmeye kadar yaşamı bir bütün olarak
algılar. Yaşlı bilgeye büyük saygıdan başlayıp, bir ceylan kadar ürkek bir genç
kızın gözlerindeki arayışa yanıt olmaya kadar anlam yüklüdür. Hele hele
soykırım beteri bir cinsellik anlayışının sonucu olan çocuk yapımındaki büyük
cehaletin insandaki ve hegemonik sistemlerdeki nedenlerini çözmekten tutalım,
yaşamın tüm evrim halkalarını kendinde çözmeye çalışan bir bilimi esas alır.
Kapitalizm bilimi geliştirmedi, bilimi kullandı. Bilimin
böylesi kullanımı sadece ahlaki olarak en kötücül durumlara yol açmakla kalmaz,
Hiroşima’ları genelleştirir. Anlamlı yaşamı bitirir. Medyatik yaşam,
simülasyon, bilimin zaferi midir? Yoksa yaşamın anlam yitimi midir? Burada
teknolojiden, bilimsel keşiflerden bahsetmiyorum. Bilimcilik dini olarak pozitivizmin
bilim olmadığını açıklamak istiyorum.
Pozitivizmin bilimsellik hükümranlığından kurtulmadan, başta
ulus-devlet olmak üzere hiçbir iktidar hükümranlığından kurtulunamaz.
Pozitivizm çağımızın gerçek putçuluğunun dinidir.
Sonuç olarak, Descartesvari bir kuşkuculuk hastalığı zihnimi
sürekli kemirdi. İnanılacak, bağlanılacak hiçbir değer tanımama durumuna
düştüm. Bu, bendeki eski kültürün trajik yitimi kadar, karşımda bir dev gibi
-Leviathan- yükselen kapitalist modernizmin erişilmezlik korkusundan kaynaklanıyordu.
Kendime zar zor inanıyordum. Daha doğrusu, ayakta tutunmaya çalışıyordum.
Şüphesiz bu garip bir durumdur. Toplumlar bu durumlarda bir yolunu bulup
üyelerinin başını ve yüreğini bağlamasını bilirler. Garip olan diğer bir husus,
bir toplumumun olduğuna da inanamıyordum. Aile ve köye inancımı bu koşullarda
kaybettim. Üniversiteye kadar okumam, devrimciliğim, daha önceki dinciliğim hep
dostlar alışverişte görsün kabilinden göstermelikti. Keskin bir nihilist de
değildim. Bir şeyi gönülden anlamıyordum ki, köklüce gereklerini yapayım. İşin
daha da ilginç tarafı, başta öğretmenlerim olmak üzere çevrem beni zeki ve
inançlı buluyordu. Bir nevi yarı deli, yarı da olmadığıma emindim. Fakat
geriden bugün baktığımda, bu uzun dönemin pek yararsız bir dönem olmadığını da
fark ediyorum. Kopuş ve bağlanmama, gerçeğe koşuşta beyaz sayfa açma, zemin
temizleme gibi bir anlamı da beraberinde taşır.
Kişiliğim bu özelliğiyle hegemonik sistemin yapısal krizini
daha iyi tanımama katkı sundu. Tarihi de yorumlayacak gücü kazanmıştım. Kaotik
ortamdan korkma yerine ona anlam yükleme, çıkış sağlamada idealli kıldı.
Dogmatik inançların, düz hatlarda ilerlemenin, bilimsel kesinliklerin ve katı
yasallıkların aynı hükümran zihniyetten kaynaklandığını fark etmek son derece
rahatlığı getirdi. Doğanın işleyiş tarzının insanda kazandığı boyutları
rahatlıkla sezebilmem tam bir bilinç patlamasına yol açtı. Korku ve şüphenin
temelindeki kendime yabancılaşma aşıldıkça, yüksek algı gücü ve yorumlama
yeteneği her insani koşul için gerekli bilinç ve cesareti fazlasıyla veriyordu.
Derin araştırmalara ihtiyaç duymadan kapitalizmin kendisini
bir kriz rejimi olarak değerlendirmek, konjonktürel sürelere dayanmadan da
kapasitem dahilindeydi. Kent, sınıf ve devlet temelli uygarlığın kapitalist aşaması,
insan aklının son evresi olmak şurada kalsın, dayandığı geleneksel aklın
tükenişi ve özgürlük aklının olanca zenginliğiyle ortaya çıkışıydı. Bu anlamda
kapitalist modernite umut çağı olarak yorumlanabilir.
