HABER MERKEZİ – Sadece 2022 yılının son ayında yaşananlara bakıldığında kapitalist modernite sisteminin tüm insanlık dışı gerçekliğini en çarpıcı biçimde gözler önüne sermektedir. Kapitalist modernite güçleri sosyal hukuk devleti, demokratik devlet, batı demokrasisi vb. sözlerin artık kitleleri uyutma ve yönlendirmede etkisiz kaldığının farkına varmıştır.
KAPİTALİST MODERNİTE ARTIK SÜREKLİ KRİZ VE KAOS DEMEKTİR
Dünya, bölge ve ülkemizdeki siyasi ve askeri gelişmeleri doğru ya da doğruya yakın değerlendirmek, karşılaşacağımız güçlükler kadar olanakları da görebilmek; başta Kürt halkı olmak üzere bölge halkları güçlükleri yenebilmek için olanakları en iyi bir şekilde değerlendirmek gerekir. Ne kaba nesnelcilik ne aşırı öznelcilik tuzağına düşmeden, örgütlü toplumların mücadelesi açısından işin esasını yakalamak ve hakikati açığa çıkarmak için Önder APO yöntemini esas almak gerekir. Kürt halkı olarak bu konuda ne kendimizi yanıltmalıyız ne de başkalarının bizi yanıltmasına izin vermeliyiz. Önder APO “Reel Sosyalizmin yıkılmasından sonra Amerika emperyalistlerinin öncülüğünde Irak’ı merkez alarak Ortadoğu’ya yönelik başlattıkları saldırı ile 3. Dünya Savaşının başlatıldığını” söyler. Bugün birçok düşünür-aydın Önder APO’nun bu tespitini paylaşmaktadır. Kaldı ki yaşanan gelişmeler de Önder APO’nun değerlendirmelerini doğrulamaktadır. 3. Dünya Savaşı, 24 Şubat 2022 tarihi ile birlikte yeni bir aşamaya ulaşmıştır. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırması ile başlayan bu süreç, başta Avrupa-Asya olmak üzere yarattığı etki bakımından küresel ölçekte olmuştur.
Kapitalist modernite artık sürekli kriz ve kaos demektir. Sürekli savaş ise bu kriz ve kaos durumunun doğal bir parçası haline gelmiş bulunmaktadır. Çünkü Kapitalist modernite sisteminin hegomon gücü ve müttefikleri başta olmak üzere, sistemin sınırları içerisinde hegemon olan tüm iktidar aygıt ve güçleri ciddi bir kriz ile karşı karşıya bulunmaktadır. Bu kriz, merkezi hegemonya krizidir ve sistemin tüm bileşenlerini kendi girdabına çekmektedir. Sistem, iktidardan faydalanan dar bir grup oligark dışında, tüm kesimlerin gözünde sadece teşhir olmakla kalmamış, toplumsal yapıların ana omurgasını oluşturan sınıf ve sosyal gruplar nezdinde de meşruyetini yitirmiştir. Sistemin insan ve doğaya dönük saldırıları artık tahrip edici sonuçları ile tüm insanlığın gündemindedir. Sistemin yıkıcılığı ve tahripkarlığı yarının değil, bugünün hatta anın temel gündem konusu olmuştur. Öyle ki Önder APO’nun mahşerin üç atlısından birisi olarak tanımladığı endüstryalizm bir zamanlar tükenmeyen doğal kaynaklar olarak okullarda öğretilen hava ve suyu, bugün için milyonlarca insanın yoksun kaldığı metalar durumuna getirmiştir. Temiz hava, temiz tatlı su neredeyse artık dünyanın sınırlı alanlarında bulunabilmektedir. Kapitalist modernite vahşi bir açgözlülük ile insanı doğaya yabancılaştırmış ve doğa adeta insanlıktan intikamını alırcasına felaketler yaşatmaktadır. Kuraklık neredeyse kanıksanır bir hal almıştır. Havanın kirlenmesi dermanı bulunmaz ya da az bulunur binbir hastalık üretmiştir. Covid-19 hastalığı bu sürecin ne demek olduğunu herkese göstermiştir. Dengesiz aşırı yağışlar, heyelanlar, depremler, tsunamiler neredeyse her gün can almaya devam etmektedir. Ulus-devlet sistemi bir avuç tekelcinin ve sermayedarın elinde bir baskı ve zor aygıtı olarak ezilen sınıfları, halkları, inaçları ve kadınları baskılamakta, insanlığa karşı bir baskı mekaniği olmanın yanında sömürü aracı olarak en vahşiyane bir tarzda devreye konulmaktadır. Binbir ideolojik maske ile maskelenen veya boyanan devlet gerçekliği tüm gaddar ve iğrenç yüzü ile açığa çıkmış bulunmaktadır. Dolayısıyla maske ve boyalar artık pul pul dökülmektedir. Azami kar yasası gelir dağılımındaki adaletsizliği tüm çıplaklığı ile gözler önüne sermektedir. Her ne kadar medya tekelleri yoluyla kapitalist modernite sistemi meşrulaştırılmaya, normalleştirilmeye çalışılıyorsa da, artık insanlar ekranların ne söylediğine değil, yaşadıklarına bakarak hayatın gerçekliğini kavramaya başlamışlardır.
