29 Nisan 2013 Pazartesi Saat 08:12
OSMANLI’DA HALK HAREKETLERİ
Sınıfların ortaya çıkışıyla birlikte, insanlık tarihi, ezen ile ezilenlerin mücadele tarihi olarak günümüze kadar gelmiştir. Her toplumsal sistemin şekillendirdiği sınıflarda egemen olan, kendi iktidarını korumak için en despotik yönetim biçimlerini geliştirirken, ezilenler de mevcut sömürü ve baskıdan kurtulmak için, canlarını ortaya koyarak sınıfsal varlıklarını ifade etmeye çalışmışlardır. Bu, halklar açısından da böyledir. Tarih boyunca halklar, ya kendi egemenlerine ya da sömürgeci yabancı egemenlere karşı amansız bir mücadele içinde tarihin gerçek yapıcıları olmuşlardır. Bu çelişki temelinde çıkan çatışmalar, insanlığı ilk sınıflı topluluklardan günümüze taşıyan, tarihsel gelişmelere ket vurmak isteyen her dönemin gericiliğine karşı, emek, can, kan pahasına ilericiliğin ve gelişmenin dinamosu olmuştur. Modern sınıfların ortaya çıkmasına kadar olan binlerce yıllık süreçte ezilen sınıf ve halkların sömürü ve talana karşı mücadelesi belki yeryüzünden sömürü ve talanı kaldıramamış, ama günümüzde iktidar ve ulusal kurtuluş mücadelesi veren sınıf ve halklara güçlü bir zemin yaratmıştır.Varlığını güçlü askeri örgütlenmesine dayanarak talan ve ganimetle sürdüren, sınıflaşmasını askeri temelde ve üretim dışında gerçekleştiren Türker’de, sınıflaşmayla birlikte sınıf mücadelesi de başlamıştır. Talan ve ganimetin azaldığı zayıf düştükleri dönemlerde içte, güçlü çatışmalar yaşamışlardır. Bu çatışmalar boylar arasında veya boy içinde beylik mücadelesi gibi bir görünüm arz etse de, gerçekte yoksul bozkır Türk’ünün cılız da olsa kendisini ifadesidir.
Türker’in büyük göçler sonucu boylar halinde Anadolu’ya gelerek toprağa yerleşmeleriyle birlikte, sınıflaşma ve çelişkiler netleşerek, çatışmalar şiddetlenmiştir. Marmara ve Rumeli merkez olmak üzere, insanlık tarihinin gördüğü en despotik imparatorluklarından biri olan Osmanlı, büyük oranda başka halkların yarattığı değerlerin talanı temelinde kurulmuş ve varlığını bu zeminde sürdürmüştür. Köksüz bir yapı zayıf bir sosyo-ekonomik ilişki ve kültürel şekillenmeye yol açtığından, Osmanlı egemenleri işgal ettikleri halkların kendi gericilikleriyle bütünleşen yanlarını alarak, devlete kozmopolit bir karakter kazandırmışlardı. Devlet olarak büyüdükleri oranda kendi halkına yabancılaşan Osmanlı egemenleri, Türk halkı üzerinde de korkunç bir baskı ve sömürü geliştirerek varlıklarını sürdürmüşlerdir. Türkleşmiş Anadolu’yu adeta yeniden fethederek, halk reayalaştırılmıştır. Türk halkı Osmanlı egemenlerinin taht kavgalarının yarattığı otorite boşluğu veya sömürü ve baskının dayanılmaz hal aldığı dönemlerde merkeze karşı ayaklanma, yerini yurdunu terk ederek dağa kaçma, eşkıyalık vb. gibi yöntemlerle tepkisini dile getirirken, yer yer güçlü direnişler yaratarak gününüze değerli miraslar bırakmıştır.
İşte bu ayaklanmalardan biri de Şeyh Bedrettin isyanıdır. Yıldırım Beyazıd’ın Timur ordusu karşısında aldığı yenilgiyle birlikte Moğollar, Anadolu’ya çekirge sürüleri gibi yayılarak talan edip, yakıp yıkmıştır. Osmanlı egemenlerinin yıllardır yürüttüğü bitmez tükenmez talan savaşlarının yükünü omuzlamaktan bitap düşen Anadolu halkı, Ankara Savaşı yenilgisi arkasından Moğol talanları nedeniyle yaşayamaz hale gelmiştir. Buna, Osmanlı şehzadeleri Musa ve Çelebi kardeşlerin taht kavgası da eklenince, mevcut otorite boşluğundan yararlanarak isyan etmişlerdir.
İsyana, görüşleriyle önderlik eden Şeyh Bedrettin, bir Osmanlı müderrisi olan İrail Bey’in oğludur. Dönemin ünlü tasavvufçuları yanında yetişen Şeyh Bedrettin, Musa Çelebi’ye kazaskerlik yapmış, ancak onun yenilgisiyle birlikte İznik’e sürülmüştür.
Dönemin en ünlü düşünür ve toplum bilimcisi olan Bedrettin’in görüşleri derleme niteliğinde olan “Varidat” adlı kitapta dile getirilmiştir,
Yaşadığı çağın koşullan nedeniyle görüşlerini tümüyle açıklamayan, oluşacak tepkilerden çekinen, bu nedenle dinsel ve dolambaçlı bir yoldan halka ulaşmaya çalışan Şeyh Bedrettin, bu tutumunu şöyle açıklıyor:
“Gerçek tasavvufçu, hiçbir insan gözünün görmediği, hiçbir insan kulağının işitmediği, hiçbir insan gönlünün sezmediği şeyleri bilir. Onları halka, kafalarının alabileceği uygun bir şekilde anlatır. Ama aslını, içinde gizler. Eğer halk bunları öğrenirse, kendisini öldürürler. Dolayısıyla, onlara gerçekler hemen açıklanırsa, tabiatları onu kabul etmekten ürker açıklayanlara da sapık ve kafir gözüyle bakarlar”. (Ç. Yetkin, Türk Halk Hareketleri ve Devrimler, sf. 86-87)
Şeyh Bedrettin’in müritleri olan Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal, onun düşünceleri doğrultusunda yaptıkları propagandalar sayesinde, halkı etraflarında toplayabilmişlerdir. “Eğer halk bunları öğrenirse kendisini öldürürler” deyimi, halktan çok Osmanlı egemenleri için geçerlidir. Şeyh Bedrettin’in çekindiği aslında askeri feodal devlettir. Musa Çelebi’nin kazaskerliğini kabullenmesinin altında bu çekince ve düşüncelerini üstten bir müdahaleyle yaşama geçirme olabilir.
Ancak yine de yaşadığı son dönemle birlikte düşünülürse, çekincelerine rağmen şu sözleri çok önemlidir:
“insanlar Müslümanlıktan önce, somut bir puta taparlardı, çağımızda hayali bir puta tapıyorlar. Belki bir gün Hak kendini gösterir de, Hak olarak ona taparlar”, biçimindeki sözleriyle maddeci anlayışını çağın çok ilerisinde bir öngörüyle ortaya koyuyor. Cennet, cehennem gibi kavramları “hayal” olarak değerlendirerek reddediyor. Yine ölümden sonra dirilişi kabul etmeyerek, reddediyor. “Cisim kalkarsa, ne ruhlardan ne de soyut varlıklardan iz kalır”, sözleriyle tanrıyı insanoğlunun kendisinin yarattığını ifadeye çalışıyor.
“Sebepler varsa iradenin kendini göstermesi kaçınılmaz olur bu da eylemleri kaçınılmaz kılar”‘, sözleriyle çelişkilerin çözümünde somutu tahlil eden, insan iradesinin çözüm gücünü öne çıkaran Bedrettin kaba da olsa materyalist düşünceleriyle, dönemin karanlığına ışık olmaya çalışıyor. Bu felsefi düşüncelerine uygun siyasal bir kişilik, yaşam tarzı ve eylemleriyle geleceğe paha biçilmez değerler bırakıyor. Şeyh Bedrettin’in siyasal görüşlerinin özü Varidatda şöyle dile getiriliyor:
“insanlar, birbirlerine tapıyorlar ya da paralara, altınlara, yiyeceklere, üne, şana …” “Kelamcıların yüce tanrı kafirlerin kafir, zalimlerin de zalim olmasını diledi… sözleri doğru değildir. Salt cahilliktir” sözleri kendi içinde mistisizmi taşısa da, sınıflaşma olgusuna ibaret ederek, bunu ve varlığını sürdürmesinin felsefesini reddediyor.
Dönemin şeyleri gibi “tekke köşelerinde, post üstünde” pinekleyen değil bilimsel ve maddeci görüşleriyle halk içinde yaşayan, döneminin gerçek bir aydını, bir halk adamıdır. Bir atasözü gibi günümüze kadar ulaşan, “ben de halümce Bedreddinem” deyişi onun halkla ne kadar iççice olduğunu gösteren ve günümüz ‘Aydın’larına yol gösterecek nitelikte bir yaşam ve eylem sahibi olduğunun ifadesidir.
Şeyh Bedrettin’in müritleri olan ve halk arasında Dede Sultan diye bilinen Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal, Aydın ve Manisa bölgesinde, yukarıda izaha çalıştığımız görüşleri temel alarak dil, din ve milliyet ayrımı gözetmeksizin, ilkel de olsa bir komün yaşamını hayata geçirerek bölgede halk otoritesini kurmuşlardır. Osmanlıya vergi ve haraç vermeyen, kendilerini korumak için halkı milisler biçiminde örgütleyen Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal “yarin yanağından gayri”, her şeyiyle ortak bir yaşamı inşa etmişlerdir. ,Bu yaşam biçimini ilkel komünistlerin ilkel komün yaşamı olarak değerlendirmek dönemle birlikte düşünüldüğünde, abartma olmaz.
Kendi hakimiyet alanında, bir halk otoritesine tahammül etmeyen Osmanlı egemenleri, bu otoriteyi yerle bir etmek için iki defa asker göndermiş, ancak halkın örgütlü gücü karşısında yenilmiştir. En son, Osmanlı Vezir-i Azamı Beyazıd Paşa komutasında, bütün Anadolu ve Rumeli’deki ordusunu bu halk hareketinin üzerine yollayan Osmanlı egemenleri, büyük askeri güçleriyle halk hareketini ezmiş, ancak teslim alamamıştır. Esir aldıkları Börklüce Mustafa’ya fikirlerinden pişman olduğunu ve vazgeçtiğini söyletmek için olmadık işkenceler yapmalarına rağmen, kahramanca bir direnişle karşılaşmışlardır. Börklüce kişiliğinde bir halk hareketini mahkum etmek isteyen Osmanlı Paşası, bütün müritlerini Börklüce’nin gözleri önünde tek tek öldürtmüş, sonra da idam ettiği Börklüce Mustafa’nın cesedini çivilerle çarmıha gererek, kentin içinde dolaştırmıştır. Börklüce’nin önünde öldürülen müritleri son sözlerinde “Dede Sultan eriş”, diyerek inançlarını dile getirmişlerdi. Manisa üzerine yürüyen Osmanlı ordusu Torlak Kemal’i de yenilgiye uğratarak idam etmiş, ancak teslim alamamıştır.
Bu olaylar sırasında İznik’te sürgünde olan Şeyh Bedrettin, kaçmak istemesine rağmen, iç ihanet üzerine yakalanarak yargılanmıştır. Görüşlerini kararlı bir şekilde savunan Şeyh Bedrettin, Serez çarşısında çıplak olarak asılarak idam edilmiştir. Şeyh Bedrettin hareketi, örgütlülüğü, önderliği, kararlı önderliğe bağlılığı ve direnişçi karakteriyle, Türk halkının tarihe yazdığı evrensel bir değerdir. Türk halkının sömürü ve zulme karşı örgütlü direnişinin adıdır. Türkiye’de bir halk devrimi gerçekleştirmek için yola çıkan her devrimci hareketin dayanması gereken tarihsel bir mirastır. Eğer Türkiye’de bir halk hareketi yaratılmak isteniyorsa, Türk halkının yarattığı bu tarihsel miras, iyi değerlendirilmeli ve çıkarılan derslerle yürünmelidir. Çünkü aydınlık ve güçlü bir gelecek, ancak böyle evrensel halk değerleri üzerinde kurulabilir.
Osmanlı egemenlerine karşı ayaklanmalar, Bedrettin hareketinden sonra da, çeşitli biçimlerde devam etmiştir. Bu, kimi zaman mezhepsel temelde, kimi zaman, yerel otoritelerin merkezle olan çıkar çelişkilerini çözmek için halkın Osmanlıya olan tepkisini arkasına alması biçiminde de olsa, yıllarca sürmüştür. Örneğin Celali isyanları diye adlandırılan ayaklanmalar 300 yıl aralıklı da olsa devam etmiştir.
Bu ayaklanmalar içinde, Şah Kulu, Nur Ali Halife, Şeyh Celal, Baba Zünnün, Kalender Çelebi gibi ayaklanmalar, Alevi Türkmenlerin özünde Osmanlı sömürü, zulüm ve yaşam tarzına karşı, iktidardaki Sünni egemenlerin mezhepsel baskı ve katliamlarına tepki biçiminde patlamıştır. Türkmen Aleviler, Sünni Osmanlı egemenlerinin, özellikle Fatih dönemiyle sistemleşerek artan sömürü ve baskılarına karşı ayaklanırken Şah İsmail’den destek alarak direnişlerini sürdürmeye çalışmışlardır. Mezhepsel görünümüne rağmen, özünde sınıf mücadelesi olan bu ayaklanmalar, geri önderlik, örgütsüzlük vb. nedenlerle, güçlü askeri feodal Osmanlı Devleti’nin katliamları sonucu yenilmiştir. Binlerce Türkmen ya dağlara, ya da İran’a kaçarak canını kurtarmıştır.
Anadolu halkının, Osmanlı’ya karşı tepkilerini iyi gören yerel otoriteler, merkezi devletle olan çıkar çatışmalarında, yoksul halkı arkalarına alarak ayaklanmışlardır. Kara Yazıcı Abdulha-lim Bey, Deli Hasan Bey, Kalenderoğlu, Canbuladoğlu, Cenne-toğlu, Karahaydaroğlu, Katırcıoğlu, Gürcü Abdünnebi vb. gibi isyanlar esas olarak bu niteliktedir. Yerel beyler, bu isyanlar sırasında, merkezle olan çelişkilerini çözümleyince, halka sırt çevirmişler veya merkezi otorite tarafından yenilgiye uğratılarak isyanlar bastırılmıştır. Her iki halde de, esas zararı halk görmüştür. Bu isyanların önderliği kimler tarafından yapılmış olursa olsun, temelinde, Anadolu halkının Osmanlı sömürü, zulüm ve yaşam tarzına tepkisi vardır. Kendi içinde bir sınıf mücadelesi özelliğini taşımaktadır. Önderliğin feodal beylerde olması, bu gerçeği değiştirmez.
Uzun bir süre Osmanlı’yı uğraştıran bu isyanlar, başarısızlıklar nedeniyle süreç içinde yavaşlayarak azalmış ve sonuçta bitmiştir. Ancak uzun bir dönem devam ettiğinden, devleti sarsmış ve çöküşünü hızlandırmada önemli rol oynamıştır. Osmanlı’nın batılılaşma adı altında iyice asalaklaşarak, soysuzluğunun zirvesine çıktığı Lale Devri’yle başlayan Patrona Halil vd. isyanlarda ortaya çıkan özellik ise tutuculuktur. Sarayın yaşam tarzının, baskı ve sömürü yanında, toplumun bütün ahlak kültür ve geleneklerini iyice hiçe saydığı bu dönemde, halkın tepkisi, gericiler tarafından kullanılmış ve dönemin isyanlarına böyle bir karakter kazandırmıştır.
Bu, hemen bütün halkların tarihinde böyledir. Tutuculuk, her türlü ahlak, kültür, gelenek vb. gibi değerlerin yerle bir edildiği toplumlarda, kendini örgütleme ve ifade etme olanağı bulur. Ancak dikkat edilirse, bir Patrona Halil ve diğer tutucu karakterli bu isyanlarda da ortaya çıkan bir yan vardır. Bu da, ezilen sınıfların ezenlere olan öfke ve kinidir. Halk, bu isyanlarda, Osmanlı düzenine olan tepkilerini dile getirmişlerdir.
TANZÎMATTAN CUMHURİYETE
18. yüzyıla girildiğinde Osmanlı artık çöken bir imparatorluktur. Batı’da gelişen kapitalizm, kendi sistemine denk düşen gelişmiş modern kurumlarını da oluşturmaya başlamıştır. Kapitalizm doğası gereği, ekonomik olarak yayılmaya ve döneminin gerisine düşmüş sosyo-ekonomik ve siyasal yapıları sarsmaya başlamıştır. Bu yayılma için en uygun ve en geniş alan ise, halen askeri feodal bir imparatorluk olan Osmanlı’dır. Osmanlı toprakları, Batı kapitalistleri için ucuz emek ve hammadde kaynağı olduğu kadar, mallarını satabilecekleri geniş bir pazar konumundadır.
Bilim ve teknolojiyi geliştiren yeni sistem aynı zamanda, modern silahlarla donatılmış güçlü ordular oluşturmaya ve kapitalizmin ihtiyaçlarını karşılayacak yeni pazarlar fethetmeye yönetmiştir. Temelinde talan, ticaret ve emek sömürüsü olan kapitalizmin bu gelişimi ile birlikte, Osmanlı ekonomik, sosyal ve kültürel alanda kendi içine büzülmeye ve her anlamda bir cüceleşmeyi yaşamaya başlamıştır.
