2. Dünya savaşından sonra Dünya’nın hakimi olarak beliren ABD, yeni yüzyılda da hakim olarak kalabilmek için belli projeler üretiyor. Ürettiği projeler bir yandan Asya’yı ABD’ye bağlı kılıyorken, Avrupa ve Orta Doğu ülkeleri de bağımlı kalmaktan payını almaktadır.
Öncelikle Asya’ya yönelik uzun yıllara varan Rusya ve Çin’i “Yeşil Kuşak” olarak adlandırılan projesiyle çevrelemek isterken bu projesini İslamiyeti kullanarak yapacağını göstermişti. Bu doğrultuda Asya ve Avrasya’da gerçekleştirdiği ilişkilerde ortaya çıkan islami gruplara destek vermeyi ihmal etmemiş hatta kendi desteğiyle birtakım gruplar oluşturup bu güçleri tehdit unsuru olarak kullanmıştır. Bu projenin başarıya ulaşması yolunda Orta Doğu’ya hakimiyet kurmak da, önemli olmaktadır. ABD için Orta Doğu’yu ilgi çekici kılan husus sadece bu projenin başarıya ulaşmasında etkin bir yol haritası oluşu değil, yeraltı zenginlikleridir de.
Orta Doğu, zengin petrol ve doğal gaz rezervlerine sahip bölgedir. Mevcut çıkartılan ve kullanılan petrol, bünyesinde bulundurduğu rezervin sadece bir kısmıdır. Zengin petrol ve doğal gaz yatakları bulunup, geleceği belirginleşmemiş bölgelerdeki rezervler çıkarılabilmiş değil ve o bölgelerde süren çatışmaların temel nedenlerinden biri de bu rezervler olmaktadır.
Araştırmalara göre Avrupa Birliği ülkelerinin gelecekte Doğal Gaz ve Petrol ihtiyacında önemli artış beklenmekte. Ve bu artışın karşılanabilmesi adına da bu bölgede yer kapma uğraşları görülüyor. ABD’nin liderlik ettiği AB ülkelerinin bu ihtiyacı karşılaması için önünde bulunan 2 yoldan birini seçmek durumunda kalmaktadır. Bunlardan ilki ABD’ye tam bağımlılık, diğeri de en büyük rakip Rusya’ya bağımlılıktır. AB’nin önünde bu iki yolun oluşu ABD’yi de haliyle hareket etmeye zorlamaktadır.
ABD’nin Projeleri, İttifakları ve Rakipleri
Eski çağlarda insanların doğadan elde ettikleri madenlere göre içinde yaşadıkları dönemi “Tunç Çağı”, “Bakır Çağı” şeklinde adlandırmaları bu kaynakların o dönemde ne derece önemli olduklarının bir göstergesidir. O halde 20. ve 21. yüzyılı da “Petrol Çağı” olarak adlandırmak yanlış olmayacaktır. Enerjinin bu kadar önemli hale geldiği çağımızda, Ortadoğu’ya hükmeden güç enerjiye de hükmedecektir. Enerjiye hükmeden ise ekonomiye, ekonomiye hükmeden ise dünyaya hükmedecektir. Netice olarak Ortadoğu’ya hükmeden dünyaya da hükmedecektir. Bundan dolayı herkesin dikkati Ortadoğu’dadır ve kesin olan ise; büyük güçlerin hiçbir zaman Ortadoğu’yu kendi haline bırakmadığıdır.
Ekono-Emperyalizm’in 2. Dünya Savaşı sonrası lideri ABD, Yeni Dünya Düzeni’nde de liderlikte kalabilmek adına hem Dünya’da hem Orta Doğu’da Ekono-Terör politikalarına sarıldı. Güç dengeleri sürekli hareket eden bir zemin üzerine inşa olmuştur. Bu bakıma kimi zaman ona sahip olana kimi zaman da onu ele geçirmeye çalışana karşı artçı sarsıntılar yaşatabilmiştir. 3. Dünya Savaşı dediğimiz bu savaşta yaşanan ise, artçı bir sarsıntıdan öte, yıkıma kadar götürebilecek bir şiddette seyrediyor. Güç dengeleri yıkıma uğrama-el değiştirme durumu ile karşı karşıyadır. Bunun ilk elden etkilenen ülkeside haliyle ABD olmaktadır. En azından bu öngörüye sahip olduğunu bildiğimiz ABD’nin, gücünü inşa ettiği bu sürekli hareket halinde olan bölgeye yönelik aldığı tedbirleri de görmek gerekli. Zira güç’ü bir sistem olarak ele alıp bu çerçevede baktığımızda hiç kimsenin onu elden kaçırmak istemeyeceği ve elde etmek için herşeyi yapabileceği bir hakikat. ABD, gücü elinde tutmak istiyorsa, mutlaka bir yenilik getirmelidir. Gücü ele geçirmek isteyen ise, kesinlikle ABD’yi devirmelidir.