KAPİTALİST MODERNİTE GÜÇLERİ ARTIK KİTLELERİ UYUTAMIYORLAR!
Mevcut merkezi hegemon güçler artık dünyayı istem ve çıkarlarına göre dizayn etmede ciddi sıkıntılar yaşadıkları için ortaya çıkan yeni yetme hegemonya arayışçılarıyla kıyasıya bir iktidar yarışına katılmak zorunda kalmışlardır. Bu güçlerin tek hedefleri ve amaçları belli bir coğrafyada egemen olmak, sömürü çarklarının dönmesini sorunsuz sağlamaktır. Bu durum kapitalist modernite sisteminin tüm insanlık dışı gerçekliğini en çarpıcı biçimde gözler önüne sermektedir. Kapitalist modernite güçleri sosyal hukuk devleti, demokratik devlet, batı demokrasisi vb. sözlerin artık kitleleri uyutma ve yönlendirmede etkisiz kaldığının farkına varmıştır. Şu an için hegomonya savaşı Rusya ve ABD ekseninde gelişmektedir. Buna Çin de dahil olmuş durumdadır. Tayvan üzerinden başlayan ABD tehlikesi karşısında Çin’in Rusya’ya yanaşması ve en azından ABD ve NATO karşısında Rusya’nın yenilmesini engellemeye çalışması, hegemonya savaşının geldiği düzeyi göstermesi bakımında çarpıcı bir gelişmedir.
SAVAŞ SADECE ASKERİ OLARAK SÜRMEMEKTE
Bugün birbirleriyle savaşıyor gibi görünenler Rusya ve Ukrayna olsa da özünde savaşanların Rusya, Çin, İran, ABD ve NATO güçleri olduğunu tüm kesimler bilmektedir. Ukrayna’ya sağlanan mali desteğin yanı sıra büyük askeri desteğin sunulması bunu ortaya koymaktadır. Öte yandan ABD, NATO’nun Madrid Zirvesi’nde Rusya ve Çin’i açıkça düşman ilan ederek onlara karşı Avrupa’da NATO’yu genişletmekte, Pasifik’te ise Japonya, Güney Kore vb. güç merkezlerini yaratarak Çin’i çevrelemeye çalışmaktadır. Savaş sadece askeri olarak sürmemektedir. Ekonomik-mali bakımdan da derinleşerek sürmektedir. Daha şimdiden bunun sonuçları Avrupa başta olmak üzere dünyanın her tarafında görülür, hissedilir olmaya başlamıştır. 400-500 yıldan bu yana dünyanın emeğini ve iliğini sömüren Avrupa, ilk kez olmasa da böylesine büyük bir kriz ile karşı karşıya gelmiş bulunmaktadır. Artık kapitalist modernitenin toplumu uyutma imkanları yerle yeksan olmuştur. İngiltere birkaç ay içerisinde 3 başbakan değiştirmiştir. Hemen hemen her Avrupa ülkesinde emekçilerin, yoksulların daha da yoksullaşması nedeni ile eylem ve protestoları gelişmektedir. Fransa Cumhurbaşkanı Macron ise herkesi kemer sıkmaya, fedakarlık yapmaya çağırmıştır. Yine birçok ülkede yapılan seçimlerde faşist hükümetler iş başına gelmiştir. Yine Şili, Brezilya ve Kolombiya gibi Güney Amerika’daki ülkelerde seçimi kazanmaktadırlar.