Batı’da gelişen kapitalizm karşısında Osmanlı’nın eski yöntemlere sıkı sıkıya sarılarak yaşaması çok zordur. Bu yöntemlerin gücü, dağılmaya başlayan İmpatorluğu kurtarmaya yetmeyecektir. Osmanlı’yı, ıslahat yapmaya götüren, içine düştüğü bu çaresizliktir. III. Selim dönemine gelindiğinde, Osmanlı’nın ekonomik olarak dışa bağımlılığı oldukça mesafe almıştır. Baü’nın modern orduları karşısında Osmanlı, artık parçalanmaya doğru gitmektedir. Kuruluşundan bu yana yönü hep dışa, Batı’ya dönük olan Osmanlı egemenleri çöküşü yaşadıkları bu dönemde de kurtuluşu Batı’da aramışlardır. III. Selim, Batı karşısında, Batı’ya dayanarak Nizam-ı Cedid (Yeni Düzen) adı altında, ıslahatlar başlatmıştır. Fransa ile ittifak temelinde başlatılan bu dönemde, doğal olarak ilk ıslahat Osmanlı toplumsal yapısına damgasını vuran orduda olmuştur. Fransa, Mısır’ı işgal edince, Osmanlı egemenleri, derhal Fransa’nın ‘geleneksel düşmanı’ Rusya ile ittifak kurmaktan çekinmemiştir. Uluslararası denge ve temelinde pazar mücadelesi olan ve kapitalistlerin kendi aralarındaki çelişkiden yararlanarak Osmanlı’yı yaşatma politikası daha da biçimlenerek devam etmiştir. Osmanlı’nın yenidünya koşullarında bir devamından başka bir şey olmayan Kemalistler, Türkiye Cumhuriyeti’ni bu dış politikayı daha da geliştirerek kurmayı başardılar.
III. Selim, Fransa’dan üst düzey askerlerin denetiminde bir ıslahatı orduda başlatır. Yeniçeri dışında Nizam-ı Cedid adında bir ordu oluşturulur. Ancak bu girişimler Kabakçı Mustafa isyanı nedeniyle başarısızlıkla sonuçlanır ve III. Selim öldürülür. Oldukça güçlü bir askeri güce sahip olan Rumeli ayanlarının müdahalesi ile isyan bastırılarak, II. Mahmut padişahlığa getirilir.
Dünün boy beyleri olan ayanlar, bu dönemde iktidarı belirleyecek ekonomik güç ve kudrete sahip olmuşlardır, işte bu koşullarda, ayanlar Alemdar Mustafa Paşa önderliğinde devletin korunmasını da vesayetleri altına almışlardır. Ayrıca Sened-i ittifak ile özel mülk ve veraset hakkını kazanmışlardır. Böylece güçlerin merkez karşısında garantiye almaya çalışan ayanlar, kendi varlıklarının temeli olan devleti korumaya çalışıyorlar. Bu girişimleriyle Osmanlı’da özel sermaye birikiminin hukuki olarak da zemini oluşturuluyordu.
II. Mahmut tekrar kurduğu modern ordu ile yerel otoritelerin de desteğini alıp yeniçerileri kılıçtan geçirerek, düzeni sağlayıp ıslahat politikasını sürdürüyordu.
Tanzimat Fermanı, ıslahatlar mantığı içinde ve onun bir devamı olarak Osmanlı’nın Batılılaşma çabalarının başlangıcı değil, sonucu olarak ortaya çıktı. Bu ferman, yüzlerce yıl bölgede tek güç olan Osmanlı askeri feodal devletinin, Bati kapitalizmi karşısında dize gelişinin resmen kabulü idi. Büyük Reşit Paşa tarafından padişah huzurunda okunan bu fermanla, yeni idari ve hukuki ıslahatlar yanında, kişisel mülkiyet dokunulmaz kılınıyor, vergiler sınırlanıyordu. Tanzimat’ın ilanından kısa bir süre önce Osmanlı ile bir ticaret antlaşması imzalayan İngiltere, büyük ayrıcalıklar elde ediyor Tanzimat, İngilizler tarafından kaleme alınan ve İngiliz-Osmanlı ticaret antlaşmasına hukuki temel olan bir ferman* olarak tarihe geçiyordu. Öyle ki, Osmanlı sınırları içinde ticaret yapan yerli tüccar %50’lere varan oranda vergi verirken, İngiliz tüccarlarının ödediği iç gümrük %5’tir. Osmanlı’nın izlediği denge politikası burada da kendini gösteriyor ve İngilizlere tanınan haklar diğer Batı kapitalist devletleri içinde geçerli sayılıyordu. Merkezi askeri feodal Osmanlı devletinin dizginleri böylece Bati kapitalizminin eline geçiyordu.
Islahatları izleyen Tanzimat Fermanı ile Batılılaşma bir burjuva sınıf yaratma ve kapitalizmi geliştirme hedeflenerek Osmanlı’nın ömrü uzatılmaya çalışıyor. Bunun ideologluğunu ise, Namık Kemal, Ziya Paşa vb. Osmanlı paşa ve valileri yapıyor. Tanzimat liderleri Batı’ya dayandıkları oranda kapitalizmi geliştirme şöyle dursun, mevcut yerli sanayi tahrip oluyor, izlenen gümrük politikaları nedeniyle Bah’nın mamul maddeleri Osmanlı pazarlarını istila ediyordu. Batı’nın mamul maddelerinin kompradorluğu-nu da yine ordu ve bürokratlar yapıyor. Osmanlı’da burjuvalaşma bu temelde gerçekleşiyordu.
Türker’de sınıflaşma nasıl askeri temelde olmuşsa, Türk burjuvalaşma ve uluslaşması da militarizme dayanarak olmuştur. Bu Osmanlı, toplumsal yapısının temel karakterlerinden biri olarak günümüze kadar gelmiştir. Feodalizmle çatışmayan, tersine onunla işbirliği içinde ve feodal devletin burjuva temelde dönüştürülmesi biçiminde oluyor. Kapitalist gelişme ve burjuvalaşma bu temelde olunca, ortaya çarpık bir kapitalistleşme ve kişiliksiz, üretim yeteneği olmayan bir burjuvalaşma çakıyor. Osmanlı’da üst yapının böyle şekillenmesi alt yapıyı da belirtiyor.
Batı Avrupa’da kapitalizm feodal devlete karşı, resmi sisteme karşı bir iktidar mücadelesi, açık bir savaşla gerçekleşiyor. Devlet dışında ve sivil karakterde olan gelişme, toplumu sivil karakterli olarak biçimlendiriyor. Ticaret yanında, küçük üretimin üzerinde gerçekleşen kapitalistleşme ile birlikte keşiflerle dünyaya açılmaya başlıyor. Gelişme böyle olunca, burjuvalaşma yetenekli, yaratıcı, bilgili ve tamamen üretim temelinde gelişip ortaya çıkarak devlet ve topluma kendi damgasını vuruyor. Bilimin geliştirilmesi, verimliliği arttırarak toplumsal sistemi ve bu sisteme damgasını vuran burjuvaziyi güçlendiriyor. Bu güçlü temel üzerinde sanat ve edebiyat alanında da çok güçlü gelişmeleri yaratan burjuvazi, ekonomik, siyasal, kültürel vb. her alanda yeni toplumun şekillenmesinin öncüsü oluyor. Askerler de artık sıradan memur konumuna düşerek, feodal sistemdeki güç ve siyasal yaşamdaki etkinliklerini yürütemiyorlar. Kapitalist toplum feodal sistem karşısındaki üstünlüğünü bu gelişme seyriyle ortaya koymuş, Fransız Burjuva Devrimi ise siyasal zaferinin ilanı olmuştur.
Batı Avrupa’daki bu gelişim seyrini, Osmanlı’daki kapitalizmin gelişme biçimi ile karşılaştırdığımızda, Türkiye toplumunun bugün yaşadığı çarpıklıkların tarihsel temelleri ortaya çıkar.
Nasıl ki, Avrupa’da gelişen kapitalizm karşısında feodal sistem gericileşerek, eski üretim ilişkileri nedeniyle tarih sahnesinden silinmişse Osmanlı da, merkezi feodal imparatorluk olarak benzer bir çözülmeyi yaşamaya başlamıştır. Çöküşü durdurmak için modernleşme çabaları, reformlar başlatılır. Özünde Batı kapitalizmi karşısında Osmanlı’nın ömrünü uzatma olan bu hareketin ideolog ve önderlerinin hemen hepsi sarayın kapıkulları olan asker ve bürokratlardır. Bunlar Osmanlı’yı modernleştirmek istemekle birlikte, feodal imparatorlukla çalışmayı değil onun bir parçası olarak uzlaşmayı çıkış noktası yapmışlardır. Askeri feodal devletin içinden çıkan ve onunla uzlaşan bu reform hareketinin sivil karakterde olması, çok zor hatta imkansızdır.
Böyle bir reform hareketi olan Tanzimat’ın devlette köklü değişiklikler yapması, askeri feodal devletin temel gücü olan orduya yönelmesi, hatta paşa, vali olan ideologlarından dolayı resmi düşüncenin dışına çıkması bile mümkün değildir. Arayışlar askeri feodal sistem içinde, devletin birlik ve bütünlüğünü sağlayıp, ömrünü uzatmayı amaçlar. Bu temelde atılmış özünden boşaltılmış hürriyet sloganlarının bir değeri yoktur. Gerçekten özgürlükçü ve yenilikçi değil, örgütsüz, demagojik ve ihtilalci özden yoksundur. Hareketin ideologlarının tavrını devlet arpalığından yeterince faydalanamayanların bir protestosu olarak değerlendirmek haksızlık olmaz.
Batı 1850’lerden sonra Osmanlı denetimindeki topraklan sadece bir pazar olarak değerlendirmiyor. Özellikle İngiltere ve Fransa, Osmanlı Devleti’ne savaş giderlerini karşılaması için borç para da vererek, yarı-sömürgeleştirme politikası güdüyor. Rusya ile girişilen Kırım Savaşı sırasında yapılan büyük çapta borçlanma, bu süreci daha da hızlandırıyor. Ekonomik bağımsızlığı yok olan Osmanlı, siyasal olarak da Batı’ya boyun eğmeye başlıyor.
. Borçlanma siyasetinin yanında bir diğer önemli politika da “korumacılıktır”. On dokuzuncu yüzyılda, kapitalizm çağında, üstelik ulusal uyanışların dünyayı sardığı bir dönemde askeri feodal imparatorluğun varlığını devam ettirmesi çok zordur. Bağımsız ulusal devletlerin kurulmaya başladığı bu dönemde, milli bilinç hızla gelişiyor, geri Osmanlı ilişkileri özellikle Balkan ülkelerinde ekonomiden kültüre, gelişmenin önündeki başlıca engeli oluşturuyordu. Feodal baskı ve sömürü buralardaki ulusal hareketleri daha da hızlandırıyordu. Balkanlar’da kendi iç dinamiği ile gelişmek isteyen ulusların karşısına feodal Osmanlı Devleti çıkıyordu. Avrupa’nın komşusu olması bu ülkelerdeki ulusal hareketlere daha bir ivme kazandırıyor. Bu uluslara yönelik tutucu Osmanlı politikasının yeni isyanlardan başka bir sonuca yol açması imkansızdı.
Osmanlı’nın kendi bütünlüğünü korumak için hemen her yanında düzenli bir savaş makinası, bir ordu bulundurması zorunluluğu, kaynakların üretime yöneltilerek gelişmesini engellemiş, tek çare olarak borçlanma kalmıştır.
Parçalanma sürecinden pay almak isteyen Rusya, Slav halklarını Osmanlıya karşı destekleyerek güçlenmek istiyordu. Özellikle Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Anadolu içine kadar gelmesi, Osmanlı’yı zor duruma düşürüyor, saray Rusya’dan yardım istemek zorunda kalıyor.
Hızla çöküşe giden imparatorluğu ezilen uluslara karşı İngiltere’nin desteği, “koruması” kurtarıyordu. İngiltere ve Fransa Osmanlı’yı “korurken” bir yandan Rusya’nın yayılmasını sınırlıyor diğer yandan da kendileri için çok uygun bir pazar ve vurgun kaynağı olan Osmanlı’yı şimdilik yaşatmayı uygun buluyorlardı. Bu “koruma” politikası Osmanlı’nın ömrünün uzamasında önemli etkenlerden biridir.
Tanzimat, yeni okulların açılması, pozitif bilimlerde gelişme kaydetme yanında Batı tipi yaşam tarzının Osmanlıya, yani saraya taşınmasında etken oldu. Bu dönemde Fransız dil ve kültürü saray ve yakın çevresinde moda olmuştur. “Bu devleti nasıl kurtarmalı” sorusunun cevaplanması yolunda bir adım olan Tanzimat Batı kanalını da ardına kadar açmış oluyordu. “Devlet ancak batıyla bütünleşerek, onun vesayeti altında kurtulur” düşüncesinin bir sonucu olan Tanzimat, Osmanlı’nın, Batı’nın ekonomik ve siyasi vesayetine girmesine ve yarı sömürgeleşmesine yol açıyordu.
Tanzimat kendi döneminin doğal bir sonucu olarak iç çelişki ve çatışmaları artırırken, dışta da Osmanlı’nın parçalanması devam ediyordu. Çelişki ve çatışmaların ana eksenini “hangi batılı devlete dayanalım” sorusuna verilen cevaplar oluşturuyordu. Siyaset baştan beri olduğu gibi saray içinde, çeşitli çıkar çevrelerinin oluşturduğu klikler içinde ve darbeci nitelikteydi. Padişahı, bu kliklerin gücü belirliyordu. Saray darbeleri sonucu tahtan indirme ve çıkarma devam ederken, halk bütünüyle bu siyasal çelişki ve çatışmaların dışındadır. Geleneksel olarak saray, asker ve bürokrasi siyasetin yapıldığı merkezler olarak etkinliğini sürdürmüştür. Siyaset halka adeta yasaktır. Zehirlenerek, boğdurularak öldürülen padişah ve şehzadeler birbirini izlemiştir. Osmanlı, bu saray darbeleri ile Tanzimat’a kadar gelmiş, ancak ‘Batılılaşma tutkusu bile çıkar çevrelerinin oluşturduğu bu klikleri saray darbelerinden vazgeçirmemiştir.
Saray içinde yeni darbe hazırlıkları şüphesi, Rusya’nın kışkırtması ile Slav halklarının İmparatorluğu sıkıştırması ve yeni bir savaş ihtimali gibi şartlarda tahtın bir delinin elinde tutulamayacağı düşüncesi ile Murat tahttan indirildi ve yerine Apdül-hamit çıktı. Batı devletlerinin istemleri doğrultusunda yeni İslahatlar gerekiyordu. Meşrutiyet esas olarak dışa yönelik bir düzenleme olarak ilan edilmiştir. Ancak daha doğuştan sakattır, İngiliz destekli Mithat Paşa’nın devleti anayasalı yönetme isteğini kabul eden Abdülhamit, Osmanlı’nın ilk anayasasına, meşrutiyeti istediğinde ortadan kaldırabileceği maddeleri de koydurma kurnazlığını gösterebilmiştir. Padişah bu maddelerle büyük haklarla donatılıyor ve hanedan haklarının dokunulmazlığı kabul ediliyordu. Padişah anayasayı rafa kaldırma, parlamentoyu feshetme, toplanma ve dağıtma yetkisine sahip kılınıyordu. Ayrıca padişah bütün uygulamalarında “kutsal ve sorumsuz” tutuluyordu. Meşrutiyetin temeli olması gereken anayasa böylece tam bir ihsan niteliğine büründürülüyordu. Anayasanın bir garantisi veya garantörü yoktu.
Abdülhamit’i anayasaya saygılı kılacak tek güç olan halk, bu gelişmelerin dışındadır. Meşrutiyet önderleri halka güvenmiyor, halkı örgütleyip yönlendirmeyi akıllarına bile getirmemişlerdir. Geleneksel halk düşmanlığı ve halkın siyasetin dışında tutulması politikası bu dönemde de esastır. Osmanlı paşaları yine sorunu saray ve yakın çevresi ile ve dışa dayanarak çözmeye çalıştılar. Ayrıca İngiltere meşrutiyet önderlerine verdiği desteği çıkarları ile çakışırsa kolayca padişaha da yöneltebilirdi. Abdülhamit ince politikalar izleyerek bizzat Mithat Paşa eliyle muhaliflerini alt ettikten sonra Mithat Paşa’yı da katletti. Tabii Abdülhamit’in bu gözü kara politikasının arkasında İngiltere’nin desteği vardı. Padişah anayasayı ortadan kaldırarak tam bir istibdat düzeni kurdu.
Emperyalist devletlerin etkinliği nedeniyle saray, ordu ve bürokrasi içinden çeşitli devletlere dayanmayı esas alan kliklerin oluştuğunu ve taht kavgasının bunlar arasında geçtiğini belirtmiştik, İngiltere Rusya karşısında izlediği “korumacı” politika ile Osmanlı ekonomik ve siyasal yaşamından ağırlığını ortaya koymuş ve bu “korumacı” politikası ile saray ve çevresinde kendinden yana güçlü bir taraftar grubunun oluşmasını sağlamıştır. Ancak Rusya’nın Japon yenilgisiyle birlikte bir güç ve rakip olmaktan çıkarak kendi iç sorunları nedeniyle etkinliğini kaybetmesiyle “korumacı” politika da değişim göstermeye başlamıştır. Bu değişimin diğer bir nedeni ise Osmanlı’nın artık ayakta duramaz hale gelmiş olmasıdır. O halde yapılması gereken, parçalanmayı İngiliz çıkarlarına en uygun bir şekilde yapmaktır. Bu, İngiltere’nin yenidünya koşullarında uygulayacağı politika olacaktır.
Bu dönemde, içte de ekonomik yaşam adeta felç olmuştur. İngiliz-Fransız ortak sermayeli Osmanlı Bankası adeta merkez bankası gibi çalışmakta, Düyun-u Umumiye eliyle Osmanlı devlet gelirlerinin büyük bir kısmı batıya akmaktadır. Düyun-u Umumiye, devlet içinde devlet gibi borçlar karşılığı, kendi memurları aracılığı ile Osmanlı gelirlerini toplamaktadır, iş öyle bir noktaya gelmiştir ki, Duyun-u Umumiye’nin çalıştırdığı memur sayısı Osmanlı Devletinin memurlarından fazladır. Diğer yandan Osmanlı denetimindeki topraklar Batı için açık bir pazar niteliğindedir. Dağılıp parçalanan imparatorluktan, aslan-payını bati alırken, içte de ticaret gayrimüslimlerin eline-geçmiştir. Bu durum, içte tepkilerin yoğunlaşmasına yol açmıştır. Buna Abdülhamit’in acımasız rejimi de eklenince ordu ve bürokrasi içindeki çatlak Sesler yükselmeye başlamıştır. Tanzimatla başlayan Jön Türk hareketi İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni oluşturarak Osmanlı’yı yaşatma çabasına katılmıştır, ittihat ve Terakki de kendi içinde İngiliz, Fransız ve yeni bir emperyalist güç olarak Alman yanlısı kliklerin barındığı bir Osmanlı “aydın” hareketidir.
Abdülhamit, anayasayı iptal edip Mithat Paşa vb. muhaliflerini katlederek ortadan kaldırdıktan sonra, içte acımasız bir sömürü ve baskı kurarak toplumu sindirmiştir. Ya sürgüne yollanmış, ya da Avrupa’nın kentlerine kaçmak zorunda kalmış muhalifler, çeşitli yollarla klik çalışmalarına sürüklenerek etkisizleştirilmişlerdir. Abdülhamit, muhaliflerini çıkar karşılığı satın almaktan, şiddet yoluyla bastırmaya kadar her yolu mubah sayarak iktidarını sürdürmesini bilmiştir. O, Avrupa’daki muhaliflerini bile dağıttığı ulufeler ile yönlendirmiş usta bir politikacıdır. Bu yönüyle muhalefete iktidar dersleri veren Abdülhamit politikacılığının temelinde entrika komplo ve şiddetten başka bir şey yoktur. Şeker ve kamçıyı ustaca kullanarak otuz yılı aşkın bir süre kendi diktatörlüğünü sürdürebilmiştir, ittihat ve Terakki liderleri politikayı Abdülhamit’ten öğrenmişlerdir demek hatalı olmaz. Osmanlı tarihinde gericiliğin zirveye çıktığı bir dönem sayılabilecek olan bu yıllarda devlet politikasının temelinde Pan-Islamizm vardır. Balkan ülkelerinin geri askeri feodal imparatorluğa başkaldırarak birer birer bağımsızlığını elde etmeye başlamaları eski Osmanlıcılık politikasının iflası olmuştur, İslamiyet’in fetihçi karakteri ile kendi kılıcını birleştiren Osmanlı küçük bir boydan dev bir imparatorluğa ulaşmıştı. Yükselişini İslamiyet’e borçlu olan Osmanlı, çöküş döneminde de İslamiyet’e sarılarak ayakta kalmaya çalışmıştır. Bu politika ile Müslüman halkları denetiminde tutmayı hedeflemiştir. Ancak olayların gelişimi, İslami temeldeki bu politikayı da aşındırmış ve Osmanlı son dönemlerinde yeni koşulları değerlendirmek için yeni maceralara atılmıştır.
Pan-Islamist politika temelinde tarihinin en gerici bir istibdat rejimini kurarak diktatörlüğünü oluşturan Abdülhamit, otuz yıl boyunca Osmanlı Devleti’ni o dünya koşullarında yaşatmayı başarmıştır. Emperyalizm şartlarında askeri feodal bir devletin bunca yıl yaşayabilmesinde dünya koşulları yanında, Abdülhamit’in izlediği dış politika da önemli bir etken olmuştur. Dünyaya egemen olma mücadelesinde, Rusya’nın saf dışı kalmasından sonra İngiliz ve Fransız emperyalizmine yeni bir rakip olarak genç ve dinamik Alman kapitalizmi çıkmıştır. Bunların kendi aralarındaki çıkar, çelişki ve çatışmalarını değerlendiren Abdülhamit izlediği dengeci dış politika. İle hem kendi iktidarını hem de Osmanlı’yı yaşatmayı becerebilen usta bir politikacı olmuştur. Anadolu’yu ele geçirişinden bu yana Kürt Beyliklerini savaş halinde olduğu Iran Safavi devletine karşı bir tampon güç olarak kullanan Osmanlı, Abdülhamit döneminde, olası Rus saldırılarına karşı yine Kürtleri, Hamidiye Alayları içinde örgütleyerek bir tampon oluşturmuştur. Bu aynı zamanda Kürt hareketini bastırmanın ve kendine bağlamanın en kolay ve akılcı yoludur. Bu politika ile Ermeni ulusunu Kürtlere kırdıran Abdülhamit, Hıristiyan Batı’nın Osmanlı’ya yönelik oluşturacağı baskılara karşı da manevra alanı oluşturmuştur. Hamidiye Alayları, doğrudan merkeze bağlı bir örgütlenme olmuş, cumhuriyet döneminde Kemalistlerin genel müfettişlik kurumunda örnek teşkil etmiştir. I. Paylaşım Savaşında, İngiltere ve Fransa’nın rakibi olan Almanya, kapitalist dünyaya biraz geç katılan, bu nedenle paylaşımda geç kalan bir ülkedir. Militarist Almanya’nın zor günler yaşayan Osmanlı’yla ilişkiler geliştirmesi güç olmaz. Abdülhamit’in kapitalistlerin kendi aralarındaki çelişkilerden yararlanma ve denge politikası ve Almanya’nın Osmanlı’dan toprak talebinde bulunmayan yaklaşımı bunda etkilidir. Abdülhamit İngiltere ve Fransa’ya yeni bir rakip bulma ve iktidarını uzatmanın rahatlığını duymaktadır.
Almanya “doğuya doğru gelişme” politikasını en iyi Osmanlı’ üzerinden gerçekleştirebilirdi. Almanya’nın devreye girmesiyle İngiliz ve Fransızlarm Osmanlı pazarındaki payları küçülmeye başlamıştır. Anadolu, Mezopotamya ve Basra Körfezi üzerinden Hindistan’a kadar uzanmak ve bu alanlarda koloniler kurarak zengin madenler ve petrol kaynakları ele geçirmek Alman kapitalizminin iştahını kabartmaktadır. Osmanlı Bankası’ndan sonra ona rakip olarak Deutsche Bank’ın devlete sağladığı “mali hizmetler” karşılığı Bağdat demiryolu hattının yapımını üstlenmesi Alman askeri harekatı için yatırım ve ithalat-ihracat için bir alt yapı oluşturmuştur.
Almanya’nın Ortadoğu petrolü ve Mısır ve Hindistan’ı tehdit eden bu “doğuya doğru genişleme” politikasına İngiltere’nin sessiz kalması düşünülemezdi. Alman kontrolü ve desteğindeki Türk ordusunun Bağdat demiryolunun sağlayacağı kolaylıklardan yararlanması bile İngiltere için büyük bir tehditti, İngiliz, Alman ve Fransızlarm Osmanlı’yı paylaşmak için yaptıkları gizli görüşmelerin sonuçsuz kalması I. Paylaşım Savaşına zemin oluşturmuştur.
Ordu ve bürokrasi içinde palazlanan komprador burjuvazi geleneksel Osmanlı egemen politikasına uygun olarak, Batı’yla tamamen birleşme ve onun hizmetine girmeyi esas almıştır. Bu burjuvalar, güçlerini üretimlerine değil, tamamen ordu ve içindeki yerlerine borçludur. Çünkü feodal devlet içindeki yerlerinden dolayı, Batı kapitalizmi ile ilişkiye geçerek burjuvalaşmıştırlar. Bu nedenle, feodal devlete dokunma, ona yönelme, burjuva demokrasisi oluşturma gibi sorunları olmamıştır. Yabana kapitalizme karşı olmak bir yana, onun Osmanlı içindeki ajanları konumundadırlar. Türk halkı kadar, diğer halklara düşmanlık ve feodal devlete bağlılık, temel nitelikleridir. Bu nitelik, o günün koşullan değil, geleneksel Osmanlı egemenlerinin varlık nedeni ve ürünüdür. Kendine olduğu kadar toplumuna da yabancılaşma, aynı kökenden geldiklerinden Türk “Aydın’ına da yansımıştır.
Devlet fideliğinde yetişme, Batı’yla daha fazla bütünleşerek, ticaretin Türk kompradorları aracılığıyla yapılması Batı kültür ve sanatının en incesinden en kabasına kadar taklidi ve pazarlanması işte Türk “Aydın’ı denince akla önce bunlar gelmelidir.
Türk burjuvazisi gibi komprador nitelikli ve asker ve bürokrasi kökenli Türk “Aydın’ının kurduğu ittihat ve Terakki Cemi-yeti’nde devlete yönelme, resmi yapısını yıkma gibi bir düşüncenin kırıntısı bile yoktu. Kuruluşunun temelinde “bu devlet nasıl kurtulur” sorusuna cevap arama olan İttihat ve Terakki’nin hemen bütün kadro ve önemli liderleri asker ve üst düzey bürokratlardır. Bu nedenle üretimle ve diğer sosyal sınıflarla ilişkileri yok denecek kadar azdır. Kendini resmi düşünceye hapsetmiş tiplerdirler.
İttihat ve Terakki içinde çeşitli eğilimler bulunmakla birlikte, bu kanatların ayrılık noktaları Osmanlı’yı kurtarmak isterken dayanacakları kapitalist Batı ülkesidir- İngiliz, Alman ve Fransız yanlısı kliklerin birliği, bu cemiyeti meydana getirmiştir.
Bu eğilimlerin hepsi reformisttir. Devlet içerisinde radikal bir değişikliğe gerek duymazlar. Onlara göre Batı’nın istediği ıslahatları gerçekleştirmek, Osmanlı’yı kurtarmanın başlıca yollarından biridir. Aralarında en radikali olan Prens Sabahattin bile 1876 Anayasası’nı geri getirmeyi hedeflemiştir. Kimileri ise kurtuluşu Abdülhamid’in eceli ile ölmesine bağlamışlardır, iktidara geldiklerinde, izledikleri politikalarla, reformist karakterleri bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır.
Halka güvenmemek bunların bir diğer özelliği olmuştur. Kendileri asker ve bürokrasinin elit bir kesimini oluşturduğundan, halktan uzak ve yabancıdır. Halk düşmanlıkları, geleneksel karakterleridir. Onlara göre “avam” siyasetin dışında olmalı ve siyaset bir avuç asker-bürokrat kökenli elite bırakılmalıdır. Onlar “avama kan gösterilmemeli” diyerek, halktan ne denli korktuklarını ifade etmişlerdir. İktidar yıllarında da halk düşmanı karakterlerini hemen sergilemekte geri durmamış ve çekinmemişlerdir.
Hemen hepsinin ortak bir özelliği de Osmanlıcılık ‘tır. Çeşitli ulusların merkezden kopmak için yaptıkları mücadelelere kesinlikle karşıdırlar. En Türkçü öğelerinde bile bu vardır, ittihatçıların tutundukları son dal çöküşten hemen önce çaresizliğin zorunlu sonucu olarak sarıldıkları Türkçülük ideolojisidir.
Diğer yandan emperyalizme karşı olmak bir yana, ona dayanma ve ajanlıkta müthiş bir yarış içindedirler. Batıda örgütlenen bir hareket olarak yine batı kapitalizmini bir kurtuluş yolu olarak görmüşlerdir. Hürriyet sloganı onlar için kof bir demagojiden başka bir şey ifade etmemişlerdir.
Asker ye bürokrasi yanında, kompradorlaşmak isteyen cılız Türk ticaret burjuvaları, bu hareketin temel dayanaklarıdır.
Ortada kurtulacak bir “vatan” varsa, bunun tek “kurtarıcısı” ordu olacaktır. Askeri yapısıyla imparatorluğu kuran, askere dayanarak yüz yıl yaşayan askeri-feodal bir devlet olan Osmanlı’yı, yine asker “kurtaracaktır.” Bu “kurtarıcılık”, cumhuriyetin kuruluşunda ve daha sonraki bunalımlı dönemlerde de askeri darbeler biçiminde ortaya çıkacaktır. Devlet ne zaman köşeye sıkışsa asker gelip “kurtaracaktır.” 1908’de yönetime gelen ittihatçılar ikinci Meşrutiyet’i ilan etmişlerdir, ancak bu sırada en sık atılan slogan ise “padişahım çok yaşa” olmuştur. Meşrutiyet böyle kutlanmıştır. 33 yıllık istibdat rejimi yürüyüşlerle lanetlenirken, yürüyenlerin elinde Abdülhamit’in resimleri vardır. Abdülhamit “kandırılmaya müsait Ittihatçılar’ı bir güzel kandırarak” usta politikacılığını göstermiştir. Kısa zamanda neredeyse ikinci Meşrutiyet’in manevi lideri olmuştur. Kutlamalara katılan halk, hareketin tümüyle dışındadır. Zaten tarihi boyunca hiçbir zaman siyasal yaşamın içinde olmamıştır, ittihat ve Terakki daha meşrutiyetin ilk günü padişahın bütün haklarına saygılı olduğunu defalarca ilan ederek Abdülhamit’in tahtta kalacağını açıklıyor ve güvence veriyordu.
1908’de meşrutiyeti ilan eden ittihatçılar hükümeti H. Hilmi Paşa’ya kurdurmuş ancak bazı ittihatçıları da kabineye sokmuşlardır. Halk nezdinde büyük prestije sahip olmalarına rağmen iktidara oturmak şöyle dursun halen illegaldirler. İktidar sahipleri iktidar olmaktan korkmaktadırlar. Onun yerine kurulan hükümeti dışarıdan destekleme politikası gütmüşlerdir. 1909’da 31 Mart gerici ayaklanması patlayınca ittihatçıların imdadına güçlü oldukları Makedonya’daki Hareket Ordusu yetişmiş ve ayaklanmayı şiddetle bastırmak ittihatçıların gücünü göstermiştir. Abdülhamit tahttan indirilerek Selanik’e sürülmüş yerine Sultan Reşit getirilmiştir. 1908 yılından 1913 yılına kadar olan 5 yıllık süreçte çeşitli kliklerin ağırlıkta olduğu sayısız hükümet birbiri ardına kurularak dağılmıştır. Meşrutiyet, Osmanlı’nın her gün biraz daha ağırlaşan sorunlarını çözmeye güç getirememiştir. Çok sayıda hükümetin kurulup dağılması, bunalım ve istikrarsızlığın açık bir ifadesidir. Bu geçici otorite boşluğunda çeşitli eğilimleri taşıyan partiler, işçi birlikleri, dernekler kurulmuş, gazete ve dergiler yayınlanmıştır. Toplum ise nispi özgürlük ortamında kendisini ifade etmeye çalışmıştır.
Belirli merkezlerdeki işçi örgütlenmeleri gelişmiş ve sayısız grev vb. işçi eylemleri başlamıştır. Özellikle batı kapitalist ve emperyalistlerine ait şirketlerdeki grevler oldukça yaygındır. Otorite boşluğundan yararlanan köylüler ise, cılız da olsa tepkilerini vergi vermeyerek vb. biçimde, göstermiş, öğrenciler düzenledikleri toplantı ve gösterilerle, sorunlarını dile getirebilmişlerdir. Bu otorite boşluğu, Osmanlı’daki toplumsal uyanışın dile gelmesinin esas nedenidir.
1913’lere gelindiğinde ülke içinde denetimi sağlayan ve İngiliz ile Fransızlar karşısında Almanya’ya dayanmayı esas alan ittihat ve Terakki’nin genç liderleri tam bir terör havası estirmeye başlamıştır.
Otorite boşluğunun yarattığı geçici özgürlük ortamından yararlanan toplumun, kendini ifade ettiği parti, amele birlikleri, dernek ve basın da dahil kitle örgütlerinin hepsi yasaklanarak kapatılmış ve görevlerine son verilerek işçiler kurşunlanmıştır.
Güçlenerek iktidar olan ittihatçılar askeri feodal devlet geleneğinin sadık izleyicileri olarak diktatörlüklerini kurmuşlardır.
İttihatçılar Türk burjuva yaratma politikasına, hız vererek kapitalizmi geliştirmek istediler. En incesinden en kabasına, bütün yol ve yöntemleri deneyerek ticareti ellerinde bulunduran gayri Müslimlerin varlığına son vererek başta asker ve bürokratlar olmak üzere hacı, ağa takımından Türk burjuva yaratma politikasını sürdürdüler. Güçsüz, üretimden kopuk, yağmacı ve komprador nitelikli de olsa Türk burjuvaları yaratıldı. Maddi temelden yoksun tamamen askeri güç tarafından yukardan dayatılan askeri feodal zırhın koruması altında, Meşrutiyet hareketinin geliştirdiği bu burjuva sınıf, burjuva toplumunun mantık, değer yargısı ve her türlü gelişme esaslarına terstir. Bu nedenle, üretimden kopuk, bilgisiz, yaratıcılıktan yoksun ve kişiliksizdir. Bu komprador burjuva yaratma politikası yine devlet kanatları altında Cumhuriyet döneminde de devam edecektir.
İttihat ve Terakkili iktidar yılları, Arap ve İslam halklarının Osmanlı’dan kopuş yıllarıdır. Pan-Islamizm iflas etmiştir, iktidar sahiplerinin sarılacakları tek ideoloji Turancılıktır. “Ne mutlu Türküm diyene” artık günün şiarıdır. Turancı politikanın uygulanabilmesi için içte cephe gerisi sağlamlaştırıimak, dışta güçlü ittifaklara girilmelidir, içte gayrimüslimlerin mallarının talanı, katliam ve sürgünler dışta ise, Almanya ile ittifak kurularak Turan’a giden ilk adımlar atılır. Eğitime önem verilerek, toplumun hemen hepsi, Türkçülük esas alınarak “talim ve terbi-ye’den geçirilir. Konservatuarlar açılarak, sanatın her dalı geliştirilmeye çalışılır.
Türk kadınları sahneye çıkmaya başlarlar. Türk mimarisi, hattatlık canlandırılır. Türk halkının “milli kültürünü” geliştirmek için Türk işi çeşitli malların sergilendiği müze vb. yerler açılır. Laiklik yolunda adımlar atılarak geleneksel Cuma hutbeleri Türkçe okutulmaya başlanır.
Yeni evlenme kanunu ile din farkı gözetmeksizin bütün Türk vatandaşlarına sivil nikah zorunluluğu getirilir. Üniversite ve liseler kadınlara açılır. Kadınların çalışmasını sağlayabilmek için iş bulma dernekleri kurulur. Artık kadınlı erkekli toplantılar düzenlenmeye başlanmıştır. Bunlar dışında takvim, ağırlık ve uzunluk ölçülerinde birlik, dil reformu vb. yenilikler yapılmıştır. Latin harfleri ordu içinde kullanılmaya başlanmış, ancak topluma henüz yaygınlaştırılmamıştır. Bütün bu reformlar uzun yıllar “aydınlar” arasında büyük tartışmalara neden olur. Görüldüğü gibi “Atatürk Devrimleri”nin çıkış noktasının temelinde ittihatçı politikalar vardır.
Rusya’daki Türk-İslam toplumlarının kompradorlaşan burjuvaları, Rus burjuvazisine karşı pazar savaşımında bir araç olarak kullandıkları Turan ideolojisi, kendi militarist karakteriyle -uyumlu olduğu için, İttihat ve Terakki içinde de zamanla etkili olmuştur. Bu, yeni “ülke” ve “ulus” anlayışıyla bütünleşmek Osmanlı paşa ve bürokratları için zor olmamıştır, ittihat ve Terakki’nin üç paşası, Turan peşinde Osmanlı’yı son macerasına taşımışlardır.
I. Paylaşım Savaşı’na Almanya safında “kızıl elma”ya ulaşmak için katılan ittihatçılar, daha savaş bitmeden Mondros Mütarekesi’ni imzalayarak, 600 yıllık Osmanlı Devleti’nin tabutuna son çiviyi de çakıp, kurtuluşu yurtdışına kaçmakta bulmuşlardır.
Osmanlı fiilen ortadan kalkmış ve Türkiye ve Kürdistan’ın çeşitli bölgeleri galipler tarafından işgal edilmiştir, İngilizler İstanbul’a asker çıkarırken, Fransızlar Urfa, Maraş hattını, İtalyanlar Antalya yöresini Yunanlılar ise İzmir’i ele geçirmişlerdir.
Savaş sırasında Ermeni ve Rumlara karşı izlenen katliam ve sürgün politikası ve mallarının talanı, Türk burjuvalarını biraz daha palazlandırmıştır, ittihatçılar, binlerce Rum’u toplama kamplarına toplayarak, Ermenileri kıyımdan geçirerek, “Anadolu’yu Türkleştirme” politikası izlemiş sayısız yağma ve talanlar, savaş zenginlerini doğurmuştur. Bu burjuva yaratma mantığını, ittihatçı liderlerden Kara Kemal şöyle açıklıyor:
“Avrupa’da hükümetler ya işçilere, ya da burjuva tabakalara dayanırlar. Biz hangi sınıfa dayanacağız? Böyle güçlü bir sınıf Türkiye’de var mı? Bulunmadığına göre biz neden yaratmayalım.”
Madem ortada dayanılacak burjuvazi yoktur, o zaman yaratılacaktır! Talat Paşa da bunun yöntemini tartışma götürmeyecek biçimde dile getirmiştir.
“Her harpte Türk olmayanlar zenginleşiyor. Bu sefer de Türkler zenginleşsin. Bu gerekliydi.” Gerçekten de Türk burjuvalar zenginleşti. Savaş öncesi ve içindeki talan ve kıyım bu gelişmenin zemini oldu. Tasfiye edilen gayri Müslim burjuvaların yerini Türk burjuvalar aldı. Her şeye kadir olan askeri Türk burjuvazisini de “yaratmıştı.” Bu komprador ticaret burjuvaları, ileride Kemalist hareketin zemini olacak ve Kemalizm’e dayanarak bugüne ulaşacaklardır.
Halkın ve işçi sınıfının, cılız da olsa, tüm direnişini ezerek devlete kayıtsız şartsız itaati sağlayan, azınlıkları tasfiye ederek Türk olmayan ulusları, şiddeti esas alarak asimile eden ve Turancılık ülküsüyle yayılmaya çalışan ittihatçılar, yeni dönemde de politika içinde aktif yer alarak Türkiye Cumhuriyeti’ne damgalarını vuracaklardır.
Savaş bitmiş, ama itilaf devletleri arasında Osmanlı’nın paylaşımı konusundaki çelişkiler devam etmektedir, İngiltere ve Fransa savaş içinde en büyük müttefikleri olan Çarlık Rusya’sını kaybederken, kapitalist sistem içinde en büyük gedik de açılmıştı. I. Paylaşım Savaşı’nın gerçek galibi yeni kurulan Sovyetler ‘in işçi köylü ve tüm emekçileri olmuştu. Şimdi Osmanlı’nın paylaşılması kadar, belki de ondan da fazla önemi yeni Sovyet Cumhuriyeti’ni ortadan kaldırmaya vermek gerekiyordu.
1917 Ekim Devrimi, dünyanın çehresini değişikliğe uğratacak kadar tarihsel önemde evrensel bir olay olarak döneme damgasını vurmuştur. Sovyet Cumhuriyetleri açıkça savaşa karşı çıkarak tüm ilhak isteklerini reddederek, bütün ikili gizli anlaşmaları açıklamıştır.
Dünyaya seslenerek, tüm emekçi sınıf ve ezilen halkları emperyalizme karşı mücadeleye çağırırken onlarla kardeşçe, eşit ilişki ve dayanışma istemiştir. Emperyalizmin kendi aralarındaki pazar mücadelesinin sonucu olan savaş yeni bir çağı, kapitalist sisteme karşı sosyalizm çağını açıyordu. Ekim Devrimi’nin bu evrensel etki ve seslenişinin tüm emekçi sınıf ve sömürgelerde karşılık bulması kaçınılmazdı. Savaş galibi İngiltere ve Fransa, bir yandan Osmanlı topraklarının paylaşılması sorunuyla uğraşırken, diğer yandan da kapitalizmi temelden sarsan Sovyet Devrimini ekonomik, siyasi, askeri ve diplomatik abluka altına alarak boğmayı hedeflemiştir.
Rusya’nın saf dışı kalmasıyla, savaş başında yapılan pazarlıklar değişmiş ve İtilaf Devletleri’nden İngiltere savaşın gerçek nedenlerinden biri olan petrolü kontrolü alüna almak için Irak ve Kürdistan’ın bir kısmı ile İstanbul’u işgal etmiştir. Suriye, Adana, Urfa, Maraş, Harput ve Musul Fransa’ya kalırken savaşa sonradan katılan İtalya, Antalya’yı İngiltere’nin piyonu durumunda olan Yunanistan ise İzmir’i işgal ederek Osmanlı topraklarını paylaşmıştır. Dönemin Ekim devrimi dışında bir diğer gelişmesi ise, ABD’nin ortaya çıkışıdır. Savaşa en son giren ve en az yıpranan bu yeni ve genç kapitalist ülke de dünya pazarlarının paylaşılmasına katılmıştır.
ABD Başkanı Wilson’un kendi adıyla anılan prensipleri kuvvetli bir barış cilasıyla kaplanmış da olsa, esas olarak dünyanın paylaşılmasını ve savaşın bitiminde doğacak problemlerin çözümünü amaçlayan emperyalist bir plandır. Lenin, bu planın iç yüzünü teşhir ederek, savaşın gerçek galibi olarak ABD’ye dikkatleri çekmiştir. Wilson Prensipleri Avrupa ve Osmanlı topraklarının bölüşülmesi için yeni öneriler yanında, dünyaya geçici de olsa bir barış önermiştir.
Amaç geçici bir barış dönemi sağlanarak savaştan galip ama yaralı çıkan devletleri ABD mali gücü önünde dize getirmektir. Bu devletlerin mali alanda ABD’ye muhtaç olacakları açıktır. Bu nedenle geçici de olsa bir geçiş dönemine ihtiyaç duyulmaktadır. Türkiye’ye karşı uygulanması gereken politikalar yüzünden İngiltere ile Fransa arasında büyük çelişkiler çıkmıştır. Ortadoğu dolayısıyla petrol alanlarının paylaşımı, çelişkilerin ana eksenini oluşturmuş ve bu çelişkiler artıp azalarak Lozan’a kadar devam etmiştir.
Diğer yandan Sovyetlerin Avrupa’daki işçi hareketleri ve Asya’daki ulusal kurtuluş hareketlerine verdiği destek emperyalistlerin dilediği gibi politika üretmeleri önünde ciddi bir engel durumundadır.
TÜRKİYE’DE KİMLİK BUNALIMI VE DEVRİMDE DOĞUŞ
İnsan soyunun kendini hayvanlıktan ayırdığı ilk günden başlayarak bugüne dek devam eden bir kimlik savaşımı vardır. Tarih ve coğrafya farkı gözetmeksizin, bu savaşıma genel olarak insan kimliğine ulaşma savaşı denebilir. Ama bu sonuca ulaşabilmek, genel bir tanımlama içerisinde mümkün olmadığı gibi, tersine çok karmaşık çizgiler içermektedir, ilk başta topluluk kimliği ve bireyin kendisini bu kimlikte ifade edişi, bugün en üst düzeyde ulus ve bu ulusu oluşturan sınıfların kimliğinde somutlaşmaktadır. Öyle ki, böyle bir tanımlama da kendi içinde yetersiz kalmakta, kapitalizmle birlikte “ben de varım1′ diyen bireyin orijinal kimliği de bu tanım içinde yer almaktadır. Sosyalizm, kimlik savaşımının şimdilik ulaşılabilecek doruk noktası olmak durumundaydı. Toplumsallık ve bireyin bu toplumda kendisini ifade edişte ulaştığı yetenek açısından, teorik düzeyde belirlenen ve beklenenlerle, gerçekleşen sosyalizmin pratiğinde yaşanan gerçeklik arasındaki büyük paradoks dikkatle incelemeyi gerektirse de, elbette ki, bu sosyalizmin çözmek durumunda olduğu problemi ve görevlerini değiştirmemektedir.Dünyamız hiçbir zaman şimdiki kadar derin bir kimlik bunalımı yaşamadı. Daha yakın zamana kadar iki kutba ayrılan dünyada, belirlenmiş statüler üzerinde kanıksanmış ve kıskançlıkla korunan yerler vardı. Bu en tepedeki güçlerden en geri konumdaki halkların durumuna kadar böyle idi. Reel sosyalizmin çözülüşü iki kutuplu dünyanın bu hantal durgun ve tıkanmış gerçekliğini de sarstı. Kim nerede neyi temsil ediyor, nereye gidiyor, sorusu gündeme oturdu. Artık hiç kimse yerinin rahatlığından söz edemiyor. Dünyanın bu değişen gerçekliği içinde, bireyler de hem dünyayı hem de kendilerini sorguluyorlar Bu sorgulama emperyalizmin metropollerinde de sömürge ülkelerde de kendisini dayatıyor, insanlar bu gerçeği yaşıyorlar. Üstelik günümüzdeki tartışma, kaba anlamda “gelişme” karşısındaki durumun ele almışı da değil, insan tarih içinde kendisini arıyor. Nerede neyi yitirdiğini, nasıl bulacağını sorguluyor, doğaya hakimiyet mücadelesinden bu yana elinde biriktirdiği gücün nasıl kendine dönen bir silah haline geldiğini görüyor ve bunun dehşetini yaşıyor, insanın doğayla yarışma mücadelesi anlamını burada bulmaktadır. Kadınların insanlık içinde kendilerini bulma savaşımı, yani kimlik mücadeleleri de böyledir. Ve bunlar, basit hak arayışları -hukuki haklar- sorunundan çok ileri boyuttaki arayışlardır. Uluslar açısından da aynı gerçeklik söz konusudur. Uzun yüzyıllar dünyanın merkezi olmuş, ulusal ve sosyal problemlerin çözümünde ileri bir noktada görünen Avrupa’da günümüzde çatışma boyutlarında ulusal problemlere çözüm arayışları, bireyciliğin son noktasındaki doyumsuz bireyin bunalımları ve sosyal çerçevede diğer sorunlar yaşamın yeniden değerlendirilişinin en üst boyutta ve yoğun sorularla gündeme gelişidir.
Avrupa bireyciliğin dorukta yaşandığı bir merkezdir ve birey artık orada ölü çizgiye gelmiştir. Dünyanın geri ülkelerinde birey halen dar bireysel çapta kendini ifade etme savaşı verirken, Avrupa’da bireycilikle bireyin ulaştığı nokta yeni bir kimlik bunalımını ifade etmektedir. Burjuva çizginin ulaştığı son noktanın bile çözüm üretemeyeceği ortaya çıkmıştır. Kapitalizmin bireyi incelenmek isteniyorsa, şüphesiz ki, en iyi laboratuvar Avrupa olacaktır. Avrupa çözümsüz, bunalımlı bireyi yaratmıştır, insanın kendine yabancılaşmasının son noktası bu zeminde yaşanmaktadır. Bunalımın son kaynağı da zaten buradadır.
Batı Avrupa’nın emperyalist metropollerinde birey kendini ulusal ve sınıfsal kimlik çerçevesinde ifade etmesine rağmen, eğer toplum ve birey düzeyinde halen bir kimlik bunalımından bahsediliyorsa, bu nasıl izah edilecektir? Birey hangi arayış içindedir? Daha düne kadar, sosyalist olarak nitelendirilen ülkelerde de ulusal, toplumsal ve bireysel kimlik probleminin çözüm bulmadığı ortaya çıkmıştır. Bu zeminlerde her düzeyde bir savrulma’ yaşanmaktadır. Özellikle emperyalist metropollere bakıldığında bireyin toplumdan yalıtık bir adacık gibi yaşadığı, bireylerin bireylere ve kendilerine müthiş bir yabancılaşma süreci içinde oldukları, teknoloji ve iletişim çağı denilen çağımızda insanlar arasında iletişimsizliğin dehşet verici boyutlarda derin olduğu görülmektedir. O halde, birey ne olmuştur? Orta yerde “birey” diye bir olgu kalmış mıdır?
İnsanı hayvan soyundan ayıran ana öğenin, soy olarak insanın kendini bir topluluk haline getirişi olduğunu belirtmiştik. İnsan soyunun topluluklar halinde bir araya gelişi, bilinçli bir tercih değil, doğanın zorunluluğunun bir gereği idi. Zorunluluk, onu doğaya hakimiyet mücadelesine götürdü. Var olma savaşında insan, doğaya üstün olmaya çalışarak ilk kimliğini kazandı. Bu, doğayla yabancılaşma sürecinin başlangıcıydı, ilk toplumsal işbölümü, yani insanlığın tanıdığı ilk büyük devrim, kadın ve erkek arasındaki işbölümü temelinde gerçekleşti. Kadının damgasını taşıyan anaerkil düzenden erkek egemenlikli toplumsal şekillenmeye doğru bu geçiş, kadın ve erkeğin bir birine yabancılaşma sürecinin başlangıcıydı. Toplumdaki artık ürünün bazı ellerde toplanmasının ortaya çıkardığı gücün tanınması ve bu gücün daha büyük bir güce ulaşmak için başka insanlar üzerinde egemenlik silahına dönüştürülmesi, tarihsel açıdan sınıflı topluma, yani uygarlığa geçişi ifade ediyordu. Ama bu, aynı zamanda insanın kendisine yabancılaşma sürecinin başlangıcıydı. Çünkü tarihte ilk kez üretenler, artık, ürettiklerinin sahibi olamama anlamında, artık ürünü ellerinde toplayanlar ise kendi emekleri olmayan değerlere el koyma anlamında emeğe yabancılaşmaktaydılar. Gelinen noktada duruma bakıldığında,” doğayla insan arasındaki yabancılaşma doğanın tam bir tahribatına, kadınla erkeğin yabancılaşması iki cinsin birbirini yitirmesine, gücün belli ellerde toplanması nükleer silah felaketinde ifadesini bulduğu gibi insanlığın imhasının gündeme gelişine gelip dayanmıştır. Tarihi materyalist açıdan bu, artık yeni bir yadsımanın, yani yabancılaşmanın inkarının zorunluluğu anlamına gelmektedir.
