AKP-MHP’nin yönetimindeki TC, son yıllarda yürüttüğü dış politika ile iç politikayı dizayn etme siyasetini, seçim süreciyle birlikte yeni bir aşamaya taşıdı. Başka bir deyimle neo-Osmanlıcılık, Turancılık ve radikal İslamcılık gibi argümanlar üzerinden yürüttüğü dış politika sopasıyla iç siyasete şekil vermeye ve bu şekilde seçimlere gitmeye çalışıyor.
Suriye’den tutalım Libya’ya, Başûr’dan tutalım Ukrayna ve Ermenistan’a kadarki çatışmalı sahalar ve fay hatları üzerinden geliştirdiği politikalarla iç politikayı domine ediyor. Tabi bunu öyle tek başına her şeye muktedir bir güç olarak yapmadı. Bu politikayı uluslararası dengelere yaslanarak, daha doğrusu uluslararası dengeler arasında cambazlık yaparak yürüttü.
AKP-MHP’nin yürüttüğü bu politika öyle çok da büyük bir siyasi stratejik dehanın ürünü değil. Bu politika, soğuk savaş döneminde küçük burjuva diktatörlüklerinin sıklıkla başvurduğu bir politika. Öz itibariyle bu küçük burjuva diktatörlükleri Sovyetlere yakınlaşıyormuş gibi görünerek, Batı’dan kimi taviz ve destekler koparıyorlardı. Bu yöntem AKP’nin de son yıllardaki ana siyaseti oldu. Türkiye’nin jeo-stratejik konumu, NATO içerisindeki pozisyonu, mülteciler gibi faktörleri pazara sürerek benzer bir siyaset yürüttü.
Son NATO toplantısındaki tutumu da bunun en son ve en bariz örneğiydi. Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliğine önce karşı çıktı, sonra bazı tavizler aldı ama ardından aldıklarını yetersiz görerek çark etme tehditleri savurmaya başladı.
ABD başkanı Joe Biden’in İsrail ve Suudi Arabistan ziyaretinin hemen akabinde TC’nin faşist şefi Tahran yolunu tuttu. Hesapta olmadığı halde Rusya devlet başkanı Vladimir Putin de bu toplantıya katıldı ve TC. Sözüm ona oradan Batı karşıtı mesajlar çıkarmaya çalıştı. Tabi Erdoğan rejimi, bu görüşmeyi iç kamuoyuna da ‘bakın biz ABD’ye karşı cepheler oluşturabiliyoruz. Putin çok darda, hemen bizimle görüştü’ şeklinde pazarlamaya çalıştı.
Tahran görüşmesinin üzerinden henüz iki hafta geçmemişken, Erdoğan Putin’le tekrar görüşmek üzere bu sefer de soluğu Soçi’de aldı. Tabi Tahran görüşmesi ile Soçi görüşmesi birbirinden farklı bir anlam taşıdı. Tahran görüşmesi tam da Erdoğan’ın istediği gibi gitmemişti. Ama Soçi’de Putin Erdoğan’a bazı umutlar vadetti. Görüşme sonrası TC’nin Rojava’ya yönelik saldırılarının artmasını da böyle bir gerçeklik içerisinde anlam kazandı.
AKP-MHP faşizmi dış politikadaki bu yaşananları bir iç politikada malzeme olarak kullanmaya ve CHP’nin başını çektiği sistem içi muhalefetin argümanlarını elinden almaya çalışıyor. Sistem içi muhalefet de bugüne kadar özellikle dış politikada “vatan, millet, Sakarya” edebiyatıyla tam tekmil Erdoğan’ın yanında saf tuttu ve Erdoğan da bunu sonuna kadar kullanarak, iç siyaseti bunun üzerinden dizayn etti.
Ne var ki dış politika kumarında elindeki kağıtlar iyice zayıflayan Erdoğan, şimdi de sistem içi muhalefetin argümanlarına başvuruyor. NATO zirvesi, Tahran görüşmesi ve Soçi’den istediğini tam olarak alamayan Erdoğan şimdi de umudunu daha düne kadar “katil Esed” dediği Suriye devlet başkanı Beşşar Esad’a bağladı. Kamuoyunun da çok iyi bildiği gibi Suriye’de “rejimle görüşülsün” argümanı CHP’nin ve ulusalcı kanadın teziydi.
Tutması çok zor bir politika olsa da Erdoğan, bugünlerde bu tezi işlemek istiyor. Tutması zor zor olan bir politikadır çünkü böyle bir politika izlemek demek birçok dinamiği harekete geçirecektir. TC, Suriye savaşının başından beri muhalefet adı altındaki gruplara oynadı. Böyle bir hamle demek, her biri farklı bir istihbarat örgütüne bağlı ve farklı ajandası olan bu grupları karşına almak demektir. Nitekim Azez ve Cerablus’ta ilk tepkiler TC bayrağının yakılmasıyla verildi.
Zor bir politika, çünkü her ne kadar mülteciler TC’nin kamplarında olsalar da, o kamplarda Arapların onuruyla oynandı. Türkiye’deki mülteciler de öyle sadece “bir kaşık çorbaya muhtaç kişiler” olarak nitelendirilemez. Bu savaşın bir tarafının da TC olduğunu biliyorlar ve kendilerine verilmiş olan sözler var.
Zor bir politika diyoruz çünkü bu mülteciler içerisinde sadece MİT örgütlü değil. MİT’in yanı sıra muhaberatından MOSSAD’ına CIA’ine kadar birçok istihbarat örgütü de bunların içerisinde örgütlü ve gerektiğinde operasyonel hale gelebilir.
Dolayısıyla bu tür konularda “gömlek değiştirir” gibi ya da “dün dündü, bugün bugündür” diyerek politikaların değiştirilmesi zordur. Bunlar tehlikeli taşlardır ve atanın başına düşmesi de her zaman ihtimal dahilindedir. O nedenle de AKP-MHP faşizminin uygulamaya koyduğu bu politika tutması halinde bile astarı yüzünden pahalıya mala olacak bir sonuç ortaya çıkaracaktır. Bu haliyle de her iki açıdan kaybeden yine kendisi olacaktır.
Diğer yandan son günlerde bir yerden düğmeye basılmışçasına, her yerde Alevilere ve Cemevlerine dönük birçok saldırı organize edildi. Cemevlerine dönük saldırıları ve Erdoğan’ın “Alevilere dönük ilgisi” tıpkı Almanya seçimlere doğru giderken, 27 Şubat 1933 tarihinde Hitler’in Gestapoları tarafından Reichstag yangınını andırıyor. Hitler, komünistlere mal ettiği bu yangın sonrası çıkardığı kararname ile kendi partisi (NSDAP) ve yandaşı bir parti (DNVP) dışındaki tüm partilerin seçimlere girmesini yasaklamıştı.
(Günümüz Türkiyesi’nde Hitler’in siyasetinin aynısı yürüten Erdoğan da seçimlere doğru partisi AKP ve ortağı MHP’nin dışında kimsenin seçimlere girmesini izin vermezse şaşırmamak gerekir. Bu mevzu apayrı bir ve esas bir konu olduğundan bunu enine boyuna konuşmayı gerektirir.)
Cemevlerine dönük organize edilen saldırılar sonrası Erdoğan’ın Hüseyin Gazi Cemevi’ni ziyaret etmesi, Hacı Bektaşı Veli etkinliğine katılması, öncesinde 300 Alevi dedesinin Kerbela’ya gönderileceğine dair bilgileri servis etmesi, bir Alevi açılımından ziyade CHP’nin elindeki argümanları elinden alma hamleleri olma gibi bir özellik ihtiva etmektedir.
Peki Aleviler AKP’nin havuç-sopa siyasetine inanırlar mı? Her ne kadar eskiden beri Aleviler her ne kadar kendi içlerinde parçalı ve yine içerisinde de devletle organik bağları olan küçük bir zümre olsa da Alevilerin büyük çoğunluğu örgütlülükleri ve bilinçlenme düzeyleri sayesinde ve AKP’nin DAİŞ gibi radikal dinci gruplarla olan ilişkisini bildiklerinden bu politikaya çok prim vermeyeceklerdir.
Kürt politikasında ise yürürlükte olan “Çöktürme Eylem Planı” ile Kürtlere karşı imhacı, soykırımcı bir top yekün savaş AKP-MHP faşist diktatörlüğü tarafından yürütülüyor. Ve böylesini bir kirli-özel savaş yürütülürken de kendi kamuoyunu Kürt katliamı üzerinden motive etmeye devam ediyor. Sistem içi muhalefetin ve tabanının da yatkın olması nedeniyle buradan kendine ekmek çıkarmaya çalışılıyor. Ancak sistem içi muhalefetin Kürtler karşısında izledikleri politika AKP’den geri kalmadığı için. Pek öyle kolay yoldan ekmek çıkarması da zor görülüyor.
AKP-MHP’nin dış politika üzerinden iç politikayı motive etme siyaseti tutmuyor diye başını CHP’nin çektiği sistem içi muhalefetin politikalarına da evet denilemez. Ortalıklarda muhalefet diye dolananların Kürtlere, Alevilere, solculara, mültecilere, emekçilere, ezilenlere, kadınlara yönelik politikaları nelerdir? Bu sorulara verilecek olan yanıtlarla, onlarında asıl gerçekliklerin doğru görülmesi ve farkında olunması gerekiyor.
