11 Mart 2010 Perşembe Saat 17:49
0
21
TR
:” ”
:””
” “,” ”
” ”
Roma ve Sasani çöküşünden sonra, maddi ve ideolojik
kültürdeki gelişme ve dönüşümleri tekrar yorumlamakta yarar vardır.
Dört bin yıllık kölelik sisteminin insanlığın vicdanı, yani
ahlakı üzerinde derin tahribatlarla birlikte büyük boşluklar açtığı, son
düzenlemesini Roma’nın yaptığı hukuki düzenlemelerin bu boşluğu dolduramadığı
zaten çöküşünden bellidir. İnanç dünyasında da büyük boşluk doğduğu açıktır.
Dört bin yıldır yine inandırılmak istenen tanrıların hiç de sandıkları gibi
olmadıkları açığa çıkmıştı. Putçuluk eski kutsallığını yitirmişti. İddia edilir
ki, en iyi Jüpiter heykellerinin bile para etmedikleri bir zamana gelinmişti.
Dev maddi yapılar geriye yıkılmış bir insanlık bırakmıştı.
Sürekli savaşlar barışı bir ütopya haline getirmişti.
Dönemin tam bir kriz ve kaos hali olduğu söylenebilir. Eski kural ve yaşam
biçimleri değerlerini yitirirken, yenileri pek yoktu. Herkes bir kurtuluş
mesajını bekler hale gelmişti. Ortam cennet ve cehennem kavramlarını
hissettirir nitelikteydi. Merkezde işsiz kalan, bırakılmış olan köle
yığınlarıyla çevredeki göçebe kavimlerin hareketleri yoğunlaşmıştı. Tarihi
kurtuluşçu mesajın iyi yankı bulacağı ideal bir ortama gelinmişti. Büyük
hareketlerin çıkmasının şafak vaktiydi. Bu koşullar altında acil ihtiyaç,
günümüz üslubuyla yeni ütopya ve programlardı. Büyük hareketler büyük ütopya ve
programların sonucu olabilir. Daha önceki tüm uygarlık tarihi boyunca kurtuluş
ütopyaları ve programlarına ihtiyaç duyuluyordu. Zaten içte ve dışta
yaşadıkları hareketlerin her zaman bir ütopya ve pratik kurtuluş reçeteleri
vardı. Fakat sistem olarak köleciliğin yapısal ve işlevsel krizi bu sefer çok
derindi. Yeni kölecilik sistemleriyle yürütülecek konumdan, koşullardan
çıkılmıştı.
Böylesi koşullar altında insanlık vicdanıyla birlikte
zihniyeti büyük susamışlık içindedir. Sistemi ayakta tutan son maddi yapılar da
sürdürülemez bir konuma gelince, dünya dinleri (bütün insanlık vicdan ve
zihnine hitap eden kurtuluş mesajları) için koşullar tamamlanmış demektir.
İçine girilecek çağ yeni bir kölelik olmayacaksa, nasıl birşey olacak sorusu
epey merak uyandırıcıdır.
Feodal toplum üzerine çok şey söylenmiştir. Eski kölecilik
sisteminin sonrasında geldiği söyleniyor. Ama dayandığı beyliklerin aynı tipte
olanları M.Ö. 4000’lere kadar götürülebilir. Şatoları içinse rahatlıkla M.Ö.
2000 yıllarında daha sağlamlarının kurulduğu hatırlatılabilir. Çoğunun
etrafındaki köylülük ve hizmetçiler grubu eskiden de her yerde oluşmuştu.
İmparatorlukların dağılma durumlarında ya da bir etnisite topluluğu içindeki
hiyerarşilerden biri rahatlıkla beyliğini kurabilirdi. Roma ve Sasanilerden
sonra kurulan küçük yapılı devletçiklerin eski dönemlerindekinden pek farkı
yoktu. İmparatorluklar bunların azı veya çoğunun birliğinden, federasyon veya
konfederasyonlarından başka bir şey değildi. Köyler ve zihniyetleri en azından
neolitiğin kurumlaştığı M.Ö. 6000 yıllarındakinden pek farklı değildi. Kadın-erkek
ilişkilerinde değişen bir şey yoktu. Serf ve senyör ilişkileri en eski
dönemlerinden beri bey ve bendelerinin ilişkilerinden farklı değildi. Mülkiyet
aynı mülkiyetti. Üretim araçlarında devrimsel bir durum yoktu. Yönetimlerin
yapısı ve tanrılarından bolca bahsettik. O halde M.S. 5. ve 6. yüzyıllardan
sonra oluşan maddi düzenleri yeni bir uygarlık saymak zordur. Nitekim
Avrupa’daki kent yapıları yeni bir uygarlık için hiç yeterli değildir. Kurulan
imparatorluklar övüle övüle söylendiği gibi olmayıp, Roma kalıntılarından başka
anlama gelmiyordu.