Şüphesiz ki, burada anlatılmak istenen yeniden bir başa dönüş değildir, insanlığın helezonik biçimde yükselişi söz konusudur. İnsanın güç olma savaşımı, bu gücün mülkiyetle ifadesini bulması ve mülkiyet karşısındaki durum nedeniyle insanın kendine yabancılaşması olduğu kadar, sosyalist bilimsellikte ifadesini bulduğu gibi insanın insan olarak kimlik kazanması da bu noktada yakalanmıştır. Günümüzde artık şu gerçek çok açık olarak ortadadır: Doğayı zayıf düşürerek doğa üzerinde güç olmak isteyen insan doğayı yitirmiştir. Kadını zayıf düşürerek güç olmak isteyen erkek, kadınla birlikte kendini de yitirmiştir. Başkalarının mülksüzleştirilmesi üzerinde güç olmak isteyen insan, esasta kendisine yabancılaşmıştır. Sorgulamayı bizce bu çapta ele almak gerekmektedir. Kısacası, genel tanımıyla insan doğa karşısında yeni bir kimlik kadın ve erkek birbirleri karşısında yeni bir kimlik mülkiyet ilişkilerinin düzenlenmesinde insanlık yeni bir kimlik edinmek zorundadır. Bunu uluslar ilişkisi alanında da aynen uyarlamak gerekir. Bu açıdan bakıldığında, dünyayı insanlığı bir bütün olarak ele almak zorunludur, izlenen yol ve yöntemler birbirinden farklılık gösterse de, dünyamızın her parçasında sadece sınıf mücadelesiyle de sınırlandırılamayacak olan boyutları çok derin bir kimlik mücadelesi vardır.
Bizi en yakından ilgilendiren gerçek, Türkiye’nin bunun neresinde olduğudur. Türkiye toplumundaki kimlik bunalımı hangi boyutlardadır? Bu bunalımın aşılması nasıl mümkün olacaktır? Şüphesiz ki, bu sorulan ilk soran biz değiliz. Türkiye’de derin bir kimlik bunalımının yaşandığını, tekelci burjuvazinin temsilcilerinden proletaryaya kadar herkes apaçık itiraf etmektedir. Herkes kendine göre bir seçim yapmakta ve kendi seçimini biricik çözüm olarak göstermektedir, iki kutuplu dünyanın çözülüşü ardından daha da dayatıcı olan soruların başında, “Türkiye dünyanın neresindedir?” sorusu gelmektedir. Devleti yöneten sınıflar açısından -tekelci burjuvazi açısından- sorunun cevabı çok nettir ve zaten ilişkisi olduğu emperyalist sistem onun açısından tek yaşam halkasıdır. Ama yer alınan sistem açısından herhangi bir tereddüt olmasa da, bu sınıfın çeşitli kesimleri arasında giderek belirginleşen eğilimler uzanmak istenilen ajanlar açısından bir tartışmanın yaşandığını göstermektedir. Türkiye bir Avrupa ülkesi midir? Türkiye bir Ortadoğu ve İslam ülkesi midir? Türkiye “Türkiye’nin Anavatanı” olan Orta Asya’ya doğru kendi soydaşlarıyla birleşmek zorunda olan bir öncü güç müdür? Yani Türkiye Doğulu bir ülke midir? Görüleceği üzere onlar, “Türkiye’nin yeri” tartışmasını yaparken, bunu kendi sınıf çıkarları ve yayılma hesapları üzerinde yapmaktadır. Suudi başta olmak üzere gerici Arap sermayesi ile ilişki içindeki kesimler, İslamcılık akımının başını çeker ve Türkiye’nin Arap alemiyle birleşmesi gereken bir İslam ülkesi olduğu propagandasını yaparken Avrupa emperyalist güçleriyle çıkar birliği içinde olanlar, “laiklik” adı altında İslamcı akımların tehlikesinden bahsetmekte, dillerine doladıkları sahte demokrasi ve sivilleşme laflarıyla AT içinde bir yer tutmanın mücadelesini vermektedirler, ilişkileri ABD ağırlıklı olan kesimler ise, “demokrasimden yana fazla bir kaygı duymaksızın, ırkçı yayılmacı politikaların hayat bulması için ağırlık koymaktadırlar. Türk egemen sınıflarının Türkiye’ye kazandırmak istedikleri kimlik ve bu amaçla mücadeleleri böyledir.
Türklerde kimlik bunalımı tarihsel bir olaydır. Bu, Türklerin tarihe çıkışıyla birlikte başlar ve her tarihsel dönemeç noktasında bütün ağırlığıyla kendisini hissettirir. Çin uygarlığıyla karşılaştıklarında, akınlar halinde Anadolu’ya geldiklerinde, Arap feodalizminin ve Bizans karşısında, Avrupa kapitalizmi karşısında, emperyalizm karşısında, sosyalizm ve halklar karşısında ve gönlümüzde karşıt kampların çözülüşü karşısında yaşadığı gerçeklik tam bir kimlik bunalımıdır. Ama elbette temelde içsel olgular vardır. Nitekim Türkiye’de kimlik bunalımının en uç noktada yaşanması,” bir anlamda da çözülüş ve arayış süreci 12 Eylülle birlikte başlamıştır. 12 Eylül içten içe kaynayan bunalımın bir patlamayla kendisinin dışa vuru mudur.
Neden böyledir? Birincisi, 1970’li yıllar içerisinde başta proletarya olmak üzere tekelci burjuvazi karşısında sınıflar kendi kimliklerini sorgulamaya başlamış ve bu kaçınılmaz olarak siyasal alana da yansımıştır. Sınıfların kimliklerinin reddi üzerine kurulmuş bir zeminde yaşanan bu gelişme, devletin kimliğinin sorgulanması anlamına geldiğinden ve alttan bir çözümü dayattığından, egemen sınıflar ellerinde bulundurdukları zor gücüyle bu süreci tersine çevirmek istemişlerdir. Toplumun beynine indirilen balyoz bu amaç içindir, ikincisi Kürdistan’da Kürt ulusunun kendi kimliğini sorgulamaya başlaması da, devletin kimliğinin hem de bir savaşla sorgulanması demek olduğundan, Türk egemen sınıfları bunu da şiddetle ezmeyi görev bilmişlerdir. İşte böylesine temel problemlerin yanı sıra, dışa dönük olarak da, Türk egemenleri kendileri ve emperyalizm adına belli misyonlar yüklenmişlerdir. Üstlenilen rol, kimlik demektir. 12 Eylülde Türk burjuvazisi, elinde hazır tuttuğu kılıcı toplumun başına indirirken kendi kimliğine sahip çıkmıştır. Ve bunu, hem Türkiye toplumunu oluşturan sınıfları hem de Kürt halkını kimliksizliğe mahkum ederek yapmıştır. Ama 70’li yılların büyük bilinç birikimi üzerinde yapılan bu dayatma içsel olguları bastırmaya yetmeyeceğinden, bu bunalımda derinleşmekten başka bir anlama gelmeyecektir. Ve öyle de olmuştur. Öyle ki izlenen politika, Türk işbirlikçi-tekelci burjuvazisinin kimlik problemini de derinleştirmiştir. Çıkarlarını inkar politikası üzerine oturtan bir sınıf olarak, Türkiye toplumunun ve Kürdistan’ın inkarı aşması karşısında tam bir acze içine düşmüştür, ekonomiden siyasete kadar her alanda bir istikrarsızlık, istikrar kazanan tek durum olmuştur.
12 Eylül, toplumun kişiliksizleştirilmesi politikasını dayatırken, gerçekte bu da topluma bir kimlik vermedir. Kişiliksizlik deyimi, ağır hastalıklı kişiliği ifade eder. Türkiye toplumunun bugün içinde bulunduğu durum budur. Sınıflar ve bir bütün olarak toplum felçli bir hasta gibi yatalak hale getirilmiştir. 12 Eylül’ün balyozunun sersemliği henüz kafalardan anlamamıştır. 1980’Ii yıllarda “susan Türkiye” deyimini sivil burjuva çevrelerin temsilcilerinden biri sıfatıyla Demirel kullanmıştı ve bu deyim gerçeğin çok yumuşak bir ifadesiydi. Düşünmeyen, konuşmayan ve eylemsiz Türkiye,^ 1980’li yılların Türkiye kimliğidir. Bu Türkiye’de, burjuva partileri bile kapatılmıştır. Sendikalar ve sendikal hareket lav edilmiştir, aydınlar korku hummasına yakalanmış, devrimci önderler işkencelere alınmıştır, “ibret” için gencecik insanlar asılmıştır, öğrenci gençlik kışla eğitim sistemi içinde robotlaşmaya alınmıştır, işçi sınıfı ve köylülük mülksüz bırakılmıştır, orta ve küçük burjuvazi tam anlamıyla çökertilmiştir, basın cuntanın hizmetine sokulmuş, üniversiteler faşizmin sözcüsü haline gelmiş, toplum MİT ajanlarının ve kontrgerillanın elini her an ensesinde duyacak ölçüde terörize edilmiştir. NOKTA dergisinin 1980’lerin son yıllarında yaptığı bir ankette, resmi elbiseli bir şahsın istediği an istediği kişiyi boynuna ip’ takıp caddelerde gezdirebileceği ve hiç bir tepki almayacağı ortaya konuluyordu, işte, 12 Eylül’ün yaratmak istediği toplum da bu idi. Yani susmanın da ötesinde, beyinsel faaliyeti bile dondurulmuş, boynuna takılan yularla idare edilen hayvanlaşmanın eşiğindeki bir toplum. Şüphesiz ki, bu da bir kişiliktir. Bu anlamda, kişiliksizlik yoktur.
12 Eylül rejimi altında, toplumun içine sokulmak istendiği bir kalıp var. Burada belirtilmesi gereken ikinci ve önemli bir nokta ise 12 Eylül’ün bir kaçış süreci olmasıdır. Bu kaçış, salt yurtdışına çıkış anlamında değildir. Kendinden kaçıştır, yabancılaşmadır. Zaten hiçbir şekilde, gerçek anlamda kendisi olmayı yaşamamış olan “öncüler ve yığınlar”, 80’li yıllar boyunca sürekli bir kaçışı yaşadılar. Gerçeğe bir adım daha yaklaşarak ifade edecek olursak, kaçışta da son noktaya gelindi. Toplumsal kurtuluşa önderlik iddiasında olanlar, kendi siyasal gerçekliklerinden kaçabilecekleri en son noktaya kadar kaçtılar. Toplumsal sınıflar da yaşam gerçeklerinden kaçabilecekleri en son noktaya kadar kaçtılar. Gelinen noktada artık kaçılacak bir yol, ardına sığınılacak hiçbir şey kalmadı. Örgüt adına, örgütlülükten önderlik adına önderlikten politik mücadele adına ideolojik sığınağa kaçış, “devrim” iddiasıyla 70’li yılları dolduranları 80’lerde tam bir tükeniş noktasına getirdi. Reel sosyalizmin kapitalizme savruluşuyla birlikte ise bunlar, tam bir kimlik bunalımına girdiler ve kapitalizmin “ilahi” gücü karşısında secdeye vardılar. Bu savrulma süreci halen tamamlanmış olmaktan uzak. Ana eğilim olarak yukarıda belirtilen durum yaşansa da, hâlâ kapitalist sisteme doğru uzanıp, oraya ulaşmaya çalışan bir sarmaşık olmamak için direnen güçler de elbette var. Bunlar için sorun, kelimenin tam anlamıyla bir siyasal kimlik sorunudur bir çıkış için arayış içindedirler. Bunlara saygımızı koruyoruz ve birlikte mücadele etmenin mümkün olduğuna inanıyoruz. Reel sosyalizmin çözülüşü ve eski “sosyalist” ülkelerin hızla kapitalizme savruluşu, Türkiye “sosyalist” cephesindeki kimlik bunalımını derinleştirmiştir ama Türkiye’de “sol”un kimlik bunalımı da bu noktada başlamamıştır. Kendi sınıfsal zeminine oturamaması, iddiasıyla gerçeğin başka oluşu anlamında, “sol”da kimlik bunalımı her zaman var olmuştur, hatta kronikleşmiştir. Reel sosyalizmdeki çözülme, belki de kimlik probleminin apaçık gözler önüne serilmesi açısından olumlu bir etkide bulunacaktır.
Sosyalist olma iddiasındaki güçler başta olmak üzere, Türkiye’de her bireyi kişilik bulmaya mecbur eden en önemli etkenlerden biri, Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesidir. Kürdistan sorunu karşısında TC devletinin kendini yeniden şekillendirme yani yeni bir kimlik kazanma ihtiyacını duyduğu bir süreçte, toplumun diğer kesimlerinin bu etkinin dışında kalmaları mümkün değildir. Çünkü Kürdistan gerçekliği Türkiye toplumu, açısından her şeyden önce çağ ve insanlık karşısındaki tavır sorunudur. Ve söylenebilir ki, Türkiye toplumu tarihte İlk kez bilinçli bir tercihle çağ ve insanlık karşısındaki konumunu belirleme şansına, Kürdistan gerçekliği karşısında ulaşmıştır. Bu noktada alınacak bağımsız bir tavır, çağdaş, insani ve demokratik bir kişilik kazanma olayıdır.
Şu aşamada Kürdistan sorunu karşısında tavırda muğlaklık, politika belirleyememe, sınıflar ve bireyler açısından kimlikte netleşememenin, yaşanan bunalımın ifadesidir, işçi sınıfı ve diğer emekçi kesimler bu noktada arayış anlamında bir bunalımı yaşarken bu bunalım en derin ifadesini doğal olarak Türk aydınında bulmaktadır. Türkiye’de aydın kendi kişiliksizliğini ve çözümsüzlüğünü en çok bu noktada ele vermektedir. O, neden yana tavır alacaktır? Kendi varlığını borçlu olduğu devletin parçalanmadan korunmasından yana mı yoksa “aydın” olmanın gerekliliğine uyarak çağdan, insanlıktan ve halklar kardeşliğinden yana mı? “Aydın”, kimliğini burada kazanacak, burada netleştirecektir.
Toplumdaki diğer sınıflar açısından da problem aynı noktalarda düğümlüdür. 12 Eylül’ün balyozu altında dar kalıplar içine sıkıştırılan emekçi kesimler, kendilerini ideolojik, politik ve eylemsel olarak nasıl ifade edeceklerdir? Buna kesin ihtiyaç olduğu ortadadır, işçi sınıfı nedir, köylülük nedir, küçük burjuvazi nedir, gençlik nedir, kadın nedir, ulus-vatan kavramları nedir, ulusların karşılıklı ilişkileri nasıl olmalıdır Türkiye tarihi içinde onurlu bir yer almak istiyorsa, bütün toplum bu sorulara cevap vermek zorundadır. Düşüncede ve eylemde yabancılaşmanın inkarının gerçekleşmesi gerekmektedir.
Türkiye’de kadınlar da öz-kimlik savaşımında kendi yerlerini almak durumundadırlar. Türkiye gerçeği dikkate alındığında kimlik savaşımına en çok ihtiyaç duyan kesimlerden biri de, kadınlardır. Kadınların kimlik savaşımı, halklar mücadelesi anlamında hukuki bir sorun değildir. Yine bu sorun salt kadına ait bir sorun olmayıp, erkeği de aynı oranda ilgilendirmekte, bunun da ötesinde “evrensel bir boyut taşımaktadır. Kadının kimlik savaşımı, Türkiye toplumunun demokrasi ve özgürlük probleminin çözümü ile özdeş olduğu gibi, Türkiye toplumunun insanlıkla bütünleşmesiyle de örtüşen bir savaşımdır. Türkiye kadınının gerçeği çözümlendiğinde görülecektir ki, onun üzerinde geliştirilen bütün politikalar toplumun köleliği ile orantılıdır. Nitekim toplumun en çok susturulduğu, en çok baskı ve şiddet altına alındığı 12 Eylül süreci, kadının en çok düşürüldüğü, cinselliğin en çok ön plana çıkarılıp açık pazara çıkarıldığı süreçtir. Günümüzde “kadın nedir?” sorusuna cevap verilmek istenirse, ortaya Türkiye’nin tablosu çıkacaktır. Bu açıdan kadını gerçeği Türkiye çözümlemesinin en önemli bir halkasını oluşturmaktadır.
Kişilik, bireyin kendisi ile ilgili bir olay olmayıp siyasal-toplumsal bir olgudur. Derin bir tarihi temeli vardır. Bu açıdan, bireyle sınırlı bir problem de yoktur. Türkiye’de kimlik ya da ki-, silik sorununu ele alışımız, toplumsal bunalımın bir dayatmasıdır ve burada cevap aranan noktalar toplumun öz kurtuluş sorununu içermektedir. En başta Türkiye’nin yeri sorunu gündemdedir. Bu soru kendi gerçeğine uygun bir cevap beklemektedir. Ama bu sorunun doğru cevabının alınışı başta proletarya olmak üzere emekçi kesimlerin kendilerini formüle edişlerine, yani kendi kimlik bunalımlarını çözmelerine bağlıdır. Ana halka buradadır. Tam bir savrulma içindeki toplum, savrulan hazan yaprağı gibi rüzgarın yönüne doğru mu yol alacaktır? Eğer mevcut gelişmelere bakılırsa bu, ciddi bir tehlike olarak önümüzde duruyor. Dünya ve toplum gerçeklerinin bilincine varmış insanlar, elbette ki bu savrulmanın önünde durmayı ve doğru yola kanalize etmeyi vazgeçilmez bir görev bilmek durumundadırlar. Kaldı ki, Türkiye’de kendisini dayatan devrimin başarı şansı bu noktadır. Resmi ideolojinin damgasını taşıyan sınıf ve kişiliklerle, devrimin sübjektif şartları ne kadar olgun olursa olsun, devrime yürümek mümkün değildir. Geçmiş “sol” pratiği bunu çok somut olarak kanıtlamıştır. Türkiye devrimi kendi yolunu sağlam döşemek için, sınıfsal kimlik problemini en doğru tarzda çözmekle yükümlüdür. Yani, Türk bireyi de kendisini bu problemin çözümünde bulacaktır. Bunun dışında Türkiye’de “birey” zaten yoktur. Sınıfların kişilik anlamında bu ölçüde silikleştirdiği bir toplumda “bireyin” varlığından bahsetmek mümkün değildir. Türkiye’de birey her sınıf açısından ve her durumda devlet tarafından ve resmi ideolojisi tarafından koşullandırılmış olarak, yani kendisine yabancı bir konumu yaşamaktadır. Duygu, davranış ve bilinci bu temel üzerinde şekillenmektedir. Böyle bir birey, toplumsal sorunların çözümünde yoktur, bir hiçtir. İşte, Türk bireyinin sözde bireysel çıkarlar etrafında temsil etmeye çalıştığı ve tümüyle yanılgıdan ibaret olan “bireyciliği” bu temel üzerinde şekillenmiştir. Dünyaya ahkam kesen, burnu kaf dağında, maddi temeli olmayan sahte ulusal ve bireysel değerlerle doldurulmuş, birbiri karşısında itici, devlet karşısında sonuna kadar köle, en hayati çıkarlarını dahi savunamayacak ölçüde güçten düşürülmüş bu birey, devrimin çözümlemesi gereken en önde gelen problemidir. Bu problemin çözümü, Türkiye’de devrim önündeki temel bir engelin ortadan kaldırılması, devrimin kendi kadrolarını yaratması demektir. Türkiye sol hareketi, bugüne değin bu probleme yaklaşma gücünü bile göstermediği içindir ki, en temel örgüt problemini çözme gücüne de ulaşamamıştır. Kendi insan tipini yaratamayan hiçbir devrim başarı şansına sahip değildir. Hele hele Türkiye söz konusu olduğunda, bu gerçek daha da yakıcı olmaktadır. Resmi devlet kabuğunu kırarak kendi halk ve sınıf gerçeğine oturan ve kendisini evrensel özelliklerle bütünleştiren bireyin yaratılması, yeni bir Türkiye’nin yaratılması olacaktır.