Bugün “altılı masa” etrafında bir araya gelenlerin hepsinin geçmişte Alevilerin, Kürtlerin, solcuların, emekçilerin, mültecilerin, kadınları ve ezilenlerin kanında elleri var. “Altılı masa”nın bileşenlerinin tamamı şöyle ya da böyle bu toplumsal kesimlerin kanına, günahına girmişlerdir.
Koçgiri’den Şêx Seîd’e, Zilan’dan Dersim’e ve günümüze kadar birçok Kürt katliamında CHP’nin eli var. Yine birçok solcu, sosyalist ve komünist genci darağaçlarına gönderen askeri faşist darbelerin kendini iktidara hazırlamasında rol oynamışlardır. Yine Maraş, Madımak ve Gazi’ye kadarki Alevi katliamları SHP-CHP dönemlerinde yaşanmıştır; 19 Aralık 2000 cezaevi katliamı DSP iktidarı döneminde gerçekleşmiştir.
Meral Akşener’in içişleri bakanlığı dönemi hafızalardan silinmiş değildir. Aynı şekilde Ahmet Davutoğlu ise daha düne AKP’nin “kudretli” başbakanlarındandı, Cizre bodrumlarında insan yakıyor, yerle bir ettiği Sur’u “Toledo yapacağından” söz ediyor ve bunu yaparken de “devletin kudretini göreceksiniz” diyerek tehditler savurmayı ihmal etmiyordu. Suriye-Rojava konusunda da ise Kürtlere ve bölge halklarına “teslim olun” çağrıları yapıyor ve halkları DAİŞ’le tehdit ediyordu. Madımak Oteli yakılırken Temel Karamollaoğlu’da Sivas belediye başkanıydı ve saldırgan gürühun işini kolaylaştırmak için belediyenin kamyonlarıyla Madımak’ın önüne taş taşınıyordu. Ali Babacan ise daha düne kadar Türkiye’yi neo-liberal ekonomi politikalarına peşkeş çekiyor her yeri ranta açıyordu. Gezi Parkı direnişiyle buna karşı çıkan gençlere açılan davaların sahipleri hem de başta gelenleri arasında yer alıyordu. O direnişçilerin bazıları canlarını yitirdi, bazıları canlarından bir parça verdi ve büyük bir kısmı ise hala cezaevlerinde tutularak yargılanıyor.
“Bunların hepsi Kürtlerin, Alevilerin, solcuların, emekçilerin ve ezilenlerin kanına, günahına girmiştir” derken bu hakikate işaret edilmiş olunuyor. Dolayısıyla iktidarı da muhalefeti de aynı oyunu oynuyor.
Biri dincilik ve milliyetçiliği kullanarak kılıçla, kanla, barutla, silahla bu politikayı uyguluyor; diğeri de benzer argümanlara hareket ederek aynı amaca hizmet ediyor ve sanki diğerinden farklıymış gibi kendini göstermeye çalışıyor. Devletin soykırım saldırılarının zirveleştiği zamanda kendisini nefes borusuymuş gibi sunuyor.
Biri “kötü polisi” oynarken; diğeri “iyi polisi” oynuyor. Biri şiddetle yok etmeye çalışırken, diğeri ise kendisine yedekleyerek sistem içileştirmeye çalışıyor. Böylece demokratik mücadele güçleri yok edilmeye, bertaraf edilmeye ve üçüncü yol stratejisi ortadan kaldırılmaya çalışılıyor.
Böylece Kürtler; CHP’nin “Şark Islahat Planı” ile AKP-MHP’nin “Çöktürme Eylem Planı” arasında tercih yapmaya zorlanıyor; Aleviler CHP’nin katliam politikaları ile AKP’nin Aleviliği dini asimilasyona uğratarak Sünni-İslam eriterek yok etme politikaları arasında tercih yapmaya zorlanıyor.
Dolayısıyla Kürtlere, Alevilere, solculara, emekçilere, solculara, mültecilere, kadınlara ve tüm demokratik kesimlere ne AKP-MHP’nin politikalarının, ne de CHP’nin başını çektiği altılı masanın hiçbir hayrı bulunmuyor. Aksine Solcular, emekçiler, ezilenler ve kadınlar için “kırk satır mı kırk katır mı” kıskacına alınarak, bunlardan birini tercih etme seçeneği anlamına gelmiyor. Bundan öte bir anlam ifade etmiyor.
Bu yönüyle de hem iktidar hem de sistem içi muhalefet kendi arasında; Kürtler, Aleviler, Kadınlar, Sosyalistler, ezilenler, sömürülenler, emekçiler karşısında oynanan oyunun bir parçası olarak “danışıklı dövüş” yürütmüş oluyor.
Cemal ŞERİK
Kürdistan Stratejik Araştırmalar