Doğudakiler için de aynı şeyler söylenebilir. Bunlara
kapitalizmden önceki sistemin kalıntıları demek bana daha anlamlı gelmektedir.
Kalıntı, yıkılmış bir harabede arta kalan evler veya mahallecikler gibi bir şeydir.
En çok olsa olsa eskinin revizyonundan öteye gitmezler. Bununla birlikte
kapitalizmden önceki maddi yapılanmaları inkâr etmemek gerekir. Kapitalizme
geçiş yapılanmaları farklı olabilir. Avrupa’nın özellikle M.S. 10. yüzyıldan
sonraki kentleşmeleri kapitalizmi haber verir nitelikteydi. O halde ne
‘feodalizm’, ne ‘karanlık ortaçağ’ kavramlarına fazla takılmamak daha öğretici
olabilir. Daha doğruya yakın bir yorum, dört bin yıllık maskeli tanrılar ve
kullaştırılmış bir toplum sisteminin ‘uzun süre’ kapsamında çözülmesidir.
Neolitik sistem çözülüşleri halen devam etmektedir. Demek istediğim, uzun
süreli sistemlerin yıkılış ömürleri de yüz yılları alabilir. Sık sık da revize
edilebilirler. Çok sıkıştırılsa, 5. ve 6. yüzyıllar sonrasına geç sistemler denilebilir.
Bütün bu hususlar İslamiyet ve Hıristiyanlık açısından hangi
anlama gelir? Ütopyalarında cennet vaatlerinden geçilmez. Bin yıllık mutluluk
düzenlerinden de bahsedilir. Her ütopyada dile getirelen bir kısımdır bu. Bana
her zaman ‘cennet vaadi’ kızgın çöldeki insanın ‘vaha’ özlemini anımsatır.
Karşıtı zaten çölleşmiş yaşamdır. Peygamberler de hitap ettikleri topluluklar
için umut dolu günler, gelecekler vaat edebilirler. Cennet gibi gelecek
ütopyası yapılan, yeni dünya arayışından başka bir şey değildir. Diğer yandan
dünyası dört yandan karartılmış bir idam mahkûmunun veya hiç kurtuluş umudu
olmayanların zorunlu inşa edilmiş bir sığınağı olabilir. Saddam’ın idamından
önceki Kur’an nüshasıyla ilişkisi hayli öğreticidir. Kur’an, idamlık
sürecindeki yaşamların aşırı zihni inşa gücüdür. Hiçbir çare kalmadıktan
sonraki halin umut inşasıdır. Kölelik koşulları tam bilinmeden, Kutsal
Kitapların mesajları doğru yorumlanamaz. İnsanın metafizik karakterini göz ardı
etmezsek, cennet, cehenemlisi de dahil, daha pek çok ütopya inşa edilmek
durumundadır. İnsan realitesi bunu gerektirir. Aksi halde yaşam kolay kolay
yaşanmayacağı gibi, daha iyi, güzel yaşamların önü de açılamaz.
Şu hususu da eklemeliyim: Ölüm korkusunun kendisi de
sosyaldir. O da inşa edilmiş ya da ettirilmiştir. Dolayısıyla inşa edilmiş ölüm
korkuları yeni sosyal inşalarla ortadan kaldırılabilir. Hatta ölümden belki
yaşamın en iyi ve güzel hali çıkarılabilir. Doğadaki ölümler hiçbir zaman insan
toplumundaki sosyal ölümler gibi değildir. Sosyal ölümlerin derin acı ve hüznü,
doğal ölüm gerçeğine ters düşmesinden ötürüdür. Yoksa ölüm olmazsa yaşam diye
bir şey olmazdı. Bu nedenle en değerli yaşam ölümün bilincine varıldığı
yaşamdır. Ya da ölümsüzlüktür.
İslam ve Hıristiyanlık ütopyaları kölelikten çıkış için ilgi
çekiciydi. Fakat nasıl bir sonucun beklendiği konusunda açıklık yoktu. Cennet
gibi bir yaşam denerek geçiştirilir gibiydi. Kurulacak yeni toplum konusunda
manastır ve medreselerdeki cemaatleri örnek göstermek biraz anlaşılır kılar.
Medrese, manastır, tarikat ve mezhepler program ve yeni
toplum inşa çabalarıdır. Her iki din de yoğunca denemiştir. Halen deniyorlar.