1- TARİH İÇİNDE TÜRK KİMLİĞİ
“Her Türk asker doğar!”, “Bir Türk dünyaya bedeldir!”, “Türk öğün, çalış, güven!”, “Cengaver Türk!”, “Biz bize benzeriz!”, “Türkün Türk’ten başka dostu yoktur” vb. sözleri Türkiye’de doğup büyüyen herkes duymuştur. Ama çoğu kez bu sözlerin ne anlama geldiği üzerine düşünme gereği bile duymamıştır.
Öte yandan, Türk insanı üzerine başkalarının da değerlendirmeleri vardır. Çoğunlukla olumsuz olan bu değerlendirmeler de en az diğeri kadar çok ve yaygındır. “Barbar Türk”, “Türk’e güven olmaz” vb. gibi sözler komşu halkların olduğu kadar, Avrupa halklarının da Türk’e bakış açısını ortaya koymaktadır.
12 Eylül’le birlikte Türk toplumu ve bireyi hakkında daha somut değerlendirmeler de ortaya atılmıştır. Devleti yönetenler, nasıl bir toplumun başında olduklarını, “bizim halkımız devletimize karşı ayaklanmaz” şeklinde en çıplak biçimde ifade ederken toplumda da sürü psikolojisi ve davranışı somut olarak yaşanmıştır. Bir yanda “devlet baba” felsefesi, öte yanda “biz adam olmayız” felsefesi iç içe örülerek, ucube bir kişiliği çağdaş değerlerin karşısına çıkarmıştır.
Dünya uluslarının bazı karakteristik özelliklerinden bahsedilir. Örneğin İngilizler ‘in soğukkanlı, Almanların disiplinli, Fransızların ve genelde Akdeniz halklarının sıcakkanlı olduğu söylenir. Türkler ise “asker – millet” olarak tanınırlar. Türkler açısından bir övünç tümcesi olarak benimsenen bu tanımlama, gerçekten de çok önemli bir özelliği ortaya koymaktadır. Denebilir ki dünya ulusları içinde Türk ulusu kadar devlet tarafından biçimlendirilmiş ve devletin yön verdiği bir ulus yoktur. Bu aynı anlama gelmek üzere, halk, sınıf “ve birey olarak Türk’ün bağımlı kişiliğinin vurgulanmasıdır.
Türk bireyinin kişilik çizgisinin gerçekçi bir biçimde ele alınabilmesi için, devlet ve toplum, devlet ve birey ilişkisinin tarihi temelleriyle birlikte ele alınması gerekmektedir. Bugün orta yerde kendi çıkarlarına yabancılaşmış, devleti ruhunda içselleştirmiş, zayıfa egemen olma – egemen karşısında sonuna kadar boyun eğme özelliğini karakter edinmiş bir tip var. Toplumun en devrimci kesimi olması gereken proletaryaya kadar her sınıf ve tabakanın ortak paydası olan bu özellikler, Türkiye’nin temel bir problemi, ayaklarındaki prangadır. Ama bir ulus nasıl oluyor da yüzyıllar boyu kendini geriye çeken, çağdan koparan, karanlığa mahkum eden, demokrasiye yabancılaştırıp despotizme ve zora tapınmaya götüren böylesine bir prangayı bugüne değin taşıyor? Nasıl oluyor da, en doğal hak arayışında bile orduyu karşısında bulunca işçi barikatları tek bir silah sesi bile duyulmadan darmadağın olabiliyor? Nasıl oluyor da, bir sınıf adına ve hem de egemen burjuva sınıflar adına sivil politikacılık yaptıkları iddiasında olanlar, ordunun ayak seslerini duyar duymaz şapkalarını alıp çekiliveriyorlar? Daha da sayılabilecek olan bu türden özellikler, Türkiye’nin dünya içinde özgün, ama hiç de onur vermeyen gerçeğidir.
Sosyalizm mücadelesi dar anlamda demokrasi mücadelesi ve özde ise insanlığın zorunluluklar karşısında özgürleştirilmesi savaşıdır. Türkiye’de de sosyalist hareket, başka herhangi bir ülkede olduğundan daha çok bağımsızlık ve özgürlük hareketi olmak durumundadır. Ama bunu, günümüzdeki klasik tanım içine hapsetmemek gerekir. Burada bahsedilen “bağımsızlık ve özgürlük” olgusu emperyalizme karşı mücadeleyi içerse de, esasta toplumun kendi içsel prangalarına karşı özgürleştirilmesi olgusudur. Türkiye devriminin bu özelliği dikkatten kaçırıldığında, sosyalizme doğru tek bir adım bile atmak mümkün değildir. Devrimci örgütlenmeyi bu esas üzerinde anlamak gerekiyor. Yani dıştan dayatılan egemenlik biçimlerine karşı toplumu örgütleyebilmek için devrimci örgüt, her bireyin ruhuna kadar işletilmiş içsel egemenlik ve kölelik biçimlerine karşı bir savaş aracıdır. Tarihi tasfiyecilik tarihi olan Türk sol geleneğinin aşılması da işte bu noktada olacaktır. En başta öncüler olmak üzere, Türk halkı ve bireyi kendi gerçeğini tanıma ve aşma savaşı vermeden, yarını yaratmak mümkün değildir.
Bu noktada haklı olarak sorulması gereken sorular olacaktır. Türkiye toplumunu bir bütün olarak bazı karakteristik özellikler içerisinde izah ederken, acaba bu kez de tersinden bir uç noktaya gidilmiyor mu? Toplumu oluşturan sınıflar, bunların karşılıklı ilişki ve çelişkileri mutlaka bir sınıfa ait olması gereken bireyin sınıfsal temeli gözden kaçırılmıyor mu? Veya böyle bir tehlike yok mu?
Elbette ki, Türkiye toplumsal yapısı da, her halkta olduğu gibi, sınıfsal analize tabi tutulmak durumundadır. Toplum, sınıflar çelişkisi esası üzerinde şekillenmiştir. Ancak, genel bir kuralı ya da tanımlamayı bir kalıp gibi toplumlara giydirerek sorunlara ne izah bulunabilir ne de çözüm. Çünkü sınıf ilişkileri ve çelişkilerinin de her toplumun bünyesinde izlediği farklı özellikler vardır. Bir ayrıntı gibi de görünse de bu ayrı çizgiler o halkların özgün tarihlerini ve o tarih içinde şekillenmiş karakteristik yapılarını ortaya koyar. Toplumların gelişim seyrini en kalın çizgileriyle Türk toplum gerçeğine oturttuğumuzda göreceğiz ki gözden kaçan ve son derece önemli noktalar vardır, işte bu çizgiler üzerinde durarak Türkiye gerçeğini ve Türk insanını tanımaya çalışacağız.
2- TÜRK HALK KİŞİLİĞİNİN TARİHSEL ŞEKİLLENİŞ TEMELLERİ (BOZKIR TOPLULUKLARINDAN ANADOLU’YA)
İnsan soyu kendini hayvan soyundan ayırıp, kısmen kararlı topluluklar haline geldiğinde doğa karşısında kişilik edinme savaşımında önemli bir adım atmış oluyordu. Doğanın sunduğu hazır ürünlerin değerlendirilmesi ve bunların paylaşımı, topluluk üyelerinin kendi iç ilişkilerini de düzenledi. Kadınla erkek arasındaki doğal işbölümünü, zenginliklerin artmasıyla hayvancılık ve tarımcılığın ayrışması temelinde ilk toplumsal işbölümü takip etti. İkinci toplumsal işbölümüyle insanlık artık belki de bin yıllarca süren büyük bir evrimsel gelişmede ileriye doğru nitel bir sıçrama yaşıyordu. Bu süreçte insanlık ilk defa köleliği tanıdı. Kölelik değer yaratan insanın başka insanlar tarafından bir mülk haline getirilmesi demekti. Ama aynı zamanda, örgütlenmede büyük bir tarihsel atılımı ifade ediyordu. Bir yanda, mülk haline getirilen birey, hayvandan bile daha geri bir yaşama mahkum edilirken, diğer yanda adına halklaşma denilen insan topluluklarının bir toprak üzerinde istikrarlı örgütlenmelerinin ifadesi olan bir süreç yaşanıyordu. Belli bir toprağı yurt edinme temelinde aralarında dil ve kültür birliği oluşan insan toplulukları artık halk olarak adlandırılıyordu. Bu, insan topluluklarının ilk resmi kimliği, ilk kişilik kazanmasıdır. Bu süreçte yerleşilen topraklar üzerinde oluşan kültür birliği, daha sonraki gelişmelerin ve özelliklerin de ilk mayasıdır.
Türker’in günümüzdeki son görünümleri, yani taşman ulusal kimlik eğer doğru bir izahını bulacaksa, Türk halk şekillenmesinin ve bu şekillenme içinde bireyin durumunun mutlaka ele alınması gerekiyor.
Toprak, yani yurt kavramı her halkın kaderinin belirlendiği zemindir. Her şey bu zeminde ayaklan üzerine oturur. Kendi tarihimize baktığımızda, halk topluluğu olarak ruhsal birliğin yurt edinilen toprak üzerinde değil, yurtsuzluk üzerinde şekillendiğini görmekteyiz. Türkler, tarih sahnesine Orta Asya’da çıktılar. Ama Orta Asya yurtlaştırılan bir toprak olmadı. Bu, elbette bir tercihin ortaya çıkardığı bir sonuç değildir. Türkler, henüz barbarlığın yukarı aşamasında, halklaşma sürecinde iken, Orta Asya’yı da terk etmek zorunda kaldılar. Üstelik orada bulundukları süreçte de toprağa bağlılıkları ve toprak üzerinde oluşmuş bir kültürleri yoktu. Türkler’in içinde bulunduğu durum toplumsal işbölümü esası üzerinde değerlendirildiğinde, tarımcı ve çoban topluluklar farklılaşmasında bunlardan biri de değildir. Göçebe ve hayvancılıkla uğraşan bir topluluk karakteri görülse de, hayvancılık esas üretim biçimi ve geçim kaynağı değildir. Uygarlığa geç giriş Türkler’in uygarlık içinde bir yer edinme şansını zayıflatıp erime tehlikesini ortaya çıkardığından, uygarlığın hazır değerleri üzerinde talan ve gaspa dayanan bir örgütlenme ve yaşam biçimine itmiştir. Saldırı ve sürekli talan, Türk varlığını korumanın savunma mekanizmasıdır. Türklük kendi varlığını kendi değerleri üzerinde değil, başka halkların değerlerinin talanı üzerinde sağlamıştır. O noktada da, talan, gasp ve imhaya dönük saldın, Türk varlığının temelini oluşturmuştur. Kısacası, doğuşta bir topraktan tohumlanma, sağlıklı bir filizlenme olmadığı için, sağlıklı bir kök üzerinde ağaç haline gelme de yoktur.
O halde üretim kültürü içinde şekillenmeyen birey, nasıl bir kişilik kazanacaktır? Tarihin bu aşamasında bir Türk kimliğinden bahsetmek fazla gerçekçi olmayacaktır. Birey, üretim içinde ve üretim araçları karşısındaki durumuna göre kimlik kazanır. Yani, bireyin kişilik kazanmasının temelinde sınıflaşma olgusu vardır. İnsanlık, gens-klan, kabile, aşiret örgütlenmelerinden topluluk bilincine doğru ilerlemiş, mülkiyet kurumunun doğuşu ise topluluk içinde bireyi ortaya çıkartmıştır. Yabancı güçlere karşı korunma giderek halk ve ulus olma bilinci biçiminde ilk topluluk anlayışının gelişmesini ifade ederken, mülkiyet ilişkilerinin değişim süreçleri ise kapitalizmde somutlaşan bireyi ortaya çıkartmıştır. Türk boylarının örgütlenmelerinde, birinci yan ne kadar güçlü ise, ikinci yan o kadar siliktir. Bunun nedeni, Türk boy örgütlenmesinin dışa dönük bir saldırı karakteri taşımasıdır. Burada bireyin var olması, boyu var eden saldırganlık ve talancılıktan geçmektedir. Bu açıdan belli bir sınıfsal karakter taşıyan bireyin şekillenmesinden çok, her-bireyde yansımasını bulan bir boy karakteri -ruhunun şekillenmesi- vardır. Bireyler kendilerini bu şekillenmede bulurlar ve birey olarak kendilerini ifade edişleri saldın ve talan içinde mümkün olur. Yiğitlik, kahramanlık, bilgelik, vs. gibi yücelik atfedilen sıfatlar, buradaki özgün gerçek içinde en iyi talana, en acımasız saldırgan olmak ve bunu sanat haline gelmesi anlamına gelebilmektedir. İnsanlığın genelde kabul gördüğü kavramların bile burada daha ilk adımda ters yüz edilişi vardır. Türkler’de örgütlenmenin bu aşamasında henüz birey yoktur ya da çok siliktir., Dışa karşı korunması gereken boy çıkarları vardır. Ve bu da ortak bir ruhun en katı şekillenmesini birlikte getirmektedir. Topluluk içinde bütün ilişkiler, hiyerarşik yapı vs. Türk toplulukları için “üretim biçimi” olan talancılık esası üzerinde şekillenmiştir. Talan ve yağma topluluğun tek yaşam kaynağı olduğuna göre, bu doğaldır. Boy beyi bile ancak topluluğu en iyi, en kârlı talana yönelttiği, buna önderlik ettiği oranda yönetici bir kişiliktir. En üstten en alta kadar tek tek bireylerin durumu da böyledir. Örneğin, Türkler’de doğan çocuğa hemen ad vermeme ve ancak gösterdiği bir kahramanlıkla topluluk tarafından “adlandırılması geleneği vardır. Bir erkek birey açısından kişilik haline gelme, bir ad kazanma ancak gösterilen kahramanlıkla mümkün olmaktadır. Bu kahramanlığın gösterildiği yer ise, yabanıl hayvanlarla mücadele ve başka halklara yönelik talana saldırılardır. Burada da ortaya çıkmaktadır ki, “halk” olarak var olabilmek doğayla mücadeleden ve başka halklara yönelik sürekli bir saldırı pozisyonunda olmaktan geçmektedir. Türk toplulukları doğa karşısında zayıftır, doğanın saldırısıyla karşı karşıyadır ama doğaya hakimiyet anlamına gelen uygarlığı yaşayan halklara karşı da saldırgan konumdadırlar, iyi biliniyor ki insan doğayla mücadele içinde in-sanlaşmıştır. Yani, doğanın değiştirilmesi sürecinde kendi emeğiyle tanışmış ve onun üzerinde bir yükselişi yaşamıştır. Bu, insanın kendi gücünü tanıması olayıdır. Ve gücün maddeden yaratılmasıdır. Başka halkların yarattıkları hazır değerlerin gaspına yönelen Türk boylan da, daha tarihin bu süreçlerinde askeri temellerde örgütlenirken, saldırı yetenekleri, acımasızlıkları, taşıdıkları şiddet öğesiyle bir “güç” ifade etmekteydiler. Ancak, burada ulaşılan güç, doğaya üstünlük ve emek üzerinde ulaşılan güç değildir emek değerlerinin, bu anlama gelmek üzere de “gücün” başka halkların elinden gasp edilmesi olayı vardır. Dolayısıyla, temsil edilen güç, kaynağını içsel zaaftan ve dışarıdan almaktadır. Bu nokta son derece önemlidir. Türk şekillenmesinde-ki köksüzlük olayının kaynağı buradadır. Toprağa yerleşmeyen, üretmeyen ve zenginliğin kaynağını dışarıda arayan bir topluluk ki bir yanda gerçek bir “güç” olma durumuna ulaşamaz. Zaten militarist temellerle örgütlenmenin nedeni de budur. Burada hemen şu tespiti yapabiliriz: Türkler üretim karşısında zayıf oldukları için, bu zayıflığı kapatmanın yolu olarak askeri örgütlenmeye, yönelmiş ve bunu bir karakter edinmişlerdir. Türklerde güce ulaşma, toplumun iç evriminin ortaya çıkardığı kendi zenginlikleri üzerinde değil, insanlığın yaratmış olduğu değerler üzerinde ve fakat bu değerlerin gaspı temelindedir. Bize çok ağır da gelse, günümüzde insanlıkla bütünleşebilmek için bu ilk mayalanmanın üzerinde durmak ve mutlak surette çözüme ulaştırmak zorundayız.
