İnsanlık tarihi Rönesans, reform ve aydınlanma gibi ciddi gelişmelerle sonuçlanan değişim ve dönüşümleri yaşamıştır. Ve bu fikirsel gebelikler geri dönülemeyecek yeni gelişmeler dünyaya getirmiştir. Ardından bilim, sanat ve de edebiyat alanlarında yeni eserler yazılmış ve de yapılmıştır. Tarihin çeşitli dönemleri vardır ve bu dönemler klasik tarih anlayışına göre yaşanıp bitmiş olan olay ve olgular olarak ele alınmaktadır. Fakat bu anlatılan ve yaşananlara bakıldığında tarihin ne kadar canlı ve güncel olduğunu her birimiz rahatlıkla görebilmekteyiz.
Bunu söylerken ‘’tarih tekerrürden ibarettir’’ gibi demagojileri kast etmiyoruz. Tam tersi tamamıyla yaşamsal gerçekliklerden bahsetmekteyiz. Bilindiği gibi bahsettiğimiz düşünsel akımlar karanlık çağ denilen ve de insanlığın başına gelmiş ve gelebilecek olan en büyük husum’dan sonra gelişmiştir. Ne hikmetse Rönesans ve aydınlanmadan sonra sözde Modernite dönemi başlamıştır. İnsanlık, en fazla yaratıcılık ve üretkenlik içinde olduğu döneminde; sayısız katliamdan geçmiş, cezalandırılmış, fikirleri engellenmiş, emeği ile yarattığı bilgi ve becerileri elinden alınmıştır. Yine de fikir ve yaratıcılığı engellenemeyince insanların fikir ve tezleri nedeniyle yaşamları gasp edilmiş ve sona erdirilmiştir. Ne bilim insanlarının tezlerinden sonra giyotinle cezalandırılmalarını ne şifacılık, doktorluk nedeniyle cadı olarak nitelendirilip yakılmalarını ne de felsefi ve bilimsel görüşlerinden dolayı parçalanarak öldürülmelerini sıradan olaylar olarak ele alamayacağımız gibi bu yaklaşımları günümüzde kadına ve kadın bakış açısına olan saldırıdan da bağımsız düşünemeyiz. Maalesef ki tarihi milattan başlatan ve daha önceki dönemleri de sadece taş devri, tunç devri vs olarak sınıflandıran tarihin, esasta sınıflandırmaya çalıştığı ise insanlık olmaktadır. Yaşanmışlığın binlerce yılını oluşturan neolitik süreci yok sayan ve neolitik dönemin siyaseti olarak adlandıracağımız demokratik eşitlikçi yaşam bakış açısını yok etmeyi hedefleyen devletçi iktidarcı sistem ve halefleri, günümüzde bu politikalarını daha da yaygınlaştırmışlardır. Sözde modern zamanlarda yaşananlar eskileri aratır bir düzeye gelmiştir. Bu sadece tarihin dilinde mi bu şekilde ifade bulmaktadır? Tabi ki değil. Bilim, din, felsefe, edebiyat, resim, müzik ve daha sayılabilecek birçok alanda demokratik ve eşitlikçi yaşamın mihenk taşı konumunda olan kadın yok sayılmış ya fiziki ya da manevi anlamda katledilip iğdiş edilmiştir. Marie curie, hyptiya, hildegard, diotima tarihte bilim, edebiyat ve felsefe ile ilgilenen kadınlar olarak tanınmamışlar ve de görülmemişlerdir. Peki neden bu nefret ve öfke, niye birçok bilimsel ve felsefik gelişmeye öncülük eden bu kadınların adları dahi anılmak istenmiyor? Cevabını Magdeburglu Mechthild’ in şu ilkelerinde bulmak daha kolay olacaktır. Yaşamda adil, sıkıntı karşısında merhametli, cemaat içinde sadık, dikkat çekmeden yardımsever, sıkıntı ve sefalet içindeyken mücadele, hakikatle dolu, yalanın düşmanı olmak. Tabi ki bu sözler başlı başına kadının özünde bulunan demokratik eşitlikçi bakış açısın manifestosu olmaktadır. Doğal olarak da kadını eril egemen sömürgeci sistemin hedefi haline getirmektedir. Bunun için her şeyi bahane edebilecek potansiyele sahip olan egemen zihniyetli sistem, bazen evinde eşinin egemen