2- Kapitalizmin Doğuş
Etkenleri -Ev Hırsızı-
Kapitalizmi hakkında en çok söz söylenen ve eylem yapılan
bir din olarak yorumlamak, doğru kavranmasına daha çok katkı sunabilir. Zafer
kazandığı mekân olarak Avrupai zihniyet, kapitalizm hakkında çok söz
söylemesine ve eylem yapmasına karşılık, her dinde olduğu gibi varoluşsal
gerçekliğini mistisize etmekten geri kalmamıştır. Buna en zıtları gibi duran
Hıristiyanlar, sosyalistler, anarşistler de dahildir. Avrupa merkezli düşünce
ve akıl bir ekoldür. 16. yüzyıldan itibaren de bir dünya-sistemi olarak hegemonya
sürecini başlatmışlardır. Şahsi yoğunlaşmama göre, bu öyle bir ekoldür ki,
Sümer rahiplerinin tanrı inşa sistemlerinden katbekat daha fazla toplumsal
gerçekliğin mistifikasyonunu geliştirme ustalığını göstermişlerdir. Batı Avrupa
aklı ve düşünce sisteminde ‘bilimsel yöntem’ temel bir rol oynar.
İnsan da dahil, doğanın farkına varış olarak bilimden
bahsetmiyorum. İnsanlığın ortak hazinesi olarak bilim hiçbir birey, topluluk,
kurum ve ulusa mal edilemeyecek kadar anonimdir. Eğer illa bir tanrısal kutsallıktan
bahsetmek gerekirse, bu anlamıyla bilime bu unvanı bahşetmek doğruya en yakın
bir değerlendirme olabilir. Fakat ‘bilimsel yöntem’ Avrupa terminolojisinde
farklı bir yere sahiptir. O, çağdaş diktatörün (her türlü total ve otoriter
dikta biçimleri) prototipidir. Daha doğrusu, ana rahmine düşen tohumudur.
Yöntem kelime olarak usül, yol, tarikat anlamına gelir. Başlangıçta olumlu,
algı yeteneğine bir katkısı olsa da, uzun süreli bağlı kalındığında tam bir
zihniyet diktatörlüğü rolü kazanır. Bilim adına yöntem ısrarı en tehlikeli
diktatörlüğe götürebilir. Nitekim bilimsel yöntemin yalınkat savunucuları olan
Alman ulus-devletçiliğinin faşizmi doğurması bu değerlendirmemizi
doğrulamaktadır.
Şüphesiz Batı Avrupa’da bir zihniyet devrimi
gerçekleştirilmiştir. Ama bu, Avrupa merkezciliğe yol açmak biçiminde
yorumlanamaz. Kaldı ki, bu devrim tüm öncüllerini Avrupa dışı zihinsel
gelişmelerden almıştır.
Kapitalistik gelişmeyi Avrupa akılcılığına bağlamakta Max
Weber sosyolojisinin önemli bir rolü vardır. Protestan Ahlakı ve Kapitalizm
adlı eseri bu teze kapıyı aralamak ister. Kapitalizmin oluşumunda
rasyonalitenin rolü belirleyici etkenlerden biri olmakla birlikte, rasyonalite
ve hukuka indirgemecilik tek başına bu olguyu izah etme yeteneğinde olamaz.
Karl Marks’ın sosyolojisinde kapitalizmin sistem olarak
zaferi ekonomik üretkenliğine bağlanır. Tüm üretim biçimlerinden daha üretken
olması, artık-değer geliştirmesi ve kâra, sermayeye dönüştürme yeteneği
zaferine yol açmıştır. Tarih, politika, ideoloji, hukuk, coğrafya ve
uygarlık-kültür gibi etkenlere çok az yer vermesi temel eksiklikleri olarak
değerlendirilebilir. Ekonomik indirgemeciliğe kolayca dönüştürülebilen bir ekol
olmaktan kurtulamamıştır. Şüphesiz sosyoekonomik izahların çözüm değeri
yadsınamaz. Ama diğer temel etkenler içindeki yerleri yeterli bir açıklığa
kavuşturulamadığında, dogmatizme kayma riski tüm bilimsellik ideallerine rağmen
eksik olmaz. Çoğunlukla yaşanan da bu eksikliklerden kaynaklanan riskler
olmuştur.
Kapitalist gelişmeyi bizzat iktidara ve onun daha da görünür
hukuki ifadesi olarak modern devlete bağlayan görüşler de az değildir.
Toplumsal bütünlükler içinde iktidar hiyerarşilerinin kökleri çok eskiye
dayanır. Maddi hayatın sevk ve idaresindeki rolleri temel etkenlerden biridir.
Fakat zorun kendisi maddi hayatı, ekonomiyi, onun en uç noktası olarak
kapitalizmi tek başına doğurma yeteneğinde değildir. Düzenleme, geliştirme ve
engelleme rolleri hep iç içe olmuştur.
Kapitalizmin Kuzeybatı Avrupa’da zafer kazanması coğrafi
etkenin, mekânın önemini gözler önüne serer. Amsterdam kentinin ona beşiklik
ettiği çokça söylenir. Diğer etkenler gibi coğrafyanın izahta payı sınırlıdır.