Türk toplumsal yapısında sınıflaşma olgusu, yani toplumun kendi içinde zenginlikleri, gücü elinde biriktirenlerle güçsüzle-şenler biçiminde ayrışması da insanlığın yarattığı değerler üzerindeki talan ve gaspa dayalı olarak gelişmiştir. Gasp ve talanla elde edilen zenginlikler arttıkça, topluluğun örgütlenmesine bağlı olarak, bu zenginliklerin paylaşımı da değişim göstermiştir. Önceleri eşit şekilde paylaşılan ganimetler, giderek boy beylerinin ve topluluk ileri gelenlerinin daha çok zenginleşmesine yol açmıştır. Ama bu tam bir sınıflaşma demlemeyecek silik bir ayırımdır. Her- şeyden önce, boy beyinden sıradan bir üyeye kadar topluluğun ortak bir çıkar noktası vardır. Bu, en yakında komşu halkların ve genelde insanlığın emek değerlerinin gaspı temelindeki yaşamdır.
Doğa karşısındaki zayıflık, uygarlıkta zayıflıktır. Doğa karşısında zayıf olan Türk boyları kendilerine sürekli yeni talan alanları aramışlardır. Bu, sürekli başka bir köke yönelme, o kökün ürünleri olan meyveye ulaşma biçiminde ifade edilebilir. Türk tarihine, resmi ideolojinin çerçevesi dışında yaklaşım göstermeye çalışan Y. Küçük değerli araştırmalarından “Aydın Üzerine Tezler”de üzerinde durduğumuz konu ile çakışan şu belirlemeleri yapıyor: “Köksüz Türk, aydın Türk’ün ana rahmidir. Aydın Türk üzerinde etkileri olacak. Aydın Türk bu köksüzlüğü bilmek durumunda, çünkü köksüzlük de bir köktür. Çünkü toplumlar ve aydınlar boşlukta asılı durmuyorlar. Bu yüzden köksüz olmak, mutlak bir köke yol açıyor. Unutulmamalı, susuz söğütün kökleri kendisini besleyecek suyu bulabilmek için büyüyor, uzanıyor, eğer yakında ev varsa evin lavabosundan geçiveriyor. Anadolu’yu fetheden Türkler Anadolu’daki büyük Roma modeliyle karşılaşıyorlar, buna uzanmaları zor olmuyor.”
Toprakta kök tutan ağaç derinlere doğru kök salar, köksüz “ağaç” ise mutlaka yaslanacağı, gövdesine dolanacağı başka ağaçlara doğru uzanır. Türkler’in Orta Asya’dan dünyanın dört bir yanana doğru akınlar halinde yayılışlarını, bir takım felaketlerin ortaya çıkardığı bir sonuç olarak değerlendirmek bu açıdan yetersiz, hatta yanlış olacaktır. Türkler, köksüz ama sürekli boy atan bir ordu olarak gövdesine dolanacakları güçlere doğru uzanmak zorundaydılar. Ayakta kalmayı dışta arama dış zenginliklere yönelme bu sonucu ortaya çıkaracaktı. Burada hemen şu vurguyu yapmak gerekiyor. Öyle sarmaşıklar vardır ki dolandıkları ağacın bütün gövdesini kaplar ve adeta onu görünmez hale sokarlar. Türkler’in uzandıkları alandaki durumları da böyledir. Değerlere üstten konma açısından çepeçevre sarma ve özü kapatma son derecede somut bir gerçek. Açık ki, burada gerçekleşen bir birleşme, birlik değildir. Eğer bir kaynaşma söz konusu olsaydı, şüphesiz ki burada başka bir güç içinde eriyecek olan Türkler olacaktı. Çünkü gelişmeyi ve zenginliği bu anlama gelmek üzere de gerçek gücü temsil eden Türkler değil, uygar halklardı, işte Türkler’in başka yapılar içinde erimeyi, tarih içinde yok olmayı önlemenin savunma mekanizması olarak geliştirdikleri şey askeri güçtür. Asker-millet şekillenmesi kaynağını buradan almaktadır. Haksız olması ayrı bir konu, ne var ki, boy örgütlenmesi içinde her Türk, eline oku ve yayı aldığında ve atı üzerine kurulduğunda bir askerdir ve o, sürekli bir savunma pozisyonundadır. Bu pozisyon, uygarlığa karşıdır ve yaşamak için bundan başka yolu da yoktur.
Çin uygarlığıyla Türkler arasındaki ilişki incelendiğinde, Türkler’in uygarlık karşısında ne ölçüde çaresiz oldukları apaçık görülüyor. Türkler uygarlık değerleriyle yaşamak zorunda olan ama uygarlıkla temas ettikleri an yok oluş tehlikesini yaşayan Sırat köprüsündeki bir halk gibidir. Burada artık hem büyük bir hayranlık ve hem de büyük bir düşmanlık filizlenir. Doğan Avcı- oğlu, “Türklerin Tarihi-1” adlı yapıtında Çin uygarlığı karşısında Türkler’in durumunu şöyle ifade ediyor: “Kağan ve baş danışmanı, Çin’in çekiciliğinden ve Çin’e yaklaşmaktan korkarlar. Geçmişte Çin yaşam biçimine özenmek, çadırı bırakıp kent ve saraylarda yaşamak yüzünden Göktürk siyasal kuruluşunun dağıldığını düşünürler. Bilirler ki 630 yılında Çinliler’in eline düşen Doğu Göktürk kağanı Kiev, Çin sarayının içinde kurduğu çadırında ağlayarak ölmüştür. Göktürk beylerinin çoğu, Cinde mallar almışlar Çin ordusunun sadık generalleri olmuşlardır. “Türk Bismark’ı” Tonyukuk bile Çin’de babadan oğula geçen bir memuriyetesahip idi.
Kağan ve baş danışmanı Türk Budun’unu ölmüş saydıkları bu duruma yeniden düşmek istemezler. Çareyi Çin’den uzakta Ötüken ormanında ataları gibi göçebe gelenek ve göreneğine göre yaşamakta bulurlar. Bilge Kağan coşkunlukla şu öğütte bulunur:
“Tabgaç (Çin) Budun’un sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp uzak (Türk) Budu’nu öylece yaklaştırmış. Türk Budun, Çin’in tatlı sözüne, ipek kumaşına aldanıp çok öldün. Türk Budun: öleceksin! Güneyde Çoğay ormanına, Töyültün ovasına konayım dersen, Türk Budun öleceksin… Ötüken ormanında oturursan sonsuza dek il tutarak yaşayacaksın.”
Uygarlıkla temas, uygarlık değerlerini “alıp kaçma” biçimindeki bir temastır. Bu son derecede kritik bir yaşam çizgisidir. Eğer Türkler, örneğin, Ötüken ormanının derinliklerinde uygarlığın dışında bir yaşam biçimini oturtmuş olsalardı, öz dinamikleriyle gelişim uygarlıkla birleşen bir noktaya doğru olurdu. Seçilen yol, bu olmamıştır. Uygarlığın dış sınır çizgisinde bir yaşam tarzını tutturmuşlardır. Bunun bilinçli bir tercih olduğunu söyleyemeyiz. Ama yarattığı olumsuz bir şekillenmenin olduğu da son derece açık. Türkler, daha tarihe çıkış aşamasında asla kendileri olarak çıkmıyorlar. Bir kişiliği temsil edemiyorlar. Tarihin ara yerinde bir noktada/adeta boşluklardan baş uzatarak var olmaya çalışıyorlar. Uygarlık karşısında büyük bir hayranlık besleniyor, bu aşağılık duygusunu yaratıyor uygarlık karşısında korkuyor, bu müthiş bir saldırganlık yaratıyor. Ulaşamadığı ama sahip olmak istediği şeyi zorla ele geçirme, onu tüketme bir çizgi olarak ortaya çıkıyor ve bugüne kadar ulaşıyor.
Doğan Avcıoğlu’ndan devam ederek, karakter çizgisini inceleyelim. “Ne var ki, Göktürkler’in illi ve kağanlı siyasal örgütü, pek kısa ömürlü olur. Bilge Kağan öldükten az sonra, Doğu Göktürk siyasal kuruluşu tarih sahnesinden silinir. Son Göktürk Kağan’ı Özmüş’ün kesik başı Çin sarayına yollanır. Uygur Kağan’ı kendi için diktirdiği yazıtta bu durumu öğünerek açıklar:
“Tuttum Hatun’u orada aldım. Türk Budun orada bütün yok oldu. Çok asker, at sürüsü tuttum.”
Uygurlar, Göktürkler’den aldıkları Ötüken’e 100 yıl egemen olurlar. Fakat Bilge Kağan ve Tonyukuk’un öğütlerine karşıt bir tutum izlerler. Çin ile yakın ilişkiler kurarlar. Kerit yaşamına, yerleşikliğe, tarıma ve ticarete yönelirler. İranlı tüccar Sağollülar’ın etkisiyle, Prof. Bahattin Öğel’in “tüccar dini” dediği Mani dini ve daha sonra da Buda dinini kabul ederler. Avcı ve göçebe bozkır topluluklarının dini olan Şamanizm’i bırakırlar. Yeni din, insan öldürmeyi, yani savaşı iyi gözle görmez. Bozkır insanının temel besini olan hayvansal ürünlerin yenmesini yasaklar, sebze yenilmesini ister. Bu, temelli bir değişikliktir. Uygur Kağanı diktirdiği yazıtta, bu temelli değişikliği gerçekleştirmekle övünür. Ve Göktürk Kağanı’nın önerdiği yaşam biçimini hor gördüğünü belirtir. Uygur Kağanı, Prof. Sabahattin Öğel’in çevirisine göre, halkına şu buyruğu verir:
“Bu memleket ancak kan içicilik gibi barbar adetlerini bırakarak sebze ile beslenen bir memlekete dönüşsün. Bir cinayet (öldürme) devleti iyiliklere teşvik krallığına dönüşsün.”
Burada çok açık, uygarlık demek, Türklükten uzaklaşmak demektir. Yeni bir yorum ve düşünce biçimi edinerek, eskiye ait ne varsa ondan uzaklaşmak, yani yeni bir kimlik kazanmak anlamına gelmektedir. Çok doğal ki bu durumda Türk olgusu silinecektir. Türkler’in uygarlık karşısındaki büyük açmazı zaten budur. Doğan Avcıoğlu’ndan devam edelim.
“İşin ilginç yanı, yazıtında Çin yaşam biçiminden sakınmayı öneren Bilge Kağan da burada göçebeliği bırakıp yerleşmeye, Çin usulü surlarla çevrili kent kurmaya, din değiştirmeye, Budist ve Taoist tapınaklar yapmaya niyetlenir. Onu bu görüşlerinden Çinliler’in İhtiyar Kurt dedikleri Çin’de yetişmiş ama Çin yaşamına düşman, bürokrat ve komutan Tonyükuk caydırır. Baş danışmanın gerekçeleri şöyledir:
“Türkler Çinliler’in yüzde biri kadar bile değildirler. Su, otlak peşindedirler. Avcılık yaparlar. Belli bir yerleri yoktur. Ve savaşçıdırlar. Kendilerini güçlü görünce ordularını yürütürler, güçsüz bulunca kaçarlar ve gizlenirler. Çinliler’in sayı üstünlüklerini böylece etkisiz kılarlar. Türkler’i surla çevrili bir kente toplarsanız bir kez Çin’e yenilirseniz, onların tutsağı olursunuz. Buda ve Tao-Tse’ye gelince, insanlara yumuşaklık ve alçak gönüllüğü öğretir. Bu savaşçılara uygun düşen bir öğreti değildir.”
Bozkırda bağımsız yaşamakla uygarlık arasında tercih yapmak, Türkler açısından o süreçte artık mümkün de değildir. Ama bir kez daha vurgulayalım ki, esas nokta nüfus artışı değildir uygarlıkla teması da Türk olarak yaşamın son bulması anlamına gelmektedir, işte bu noktada askeri örgütlenme ve şiddet, yaşamı üretmenin Türkler açısından tek yolu oluyor. Türkler, şiddet üzerinde varlıklarını devam ettirirler. Elbette ki böyle bir şiddet, ele geçirdiği değerleri daha ileriye götürme özelliğini taşımaz. Tüketicidir, tahripkârdır. Eğer üretime dönük, üretimin önündeki engelleri kaldırmayı amaçlayan bir şiddet olsaydı, Türkler bu karakterleriyle gittikleri her yere uygarlığın taşıyıcısı olabilirlerdi. Ancak gerçek bunun tam tersidir. Ulaşılan her yerde tarihi bir tahribat makinası gibi işlev görmüşlerdir. Uygar halkların sırtında yaşayan tahripkar ve asalak bir rol oynamışlardır.
“Olmak ya da olmamak biçiminde özetleyebileceğimiz bu sorunla bozkır toplulukları çok eskiden beri karşılaşırlar. Asya Hunları’nın ünlü Tonhus’u (Kağan) Mao-Tun (Mete), askeri bakımdan bütün Çin’i kolayca ele geçirebileceği halde Çin’den uzak durur. Mao-Tun, Çin İmparatoru Kaotsu’yu kuşattığı halde bundan yararlanmayıp imparatoru serbest bırakır. Batı Hun Attila, kapılarına kadar geldiği İstanbul’u almayı denemez. Kolayca alabilecek duruma geldiği Roma önünden ansızın çekili-verir. Ankara’da uzun yıllar Çin Tarihi profesörlüğü yapar Eber-hard’a göre, Mao-Tun’un çekingenliğinin nedeni bozkır göçebe yaşam ve siyasal örgütlenme biçimini yitirme ve Çinlileşme korkusudur. Mao-Tun’un Çinli danışmanı istilaya karşı şöyle konuşur:
“Eğer sen Çin bölgelerini yensen dahi, yine orada yaşayamazsın.”
Tonyukuk’un önermesine göre, Türk insanı yumuşak ve alçak gönüllü olmamalıdır. Çünkü savaşçılık acımasız sertlik ve güce inanma, yani kibir demektir.
Mete’nin danışmanının önermesine göre, askeri zafer ele geçirilen alanlarda yaşamak için değildir, sadece değerlerin gaspına yönelik olduğu müddetçe Türk varlığının gelişmesine hizmet edebilir.
Dışa karşı bu konum, içte yansımasını nasıl bulmaktadır? Yani sınıfsal kişilik nasıl biçimlenmektedir? Güçlü feodal uygarlıklarla kuşatılmış bir yaşam süren Türk boylarının bu süreçteki iç ilişkileri açısından değişik görüşler ileri sürülmektedir. Bazı görüşlere göre göçebe feodalizmini yaşadıkları söylense de, ağırlıklı görüş Türkler’in bu süreçte sınıflaşmanın henüz başlangıç aşamasında olduklarıdır. Bizce de son tez gerçeği ifade etmektedir.
Topluluğun iç ilişkilerini belirleyen, bozkırın acımasız yaşamıdır. Zaten dışa karşı şekilleniş iç yapılanmanın, içsel koşulların bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Topluluğun hiyerarşik örgütlenmesi bu temelde şekillenmiştir. Yaşam toprakta üretim temeli üzerine oturtulmadığından ve beslenen sürüler hiçbir zaman topluluğun maddi yaşam ihtiyacını karşılamaya yetmediğinden, iç örgütlenmenin topluluğun temel yaşam kaynağı olan talana, yağmaya dönük olarak gelişmesi zorunlu olmuştur. Örneğin, bu süreçte Türk boylarında henüz babadan oğula geçen bir yönetim gücü yoktur. Boy beyi, topluluk önde gelenlerinin oylarıyla ve yeteneklerine bakılarak seçilir. Aranan yetenek ise, topluluğa savaşlarda iyi komuta etmek ve ihtiyacı karşılayacak yağma alanları bulup seferler düzenlemektir. Bey, ancak bunu yaptığı oranda bey olarak kalabilir. Savaş anlarında güç ve etkinliği ne olursa olsun, herkes boy beylerinin komutasına şartsız biçimde uymak zorundadır. Burada işleyen her orduda olduğu gibi, emir komuta sistemidir. Savaşın olmadığı “barış” süreçlerinde ise, aynı katılık yoktur. Hatta boy beyiyle sıradan bireyin yaşam standartları hak ve görevleri arasında da fazla bir farklılık yoktur. Ne var ki, bu durum sınıf ilişkilerinin gelişmesiyle birlikte beyler lehine bozulmuştur. Başlangıçta yağmadan elde edilen zenginlikler boy üyeleri arasında eşit biçimde paylaşılırken, bu eşitlik beyler lehine bozulmuş, bu da elde biriktirilen zenginlikle bağlantılı olarak beylik kurumunun babadan oğula geçen bir kuruma dönüşmesini birlikte getirmiştir.
İçteki sınıf farklılaşması, sınıf kişiliklerinin. Belirmesi demektir. Burada hemen hatırlatılması gereken olgu şudur: Bu, üretime dayanan bir değişme değildir. Bey, savaşlarda elde edilen ganimet üzerinde zenginleşmiştir. Yani egemen sınıf katma yükseldiğinde, kendi egemenliğinde temsil ettiği bir üretim biçimi ve bunun üst yapı kurumlarına yansıması yoktur. Böyle bir “sınıf gerçekte bir kişilik sahibi olamaz. Bu sınıf, kendisiyle topluluğun sıradan üyeleri arasındaki farkı büyütmeye çalışarak ve kuşatması altında bulunduğu uygar halklar içindeki güçlere öykünerek “kişilik” bulmaya çalışır. Özünde kendi toplumuna vereceği hiçbir şey yoktur. Ne ileri bir üretimin ve ne de bu üretim üzerinde şekillenmiş bir kültürün temsilcisidir. Nitekim bu kesimin Çin uygarlığı karşısında düştüğü durum onun gerçeğine uygundur. Çin’in ipekli kumaşlarına, sunduğu diğer yaşam olanaklarına balıklamasına atılan beyler, elde ettikleri rahat yaşam karşısında Türk adından ve bütün geleneklerden vazgeçmekte çekinmemişlerdir. Bazı avantajlar karşılığında özüne bu ölçüde yabancılaşma, dünyada örneğine az rastlanır bir durumdur. Ama bu onların istemlerinin ortaya çıkardığı bir sonuç olarak da değerlendirilemez. Sınıf olarak köksüzlük, sınıfsal gelişme üzerinde şekillenip gelişen “ulus” değerleri kimliği bakımından da bel kemiksiz olmayı birlikte getirmektedir. Topluluğun sıradan üyeleri açısından da benzeri bir durum vardır. Asker olarak doğan ve ölen, boy içi ilişkilerde köleliği tanımayan boy üyeleri, asker olarak kaldıkları müddetçe tümüyle güçten düşürülmüş olmadıklarından keskin sınıf çelişkilerini tanımamaktadırlar. Ama bu da onlarda bir sınıf kişiliğinin şekillenmesi önündeki en büyük engeldir. Bu durum aynı zamanda daha sonraki süreçte ok ve yay ellerinden alındığında, güç karşısında şekilsiz bir yığın olarak adeta hiçleşmelerinin nedenidir.
Derin sınıf çelişkilerinin olmadığı zeminlerde, güçlü kişilikler de ortaya çıkmaz. Bir Spartaküs, köleliğin en vahşice yaşandığı ve çürüme sürecindeki Roma’da ortaya çıkmıştır. Türk tarihinde elbette ortaya çıkan güçlü kişilikler vardır. Örneğin, Orta Asya bozkırlarında bir Bilge Kağan’dan bahsedilebilir. Ama Bilge Kağan sınıf farklılaşması temelinde egemen sınıf adına ortaya çıkan bir önder komutan değildir. Onu doğuran etkenler çok daha farklıdır. Ait olduğu boy adına, boyundan aldığı yetkiyle ve kuşatması altında bulundukları uygarlığa karşı topluluğun yaşamsal çıkarlarının temsilcisi sıfatıyla boyuna komuta eden bir önderdir. Söz konusu çıkarları çok iyi formüle ettiği de görülmektedir. Elbette ki o, yağma için yapılan akınlara komuta etmekte ve Çin uygarlığının eritici etkisini iyi görmüş biri olarak, bunu önlemenin önderliğini yapmaktadır. Moğol Cengiz ve Timur da tarihin tanıdığı en büyük komutan kişiliklerdendir. Ama onların da komuta ettikleri, Moğol yaşamının karakterine uygun olarak talan ve yağma seferleridir. Türk tarihine kısa bir göz atıldığında bile görülecektir ki ezilen sınıflar adına önder kişilikler hemen hemen yok gibidir. Bunun nedenini sınıflaşma olgusunun kendisinde aramak gerekir. Sınıf önderlerini, egemen sınıfla keskin bir karşıtlığı yaşayan sınıflar ortaya çıkarır. Sınıf çelişkilerinin en silik olduğu bu süreçte böyle bir kişiliğin ortaya çıkması mümkün değildir. Hiyerarşik yapının en üstünde yer alanlarla, en altında yer alanlar arasında tam tersine uzlaşma vardır. Hatta savaşla köleleştirilen başka boyların üyeleri bile kelimenin gerçek anlamında köle olmadıkları gibi, egemen boyun egemen güçleriyle uzlaşmayı yaşamaktadırlar. Bunlar da yağma savaşlarına katılmakta, efendi-köle ilişkisini baba-evlat ilişkisi düzeyinde değerlendirmektedirler. Bu konuda şöyle bir örnek verilebilir:
“Kul’u herhalde tam köle anlamında almamak gerek. Köle azadı yaygındır ve köleye oğul gibi davranmak iyi görülür. Kazak Türkleri’nin Gr. Sayın Destanı’nda Boz Monog adlı bir zenginin 90 kölesi toplanıp konuşurlar ve efendilerine karşı kendilerine oğulları gibi davranmıyor, kızıl kaftan giydirilip evlendirmiyor gerekçesiyle ayaklanırlar. Köleler aralarında şöyle konuşurlar: “Kızıl kaftan giymedik, güzel ata binemedik, Nagaylinin hilal kaşlı yiğitleri gibi devran sürmedik, bu dünyanın böyle geçeceğini bilmedik, bu yürüyen Boz Mpnog bizi oğlu gibi görmedi, bölük bölük mallarından bize kalin (başlık) vermedi.”
Bu örnekte sınıf kini ile bir ayaklanma yoktur. Tersine alıntıda ifade edildiği gibi, “bizi oğlu gibi görmedi” denilmektedir. Efendi-köle ilişkisinin bu tarzı yine üretimle ilgili bir olaydır. Toprak üzerinde köleleştirilmeyen boy üyesi (yabancı boy) kölesi olduğu boyun da bir askeridir. Savaş zamanlarında o da yağmaya katılmakta, ama geçmişten farklı olarak bu kez efendisi adına yağma yapmaktadır. Böyle de olsa, o yine de bir güçtür. Bu durumun yarattığı sakıncaları gören boy beyleri, ilerleyen süreçte giderek kendilerine bağlı askeri bir güç örgütleyeceklerdir.
Osmanlı İmparatorluğu’nda yeniçeri ordusunun bir profili olan bu uygulamaya göre, beyler savaşlarda elde edilen kölelerden kendilerine bağlı, savaşta ve barışta devamlılığı olan bir askeri güç örgütleme hakkını elde edeceklerdir. Esasta bu, dışa değil, içten gelecek tehlikelere karşı başvurulan bir tedbirdir.
Askerlik Türkler’de bir yaşam biçimidir. Öyle ki, bu askerlik giderek bir meta haline gelir. Ücretli askerlik olgusu ortaya çıkar. Ama bu ücretli askerlik, beyin avantajlarını ve boyun yaşamını güvenceye alacak yabancı devletler içindir. D. Avcıoğlu, “Türklerin Tarihi-1’de konuyla ilgili olarak şu belirlemeyi yapıyor:
“Çin’den ve Roma’dan unvan ve maaş almak, göçebe şefler için daha çekici olur. Roma İmparatorluğu’nu titreten Atilla, Roma ordusu generali unvanını taşıyordu. Bu unvan nedeniyle, Atilla Roma’dan maaş ve askerleri’için yiyecek almaktaydı. Cengiz Han dahi, yükseliş yıllarında, Çin’den ‘Sınır Muhafızları Askeri Şefi’ unvanını elde etmişti. Çin, Türk kağanlarına, prenslerine ve generallerine devamlı unvanlar dağıtır. “Uygarlığa uygun kağan”, “Uygarlığı seven büyük general”, “Batıyı koruyan general” vb. Çin’in sık sık dağıttığı unvanlar arasındadır. “Uygarlığı seven” bu generaller, sıraları gelince Çin sarayına gider, hizmet görürler.”
Göçebe toplulukların bazen bir bütün olarak hizmetlerinin satın alındığı, başka göçebe boylara karşı imparatorluk sınırlarını korumakla görevlendirildikleri imparatorluklara ödünç askeri birlikler verildiği ücretli asker olarak yabancı imparatorlukların hizmetine girildiği de görülür. “Yerleşik imparatorluklar, hizmetinde kullanmayı başaramadığı daha bağımsız göçebe topluluklar ise, yağmalardan kaçsınlar diye bir cins haraç öderler.”
Türk gerçeğinin bu yanını, daha sonra değinmek üzere altını çizerek geçiyoruz.
Önce Çin’e paralı askerlik yapan göçebe Türk boylan, Önasya’ya doğru akınlar halinde geldiklerinde, buradaki uygarlıklar karşısında da aynı özellikleri gösterirler. Fars ve Bizans imparatorlukları Türk akınlarını yıllarca kesmeye çalışırlar, bu amaçla tıpkı Çin’de olduğu gibi surlar yaparlar, ancak Türk akınlarının önünü kesmek mümkün olmaz. O durumda kendi uygarlık güçlerine güvenerek, Türkler’i uygarlığın hizmetine koşma yolunu denerler. Bu dönem aynı zamanda, Arap-İslam feodalizminin taze kana ihtiyaç duyduğu bir dönemdir. Türkler, gerek Fars ve gerekse Arap devletleri içerisine ücretli askerler olarak girerler ve “İslam’ın kılıcı” olma sıfatıyla akıncı ve talana özelliklerini bu kez de “İslam” adına sürdürürler, İslam dinini kabul edişleri de, zaten bu dinin fetihçi karakterinin kendi yağmacı karakterleriyle uyum içinde olmasındandır.
Bizans, Fars ve Arap egemenlikleri karşısında Türkler’in durumu incelendiğinde, arada fazla bir fark gözetmedikleri görülür. Türkler açısından önemli olan, yaşamlarını sürdürebilmek için yağma olanakları ve askeri yeteneklerini kiralamak, ya da, satmaktır. Öyle ki, Bizans hizmetine giren bazı Türk boylarının, başka Türk boylarına ikirciksiz saldırdıkları görülür. Yine göçebe yaşamı içerisinde sürülere otlak sağlayan kim olursa olsun o güce hizmet ettikleri, ama o yayladan başka bir gücün egemenlik sahasına gittiklerinde bu kez de dün hizmetinde çalıştıkları güce saldırmaktan çekinmedikleri görülür.
Burada bir başka özellik daha ortaya çıkıyor. Türkler, tıpkı bir sarmaşık gibi gövdesine dolandıkları gücü kuşatarak, zirveye doğru çıkmaya çalışıyorlar. Iran Safavi ve Arap devletleri içerisindeki durumları böyledir. Önce sıradan bir asker olarak hizmetine girdikleri bu devletlerde, giderek komutan ve bürokrat sıfatlarıyla devlet yönetimine tırmanıyorlar. Bunu bir ağaç kurduna da benzetmek mümkün. Gazne Devleti, Mısır Memlük Devleti, Arap toprakları üzerinde ve Arap adıyla kurulmuş da olsa, köle Türkler’in kurdukları devlet olarak Türkler’in içine girdikleri yapılan askeri güce dayanarak nasıl ele geçirdiklerini göstermek açısından çarpıcı örneklerdir.
Anadolu’nun fethini de bu temelde gerçekleştiriyorlar. Anadolu’ya akınları görünüşte başka herhangi bir nedenle değil, Isla-mı yaymak içindir. Ancak yayılma gerçekten ideolojik amaçlı olmaktan çok, akınlar halinde gelen Türk boylarına yeni yağma alanları açmak içindir. Anadolu’ya gelen yüzlerce Türk boyundan sadece birinin kalıcı ve büyük bir imparatorluğun temellerini atmayı başardığı görülür. Fakat o da, en uçta Bizans sınırında konumlanmış olan boydur. Bu noktayı görmek ve vurgulamak şu açıdan önemlidir: Bizans, “komşusunun lavabosundan sulanarak boy atmak isteyen köksüz ağaç” için uzanılacak yeni bir alandır. Nitekim Osmanlı Beyliği ile Bizans ilişkileri bu gerçeği kanıtlamaktadır. Osmanlı Beyliği resmi tarihin anlattığının tersine, Bizansla sürekli bir çatışma içerisinde değildir. Ticari, askeri birçok ilişki içerisinde olunduğu gibi, evlilikler yoluyla da Bizans devlet örgütlenmesi içerisine uzanma gerçeği vardır. Uygarlığa kendilerinden hiçbir şey katmayan Türk boyları, askeri güçle egemenlikleri altına aldıkları, yağma ve talandan geçirdikleri Anadolu uygarlıklarının üzerinde varlık bulmaya çalışmış, Bizans’ın yıkılışı ardından da Bizans kurumlarını olduğu gibi devir almışlardır. Bu gerçeğe bakan birçok tarihçi, Osmanlı İmparatorluğunu bir Türk devleti olarak değerlendirmenin doğru olmayacağı sonucuna bile varmışlardır. Biz de burada şunu vurgulayabiliriz: Doğudan Batıya akınlar halinde gelen Türk boyları, Anadolu’yu Batıdan doğuya doğru fethetmişlerdir. Bu, Türk askeri şiddetiyle Anadolu ve Bizans uygarlıklarından devir alınan kurumların yarattığı yeni güç üzerinde gerçekleşmiştir. Ama Türkler, Batıdan Doğuya doğru bu fetih hareketini de yine askeri temellerde gerçekleştirmiş ve yeni hiçbir şey katmadıkları Anadolu uygarlıklarının üzerinde tahripkar ve tüketici bir rol oynamışlardır. Üretici bir katkının olmadığı bir yerde açık ki, taklitçilik, hem de kötü bir taklitçilik gelişir. Türkler, egemenlikleri altına aldıkları uygarlıkların bile bu açıdan kötü bir taklitçisi olmuşlardır. Taklit ise, bozma demektir. Bu anlama gelmek üzere Türkler/Anadolu uygarlıklarını bozmuş ve belki de askeri şiddetle, yağma ve talanla verdikleri zarardan çok daha fazlasını bu yolla vermişlerdir.
Yalçın Küçük, “Aydın Üzerine Tezler-1’de alıntılarla şu görüşleri ileri sürüyor: “Osmanlı Sadrazamı Prens Sait Halim Paşa, Türkler’in köksüzlüğüne, sadrazamlı bir biçimde de olsa, işaret ediyor: ‘Türkler için durum, diğer İslam milletlerinden az çok farklı bir şekilde cereyan etmiştir. İslamdan önce kurdukları medeniyet, İslam’dan sonraki tekâmüllerine mani olacak kadar köklü ve ileri bulunmadığından, kabul ettikleri şeriata büyük bir başarı ile hizmet ettiler? Köksüzlüğün bu sadrazamlara layık dillendirilmesinden sonra Sait Halim Paşa, daha ilerde şunları yazıyor: ‘Türkler hakimiyetlerini yıkılmış olan devletlerin enkazıyla kurdular ve Doğu Roma İmparatorluğu’nun hükümet merkezini kendilerine payitaht yaptılar. Fakat hüküm sürdükleri memleketler içinde azınlıkta idiler. Bu yüzden hem son derece çeşitli ırklarla dolu olan bu muhitin hem de Iran ve Arap tesirlerinin altında kaldılar.’ Benzetmeyi yapmıyor ama Prens Sait Halim Paşa’nın Türkler’i, içine koydukları kabın biçimini alan sıvılara benzettiği anlaşılıyor.
Ama buna bir biçimlenme denilebilir mi? Denilemeyeceği açık. Kendi öz dinamiği ile gelişme göstermeyen, ancak askeri şiddet üzerinde varlık bulan ve egemenlik altına aldığı halkların maddi ve kültürel bütün değerlerini gasp etme anlamında sahiplenen bir güç, tarihte kişilikli bir iz bırakmaz. Nitekim Türkler’in tarihi izleyişleri hep geridendir, hep yüzlerce yıl arkadan izleyiş vardır. Bu, müthiş bir gericilik demektir. Özürlü bir şekillenmeninim sonucudur. “Böylece bir noktaya varılmış olunuyor: Türkler’in Anadolu’yu zaptı, belli bir zaafı da ön plana çıkarıyor. Türkler, ancak köksüzlük olarak nitelenecek bir uyumla, zapt ettikleri topraklardaki uygarlıkları benimsiyorlar. Bizans kanalıyla Roma kurumlarını, kurumsal bütünlüklerini bozmadan alıyorlar. Edebiyat olarak perspektiften uzak İran sanatını, kendi sanatları sayıyorlar. Bütün bilinen eğitim kurumlan, eğiticiler ve yöneticiler Arap ideolojisinin kıskanç mengeneleri arasında sıkışıyor.”
Türkler’in Orta Asya bozkır yaşamı içinde ve akınlar halinde Ön Asya’ya geliş sürecindeki durumları üzerinde yaptığımız kısa belirlemelerle, tarihsel gelişim çizgisini açığa çıkarmaya çalıştık. Bir halkın tarihsel gelişim çizgisi, halk olarak şekillenmenin özelliklerini ortaya koyar. Burada özellikle şu durumu vurgulamak gerekiyor ki, Türkler, halklaşma sürecine bu sürecin temel öğelerinden biri olan yerleşilen toprakları yurtlaştırma, bu topraklarda yaşanan sınıfsal oluşum ve çelişkiler temelinde değil, talan ve yağma amacıyla ihtiyaç duydukları sıkı askeri örgütlenme ile girdiler. Öyle ki, bu anlamda su gibi her çatlaktan sızan ve güç getirdiğinde sel gibi uygarlıkları boğan bir şekillenmeyi ortaya çıkardılar. Bu süreçte boy çıkarları önde olduğundan, sınıf kişilikleri ve bunun bireylere yansıması değil, tek bir Türk kişiliğinden bahsedilebilir. O da yağmacı, talancı asker Türk kişiliğidir. Bu süreçte Türkler’de bir sanat ve kültür birikiminden de söz edilemez. Kültür, göçebe savaş kültürü savaş sanattır.
Türkler’in yerleşik yaşama geçişle birlikte, yeni bir biçimlenmeye uğramaları kaçınılmazdır. Ama uygarlık tarihine girişteki ilk şekilleniş, bugüne değin uzanan özelliklerin temeli olmuştur. Osmanlıyı temel almak üzere devlet kültürü, yöneten ve yönetilenlerin şekilleniş ve ilişkileri vd. konuları incelemeye devam ediyoruz.
Devam edece…
T.D.Y.G
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info