ABD’nin Ortadoğu Politikaları
Hegemonya peşinden koşan Amerika da sömürgeci bir güç olmaya ve eski dünyanın işlerine karışmaya başladığı 20.YY başlarından itibaren Ortadoğu ile yakından ilgilenmektedir. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, bölgedeki petrolden pay elde etme. Bu temelde, savaş sonrasında ABD’li petrol şirketlerinin imtiyaz elde etme girişimine başladıkları görülmüştür. 1928’de Yakındoğu Kalkınma Şirketi’nin (Near East Development Company) oluşturduğu konsorsiyum ile Kırmızı Çizgi Anlaşmasıyla (Red Line Agreement) Irak topraklarında faaliyet gösteren İngiliz şirketi, Türk Petrol Şirketinin (Turkish Petroleum Company) %23,75’lik hissesini almayı başarmıştır. ABD’nin bu çabaları İkinci Dünya Savaşı sonrasında da devam etmiştir.
Ortadoğu’ya tam yönelimi ise İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı dünyasının lideri olarak dünya hegemonu olduğunu ilan ettiği dönemde gelişti. Önceki konu başlıklarımızda da değindiğimiz gibi Rusya ile girilen Soğuk savaş döneminde yürütülen dış politikalarının en can alıcı uygulama alanı Ortadoğu olmuştur. Müslüman ülkelerden oluşturulan “Yeşil Kuşak” projesi ile “Sovyetler” kuşatılmaya çalışıldı. ABD’nin 1947’de ilan ettiği Truman Doktrini, 1950‟lerde kurulan Bağdat Paktı ve ilan edilen Eisenhower Doktrini, ve Irak’ın Sovyet cenahına geçmesiyle kurulan Ankara merkezli CENTO ile Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’ya müdahalesinin önüne geçilmesi hedeflendi. Soğuk savaş döneminden 2. Dünya savaşına kadar Amerika’nın Ortadoğu politikası doktrinlere sahne olurken; soğuk savaş yıllarında üstlendiği Batı Bloku liderliğini iyi bir şekilde yerine getirmesi için ekonomik ve stratejik öneme sahip olan petrole sahip olması gerekiyordu. Soğuk Savaş sonrasında Amerika, ‘Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’’ diye adlandırdığı ve dünya sistemindeki tüm ülkelerde Serbest Piyasa Ekonomisine bağlı, liberal değerleri benimsemiş parlamenter demokratik siyasal modelin hâkim kılınmasını içeren bir hareket benimsemiştir. Bu zenginliğin ana merkezinin de Ortadoğu oluşu Amerika’nın ve diğer hegemon güçlerin savaş sahasına dönüşmesine neden olmuştur. ABD’nin Ortadoğu bölgesine ilişkin dış politika anlayışını ortaya koyan durumları sıralayacak olursak; İlki yukarda da belirttiğimiz gibi ABD’ye liderlik yapmış isimler ile anılan doktrinlerdir. Bu doktrinlerden bir tanesi de ABD’nin 33. Lideri olan ve 1945-1953 yılları arasında iktidarda olan Harry S. Truman’dır. Truman, bu dönemlerde Türkiye’nin ve Yunanistan’ın yardıma ihtiyacı olduğunu ve bu devletlere yardımın yapılmadığı zaman ise hürriyetlerini kaybedeceklerini belirtmiştir. Bunu üzerine Ortadoğu ülkelerinden olan Türkiye ve Yunanistan’a 400 milyon dolar ek yardımın yanında, askeri ekipman ve ordu dizaynı için yardımlarda bulunmuştur.