Abartmadan yerli yerine konması anlam değerini daha belirgin kılar.
Uygarlık-kültürel etkenlere dayalı açıklamaların yorum gücü
tartışmasızdır. Kapitalizm esas olarak uygarlıksal gelişmenin çürüme aşamasına
denk gelmektedir. Benim daha çok ağırlık verdiğim tez budur. Ana uygarlık
nehrinin okyanusa döküldüğü yer (sembolik olarak Amsterdam kıyılarındaki Atlas
Okyanusu) bu sistemin de sonu olmaktadır. Şüphesiz sistem okyanusun ötesine
taşınmış, ABD ulus-devletiyle yeni bir hegemonya altında küreselleşmenin
zirvesine tırmanmayı başarmıştır. Fakat yaşamın aşırı simülakr ve medyatikleşme
niteliği kazanması, gösteri ve tüketici toplumunun egemenliği, ekonominin
arzuyu gidermek yerine azgınlaştırması, iktidarın tüm toplumsal kılcal
damarlara kadar sızması, tarihsizliğin bizzat sistem ideologlarınca dile
getirilmesi çürüme ve kaos niteliğini belirgince ifade etmektedir.
Tarihsiz, zamansız gerçeklik düşünülemez. Gelişim, evrim,
çeşitlilik, farklılık oluşumu tarihle mümkündür. Sonul söz ancak bir biçim için
söylenebilir. Hiçbir biçim sonsuzlaşma ayrıcalığına sahip değildir. Toplum
biçimlenişlerinde sonsuzluk, kıyamete kadar, son peygamber, değişmez yasa,
kesintisizlik, sonsuz ilerleme gibi kavramlara varmada daha çok düşünce ve
inançların dogmatikleşmeleri, bununla kalıcı iktidar olma çabaları, ayrıcalıklı
kesimlerin avantalarını sürekli kılma amaçları rol oynamıştır. Bunda
propagandayla özgüven kazanma, çıkarları kalıcılaştırma esastır. Kapitalizmin
ideolojik merkezi olan liberalizmin tarihin son sözü olma ideası da aynı oyunun
modernistik tekrarıdır.
Kapitalizmi tanımlarken sanki değişmez, yaratılmış, tek
merkezli bir düşünce ve eylem olarak nitelendirmemek gerekir. Esas olarak
toplumda artık-ürün potansiyeli geliştikçe yarıklara yerleşen fırsatçı kişi ve
grupların toplumsal artıkları asalakça kemirerek sistematikleşen eylemleri
anlaşılmalıdır. Bunların sayıları hiçbir zaman toplumun yüzde bir veya ikisini
geçmez. Güçlerini fırsatçılık ve örgütlenmeden alırlar. Zaferlerini kendilerini
mekân içinde daha iyi örgütleyerek, çatlakları gittikçe gelişen toplumsal
aralıklarda bir yandan ihtiyaç nesnelerini kontrole alarak, diğer yandan
arz-talep kesişmesinde fiyatlara oynayarak gerçekleştirirler. Eğer resmi toplum
güçleri onları bastırmaz, bilakis ihtikârlarından (vurgunculuk, spekülasyon)
borçlanarak ve karşılığında sürekli iltizamlarla (kayırma) beslerlerse, her
toplum biçiminde marjinal olarak yer alan bu gruplar toplumun yeni efendileri
olarak meşruiyet kazanabilirler. Uygarlık tarihi boyunca, özellikle tüm
Ortadoğu toplumlarında bu tip marjinal tefeci ihtikâr grupları oluşagelmiştir.
Sürekli toplumun nefretinden ötürü yarıklardan gün yüzüne çıkma cesaretini
bulamamışlardır. En zorba toplum yöneticileri dahil, kimse bu grupları
meşrulaştırma gücünü göstermemiştir. Sadece hor görülmekle kalınmamışlar, en
tehlikeli çürütücü güç olarak değerlendirilmişler ve ahlaki olarak kötülük
tohumu sayılmışlardır.
İnsanlık tarihinde Batı Avrupa merkezli son dört yüz yılda
yaşanan kadar savaş, talan, katliam, sömürü ve doğa tahribatının başka bir
örneğine rastlanmaması hegemonik sistemle bağlantılıdır. Şüphesiz en büyük
karşı mücadelelere de aynı coğrafyada tanık olunmuştur. Tümüyle insanlık kaybı
olarak yargılanamaz.
Yapmak istediğim, Batının insanlığa kazandırdıklarını
Doğunun kadim pozitif değerleriyle sentezleyerek anlamlı bir çıkışa bir demet
ışık sunmaktır.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan
Demokratik Uygarlık Manifestosu’ndan
Kürdistan Stratejik
Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.org –
www.lekolin.net – www.lekolin.info