31 Ekim 2018 Çarşamba Saat 11:58
Abdülhamit’in Yönetme Tarzı
İktidarın tek kişide somutlaştığı
tüm devlet sistemleri ağırlıklı olarak zora dayanan rejimlerdir. Yani tek kişi
iktidarını korumak için ideolojik propagandanın yanında, ondan daha fazla
olacak şekilde baskı aygıtlarına başvurur. Bu genel doğru söz konusu Abdülhamit
rejimi için fazlasıyla geçerli olmakla birlikte yönetim tarzının tek yönlü
olmadığını da bilmek gerekir. Çünkü Abdülhamit rejimini yarattığı korku
atmosferine, sürgünlere ve idamlara dayandırmış olsa da bugün özel savaş
politikaları dediğimiz yöntemleri oldukça etkili bir biçimde kullanmıştır.
Bunların bazılarını vurgulamak Abdülhamit’in kişiliğine dair bize önemli
bilgiler verecektir.
Muhbirlik her ne kadar devlet
olgusunun ortaya çıkışından itibaren toplumsallığı zarar veren bir durum olarak
var olmuş olsa bile toplumda sürekli kınandığı ve ahlaki bir düşkünlük olarak
görüldüğü için yaygınlaşmamış ve devletler bu durumu kapitalist modernite
dönemine kadar sistemli hale getirmemişlerdir. Ortadoğu’da ise bu ihbarcılık
çok daha kötü görülen ve toplumdan dışlanmayı gerektirecek bir suç olarak ele
alınmıştır. Abdülhamit dönemine kadar Osmanlı’da bu durumdan kısmi olarak
faydalanabilmiştir. Fakat Abdülhamit doğrudan kendisine bağlı bir hafiye ağı
kurarak bu örgütü iktidarının temel dayanağı hale getirmiştir. Başta İstanbul
olmak üzere sarayın içi de dâhil olmak üzere her yerde inanılmaz sayıda insan
bu ağın parçası olmuş ve muhalifleri ispiyonlamıştır. Toplumsallıkta evlerde bile
kısık sesle konuşacak kadar derin bir korku ve güvensizlik atmosferi bu şekilde
kurulmuştur. Abdülhamit paranoyaklık düzeyinde bir kaygı ile birçok insanı
fişletmiş ve takibe almıştır. Bu şekilde birçok insan devletin zulmüne maruz
kalmıştır. Anti demokratik sistemlerde sansür temel bir uygulama olarak
devrededir. Abdülhamit rejiminde ise bu uygulama trajikomik bir noktaya
varmıştır. Öyle ki padişah uzun olan burunu nedeniyle gazetelerde uzun süre
burun kelimesi kullanılamamıştır. Yine şantaj muhaliflerini sindirmekte
kullandığı temel yöntemlerinden biridir. Aynı zamanda muhalif gruplara
hafiyelerini sızdırmış ve muhalefeti bölmeye çalışmıştır. Türk devletinin
istihbarat örgütünün tarihsel kökeni haklı olarak İttihat ve Terakki’nin
Teşkilat-ı Mahsusa’sına götürülse de Abdülhamit’in bu örgütü bu açıdan ilk nüve
olarak değerlendirilebilir.
Klasik baskı araçlarının yanında
muhalifleri para ya da makamla satın almak Abdülhamit’in yönetme tarzının içkin
özeliklerinden biridir. Yurtdışına kaçmışta olsa muhaliflerini bir şekilde
kendine tabi kılmaya çalışmaktan vazgeçmemiş ve bu hamlesinde azımsanmayacak
bir başarı da kazanmıştır. Sürekli af çıkarma da izlediği politikalardan
biridir. İktidarının 33 yıl sürmesinde bu kurnazca yöntemlerinin payı büyüktür.