yaklaşımlarına karşı bende senle eşit haklara sahibim diyen kadını hedef alırken bazende devletin ideolojisine açık cephe alan tüm kadın mücadelecilerini hedeflemektedir. Kimini öldürerek kimini ise yaşarken öldürüp, imha etmeye çalışarak bunu yapmaktadır. Fransız devrimi gibi tarihte çığır açmış olarak nitelendirilen ve kadın mücadelesi içinde simge olan öncüleri ile bilinen bir devrimde dahi versailes ayaklanmasına öncülük eden Michel Louıse ortaya koyduğu fikirlerden dolayı deli olarak nitelendirilmişse, içinde bulunduğumuz sözde demokratik özde ise patrikaryal sistemin hâkim olduğu ulus devletli çağda kadına uygulanan yöntemlere ve yapılan nitelemelere hayret etmemek gerekir. Çünkü iki farklı ideoloji olan kadın eksenli demokratik ve eşitlikçi düşünce ile egemen zihniyetli devletçi iktidarcı sistemin amansız savaşının yürütüldüğü bu çağda ki mücadele tarzı, soğuk savaş ve psikolojik özel savaş yöntemlerini de ciddi anlamda barındırmaktadır. Egemen zihniyet bunu yaparken aşamalı olarak, nihai hedefi olan kadınlığı bitirecek ideolojileri kademeli yaymakta ve de bu katliamları bazı temellere oturtarak insanların beyninde doktrinlere dönüştürüp, meşrulaştırmaktadır. Hristiyanlıkta, kadınları şeytanla iş birliğine girişmiş olan cadılar olarak niteleyen engizisyon mahkemeleri onların yakılmasını emir etmiştir. Ve böyle Avrupa’da bilimsel bilgiye sahip binlerce kadın katledilmiştir. Bu süreçte engizisyon mahkemelerinde hâkim olan ve kadınların yakılma kararını verenler de cadı olarak yargılanıp cezalandırılmıştır. Yine Papanın, 13. yy da Avrupa’da şeytanın kedi kılığına girmiş olduğu ve hepsinin yakılması gerektiği kararı da rahatsız oldukları her şeyi en basit yöntem olan şeytanlık suçlaması ile cezalandırmalarına örnektir, tıpkı Lilith- Adem hikayesinde olduğu gibi. Bu kararı doğru bulan ve uygulayan toplumlar kedilerin ölümüne neden olarak farelerin artmasına sebebiyet vermiş ve Avrupa da büyük veba salgını başlamıştır. Papanın vermiş olduğu kararı dinlemeyerek evinde kedi beslemeye devam edenler dışındaki herkes vebadan kaynaklı hayatlarını kaybetmişlerdir. Bu kısadan hisseler esasta doğal olan düzene müdahalenin sadece yok edileni değil buna itiraz edenler dışında herkesi sessiz kalanları da dahil yok edeceği gerçeğini bizlere sunmaktadır. Toplumun özü kadın eksenli yaşam tarzı olan demokratik eşitlikçi hayattır. Bu doğal sirkülasyona müdahale edipte bunu egemen zihniyetli sisteme dönüştürmeye çalışanlar nihayetinde kendileri de yok olacaktır. Yaşanan bu müdahalelere karşı mücadele etmek en az kadınlar kadar erkeklerinde kurtuluş gerekçeleri olmaktadır. Tüm bu mücadele gerekçelerimize ve mecburiyetlerimize baktığımız da aslında ardında gölgede bıraktırılmış olan ciddi bir mirasın olduğunu görmekteyiz. Bu miras ki genetiğimize kadar işlenmiş olan mücadele azmini bize aşılamış ve de bu mücadele ile geleceğe dair de Özgürlük umudunu bir Ab-ı Hayat misali hep bize sunmaktadır. Öze dönüş için çok fazla haklı gerekçemiz olduğu unutturulmaya çalışılmasına rağmen, bu öz bizde bir dejavu etkisine yol açarak daha önce yaşadığımız zemin ve koşulların özgürlük eksenli olduğunu hafızamızda canlı tutmaktadır. Tarih sadece belli bir zamanda yaşanmış ve sonlanmış olan olay yığınlarından öte hep canlı ve günümüze doğru bir ruh oluşturarak akmaktadır.
Şu an hâkim olan verili sistem tüm devlet argümanlarını kadının fiziki, manevi ve de kültürel kıyımı için seferber etmiş olsa da kadın vardı ve yapılan tüm müdahalelere rağmen de var olacaktır. Verili sistemin temel argümanlarından olan bilim ve din, tüm toplumu gelişimcilik adı altında etkileyip gerçekliklerle etkisi altına alarak kadını bu gerçeklikler dışında bırakmayı hedeflese de kadınların özgürlük umudu bunun önünde engel olmaktadır. Umudun zerresini dahi cehennemler yaratarak en dibine koymaya çalışan egemen sisteminin, farkına varamadığı şey ise bu metafizik durum olan umuttur. Umutları yeşerterek kurulan cehennemi yıkmayı ve yaratılan bu cehennemdeki şeytan olarak belletilmek istenen kadının özünün bu olmadığını anlayan ve anlatmaya çalışan kadın mücadelesi, beyinlerde yaratılmış olan cehennemleri yıkmayı başarmıştır. Artık kadın ne cehennemdeki şeytanın helali olan havvadır nede cennetteki itaatkâr kılınan ve her erkeğe 7 şer peşkeş çekilen huridir. Kadın artık tam olarak kendisi olan ‘kadın’ dır. Ne egemen zihniyete benzeşip onun bir rol modeli olarak iktidarına ortak olmaktadır ne de erkeğin kuklasına dönüşmektedir. Kadın artık ‘kadın’ olmaya çalışmaktadır. Bugünlerde tutuklanmakta, bastırılmaya çalışılmakta ve de yine ve tekrar tüm kadın haklarına tecavüz edilmektedir. Tecavüzü sadece cinsellikle ele almak en az bir tecavüzcü kadar bu zihniyete ve pratiğe ortak olmaktır. Tecavüzcülük sistemin bilerek ve kademeli olarak geliştirmiş olduğu cinsiyetçiliğin en hazin sonucudur. Ve artık cinsiyetçilik o boyuta getirilmiştir ki kadın, tüm haklarının gasp edilebileceği ve tüm yaratımlarına, ona ait olan her şeyine el değdirilip tecavüz edilebileceği pozisyonda tutulmaktadır. Tecavüz bu boyutuyla toplumda ve de sistemin tüm mekanizmalarında stabil durumdadır. Yaşanan bu gerçeklikler ışığında kadın mücadelesinde yer alan kadınların bu zihniyeti aşmak için verdikleri çabanın en az iki katını da egemen zihniyete sahip olmayan erkeklerin vermesi ise boyun borcudur. Çünkü bu durumda en fazla haksız yere suçlananlarda onlar olmaktadır. Yaşanan tüm eşitsizliklerin nedeni hâkim egemen zihniyete sahip erkekler iken, sistem cinsiyetçilik argümanını kullanarak var olan hakimiyet savaşımında taraflar yaratıp çatışma zemini oluşturmuştur. Bu durumda kadınlar alt edilmesi gereken taraf iken bunun için kullanılacak tüm yöntemler mubah sayılmış, erkek ise hep kazanan taraf olarak bellenip iktidarın esas unsuru olarak beyinlerde yapılandırılmıştır. Hâkim egemen zihniyet iki cins arasında çıkardığı çatışma zemininden kendi iktidarını sağlamlaştırmıştır. Ve ortaya çıkan çıkarım ise, kadınlar itaatkâr erkeğin yanında sadece duran nesneler iken erkekler ise hâkim egemen güç yani çağımızın tabiri ile reis olmaktadır. Yani çatışma zemini oluşturarak iktidarda olanlar dışındaki tüm erkekleri bu haksız savaşta bir taraf yapıp, kadını ve de kadın bakış açısını imha etmek için bir silaha dönüştürmektedir. Halbuki kadınla erkeği özgür kılacak olan çatışma değil pozitif çelişkilerdir. Ne yazık ki yaratılan bu silah artık kusursuz işleyen bir mekanizmaya sahip otomatik bir silaha dönüşmüştür ve de onu kullanacak bir ele dahi ihtiyaç duymadan genetiğine işlenmiş kod olan cinsiyetçilik yoluyla kadına durmadan nefessiz saldırmaktadır. Öyle ki kadını özgür kılacak herhangi bir hareketlilikte paniklemekte ve ne yapacağını bilmez bir ruh hali ile sağa sola saldırmaktadır. Tabi bunun sonucunda ciddi bir yıkım ve talan hâkim olmaktadır. Saldırıya uğrayan sadece kadın değil kadının kendini yakın hissettiği ve birçok yönüyle özdeşleşmiş olduğu doğa da olmaktadır. Sömürgen sistem esasta özlü ve özde olan her şeyin kendine ait olmasını istediği için sadece kadın ya da doğa ile sınırlı kalmamakta farklı birçok şeyi de sömürmeye devam etmektedir. Kemirgen bir haşerat gibi- haşeratların dahi doğaya ve besin zincirine katkıları vardır- toplumun tüm yaratımlarını kemirerek un ufak edip sindirmeyi hedeflemektedir.
Devletli sistemin tüm bu hedeflemelerine rağmen kadın ve onun etrafında oluşmuş olan değerler hiçbir zaman yok olmamıştır. Bunun birçok nedeni olmakla beraber esas nedeni hiçbir pozitif bilimin açıklayamadığı manevi değerler olmaktadır. Kadın kültü ve etrafında şekillenen değerler günümüze kadar kendini devam ettirmeyi başarmışlardır. Birçok değerli mirasın birikimi olan feminist hareketler ve devrimci kadın mücadeleleri var olan sistemde büyük gedikler açmışlardır. Fakat bu birikimlerin akacağı bir su yatağı gerekmektedir. Kadın mücadelelerinin tecrübelerinden yola çıkarak başta öz savunma olmak üzere; bilim, sanat, edebiyat, resim, müzik ve tıp gibi kendi emek değerleri ile kendini var kılacağı ve sınıflı-iktidarlı sistem tarafından elinden alınan alanlarda entelektüel bir birikimin yararlı sonuçlarına ulaşabileceklerdir. Tabi bu alanların başat ilkesi tamamıyla ahlaki ve politik değerler olduğu sürece karşıtına benzeşmede gelişmeyecektir. Ve yok edilmeye çalışılan manevi duygular her zaman yaşayacaktır. Devletçi – iktidarcı sisteme alternatif olacak sosyalist sitem; ancak verili sitemin başat unsurları olan iktidar, egemenlik, sömürü, talan ve kırımdan arınmış demokratik zihniyetle geliştirilebilir. Ve bu değerlere en yakın konumda olan hali hazırda kadınlardır. Kadınlar ancak emek değerleri ile yarattıklarını sermaye ve tekelciliğin hakimiyetinden kurtararak ve genetiklerinde var olan adil ve eşit düşünce yapısını bir yaşam tarzı haline getirecek bir sistem inşa ederek var olan sistemin alternatifi haline gelebilirler. Ve bu sistem demokratik sosyalizm olarak beden bulup yeni bir doğumu gerçekleştirecektir. Bu gerçekleşir ise artık bir kadın Rönesans’ını tüm dünyaya duyuracağımız günler de yakın olacaktır. Ama kadın Rönesans’ı 15 yy da gelişen Rönesans’ın aksine verili sisteme benzeşmeyecek ‘’Modernite’’ diye tabir edilen günümüz yaşam tarzı gibi daha fazla tahribata neden olmayacaktır. Böylece 21. yy kadın yüzyılı rengini alacak ve bu eşsiz tablonun altına kadınlar imzalarını atacaklardır. Yaşam yeniden kendi özüne dönüp her yönüyle canlanacak, komünal değerler toplumun en kıymetli ananeleri olacak, edebiyat- sanat- bilim tekellerin sermaye-kar malzemesi olmak yerine toplumun beğenilerine ve ihtiyaçlarına cevap olacak, emek para karşılığında satılmayacak, sınıflar olmayacak, katliamlar ve kırımlar ortadan kalkacaktır. Savunma, savaş ve yok etme maksadıyla değil de değerleri korumak üzerine olacaktır. Herkesin bir komünü olacak ve yaşam her zamankinden daha renkli olacaktır. İnsanlar ruhsal sorunlar yaşamayacak, depresif davranışlar ve tabi kapitalist sistemin sonucu olan cinnet durumları ortadan kalkacaktır. Kadın bakış açısı hâkim olduğunda erkek de kendi gerçekliğini yeniden kazanmaya başlayacaktır. Bu durumlar geliştiğinde negatif rekabet yerini pozitif rekabete bırakacak yaşamda ilkeler esas olacaktır. İnsanlar; davranışta, duygu ve düşüncede, hatta fiziki varlığın yenilenmesinde sonuna kadar kendini özgür hissedeceği gibi, güzel yaşama kararına da ulaşacaklardır.
Saydığımız tüm bu durumların gelişmesi içinde başta umut gerekmektedir. Var olan sistemin yaratmış olduğu hastalık ve hastalıklı ruh hallerinden kurtulmak içinde hayal etmek ve ütopik düşünmek umuda açılan perde misali rol oynayacaktır. Bunları hayal etmek ve yaşamsal kılmak için mücadelesini yürütmek de bizlere düşen en büyük sorumluluktur. Çünkü kapitalist hegemon sistem en büyük saldırısını insanların umutlarını kırmak için yapmıştır ve azımsanmayacak kadar da sonuç almıştır. Günümüzde insanlar yarınlarından o kadar umutsuz bir vaziyete düşmüşlerdir ki artık hayal bile kuramamaktadırlar. Kadınların yarınlara en büyük armağanı sevgi, umut, güzellik ve insanı insan yapan değerler olacaktır. 21. yy kadınlar Öncülüğünde toplum için yeniden doğuş ve umudun toprağa serpildiği kadın yüzyılı olacaktır…
FARAŞİN SOZDAR
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi