Koronavirüs salgını, üzerinde daha ciddi düşünülmesi gereken birçok yeni sorunu beraberinde getirmiştir. Bulaşıcı ve öldürücü virüsün bu yeni gündem maddelerini de bulaştırması sağlıklı bir gelecek için yararlı olabilir.
Hastalık tüm insanlığı ayrım yapmadan etkilemektedir. Ölüm tehdidi sınıfına ve mevkiine bakmadan herkes için geçerlidir. Ancak sebepleri ve sonuçları üzerindeki tartışmalarda bu ‘adaleti’ pek göremiyoruz. Bu konuda en genel manada insanlığın ikiye bölmüş olduğu görülmektedir; Devlet ve toplum. Devleti, genel tabirle sermayedarlar, sermayedarlarla toplum arasında sistem lehinde bilerek ve isteyerek çalışan daha geniş kesim olarak tanımlayabiliriz. Kahir ekseriyeti ücretli ya da sınırlı mülkiyetlerini kullanarak geçinmeye çalışan yüzde doksan dokuzluk kesimi ise toplum olarak adlandırabiliriz. Bu iki kesim adına konuşanları ise kapitalizmi isteyenler ve istemeyenler olarak ele alabiliriz.
Devletin koronavirüs tehlikesini anlatırken başvurduğu yöntem, soğuk savaş döneminde NATO’nun kurumsallaştırdığı Psikolojik Savaş konseptini çağrıştırıyor. Özel Savaş ve onun özellikle psikolojik boyutu, çok yoğun propagandalarla yalanı doğrunun yerine koyarak verip gerçekleri tersyüz ederek, haklıyı haksız, haksızı haklı gösterme savaşıdır. Ki bu politika halen belli biçimlerde fakat hayatın her alanını kapsayacak şekilde sürdürülüyor. Bu da günümüz psikolojik savaşının çok fazla hissettirilmeden yapılıyor olmasına yol açıyor. Ancak son aylarda koronavirüs salgını ile tek bir konuya odaklı yapıldığı için çok daha kolay hissedilebiliyor.
Koronavirüs salgının neden ve nasıl çıktığı üzerinde yapılan tartışmalar genel olarak insanlığı ikiye bölmüştür. Her kesim durduğu yerin gereklerine göre bu sorunu ele alıyor. Büyük sermaye şirketlerin medyası ve sermaye şirketlerine para karşılığında çalışan ‘bilim insanları, aydınlar, gazeteciler vd…’ topluma farklı ‘bilimsel bilgiler’ enjekte ediyor. Asıl sorumlu olarak hepimizi gösteriyor. İletişim araçlarının diğer kanalarını kullanmaya çalışan toplum içindeki sistem karşıtları ise olması ve verilmesi gereken toplumsal bilim bilgilerini paylaşmaya çalışıyor. Devlet biyolojik-tıbbi bilgilerle insanlarda korku yayıyor ve hapsolmayı normalleştiriyor. Büyük paralarının olduğunu söyleyerek virüse karşı kağıttan bir set örmeye çalışıyor. Virüse karşı para ile mücadele ederek sonuç alacağını söylemek Türk camilerindeki duanın kapitalist biçimi oluyor. Devletin hastalık günlerini NATO’nun özel savaş, psikolojik savaş yöntemi ile anlatılıyor derken tam olarak bu gerçekliği kastetmeye çalışıyoruz. Bu salgının biyolojik-tıbbi nedenlerini, salgın günlerinin sosyo-psikolojik ortamını hakim sistemin gerçekleri ile anlatan her yaklaşım virüs kadar geleceğimiz üzerinde tehdit oluşturuyor. Demokratik ekolojik yaşama saygılı ve duyarlı kesimlerin anlatmaya çalıştığı da tam olarak bu tehlikenin önüne geçmek oluyor.
Şimdiye kadar ulus devletin ve sermayenin resmi anlatımları içinde bu hastalığın neden ve nasıl ortaya çıktığı ve yayıldığı gerçekliği gündeme gelmemiştir. Bu kesimin görüşleri içindeki neden ve nasıl sorularının cevabı biyolojik bilgilerle sınırlıdır. Sanki yaşadığı organizmalardan ayrılma zamanı gelmiş bir virüsün etrafa yayılması ile ortaya çıkmış bir hastalık gibi anlatılmasına özen gösteriliyor. Birinci yaklaşımımızın doğruluğunu ispatlayan ikinci gerçeklikse ABD-AB sistemleri ile Çin mukayesesi yapılarak propaganda edilmesidir. Hastalıkla mücadele bize gelecekte küresel egemen gücün kim olacağı şeklinde propaganda edilerek ya ABD ya da Çin tarafını tutmamız isteniyor.
Oysa ki sonuçlarını bildiğimiz salgınların hemen hepsinin kapitalist sistemin toplumsal yaşamı değiştirmeye başlaması ve nedeni ne olursa olsun milyonluk şehirlere yol açan nüfus hareketlerine yol açması ile doğrudan bağlantılı ortaya çıktığı görülmektedir. 1500-1900 arası salgınların genelinin, yetersiz beslenme, yaşam alanlarının sağlıksız oluşu ve temizlik için gerekli su ve diğer olanaklardan yoksun olmanın neden olduğunu biliyoruz. 1900’den sonraki salgınların öldürücü olmalarınınsa kapitalist modernitenin (ki en tehlikelilerinin HIV ve Koronavirüs olduğu görülüyor) bağışıklık sistemimizi bozan beslenme ve hareket etme kültürümüzü tahrip etmesi ile doğrudan ilişkili oldukları biliniyor. Bu hastalıklar bize toplumsal yaşamın belli bir konfor eşiğinin olması gerektiğini haykırıyor.
Başta Korona olmak üzere, viral hastalıklara yol açan canlı organizmalar doğada zaten varlar. O zaman sorulması gereken soru bu virüslerin neden kapitalist sistemin yayılmasına paralel toplu ölümlere yol açmaya başladığı olmalıdır. İşte psikolojik savaş yöntemleri kullanılarak üstü örtülmeye çalışılan gerçeklikler tam da bu noktalarda ortaya çıkıyor.
Yaşadığımız son salgını doğanın kapitalist sistemle savaşı biçiminde ele alan yaklaşımlar en doğrusudur. Toplum, doğayı yok eden kapitalist sistem saldırılarına karşı mücadele etmeyince doğanın kendisi devreye girmiştir. Daha da girecektir. Doğa büyük adalet sahibidir. Hem kendisini tahrip eden sistem sahiplerinden hem de bu tahripkarlık karşısında sessiz kalan toplumun kendisinden intikam almaktadır. En basit deyimle bizleri uyarmaktadır.
Doğanın bu savaşında bir konunun gözden kaçırıldığı görülüyor; Bu savaşta kapitalist sistemde çıkarı olmayan yüzde doksan dokuzluk kesimin doğanın mı kapitalistlerin mi safında yer alması gerektiğinin yeterince tartışılmaması konusu. Bu soru bizi toplumun bu hastalık sürecinde nasıl davranması gerektiği meselesi ile yüz yüze getiriyor. Dolayısıyla ilk elden bunu netleştirmemiz gerekir. Bunun için anti-kapitalis tüm renklerin, gurupların kesimlerin yani Hepimiz diyebileceğimiz bizlerin kendi imkanlarını birleştirerek bu mücadeleye katılması gerekir. Ve en başta da ortak tartışma platformları yaratmalı, anti kapitalist görüşlerimizi birleştirmeliyiz. Salgının biyolojik-tıbbi nedenleri kuşkusuz ki tartışılacaktır. Bu sayıca daha ağır olacak ölümleri engellemek için gereklidir. Ancak salgının kapitalist modernitenin ideolojik-politik saldırıları ile arasındaki bağı görmez isek sermayedarlar Türk cumhurbaşkanının utanmadan söylediği gibi bu krizden de ‘para kazanmak’ isteyecektir. Kapitalistlerin ‘krizi doğru yönetmek’ kavramını tam da bu günler için icat ettiğini unutmamalıyız. Sadece sayıca ağır ölümlerin olmaması için değil bir daha böyle büyük sorunlarla yaşamlarımızı hapsetmeye yol açabilecek her türden salgını engellemeye odaklanmak daha doğrudur. Bunun da yolu elimizde birkaç ay öncesine göre daha somut ve çarpıcı geçmiş olan anti kapitalist mücadelenin ekolojik, kadın özgürlüğü, demokratik toplumsal yaşam argümanlarını daha geniş kesimlere anlatmaktan geçer. Daha somut olarak da 1980’lerden itibaren moda gibi sunulmakta olan sağcı-neoliberal-dinci-milliyetçi her türden baskıcı rejimlerin nelere yol açtığını çok daha geniş kesimlerin anlayacağı dilden anlatmamız gerekir. Kısacası salgın demokratik ekolojik hareketin mücadelesinin ne kadar doğru ve haklı olduğunun anlatılması için de çok güçlü argümanlar sunmuştu