Abdülhamit Rejiminin Sonu
İktidarının daha ikinci yılında
“Çırağan baskını diye bilinen bir saray darbesi girişimi ile karşı karşıya
kalan Abdülhamit dönemi boyunca sürekli bir muhalefet ile karşı karşıya
kalmıştı. 32 yıl içten içe çürüyen Abdülhamit rejimi İttihat ve Terakki
hareketinin 1908 yılındaki birkaç aylık isyanı ile padişah tahtını 1 yıl daha
koruyabilse de tekrardan Meşrutiyeti ilan ederek çöktü. 1908 olayı yüzeysel ele
alınamayacak çok boyutlu bir durumdur. Aynı durum İttihat ve Terakki zihniyeti
için de geçerlidir. Biz burada sadece AKP zihniyetinin neredeyse ikinci
yükselme dönemi olarak gördüğü Abdülhamit döneminin neden ve nasıl çöktüğüne
işaret etmekle yetineceğiz. AKP’li sözde teorisyenler bu sonu salt dış güçlerin
saldırısına bağlamaktadır. Oysa durum bunun çok daha ötesindedir.
Öncelikle 1905-1910 yılları arası
dönemde peş peşe Rusya, İran ve Osmanlı devletlerinin büyük alt üstler
yaşadığını hatırlamak gerekir. Rusya’da 1905 Devrimi, İran’da 1906 Anayasal
Dönüşüm ve son olarak 1908’de Osmanlı’da II. Meşrutiyetin ilanı birbirini
tetikleyen, etkileyen halkların demokrasi isteğinden doğan hareketlerdir.
Halklar bu köklü devletlerde artık eski tarz yönetim biçimini kabul etmiyordu.
Ayrıca bu üç devlet eski tarzla yönetemiyordu. Abdülhamit daha fazla özgürlük
isteminin önünde duramazdı, duramadı da. İttihat ve Terakki gibi faşist bir
hareketin halkların bu demokrasi isteğini kullanarak iktidar olması, Abdülhamit
rejiminin yıkılmasında halkların demokrasi hareketinin etkisini küçültmez.
Aksine İttihat ve Terakki hareketinin halkları kandırmak için neden uzun süre
farklı söylemlerde bulunmak zorunda kaldığını açıklar. 1908 olaylarında en çok
“Eşitlik “Kardeşlik ve “Özgürlük sloganlarının kullanılmasına bu çerçeveden
anlam verebiliriz.
Abdülhamit rejiminin toplumun
sorunlarını bırakalım devletin içine girdiği krizlere bile kalıcı çözümler
bulamadığını da belirtmek gerekir. Devletin yeniden örgütlenmesinde kısmi
adımlar atılmış olsa bile köklü bir yenilenme gerçekleştirilememiştir. Zaten
devlet bürokrasinde gelişen muhalefetin temel çıkış noktalarından biri budur.
Mali bir disiplin ve borçlanma noktalarında gelişme kaydedilemediği gibi
Abdülhamit’in kişisel harcamaları ve projeleri emperyalist devletlere
bağımlılığı artırmıştır. Ordunun sürekli gerileyen konumu ve buna paralel
olarak kaybedilen savaşlar Osmanlı’nın krizini derinleştirmiştir. Aslında
emperyalist devletlerarası rekabet Osmanlı’nın varlığını bir süre daha
sürdürmesine yol açmıştır. Bu noktada Abdülhamit’in denge politikasının bir
işlevi olduğu belirtilebilir. Fakat bu Osmanlı’nın bir süre daha yaşamasının
Abdülhamit’in eseri olduğu anlamına gelmez. Nitekim emperyalist devletlerarası
bloklar kalıcılaşmaya başladığında önce Abdülhamit’in denge politikası iflas
etmiş ve tahtından olmuş ardından Dünya Savaşı ile beraber Osmanlı tarihe
karışmıştır.
Abdülhamit’in kişisel iktidar
tarzının rejiminin herhangi bir toplumsal dayanak kazanmasının önünde engel
olmuştur. Ona bağlı bir kul bürokrasisinin olduğu doğrudur fakat geleceğini
Abdülhamit’in iktidarına bağlayan bir toplumsal kesim olmamıştır. Ne devlet
içindeki bürokrasi ne varla yok arasında olan burjuvazi ne tüccar kesim ne de
geleneksel ilmiye sınıfı bu rejimin sonuç alabileceğine inanmış ve onu korumaya
yönelmiştir. Çünkü hiçbir kesimi iktidarına ortak etmeyi düşünmemiştir. Onun
yaptığı sürekli manevralarla kendine muhalefet edebilecek odakları dağıtmak ve
gelenekse meşruiyet üzerinden iktidarını sürdürmek olmuştur. Bu konuda yaratıcı
olması iktidar döneminin uzunluğunu getirmiştir. Resmi tarih anlatımının
tersine 1909’deki 31 Mart isyanının Abdülhamit taraftarlarınca yapılmadığı
bugün netleşmiştir. Kurnaz bir siyasetçi olan Abdülhamit kendi egemenliği için
rıza üretme de oldukça başarısız olmuştur. Abdülhamit’in iktidarının aslında
herkesi şaşırtan biçimde kolayca sonlanmasının nedeni budur. İktidardan düştüğü
1909’dan sonra bir 9 yıl daha yaşamasına ve Osmanlı oldukça çalkantılı bir
dönemden geçmesine karşın siyaset üzerinde herhangi bir etkisinin olmaması da
onu esas alan siyasal ya da toplumsal bir kesimin olmadığını kanıtlamaktadır.
Yeri gelmişken “Mağdur Padişah önermesinin de doğru olmadığını ifade etmek
gerekir. O nasıl abisinin tahtan indirilmesini ve sürgün edilmesini onaylamışsa
kendi durumu da farklı değildir.
Abdülhamit’in İslamcılık düşüncesi
ile bir ideolojik hat oluşturmayı ve en azından Müslüman olan halkları
Osmanlıya bağlı tutmaya amaçladığına değinmiştik. Bu tutarsız, söylem düzeyini
aşamayan düşüncenin oldukça sınırlı etkisi olmuştur. Önce Balkanlarda yaşayan
Müslüman halklar ardından Araplar da Osmanlıdan kopmuşlardır. Bu politikaların sadece Kürt halkı üzerinde
uzun süreli bir etkide bulunmuş olması Aşiret mektepleri ve Hamidiye alayları
ile beraber ele alınması gereken bir durumdur. İslamcılık emperyalist
devletlere karşı veya onlarla beraber hareket etme de kısmen işlevli olmuştur.
Yani pazarlıklarda halifelik bir koz olarak kullanılabilmiştir. Siyasi İslamcı politikalar, devleti
kurtarmayı bırakalım Abdülhamit’in kendisini bile kurtaramamıştır.
Abdülhamit ve Erdoğan’ın Benzer ve Farklı Yönleri
Tarihsel figürlerle güncel
politik şahısların karşılaştırmaya tabi tutulması her zaman bir risk
barındırmaktadır. Çünkü değişen tarihsel çerçeve kıyaslamayı oldukça
zorlaştırmaktadır. Kaldı ki aynı dönemde yaşamışlar gibi bir yan yana getirme
çabasının da hiçbir anlam açığa çıkartmayacağı kesindir. Fakat devletçi tarzın
sürekliliği bağlamında iki karakterin kıyaslanması bazı sonuçlar çıkartmamıza
yardımcı olur. Öte yandan faşist Erdoğan’ın bazen açık bazen örtük olarak
sürekli vurguladığı ardıl olma durumu da bu kıyaslamayı gerekli kılmaktadır.
Kürt Halk Önderi AKP’yi
tanımlarken bu partinin tarihsel kaynağını Abdülhamit ile başlatmaktadır. Bu
yönetim tarzı, argüman ve zihniyet açısından bu şekildedir. AKP’nin kendine
öncül seçtiği Abdülhamit’i yanlış tanıtması sorunun temel kaynağıdır. Öte
yandan Erdoğan’ın bazı konularda Abdülhamit’in çok gerisinde bir pratiğe sahip
olduğunu da ifade etmek gerekmektedir.
Kürt halkına yaklaşımda
Erdoğan’ın Abdülhamit’in taktiklerini özellikle kendi iktidarının ilk
dönemlerinde kullanmaya çalıştığı söylenebilir. Tıpkı Abdülhamit gibi kendine
sadık bir Kürt üst sınıf yaratmayı amaçlamıştı. Bunun için KDP yönetimi ile
girdiği kapsamlı uzlaşı da bilinmektedir. Bireysel hakları diline doladığı
dönemde yapmak istediği aslında buydu. Fakat AKP-MHP faşist ittifakı ile
birlikte bu çaba gündeminin alt sıralarına düştü. Faşist Erdoğan son üç yıldır
Kürde dair her şeyi ortadan kaldırmayı esas almaktadır. Bu nedenle son
seçimlerde tanınmış Kürt ihanetçilerini bile milletvekili listelerine
koymamıştır. Erdoğan Kürt soykırımını nihayete erdirmek istemekte ve niyetini
saklama gereği bile duymamaktadır. Bu açıdan hakkını teslim etmek gerekirse
Abdülhamit’in dönemin atmosferi nedeniyle Kürt gerçekliğini tümden ortadan kaldırmayı
amaçlamadığını ifade etmek gerekmektedir.
Abdülhamit ve Erdoğan’ın İslamcı
düşünce sistemi de birbirine paraleldir. Ve halkın dini duygularını
kullanmaktan öte bir anlam taşımamaktadır. Sürekli zikredilen din olmakla
birlikte yapılan pratik en değme materyaliste taş çıkarmaktadır. İkisinin de
bireysel zenginleşme hırsının, pratiklerine önemli etkiler yaptığı açıktır. Ne
İslam’ın özüne dair bir çaba ne de dinin insan maneviyatını güçlendiren olumlu
özelliklerine dair bir çalışma vardır. İslam’ı yozlaştıran yapılara, çetelere
verdikleri desteklerde benzerdir. Ümmetçilik ise kendi sömürgeci isteklerinin
birer kılıfıdır. Siyonizm’e karşı aldıkları tavırda da ortaklaşmaktadırlar. Bir
yanda sözel çıkışlar öte yandan ciddi ekonomik, askeri antlaşmalar beraber
yürümektedir. Erdoğan’ın Ortadoğu’da en uzun süre İsrail’e ciddi ilişkiler
kurabildiği gözden kaçmamalıdır. Bu konuda Erdoğan’ın daha fazla demagoji
yaptığı belirtilebilir. Ayrıca Abdülhamit’in aksine Erdoğan’ın düşünce
dünyasında bir kavramlar karmaşası ve tezatlık manzumesi olan ırkçı Türk İslam
sentezi vardır.
Anti demokratik öz iki karakterde
de barizdir. Erdoğan bu özünü hem Özgürlük hareketinin varlığı hem de dönemin
koşulları gereği daha fazla maskelemiş olsa bile mantık aynıdır. Sansür uygulamalarında
ise aradan 100 yıl geçmiş olmasına rağmen benzerlik açıktır. Fikir ve ifade
özgürlüğü bu iki kişinin zihin dünyasında yer almazlar. Doğaldır ki muhalefetin
varlığını kabul etmeleri mümkün değildir. İktidar hırsı ikisinde de patolojik
bir durum arz eder durumdadır. Muhaliflerini maddi olanaklarla satın alma
konusunda Erdoğan, Abdülhamit’in iyi bir öğrencisi olduğunu Numan Kurtulmuş ve
Süleyman Soylu örneklerinde göstermiştir. Katliam yapmakta da birbirlerine denk
konumdadırlar.
Dikta rejimlerinin ortak özelliği
olarak baskı aygıtları iki dönem açısından da somuttur. OHAL, KHK gibi
araçlarla bunu güçlendiren Erdoğan’ın Abdülhamit’in gerisinde olduğu ifade
edilebilir. Çünkü Abdülhamit hem geleneksel yasalara hem de kendi döneminde
ilan edilen Kanuni Esasi ye göre davranmaktadır. Örneğin 1878’de Meclisi
dağıtırken Kanuni Esasi’ye dayanmaktaydı. Erdoğan’ın ise yasalara uyma gibi bir
formaliteye gerek görmemektedir. Önce fiiliyat da iktidarı kendisinde toplayıp
ardından Başkanlık sistemine zorla geçilmesini sağlaması buna örnektir.
Abdülhamit nasıl iktidarını
hafiye ağına dayandırdıysa Erdoğan’ın faşist sisteminin omurgası da MİT
olmaktadır. Toplumsallığa ters muhbircilik sürekli övülmekte bundan da öte
toplum buna zorlanmaktadır. En son çıkarılan Muhbirlik Yasası bu temelde ele
alınmalıdır. Özellikle Kürt halkı içinde ajan ağının yaygınlaştırılmasında
ciddi bir çaba içerisinde olan Erdoğan bu açıdan Abdülhamit’e ciddi biçimde
öykünmüştür.
Kapitalist devletlerle ilişkide
her iki diktatörde sürekli “bağımsız bir politika geliştirdiklerini iddia
etmişlerdir. Aslında ikisinin de hegomonik devletlerarası rekabetten
faydalandıkları doğrudur. Sürekli başka bloğa hoş görünmeye çalışma ikisinde de
somut olarak gözlemlenebilir bir durumdur. Fakat buna “bağımsız politika
geliştirme denmeyeceği de kesindir. Abdülhamit ekonominin yönetiminin tümünü
emperyalist devletlerin ortaklaşa oluşturduğu bir kuruma bırakarak nasıl
bağımsız olabilir diye sormak gerekir. Aynı şey faşist Erdoğan için de
geçerlidir. Kürt halkı ile savaşı ancak emperyalist devletlerin yoğun askeri ve
teknik desteği ile yürütebilen ve ülkenin neredeyse tüm kaynaklarını Kürt
düşmanlığı nedeniyle taviz koparabilmek için farklı farklı devletlere peşkeş
çeken biri normal koşullarda ağzına bağımsızlık kelimesini bile almamalıdır.
Ama yüzsüzlükte sınır tanımayan AKP’nin kalemleri her şeyi ile emperyalizme
göbekten bağlı olan Erdoğan’ı bir de “antiemperyalist diye selamlamaktalar.
Yalan, ters yüz etme, çarpıtma devletçi sistemin başından itibaren kendini topluma
dayatma yöntemidir ve Türk devlet geleneği bu konuda oldukça uzmanlaşmıştır.
Sonuç
Derinlik olmayan bir irdeleme
bile Abdülhamit figürünün AKP yeşil faşizminin mitleştirdiği bir pratiğinin,
olmadığını açığa vurmaktadır. Abdülhamit ne “Evliya ne “Kurtarıcı ne de “Batı
ile mücadele eden, Mazlumların savunucusu bir Cengâver dir. Tarihsel gerçeklik
bu şekilde değildir. Kendi iktidarını esas alan katliamcı pragmatist bir
padişahtır. Bu güzellemeler, kendi faşist rejimlerini bu çizgiye bağlayarak
aslında kendi şefleri olan Erdoğan’a yapılmaktadır. Abdülhamit vurgusunun
AKP’nin ilk dönemlerinde kısık sesle başladığını ve gittikçe arttığı akılda
tutulmalıdır. 2016’daki Cumhurbaşkanlığı sistemi referandumu sürecinde AKP bir
milletvekilinin Osmanlı’nın yıkılışı ile açılan parantezin artık kapandığını
ifade etmesi bu açıdan anlamlıdır.