İki bin ve bin beş yüz yıldır bu arayışların olması şaşırtmamalıdır. Öte yandan
Hıristiyan kilise şefleriyle İslam’ın fetih komutanları rahatlıkla revize
edilmiş bir geç kölelik sistemi yarattılar. Dikkat edilirse, bu geç kölelik
sistemleri fethin konaklamalarıdır. Kalıcı ve tüm toplum için yaşam sistemleri
değildir. Bunlara İslam ve Hıristiyan uygarlığı demek biraz zorlama olur.
Ütopyaların derdi uygarlık yaratmak değil, yaşamları kurtarmak ve güzel
kılmaktır. Demek ki, her iki öğretinin inanç ve ahlak sisteminin uygarlık
sorusu tutarlı bir cevaptan yoksundur. Dört bin yıllık sistemleri aşmada
belirleyici rolleri oldu. Adlarına revize edilmiş bazı kölelik rejimleri hem
beylik, site, hem imparatorluk tarzında kuruldu. Fakat bunlar İslam ve
Hıristiyan uygarlığı sayılmazlar. Olsa olsa ideolojik yönden saptırılmış
halidir denilebilir. Ne papaz kiliseden çıkıp imparatorluk sarayında
oturabilir, ne de imam camiden çıkıp devletin başına geçebilir. Zaten
devletleşmiş öğelerini de hep sapmış, sapık olarak adlandırmaktan geri
kalmadılar. Devlet başındakileri ise dinin gereklerine uymak konusunda
uyardılar, çağrı yaptılar. Böyle oldukları içindir ki, halen varlıklarını
sürdürmektedirler. Ama çok etkisiz ve umutsuz olarak.
Max Weber kapitalist uygarlığa ‘büyüsünü yitirmiş uygarlık’
der. En gelişmiş bir maddi kültür sisteminde elbette büyülü yaşam olmaz.
Büyüleyici yaşam ideolojik kültürün dünyasında mümkündür. İslam, Hıristiyanlık
ve benzeri kültürlerin kapitalist yaşam dünyasını büyüleyecek yetenekleri
yoktur. Bunu ancak ideolojik kültürün tüm mirasını arkasına alacak özgürlük
sosyolojisinin yeteneği, gücü sağlayabilir. Bu konu üzerinde ilgili bölümde yoğunlaşmaya
çalışacağız. Yaşamın kendisinin en büyük büyüleyicilik değeri olduğunu
kanıtlayacağız. Yeni slogan “Ya kapitalizm ya Sosyalizm değil, “Ya Kapitalizm
Ya Özgür Yaşam olmalıdır.
O halde neden kapitalizm uygarlığı sorusuna biraz daha kolay
cevap verilebilir. Kapitalizmi engelleyen devasa boyutlu imparatorlukların
sonlarını getirmekle ve kendilerini de amaç ve yapı olarak uygarlaştırmamakla
kapitalizm için ortamı biraz bilerek veya bilmeyerek açmış olabilirler.
Wallerstein, imparatorlukların kapitalizmle çeliştiğini söylerken güçlü bir
gözlemde bulunmuş oluyor. Max Weber, Kapitalizm ve Protestanlık Ruhu’nda
kapitalizme nasıl yol açıldığını daha anlaşılır kılıyor.
Peki, uygarlıksız bir çözüm olabilir miydi? Bu sorunun
cevabı neolitiğe geri dönmek gibi bir şey olurdu. Kentler ortadan
kaldırılamayacağı için ticaret önlemezdi. Erkek egemen toplum bırakılamazdı. Ne
kadar eleştirilse de, devlet o koşullarda ortadan kaldırılamazdı. Zaten
manastır, medrese, tarikat, tasavvufi yaşamlar bu çaresizliklerin sonucudur.
Adı geçen kategorilerin bozucu, yozlaştırıcı etkisini görüyorlar ve kurtulmak
istiyorlardı. Buldukları çareler marjinal olmaktan öteye gidemiyordu. Bu
nedenlerle de yeni bir uygarlığın varlığına ortamı açık bırakıyorlardı.
Bu arada İbrani kabilesinin öyküsüne de bir daha bakmak
hayli öğretici olacaktır. Yahudi, ticaret ve para konusunun uzmanıydı. Ayrıca
yazarlık güçleri kesindi. Roma ve Pers Sasani dönemlerinde o günün
koşullarındaki tüm dünyaya yayılmışlardı. Para ve ticaretin sızıcı gücü
müthişti. Maddi uygarlığın ruhu gibiydiler. Daha doğrusu süzülmüş gücüydüler.
