Sekiz milyar nüfuslu dünyada yaklaşık üç milyar çocuğun yaşadığını biliyor muydunuz?
Her insan önce çocuk olur. Ve her çocuğun da sadece çocuk olduğu için sahip olduğu haklar vardır.
Yaşadığımız dünya, her türlü karmaşayı içeriyor. Bundan en fazla zarar gören de çocuklar oluyor. İnsanlık tarihinin, çocuklar açısından en ağır sonuçları ise 1. ve 2. Dünya Savaşlarında yaşandı. Yaşamını yitiren on milyonlarca insanın, yüz binlercesi çocuktu. Milyonlarca çocuk ise ya yaralandı ya da yurdundan göç etmek zorunda kaldı. İnsanlığın geleceği olan çocuklar, geleceksiz bırakılmak istendi.
İşte bu yüzden BM, 1989’da tüm çocukların, doğuştan var olan haklarının çerçevesini belirleyen ve bunları koruma altına alan, 54 maddelik bir sözleşme hazırladı. Genel Kurulda kabul edildi. İmzaların atıldığı 20 Kasım tarihi de Dünya Çocuk Hakları Günü olarak ilan edildi.
Gariptir; sözleşmeyi hazırlayıp onaylayanlar ise yine çocukların en temel haklarını hiçe sayan devletlerin kendisiydi.
1946’da, savaş mağduru çocukların acil ihtiyaçlarının karşılanması ve korunması için kurulan UNICEF’in denetiminde olan Sözleşmeye bugün, 197 devlet imza atmış bulunuyor. Devlet olarak kabul edilmeyen Filistin, Vatikan, Nieu ve Cook Adaları da sözleşmeyi kabul eden halklar arasında. Ancak ilan edildiği günden bu yana sözleşmeyi hala kabul etmemiş olan iki ülke var: Güney Sudan ve ABD. Somali ise 2015’te imzalayarak en son katılan devlet oldu.
Sözleşmenin imzalandığı yer ABD’nin New York kenti. UNICEF’in merkezi de aynı kentte. Bu çelişkiler yetmezmiş gibi, bazı ülkeler sözleşmenin kimi maddelerine şerh koymuş durumda.
Bunlardan biri de sözleşmeyi 1990’da imzalayıp 1995’te yürürlüğe koyan sömürgeci, soykırımcı Türk devleti. Tüm ülkelerin hemfikir olup tartışılmaz dediği dört maddeye şerh koydu: Bir çocuğun yaşam hakkı, kültür, kimlik ve sosyal hakları, doğrudan katılım hakkı ve ayrım gözetilmeme hakkı. Zaten TC’nin kurgulanışında da bu esasların reddi, hakim değil mi? Türk devlet aklı denince akla gelen “farklılıkların reddi” gerçeği, öyle sanıldığı gibi sadece “büyümüş” insanlara ilişkin değil. Daha çocukluktan başlar. Hatta doğar doğmaz her birey, potansiyel karşıt fikirli olarak ele alınır ve buna göre davranılır. Devlet, burada çocuğun “esas babası” olarak rol üstlenir. Anadan gelen değil, babanın çizdiği doğrultuda büyütülür. Buna karşı gelen ya da karşı gelmesi gerektiğini öğrenen “çocuk da olsa kadın da olsa” -kim olursa olsun- gereği yapılır, yani yok sayılır. Baba bu noktada, çocukluktan itibaren bireyin üzerinde güç kullanımını olağan kılmaya çalışır. Bu da sonuç vermezse soykırım kıskacına alınır. Ve bu böyle devam eder gider. Her kuşakta değişen ve biriken sadece yol ve yöntemler olur. Devletlerin tarihi de salt bundan ibarettir ki Çocuk Hakları Sözleşmesinin temel dört maddesi ve aslında hepsi, devletin uygulayabileceği bir ideayı ifade etmez.
Bir yönüyle bu sözleşme, BM tarihinde yapılan en anlamlı şeydi. Başka da anlamlı bir şey yaptığı söylenemez. Umutların yeniden yeşermesi için bir fırsattı. Fakat sözleşmenin imzalandığı günden bugüne değişen pek bir şey olmadı. UNICEF’in 2017’deki raporuna göre, her gün 17 bin çocuk ölüyor.
Afrika’dan Asya’ya, Avrupa’dan Amerika’ya dek her gün çocukların öldürüldüğü, kaçırıldığı, istismar edildiği ya da köle olarak çalıştırıldığı haberleri geliyor. Süregelen 3. Dünya Savaşının merkezi olan Ortadoğu ve Kürdistan’da da çocuklar, başta sömürgeci ve soykırımcı Türk devleti olmak üzere, ona bağlı çeteler ve diğer sömürgeci devletler tarafından katlediliyor, yurtlarından ediliyor, sakat bırakılıyor…
Halklar Önderi Abdullah Öcalan ise çocukların, devletlerin insafına bırakılmayacak kadar değerli olduğunu söylüyor: “Hiyerarşik ve devletçi toplumun çocuklara yaklaşımının çok çarpık yönlerini açığa çıkarmak büyük önem taşımaktadır. Çocukların anadan ötürü doğru temelde eğitilmemeleri, sonraki tüm toplumsal gidişatı çarpık ve yalancı kılar (Bir Halkı Savunmak)”. Bu anlamda çocuklarını devlet aklından koruyamayan toplumlar, geleceklerini inşa edemez, özgürleşemez demek yanlış olmasa gerek. Zira Önder Öcalan, kendi çocukluğunu anlatırken sürekli özgürlük arayışında olduğunu dile getiriyor. Ama bundan önce, o sözleşmeye imza atan aklın çocukluktan itibaren nasıl yaralar açtığını da ortaya koyuyor: “Kendi dilinde yazamayan, dilini kullanamayan bir halk toplumu, hor görülmeye layıktır! Bu olgunun çocuk ruhumda gittikçe derinleşen bir yara açması kaçınılmazdı (Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü)”.
Önder Öcalan’da açılan yara, onun özünde var olan özgürlükçü tavırla birleşince, bugün milyonlara ulaşan, evrenselleşmiş büyük bir devrim hareketine dönüştü. Bir yaşam anlayışına, felsefeye ve nihayetinde somutlaşan bir paradigmaya evrildi. Bugün Rojava, Şengal, Maxmur başta olmak üzere, bunca saldırının arkasında yatan sebep de Önder Öcalan’ın kendi deyimiyle “çocukluğuna ihanet etmemesi” idi.
20 Kasım 2019, yine çocukların haklarının ihlal edildiği bir başka yıldönümü oldu. Her şeye rağmen dünya halklarının sürdürdüğü mücadele, özgür kız ve erkek çocukların büyümesine ve birer özgürlük arayışçısı olmalarına sunulan tek büyük fırsatı temsil ediyor. Rojava başta olmak üzere Kürdistan’ın her yerinde devam eden mücadele ise “çocukluklarına ihanet etmeyen”lerin zaferini ifade ediyor; zaferi şimdiden ilan ediyor. Özgür çocuklar ve özgür gelecek için 20 Kasım’da da Kürt, Arap, Ermeni, Süryani çocuklarının onur direnişi devam ediyor. Sadece 20 Kasım değil, her gün çocukların günü olacaksa ve çocukların hakları korunup uygulanacaksa bu, yalnızca direnerek ve kazanarak olacaktır.