KAPİTALİST MODERNİTENİN EN CİDDİ SORUNU ENERJİ KRİZİDİR
Şüphesiz emperyalist güçlerin kendi içerisinde yaşadıkları bloklaşmalara karşı ezilen halklar, emekçiler, kadınlar ve gençler, özetle Demokratik Modernitenin öğeleri, çözümsüz ve alternatifsiz değildir. Genel olarak ortaya koymaya çalıştığımız dünya durumunun 1990’lardan beri Ortadoğu’da yaşanan savaşın bir devamı olduğunu görmek gerekir. Kapitalist modernitenin en ciddi sorununun enerji krizi olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır. Çünkü kapitalist modernitenin çarkı, gaz ve petrol temelinde dönmektedir. Nisan 2022 yılında Kürdistan özgürlük gerillasına karşı NATO desteği ve KDP ihaneti temelinde başlatılan küresel saldırının temelinde Ortadoğu’nun zenginlik kaynaklarına ulaşmak için jeo-politik bakımdan önemli olan Kürdistan’da bir savaş cephesinin açılması yatmaktadır. Bu açılan yeni savaş cephesiyle Kürdistan Özgürlük Hareketi tasfiye edilerek İsrail, Irak ve Başurê Kürdistan’daki zengin gaz ve petrol kaynaklarının Türkiye üzerinden Avrupa’ya aktarımının yapılması hedeflenmektedir. Yine Rusya’nın Türkiye’yi bir gaz terminali haline getirme arayışı da Kürdistan ve Ortadoğu’nun hegomonya mücadelesindeki önemini bir kez daha teyit etmektedir. Bunun için hem Rusya hem de ABD, sömürgeci-soykırımcı Türk devletini yanına çekmek için Kürdistan Özgürlük Hareketini tasfiye etmede ciddi olanaklar sunmaktadırlar. AKP-MHP faşist hükumeti de her iki savaşan tarafa karşı kendi jeo-stratejik konumunu kullanarak, Kürdistan Özgürlük Mücadelesi karşısında yaşamakta olduğu yenilgiden kurtulmak, ekonomik krizini çözmek , iktidarını süreklileştirerek soykırımı tamamlamak istemektedir. Görüldüğü gibi sistem ciddi bir kriz ve kaos yaşadığı için ve hegemon güçler bu kriz ve kaostan başarı elde ederek çıkmak istediklerinden dolayı şiddet yöntemleri de dahil, her yolu denemeyi kendi kurtuluşları için elzem görmektedirler. TC de bu krizli ve kaotik ortamdan maksimum düzeyde faydalanmanın planlarını yapmaktadır.
Bu noktada esas görmemiz gereken ise sistemin üst seviyede yaşadığı kaosun ve tıkanmanın tüm güçlerde aşırı bir silahlanmaya yol açtığıdır. Bu nedenle de kendini en pasifist sunan İsviçre bile silahlanmaya ciddi bir bütçe ayırmaktadır.
UKRAYNA’DAKİ SAVAŞIN ORTADOĞU İLE BAĞI!
Öncelikle belirtmeliyiz ki, Ukrayna’da yaşanan savaşın etkileri dünyanın tüm bölgelerinde farklı şekillerde hissediliyorsa da bu savaşın Ortadoğu ile bağı çok nettir. Hatta savaşın bu bölgede yaşanan dinamiklerin yansımaları çerçevesinde gündeme geldiğini ifade etmek yanlış olmayacaktır. Ve geçen yıl gündeme getirilen “Ortadoğu önemini yitiriyor” tespitinin geçersiz olduğunu ifade etmek gerekir. Kaos aralığının tüm çelişkileri burada düğümlenmiş, ileriye dönük sonuç alıcı hamleler de burada atılacaktır. Ortadoğu’da etkisini artıran ve küresel düzeyde belirgin bir güce dönüşen Rusya’ya darbenin, kendi geleneksel etki alanında vurulmaya çalışılması Ukrayna savaşını gündeme getirmiştir. Yine Ortadoğu’da bir tür vekalet savaşları şeklinde süren küresel ve bölgesel hegemon güçler arasındaki savaşın sonuç alamaması, Ukrayna gibi bir mekanda daha aleni ve doğrudan karşı karşıya gelmelerine yol açmıştır. Ortadoğu’daki dengeler o kadar hassas konuma gelmiştir ki, hegemonik güçler bu bölgede doğrudan karşı karşıya gelmemekte, hatta burada belli oranda beraber hareket etmekte, fakat buradaki hesaplarını farklı alanlarda görmek istemektedirler. ABD ve Rusya’nın halen Suriye’de geçen senenin haziran ayında yaptıkları uzlaşı temelinde hareket ediyor olmalarını, bu şekilde açıklayabiliriz. Bu uzlaşı her ne kadar kırılgan olsa da pratikte halen geçerlidir.