Yazarlar geçmiş ve gelecekten en iyi haber veren peygamberlerin yerini
tutmuştu. Yeni bir uygarlık sisteminin veya kapitalizmin önkoşullarının başında
geliyorlardı. Zaten ütopyalarda da damgaları eksik olmazdı. Din ve tanrı da
uzmanlık alanlarıydı.
Hıristiyanlık kendi ideolojik kültür çağında tüm Avrupa’yı
fethetmişti. Asya’ya sınırlı giriş yapmıştı. Afri-ka’nın uygarlık izlerinde
eksik olmazlardı. İslamlık hızla tüm Arabistan’dan Kuzey Afrika ve Orta Asya’ya
kadar fethini sürdürmüştü. Eski uygarlık sistemlerinin tüm yerleri fethedildiği
gibi, yeni alanlar da ideolojik kültür imparatorluklarına katılmıştı. Fakat
gerçekleşen, uygarlığın genişlemesi değildir. Manevi dünya geliş-mesi de
diyebiliriz. Zaten Hıristiyanlık ‘bin yıllık tanrı devleti’ derken bu gerçeği
kast ediyordu.
Hem Hıristiyanlık, hem İslam ütopyalarının bilimsel
temelleri çok zayıftır. Ahlaki yönleri gelişkindir. Yunan klasik felsefesinden
etkilenmişlerdir. Tekrar canlanmasında rol oynamışlardır. Teolojileri bir nevi
Aristo ve Eflatun kaynaklıdır. Bir kısmını da Mısır ve Sümer teolojilerinden
almışlardır. Özgürlük ütopyaları için de geri bir konumdalar. Tekrar belirtelim
ki, dinler için esas olan ahlaktır. Teoloji zannedildiği kadar başat konu
değildir. Ahlak önemini kaybetmediği için, Hıristiyanlık ve Müslümanlıkla
benzeri öğretiler önemlerini koruyacaklardır. Özgürlük Sosyolojisi’nde yerleri
konusunda değineceğiz.
Ütopyalar her zaman kusursuz değildir. Çoğunlukla amaçları
hilafına da hizmet ederler. İslamiyet ve Hıristiyanlık ütopyaları biraz da
amaçları hilafına kapitalizmin gelişimine epey hizmet ettiler. Ama çok
çatıştıkları da bir vakıadır. Kapitalizm bölümünde bu konuya bir kez daha
eğileceğiz.
İslam için ek olarak söylenebilecek olan, barbar ve hâkim
kabile aristokrasileri için sınırsız ve haksız alan ve kültür gasplarına yol
açtığına ilişkindir. Hıristiyanları gerilettiği çokça söylenir. Bunlar her din
için geçerli hususlardır. Kaldi ki, devletleşmiş İslam’la devletleşmiş Hıristiyanlığın
çatışmasını İslam’la Hıristiyanlığın çatışması olarak sunmak gerçeği tam
yansıtmaz. Bu çarpışmalar uygarlık kökenli olup, dinlerin kılıf olarak
kullanıldığını iyi biliyoruz.
Sonuç olarak genelde ideolojik kültür-maddi kültür sorunlu
konulardır. Ama bir gerçektirler. İncelemek gerekir. Köle-efendi, serf-senyör
çatışmalarının tarihin devindirilmesindeki rolleri sınırlı ve dolaylıdır.
Tarihin tekerlekleri başka türlü dönmektedir. Bunu araştırıyoruz. Yaptığımız
kaba, amatör araştırmalardır. Ama hem tarihi anlamak, hem günümüz sorunlarına
cevap için gerekli çalışmalardır.
Çok kısa bir değerlendirmeyi diğer direniş kanadı kavimler
göçü için yapmadan konuya bütünlüklü yaklaşılmış olunamaz. Son dönemlerinde
köleci uygarlığa karşı Avrupa’nın Kuzey’inden Gotlar ve Hunlarla Arabistan
üzerinden Araplar hem direniş hem saldırı taktikleriyle hamle üstüne hamle
yapıyorlardı. Kabile hiyerarşisinin geliştiği, barbar toplum dediğimiz uygarlık
öncesi ataerkil toplum halindeki bu kavimlerin göç veya saldırıları, direnişleri
bir nevi ideolojik kültür hareketidir. Daha coşkulu, atak ve taze kan taşırlar.
Ütopyaları kısmen eşitlikçi, neolitikten kalma öğeler taşırken, daha çok
uygarlık özentisi içindedirler. Dinler kadar bir metafizik geliştirmemişlerdir.
Çoğunlukla imparatorluklar için taze kan ve paralı asker olmuşlardır. Fakat
yine de tarihin en devindirici güçlerindendir.
Germenler, Türkler, Moğollar ve Araplar, daha önceleri ise
Hurriler, Amoritler ve İskitlerin akınları olmasaydı, herhalde tarihin akışı
başka türlü olurdu. Germenler ve Araplar her iki Roma İmparatorluğunu
çökertirken, Türkler ve Moğollar İran ve Bizans’ın çöküşünde pay sahibidirler.
Fakat kabile şeflerinin yaptıkları ya yeni imparatorluk tacını giymeleri, ya da
ordu ve bürokrasisinde yer almalarıdır. Geride kalanlar ya yeniden kabileler
oluştururlar, ya da deklase unsurlar halinde toplumun diplerinde marjinal
yaşarlardı. Köleci sistemin yıkılmasında bu iki iç ve dış gücün rolü
tartışmasızdır. Fakat aynı oranda alternatif sunmada, yeniyi inşa etmede rol
oynayamazlar. Yıkarlar, talan ederler fakat yapamaz, koruya-mazlar.
Buraya kadar adına araştırma da diyebileceğimiz bu çalışma
ile aslında kapitalist modernite için bir temel kazımaya çalıştık. Kapitalist
modernitenin hangi tarihsel gelişmelerin ürünü olduğunu göstermeye çalıştık.
Kendini tarihsiz sunmak, kapitalist bilim-iktidar yapısının temel
özelliklerindendir. Kalıcı ve son sistem iddiası için tarihsizlik ve
mekânsızlık önemlidir. Mekân-zaman yokluğunda müthiş ve çok ayrıntılı
çözümlemeler yaparlar. Mikro tarihle, olaysal güncel gelişmelerle ilgili
sayısız çalışmaların sahibidirler. Bir de zaman-mekân sıkıştırması gibi, sanki
zaman ve mekân etkisini yok ettiklerini belirtmek isterler. Bu çalışma ile bu
tür çabaların sunmak istediğinden farklı bir toplumsal akışın müthiş bir insan
çabasıyla sürekli devinim halinde olduğunu gösterdik. Tarihten
kaçınılamayacağını, kapitalizm her ne kadar kendini tarihin sonu saysa da,
birçok uygarlık gücünün kendi çağı için benzer iddialarda bulunduğunu da bu
vesileyle belirttik. Kapitalizme giriş için yeterince donanmış durumdayız. Bir
uygarlık olarak tanımını ve çıkış koşullarını tekrar da olsa açıklamaya devam
edeceğiz. Daha önceki uygarlıklardan devralınanlar ile kendi katkılarını özenle
belirteceğiz.
Savunmamın bu bölümünü ana tez olarak şöyle açıklamam
mümkündür: Sınıf, kent ve devletin iç içe oluşumuna dayalı olarak ortaya çıkan
ve kapitalizmin en son çağı olan finans dönemine kadar sürekli kendini
çoğaltarak geliştiren devletli uygarlık sistemi, kendini ağırlıklı olarak tarım
ve köy toplumunu sömürü ve baskı altına almasına dayandırır. Süreç içinde
giderek genişleyen kent emekçilerini de baskı ve sömürü sistemine katar. Beş
bin yıllık devletli uygarlığın, belki ondan da uzun bir zaman ve mekân koşuluna
dayalı olan, kendini ideolojik, askeri, politik ve ekonomik olarak parçalı
olmaktan kurtaramayan demokratik uygarlık karşısında günümüze kadar varlığını
sürdürmesi, esas olarak ideolojik hegemonyadan kaynaklanır. Zor ve zulüm
sistemleri ancak ideolojik hegemonya temelinde başarılı olabilmişlerdir. Temel
çelişki sadece sınıfsal olmayıp uygarlık düzeyindedir. En azından beş bin
yıllık yazılı olarak da izleyebildiğimiz tarihsel mücadele, devletli uygarlıkla
(esas olarak sınıflı kent ve devlete dayanır) devletleşmemiş, ana gövdesi tarım
ve köy toplumu olan, zamanla kent emekçilerinin de içeriğini oluşturduğu
demokratik uygarlık arasındadır. Toplumdaki tüm ideolojik, askeri, politik ve
ekonomik ilişki, çelişki ve mücadeleler bu iki ana uygarlık sistemi altında
cereyan ederler.
Savunmamın bundan sonraki bölümleri bu ana tezin
çözümlenmesi ve Ortadoğu’yla Kürdistan somutuna uygulanması biçiminde
geliştirilecektir.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan
Demokratik Uygarlık Manifestosu’ndan
Kürdistan
Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.org
– www.lekolin.net – www.lekolin.info