Abdülhamit’ten Erdoğan’a kadar
gelen bir tarihsel akımdan bahsedilebilir. Bu akım Kürt Halk Önderi tarafından
yeşil Türk faşizmi olarak tanımlanmaktadır. Abdülhamit’in bu akımın kurucusu
olarak görmek doğru olmayacaktır. Çünkü Abdülhamit’in kendisinin doğrudan bu
akım ile bütünleştirmek tarihsel gerçekliğe tam olarak uymaz. Daha çok o bu
çizgiye yakın bazı pratikleri nedeniyle özellikle Erdoğan’ın üstat olarak
tanımladığı Necip Fazıl Kısakürek’le beraber simgeleştirilmiştir. Bu akımın
mayası olan Türk milliyetçiliği emare düzeyinde bile Abdülhamit’te yoktur. Onun
düşünsel dünyasında “ulus kavramı ciddi bir yer kaplamaz, sadece halkların
demokratik talepleri nedeniyle tehlikeyi çağrıştırır. Fakat bu durum yine de
Abdülhamit’i bu çizginin dışına çıkarmaz. Bu akımın ilk işaretlerini verdiği
söylenebilir. Fakat yeşil Türk faşizmi için Abdülhamit’in simgeleştirilmiş
haliyle önemi büyüktür. O bu akımın saadet devri olarak gördüğü geleneksel
Osmanlı düşüncesi ile kurulan bağı etkili son padişah olarak temsil etmektedir.
Yine bu akımın tekelci rakibi olan beyaz Türk faşizmi ile rekabette simgesel
önemi de göz ardı edilmemelidir. Ayrıca yeşil Türk faşizmi kendisini
Abdülhamit’e dayandırarak sanki İttihatçı zihniyetin karşısında olduğunu iddia
eder. Hâlbuki bu akımda İttihatçı zihniyetin dini kullanan versiyonudur.
İttihat Terakki zihniyetinin TC tarihi boyunca tüm eğilimleri kuşattığı temel
bir noktadır.
Kürt Halk Önderi bu çizginin
tarihsel süreç boyunca izlediği uğrakları kapsamında AKP’yi, son savunmasında
şu şekilde tarif etmektedir:
“Nasıl ki CHP Tanzimat, Birinci ve İkinci
Meşrutiyet ve Ulusal Kurtuluş sürecinin merkezî devlet partisiyse, AKP de aynı
süreçlerde çoğunlukla muhalif kalmış, Abdülhamit rejimiyle uzlaşmış, Alman
hegemonyasına karşı İngiltere hegemonyasını esas almış, laik ulusçuluğa karşı
İslâmî milliyetçiliği geliştirmiş, Siyonist milliyetçiliğe karşı Karaim Yahudi
evrenselciliğiyle ittifak kurmuş, ordunun 12 Eylül darbesinde desteklediği
Türk-İslâm ideolojisini kendine destek yapmış, bizzat ordunun 28 Şubat
süreciyle radikal millici Necmettin Erbakan’ın partisini parçalaması sonucu
hayat bulmuş uzun bir sürecin merkezî ulus-devlet partisidir. Deniz Baykal
önderliğindeki CHP’nin ana muhalefet partisi olması karşılığında, R. Tayyip
Erdoğan’ın önderliğinde kurulmuş stratejik hegemonik bir parti kimliğiyle, yeni
dönem Yeşil Türk faşizminin inşa edici ve yürütücü gücü olarak, uzun bir tarihi
geçmişe dayanan, hegemonik iç ve dış güçlerin desteğini arkasına alarak
iktidara oturmuş bir partidir.
Erdoğan’ın Abdülhamit’e öykündüğü
ondan feyz aldığı ise açıktır. Fakat onun kadar yetenekli olmadığı açıktır.
Dünya koşulları da demokrasi mücadelesi geleneğinin oluşturduğu birikim de
Erdoğan’ı daha şansız kılmaktadır. Ve Abdülhamit’in aksine Erdoğan’ın
karşısında onun uzun süreli faşist egemenlik rüyasını kâbusa çeviren, daha da
çevirecek Kürt Özgürlük Hareketi vardır. Ayrıca iktidarının süresi Abdülhamit’e
yaklaşmayacağı kesin olmakla birlikte sonlarının benzer olma ihtimali fazladır.
Erdoğan faşizmi de içi çürümüş olmasına rağmen tıpkı Abdülhamit rejimi gibi
kendini güçlü göstermektedir. Yıkılışı da ona benzer bir şekilde hızla
olacaktır. Antifaşist güçlerin topyekûn direniş bu sonu her geçen gün
hazırlamaktadır.
Kendal BAGOK
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info -www.navendalekolin.com -http://kursam.org/index.html-
http://kursam.net/index.html