ÇÖZÜMSÜZLÜK DAYATILAN ORTADOĞU’DA KAOTİK DÖNEM BİTMEZ!
Hegemon güçler, Ortadoğu’da bir çözüm geliştiremedikleri sürece bu kaotik dönemin bitmeyeceğine ikna olmuşlardır. 2011 yılında gelişen Halkların Baharı ile birlikte, halkların istemlerini kendi istekleri doğrultusunda yolundan saptırmayı başarmışlar ve o dönem ortaya çıkan dinamiklerin neredeyse tümünü etkisiz hale getirmişlerdir. Halk hareketlerini kendi çıkarları doğrultusunda geleneksel yerel diktatörlükleri tasfiye için kullanmayı hedeflemişlerdir, fakat her ne kadar halkların özgürlük isteğini yoldan çıkarsalar da bu amaçlarına ulaşamamışlardır. Kuşkusuz Ortadoğu 2011 öncesindeki Ortadoğu değildir. Fakat egemenlerin istediği bir tablo da ortada yoktur. Dolayısıyla sistemin temel planlayıcı güçleri sanıldığının aksine bölgesel ve küresel düzlemde istediklerini alamamışlardır. Bu sürecin ezilen halklar adına kazananı Kuzey Suriye güçlerinin önderliğinde gerçekleşen Rojava Devrimi olmuştur. Halkların alternatif sistemini açığa çıkarmış, dünyaya örnek bir model olarak ilham olmuştur. Bu sürecin kaosundan yararlanmak isteyen İran ve faşist Türk devleti, bölgesel hegemonya olma iddialarını hem halklara hem bölgesel hem de küresel aktörlere dayatmışlardır. İran Şii kuşağını yayılma alanı olarak görürken, bu hedef doğrultusunda Yemen’den Suriye’ye kadar bir açılımın sahibi olmuş, Irak’ın da belirleyeni olmak istemektedir. İşgalci ve soykırımcı Türk devleti ise yeni Osmanlı olma hayallerini 2011 sonrasını fırsat bilerek gerçekleştirmek istemiş, Kuzey Afrika ve Kafkasya’daki krizlerin tümünden yararlanma ve fırsata çevirme stratejisi izlemiş; genel olarak Suriye ve Irak’ı, özel olarak da Başur ve Rojava Kürdistanı’nı temel yayılma alanı olarak ele almış; bu amacına ulaşmak için saldırgan ve işgalci bir taktik izlemiştir. Bölgesel hegemonya rekabeti çerçevesinde sömürgeci İran ve soykırımcı Türk devleti, Irak’ı devlet olma iradesinden uzaklaştırmış, yayılma ve hesaplaşma alanı haline getirmişlerdir. Yine bu iki güç aynı amaç doğrultusunda Suriye’yi paramparça ederek, devlet olarak var olsa bile ülke anlamında konumunu tartışılır hale getirerek, şekli düzeye indirgemişlerdir.
ABD’NİN ARAP DEVLETLERİYLE İLİŞKİLERİ
Ortadoğu’daki Suudi Arabistan, Mısır gibi diğer etkin güçler bir yandan ABD ile ilişkilerini tekrardan düzenlerken diğer taraftan esas rakipleri olarak gördükleri sömürgeci İran ve sömürgeci Türk devletine karşı pozisyon almaktadır. İlişki ve çelişkilerini bu kapsamda yeniden dizayn etmektedirler. Suudi Arabistan ile Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Türk devleti ile atılan karşılıklı geri adımlar çerçevesinde İran’a karşı kısmi bir uzlaşmaya gitmiş olsa da aynı şeyi Mısır halen yapmış değildir. Kaldı ki Suudi Arabistan ve BAE ile sağlanan uzlaşının, tam bir antlaşmaya dönmesi belirgin değildir. Katar’ın faşist TC’yi kendisinin bile yeni barıştığı Mısır başta olmak üzere, Arap devletleri ile uzlaştırma çabalarının ne kadar sonuç alıcı olacağı şüphelidir. Her şey bir yana, Mısır için oldukça önemli bir konumu olan Libya’da sömürgeci Türk devletinin daha az iddialı bir biçimde de olsa hala aktif olma çabalarını terk etmediği bir konjonktürde, Mısır’ın soykırımcı Türk devletiyle normal ilişkilere hızla yöneleceğini düşünmek doğru olmaz. Elbette bu konuda ilişki geliştirse de çıkarlarını esas alacağı beklenen bir husustur.
İSRAİL’İN İLİŞKİLERİ
İsrail belki tarihinde ilk kez etrafına önemli sayıda Arap devletini toplayarak sömürgeci Türk devletinin karşıt argümanlarını bırakmasını sağlamış ve pratikte hiç durmamış olan ilişkilerine tekrardan resmiyet kazandırarak güçlendirmiştir. Bu noktada teslim olan taraf sömürgeci Türk devleti olsa da İsrail ile geliştirdiği ilişkiyi bir yandan işbirlikçi Kürd’ü daha fazla yanına çekmekte kullanacak diğer yandan da bu ilişkinin uluslararası zeminde sağlayacağı avantajı mücadelemizi bastırmakta kullanacaktır. Bu anlamda İsrail ile sömürgeci Türk devleti ilişkileri tarihsel ve stratejiktir; en azından mevcut rejimleri kadar kalıcıdır. Bu ilişkide çatışma ve çelişki ise taktiktir, geçicidir.
İRAN’IN DÜŞTÜĞÜ DURUM
İran ise bölgesel hegemonya iddiasını sürdürmeden kendi varlığını koruyamayacağı gerçeği temelinde yeni hamleler gerçekleştirmiştir. Rusya ile Suriye’de rekabet ve ittifak-ilişki tarzını dengeli biçimde yürüterek pratik yeni mevziler elde etmeye çalışmıştır. Ayrıca bir taraftan ABD ile ilişkilerini yeniden düzenlerken diğer yandan da Suriye ve Irak’taki etkinliğini geçen yıllara göre artırarak, NATO’nun sömürgeci faşist Türk devleti eliyle ona karşı yaptığı çevreleme hareketine cevap vermeye çalışmaktadır. Yine İsrail’in askeri ve siyasi saldırıları kadar MOSSAD eliyle gerçekleştirdiği bir dizi özel operasyona istediği oranda cevap verememesi, İran’ın temel handikabı olmaya devam etmektedir. Tüm bu çevreleme hareketlerine karşı İran’ın Çin ve Rusya ile yaptığı büyük ticari, ekonomik, askeri, enerji içerikli anlaşmalar ve Şanghay Beşlisine bir üye olarak dahil olmasıyla verdiği cevap, önemli sonuçlar doğurmaya adaydır. Tam böylesi bir dönemde halkın sömürgeci İran rejiminin demokrasi ve kadın karşıtı niteliğine kadınlar öncülüğünde “Jin, Jiyan, Azadi” sloganları ile başkaldırması oldukça önemli olmaktadır. Bu serhildan hareketi, içinden geçtiğimiz siyasal dönemin karakteri gereği birçok sonuç açığa çıkarmıştır. Uzun zamana ve neredeyse ülkenin tüm coğrafyasına yayılmış bu serhildan bir yandan İran’da ahlaki ve politik güçlerin ne kadar güçlü olduğunu göstermiş, diğer yandan da doğru örgütsel hatla bu coğrafyada Demokratik Modernitenin ne kadar hızlı örgütlenebileceğini ortaya çıkarmıştır. Ayrıca bu serhıldan Önder Apo’nun “21. Yüzyıl kadın yüzyılı olacaktır” belirlemesinin bir kez daha kanıtlanması anlamına gelmektedir. Fakat bunun rejimi hızla bir çöküşe götüreceğini sanmak, ciddi bir yanılgı olacaktır. Çünkü serhıldanın büyüklüğü ve cüreti ne kadar açıksa da örgütlü öncülükten ve öz savunma gücünden yoksunluğu veya zayıflığı da bir o kadar barizdir. Rejimin büyük darbe aldığı, egemenliğini sağlayan zor ve meşruiyet araçlarında büyük kırılmalara uğradığı görülmektedir. Bu hareketi bastırmak için kullandığı şiddet ve yaptığı katliamlar da anlaşılmaktadır. Ancak İran molla rejiminin beterini de yapacağını ön görmek ve buna göre tedbir almak da çok yanlış olmayacaktır. Yine bu tür halk hareketlerini saptırmada, içini boşaltıp ardından etkisizleştirmede İran devlet geleneği kadar molla rejimi de oldukça deneyimlidir. Bu anlamda uygun zamanda fiziki saldırıları daha da artıracağı gibi kısmi bazı tavizlerle hareketi kontrol altına almak isteyeceğini öngörebiliriz. Fakat tüm bunlar İran’da Jina Emini’nin katledilmesinin bir dönemece işaret ettiği gerçeğini değiştirmez. Belki rejim bu direnişi ve karşı duruşu savuşturabilir, fakat deyim yerindeyse cinin şişeden çıktığı gerçeğini değiştiremeyecektir. Bu açıdan İran’daki serhildanı ne 2009 ne de 2019 gösterileri ile karıştırmamak gerekir. İran’ın demokrasiye duyarlı hale gelmesi artık birincil derecede gündemdedir. Rejim bunu geciktirebilir, fakat tümden engelleyemez. Çünkü Önder APO’nun Kadın Özgürlük Paradigmasının estirdiği rüzgar, Aryenik kültür geleneğinin etkin olduğu coğrafyaya yayılmıştır.
SÜREKLİ BİR KAOSUN İÇİNE ÇEKİLEN IRAK
Irak’ın kaosu yapılan seçimlerden bu yana derinleşerek sürmüş olsa da Sadr’ın İran yanlısı din adamlarınca sahadan el çektirilmesi, siyasete geçici bir süreyle sükûnet getirmişe benziyor. Değişik siyasi hedefleri olsa da bu hedeflerine ulaşmak için ABD, soykırımcı Türk devleti ve bazı Arap devletlerine dayanarak İran’ın Irak’taki etkisini kırmayı esas alan Sadr ve Kazimi’nin, bir nebze de olsa geriye yaslanmaları sömürgeci Türk devletinin Irak üzerindeki planlarında ciddi aksamalara yol açmıştır. Ancak birçok elin ülke siyasetinde etkin olarak var olması, Irak’ın çevresindeki egemenlere karşı irade haline gelmesini engellemeye devam ediyor. Bu durum kullanılmaya hazır, tehlikeli bir zemin yaratıyor. Her ne kadar İran yanlısı Sudani liderliğinde bir hükümet kurulmuş olsa da, İran’ın iç sorunlarla boğuşması ve Irak’ın karışık siyasi atmosferi faşist Türk devletinin saldırganlığına önemli bir zemin sunmaktadır. Ancak İran yanlısı Şiacılığın, Irak zemininde soykırımcı sömürgeci Türk devletinin hareket alanını daraltmak için eline geçecek fırsatları kullanacağı da unutulmamalıdır. Bu durumun Şengal’deki Özerk zemini ve demokratik sistemi güçlendirmeye olanak yaratacağı ve sömürgeci Türk devletinin işgal saldırılarına karşı geçmişe oranla daha üst perdeden itirazlara yol açacağı öngörülmek durumundadır.
SURİYE REJİMİ DARBOĞAZDAN GEÇİYOR
Suriye’de ise rejim tam anlamıyla bir darboğazdan geçmektedir. Her ne kadar iç savaşta önemli cepheler kazanmış olsa da ne İdlip’te cihadistlere karşı ne de kuzeyde Özerk Yönetime karşı yeni hamleler gerçekleştirememektedir. Temel müttefikleri olan Rusya Ukrayna’da tıkanma yaşarken, İran ise bir yandan içerde halk isyanı ile uğraşırken diğer yandan ise dışarıda ciddi bir darbe yememek için hareketsiz kalmıştır. Çok istediği Arap Birliği’ne bir türlü dahil olamaması, rejimi ciddi bir darboğaza sürüklüyor. Rejimin soykırımcı sömürgeci Türk devletinin saldırılarına karşı etkisiz kalmasında bu sıkışmışlık önemli rol oynuyor. Ne soykırımcı Türk devletinin Kürt düşmanlığı şartıyla öne sürdüğü diyalog sürecine tam dahil oluyor, ne terörist grupların çatısı olan Heyat Tahrir El Şam’ın (HTŞ) Efrin ve diğer alanlara yayılmasına ses çıkarabiliyor ne de kayıpları olmasına rağmen 19 Kasım saldırılarına itiraz yükseltebiliyor. Kuşkusuz rejimin iradesi büyük oranda ipotek altındadır, fakat bir ulus devlet olarak halen pratik politika yürütebildiği görülmektedir. Öte yandan BAAS rejiminin faşist Türk saldırganlığının tehlikesini görmemesi mümkün değildir. Bu açıdan Özerk yönetimin 19 Kasım saldırılarından önce rejimle diyalog sürecini başlatması her açıdan olumlu olmuştur. Bu politika hem Suriye rejimini soykırımcı Türk devletinin kendisini Kürt soykırımına çekme politikası karşısında tereddütlü kılıyor hem de Türk saldırganlığına onay vermeyen bir noktada tutuyor. Tüm bunlarla birlikte Rusya’ya rağmen rejimin çok da farklı bir politika yürütemeyeceği görülmek durumundadır. Dolayısıyla rejimin her an tehlikeli adımlar da atabileceği hesapta tutulmalıdır.
TC’NİN SURİYE VE IRAK’TAKİ POZİSYONUNU KÖH’NİN DİRENİŞİ BELİRLEYECEK
Bu gelişmeler ışığında faşist Türk devletinin bölgesel hegemonya iddiasından ve Sünnilerin lideri pozisyonundan kısmen uzaklaşmasına karşın halen genel bir geri çekilme yapmadığını belirtmemiz gerekir. Klasik pragmatist tavrı ile yeni ilişkiler kurmayı tümüyle başarmasa da geliştirme sürecine girmiştir. Libya gibi bazı bölgelerde daha etkisiz hale geldiği, Karabağ zemininde istediğini alamadığı, Doğu Akdeniz denilen açık denizlerde önünün kesildiği açıktır, fakat asıl mesele Suriye ve Irak’taki pozisyonudur. Ve burada belirleyici olacak olan Kürt Özgürlük Hareketi ve halkının direnişi ve savaşıdır. Mevcut direniş, sömürgeci soykırımcı Türk devletinin planlarını büyük oranda boşa çıkardı, ancak iradesini kırma temelinde bir sonuca ulaşarak başarı da elde edebilir. Bu nedenle sürekli uluslararası güçlere tavizler vererek farklı arayışlara girdiği görülüyor.
Bu temelde faşist Türk devletinin geçen sonbaharda Rojava’ya yönelik çok dillendirdiği işgal saldırısını karadan fiili girerek işgal etme biçiminde olmasa da çeşitli top, tank ve SİHA saldırılarıyla neredeyse günlük bombardımanlar yaparak yürüttüğü biliniyor. 2022 Baharında Başurê Kürdistan’a saldırı başlatmıştır. Rojava’ya saldırı hep gündeminde olmakla birlikte, dillendirdiği tüm zamanlarda uluslararası güçlerden ya Rojava üzerinden istediği tavizi koparmış ya da Rojava işgalini dillendirerek bölgesel ve küresel güçleri Medya Savunma alanlarına dönük yaptığı saldırılara aktif destek verir noktasına getirmiştir. Ancak faşist T.C. gelinen aşamada Zap’ta istediği sonucu alamayıp görkemli direniş karşısında duraklayınca yönünü tekrar Rojava’ya çevirerek farklı ittifaklar arayışındadır.
İşgalci TC’nin iç ve dış politikasındaki tıkanıklar, özellikle Zap’tan geri çekilme nedeni ve son Şam yönetimi ile yapılan görüşmelerle neyi amaçladığını, buna karşı Kürt Özgürlük Hareketi’nin direnişi ve sonuçları üzerine bu yazının devamı olarak vermeye çalışacağız.
EDİTÖRDEN