ABD’nin Ortadoğu bölgesine olan ilgisini gösteren bir diğer gelişme Süveyş Krizi’nde sergilemiş olduğu tavırla belirginleşmiştir. 1859-1869 yılları arasında inşa edilen Süveyş Kanalı, İngiltere için çok önemli bir yere sahiptir. Kanal’ın İngiltere için önemi 1956 yılına kadar sürmüştür. 1956’da Mısır’da milliyetçiliğin yükselmesi, paralel olarak aynı tarihte Mısır’da iktidara gelen Cemal Abdul Nasır’ın Süveyş Kanalı’nı millileştirme hamlesi, başta İngiltere olmak üzere Batılı devletlerin tepki göstermesine neden olmuştur. 1956’da İngiltere ve Fransa’nın, 1957’de İsrail’in Mısır’dan çekilmeleri, Mısır Devlet Başkanı Nasır’ın milli kahraman gibi görünmesine neden olmuştur. Bu gelişme ile İngiltere’nin bölgede itibar kaybına uğradığı görülmekle birlikte, ABD’nin de Ortadoğu bölgesinde yaşanan olaya fiili olarak dâhil olduğu gözlenmiştir. Bu vesile ile ABD’nin diplomatik ve ekonomik güç kullanarak Ortadoğu’da etkinliğini artırmak istemiştir.
ABD’nin Ortadoğu bölgesine olan ilgisini gösteren üçüncü gelişme ise İsrail’dir. İsrail devleti, 1948’de bağımsız bir devlet olarak Filistin’de ortaya çıkmadan önce ABD Kongresinde 1922’de alınan kararda ABD’nin İsrail’e ulusal bazda desteğini gösterirken, bu desteğin ABD tarafından uluslararası mecraya duyurulması ise 1947’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda ‘Taksim Planı’nın oylaması sırasında resmedilmiştir. Öte yandan İsrail devletinin bağımsızlığını ilan etmesiyle birlikte ABD’nin yaklaşık on dakika içerisinde bu yeni devleti tanıması, bu devletin arkasında olacağının açık bir işareti olmuştur. Bu işarete ilişkin diğer örnekler ise ABD’nin İsrail’e sağlamış olduğu maddi, askerî teknoloji yardım ve Arap-İsrail Savaşlarındaki (1967 ve 1973) desteklerdir.
ABD’nin Ortadoğu bölgesine olan ilgisini gösteren dördüncü gelişme, Soğuk Savaş döneminde, ABD’nin Suriye devleti ile olan gergin ilişkileridir. 1946’da Suriye Arap Cumhuriyeti’nin bağımsızlığı elde etmesi sonrasında İsrail karşıtı ve Sovyetler Birliği’ne yakın bir politika izlemesi ve Suriye’nin jeostratejik önemi, ABD’nin Suriye konusunda temkinli yaklaşmasına neden olmuştur. Suriye’nin Sovyetler Birliği ile ilişkilerinin özellikle 1970’te Hafız Esad’ın Suriye’de iktidarı ele geçirmesiyle birlikte derinleştiği görülmüştür. Bu sayede Sovyetler Birliği geçmişte sıcak denizlere inme politikasını uygulama fırsatını elde etmiştir. Rusya’nın Hafız Esad döneminde Suriye ile yakın ilişkiler geliştirmesi ABD’nin Ortadoğu’daki hakimiyeti için tehlike arz eden bir gelişme olmuştur.
ABD’nin Ortadoğu bölgesine olan ilgisini gösteren beşinci gelişme ve aynı zamanda ABD’yi Sovyetler Birliği ile rekabette Ortadoğu’da avantajlı bir hale getiren durum ise 1979’da İsrail ile Mısır arasında “Camp David” Antlaşmasının imzalanmasıyla yaşanmıştır. Bu antlaşma sonrasında, Mısır’ın ve Sovyetler Birliği’nin daha önce imzalamış oldukları “Mısır- Sovyet Dostluk Antlaşması” sebebi ile Sovyetler Birliği gemilerinin Mısır Limanlarından faydalanmasını içeren imkânları kaybetmesine ve Sovyetler Birliği’nin Akdeniz’de sahip olduğu avantajı yitirmesine neden olmuştur.
ABD’nin Ortadoğu bölgesine olan ilgisini gösteren ve Bölge’ye dair politikasını etkileyen altıncı gelişme ise 1979’da İran’da yaşanan devrimdir. Bu devrim sonrasında ABD bölgede önemli bir müttefikini kaybetmiştir. Bu gelişmeyle İran’ın dış politikada Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti ile yakınlaştığı görülmüştür. ABD’nin Ortadoğu bölgesine olan ilgisini gösteren ve bölgedeki kazanımlarını tehlikeye atan bir diğer gelişme ise 1979’da Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal etmesidir. Bu işgal ile ABD’nin Ortadoğu bölgesindeki stratejik, ekonomik ve siyasi çıkarları risk altına girmiştir.
ABD’nin Ortadoğu politikasında etkili olan sekizinci gelişme 1980-1988 yılları arasında yaşanan Irak-İran Savaşı’dır. Bu savaş, petrol tesislerinin zarar görmesine, üretimin düşmesine ve fiyatların artmasına neden olmuştur. ABD’nin bölgesel dengelerin İran lehine değişmesini engellemek adına Irak’a destek verdiği görülmüştür.
Genel olarak, Ortadoğu petrollerinden pay elde etme amacıyla bu bölgeye doğru artan Amerikan ilgisi zaman içerisinde Amerikalıların doktrinleri ile ‘Amerikan Yayılmacılığı’ halini almıştır. Gerek Ortadoğulu aktörlerin hareketleri gerek bölge dışı aktörlerin politikaları ve Soğuk Savaş ekseninde uzun soluklu bir mücadeleye sahne olan Ortadoğu’da ABD, baskın bir karakter ekseninde politikalar üretmiş ve Ortadoğu güç mücadelesinde etkili bir aktör olmuştur.
11 Eylül ve Orta Doğu’da ABD
11 Eylül 2001 tarihi hem uluslararası ilişkiler hem de ABD’nin Soğuk Savaş döneminden itibaren izlediği stratejiler açısından önemli bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir. 11 Eylül sonrasında Amerikan dış politikasının temel felsefesini oluşturan ‘Bush Doktrini’ açıkça dünyayı soğuk savaş yıllarında olduğu gibi ikili bir ayrıma tabi tutmaktadır. ABD’nin geliştirdiği bu yeni stratejiyi 11 Eylül ile birlikte Afganistan’da Taliban’a, Irak’ta Saddam’a yönelik hamlelerin yanı sıra bu terörü desteklediğini düşündüğü belli başlı ülkelere yönelik sert bir tutum takındığından görmekteyiz. ABD dünya petrol rezervlerinin büyük bir çoğunluğunu bulunduran Irak’ı işgal ederek Irak petrollerini ele geçirmiş ve batıya daha kolay ulaşmasını sağlamıştır ve dünya hegemonyalığını büyük bir oranda perçinlemiştir.
Bugün yine ekonomik ve siyasi pastadan en büyük payı almayı hedefleyen Amerika ve büyük payı kaptırmak istemeyen AB, Rusya, Çin ve Japonya arasında mücadele yaşanmaktadır. ABD 11 Eylül sonrası dünya üstünlüğünü sağlamlaştırmak amacıyla bölge petrollerini hâkimiyeti altına almış ve bundan da en büyük pastayı Amerikan petrol şirketlerine bırakmıştır. Bütün bu gelişmeler, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde bir bir hayata geçirilmiştir ve bu süreç halen devam etmektedir. ABD’nin, Afganistan ve Irak’tan sonra yeni hedefleri haline gelen ve nükleer çalışmaları dolayısıyla İran ve Suriye’yi hedef alacağı yönünde yorumlar yapılmaktadır. Ama dünya kamuoyunda yapılan tartışmalara bakarsak Beyaz Saray‘ın Irak operasyonu bitmeden ve dünyadaki konjonktür gereği bu işe kalkışamayacağı yönündedir. ABD’nin demokratikleşme söylemleri ile girdiği Afganistan ve Irak’ta kaos ortamı ve iç çatışmalar devam etmektedir. Dünyada var olan uluslararası sistem gereği ve ABD’nin sisteme hâkim olma çabaları nedeni ile genelde Ortadoğu özelde de Irak’ta çatışma ve kargaşanın uzun bir müddet daha dinmeyeceği gözükmektedir.
Yarın: 6. Bölüm; Orta Doğu’da Rusya ve Çin
Militan RÊHAT | Firat ALİ
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi