Güncel askeri ve siyasi süreci değerlendirirken tek yönlü, yani sadece sahadaki gelişmeler ya da sadece yapılan planlara bakıp ele almak doğru bir sonuç ortaya çıkarmıyor. Siyasi gelişmelere dışardan bakıp, analiz etmek herhangi bir anlam üretme ihtimali yoktur. Bunun ötesinde siyasi olayların art arda ifade edilmesinin bize katacağı bir şey yoktur. Bu nedenle hassas ve gerçekçi yaklaşım askeri ve siyasi gelişmeler açısından zorunludur. Rojava’da Devrimin 12. Yıldönümünde atılmış birçok adımlarla birlikte yoğun bir tehlike durumu hala varlığını sürdürmektedir. Yaşanan 3.Dünya Savaşında Ortadoğu merkezli gelişen tehlikelerin gerçek boyutunu anlamak siyasi askeri gelişmeleri bu pencereden yorumlamak mücadele etmede en önemli aşamalardan birini oluşturmaktadır.
KRİTİK GELİŞMELERE GEBE BİR YIL
2024 yılının ne kadar kritik olduğu ve birçok gelişmelere gebe olduğu daha senenin başında belli olmuştu. Geçen yedi aylık süreç bu durumu kanıtlamıştır. Üçüncü Dünya Savaşı her açıdan derinleşir ve birçok bölgeye yayılırken tüm aktörler bu kaotik süreçten en fazla yararla çıkabilmek için adımlar atmıştır. Ortadoğu’nun bu savaştaki merkezi rolü ise bir kez daha görünür olmuş ve artık bu bölgede kazananın tüm dünyada kazanacağı gerçeği tartışmasız bir hal almıştır. Üçüncü Dünya savaşının tüm aktörleri farklı bölgelerde daha değişik ittifaklar oluştursalar da esas olarak Ortadoğu’da pozisyon almaktadırlar. Bu nedenle tüm çatışmalar Ortadoğu’da kilitlenmekte ve burada yoğunlaşmaktadır. Kısa vade bu fiziki çatışmaların sönümleneceğini düşünmemek gerekir. Aksine Üçüncü Dünya savaşının derinleşeceği bu nedenle de Ortadoğu ve Kürdistan’da savaşın daha da artacağını gösteren emareler daha fazladır. Bu durumu öngörmeden yapılacak tüm siyasi değerlendirmeler kadük kalacaktır.
Hegemonya konumunu korumak için mücadele eden ABD’nin yoğunlaşmasının da bu temelde Ortadoğu’da olduğunu ifade etmek yanlış olmayacaktır. Bölge içerisinde fiziki varlığını yeniden organize ettiği doğrudur fakat kısa vadede bölgeden çekilmeyi planlayacağını varsaymak doğru olmayacaktır. İsrail’in giriştiği fiziki soykırım saldırılarına da bu temelde ele almak gerekir. İsrail’in faşist bir yapılanmaya sahip olduğu ne kadar doğruysa da Gazze’ye yönelmiş saldırıları sadece bu nedenle açıklamak doğru olmaz. Ortadoğu’nun yeniden ticari ve enerji yol hatları temelinde dizayn edilmeye çalışıldığı açıktır. Bu açıdan Gazze savaşının ilk adım olduğu ifade edilebilir. İleride özellikle Kıbrıs adasında yeni ticari hattın önemli bir durağı olması nedeniyle gelişmelerin yaşanması beklenebilir.
ABD’NİN ÇİN ÇIKIŞI
ABD, Çin’in gelişimini engellemek için yeni bir hat çizmeye çalışmakta ve bunun merkezine de geçen yıllarda başlayan İbrahimi antlaşmaları koymaktadır. İsrail ve Suudi Arabistan’ın bu planlamada kritik bir rolde olduğu açıktır. Ve bugün yürütülen savaş bu iki ülkenin daha fazla yakınlaşacağı bir sistem açığa çıkarmayı da amaçlamaktadır. Faşist TC’nin bu denklemde önemini yitirme korkusuyla çeşitli hamleler yaptığı bilinmektedir. Özellikle Hamas’ı tahrik ederek İsrail’e saldırtması bu durumu açıklıkla göstermektedir. Soykırımcı sömürgeci Türk devleti Ortadoğu’da Batı blokunun temel mihenk taşı pozisyonunda doğacak değişimi beka problemi olarak görmektedir. Çünkü faşist TC bu temelde inşa edilmiştir, bu misyonun bitmesi onun varlığını da tartışmalı hale getirmektedir.
ABD öncülüğündeki Batı bloku kuşkusuz kendi yapımları olan Türk devletini henüz bir kenara atmış değil fakat onu kendi planlamaları doğrultusunda bir çizgiye çekmek istemektedirler. Faşist AKP-MHP iktidarının yoğun bir biçimde kullandığı anti-ABD retoriğinin kaynağı budur. ABD’nin tekrardan kendilerini esas almasını istemektedirler, farklı bir çelişkileri yoktur, olamaz da. ABD’nin Ortadoğu politikasında faşist TC’yi belli bir sınıra çekerek araçsallaştırma, İran’ı da ikili biçimde etkisizleştirme hamlelerinin süreceğini görmek gerekir.
ABD’nin ciddi zorlamalardan geçtiği açıktır. Üçüncü Dünya savaşı onun hegemonya konumuna olan meydan okumadan kaynaklı olduğu artık bilinen bir durumdur. Bir yandan Kapitalist Modernitenin krizini sistemin hegemon gücü olarak derinden yaşamakta diğer yandan da üretmeye çalıştığı çareler farklı farklı sorunlara yol açmaktadır. Bu durum sadece dış politikada değil Trump’ın yeniden başkanlık adaylığında gördüğümüz üzere içte de büyük yarılmalara neden olmaktadır. Trump klasik içe kapanmacı sermaye gruplarının temsilciliğini faşizan söylemlerle yaparken güçlü bir eğilimi yansıtmaktadır. Küresel hegemonyasını sürdürmeyi hedefleyen tekeller ise bu politikaları oldukça tehlikeli bulmaktadır. İki tarafta sıradan bir siyasi rekabet değil, tüm araçların devrede olduğu kıyasıya bir mücadele sürdürmektedirler. Trump’ın başkanlığı kaybettikten sonraki darbe girişimi ve yine karşı tarafın Trump’ı hukuk kıskacına almaya çalışmaları bu temelde hatırlanabilir. Kısa süre önce gerçekleşen suikast girişimi bu rekabetin geldiği seviyeyi göstermektedir. Hala hegemonik güç olan ABD’nin iç politikası da Üçüncü Dünya savaşının yansıması biçimde kaotik bir biçimde sürmektedir.
RUSYA’DAN YENİ BLOK ARAYIŞI
Üçüncü dünya savaşının önemli taraflarından biri olan Rusya’nın bu süreçteki konumunda ciddi bir değişimden bahsetmek mümkün değildir. Ukrayna’daki sıkışmış durumunu bir yandan kendi askeri bürokrasisini yeniden organize ederek diğer yandan da hedefi belli saldırılar yaparak aşmak istemektedir. Diğer taraftan ittifak sistemini güçlendirme hedefindedir. Rusya, Çin ve İran başta olmak üzere bazı ülkelerle sıklıkla birlikte hareket etse de NATO ya da Batı bloku gibi bütünleşik bir yapı henüz ortaya çıkmamıştır. Geçtiğimiz günlerde Putin’in Çin’e ardından Kuzey Kore’ye yaptığı ziyaretler aslında bu bloklaşma arayışın en güçlü ifade ediliş biçimiydi. Çin’in ise hala bu bloka kendini tam bağlamak istemediği ifade edilebilir. Tarihsel konum bir yana Çin Batı Bloku ile cepheden bir karşı durmayı çıkarları açısından zararlı görmektedir. En hassas olduğu Tayvan sorununda bile yapılan retoriğe karşın karşıtlaşmanın üst seviyeye gelmesinden kaçınmaktadır. Bir süredir devam eden ekonomik gelişimini hem sürdürmek hem de bu ekonomik gücün askeri ve siyasi güce dönüşümü için birikimi esas aldığı ifade edilebilir.
İRAN’IN KAPİTALİZM İLE İDEOLOJİK BİR SORUNU YOK
Söylemlerde aksini ifade etse de İran’ın Kapitalist Modernite ile ideolojik bir problemi yoktur. Sorun İran yönetiminin kendi hegemonik yapılanmasını Ortadoğu’da Batılı güçlerin çıkarlarının aleyhine geliştirmek istemesi, ABD öncülüğündeki güçlerin ise İran’ı tahakküm altına almayı hedeflemesidir. Geçtiğimiz süreçte gündemde olan İsrail-İran çatışması faşist TC ve İsrail gibi savaşın daha da yayılmasını isteyen güçlerin emellerinin aksine örtük bir sürtüşmenin ötesine geçmedi. Kuşkusuz bunda İran’ın karşıt güçleri cepheden karşısına alma konumu olmamasının yanında ABD’nin de Ortadoğu’da devletler arası geniş kapsamlı sıcak savaşı çıkarlarına uygun bulmaması da etkili oldu. Bu süreçte İran’ın Cumhurbaşkanın şüpheli bir kaza sonucu ölmesi belli politik sonuçlar açığa çıkaracaktır. Düzenlenen Cumhurbaşkanlığı seçiminin sonucu bu kazananın rejim içi yeni bir dizayn hamlesi olduğunu göstermektedir. Fakat rejimin bu adımla tam olarak neyi hedeflediğini anlamak için bir süre daha yeni yönetimi gözlemek gerektiği açıktır.
MANEVRALARLA KONUMUNU GÜÇLENDİRMEYE ÇALIŞAN SURİYE
Suriye rejimi bir süredir çatışmaların farklı alanlara kayması nedeniyle kendi içinde farklı manevralarla konumunu güçlendirmeye çalışmaktadır. Özellikle Arap devletleri ile ilişkilerini güçlendirmeyi ve rejimin meşruluğunu uluslararası alanlarda arttırmayı hedeflemektedir. Bir yandan ‘özerk yönetimle anlaşmak kolaydır’ gibi söylemleri alttan alta yayarken diğer yandan şovenist zihniyetten geri adım atmayacağını ifade etmekten çekinmeyen bir tutum sergilemektedir. Rusya’nın açık desteği ile zaman zaman gündeme alınan Esad-Erdoğan görüşmesinin kısa vadede gerçekleşmesinin zor olduğunu bilmek gerekir.
Rejimin, açık işgal koşullarında faşist TC ile görüşmesi bugüne kadar sürdürdüğü konumuna ciddi darbe alması anlamına geleceğini biliyor olması lazım. Bunu biliyor olmasına rağmen Şam hükümetinin işgalci TC rejimi ve onun faşist şefi Erdoğan ile görüşme isteğini belirten açıklamalar yapmaktan da geri durmuyor. Son bir yıldır hem TC hem de Suriye açısından birbirine karşı konumlanan net politikanın yerini bulanıklığa, zikzaklı bir tutarsızlığa ve ilkesizliğe bıraktığını belirtmek doğru olacaktır. Özellikle Suriye rejimi açısında Kürtlere yaklaşım konusunda net bir tavrın belirleme zamanı gelmiş ve çatmıştır. Şam Hükümeti bunu artık öteleyemez, ya bu gerçekle yüzleşecek ve doğru çıkarsamalar temelinde bir dönüşümü yaşayarak demokratik Suriye bütünlüğünü sağlayacak ya da klasik devlet politikalarında ısrar edecek. TC ile anti-Kürt ittifakında birleşecek ve düşman saydığı işgalcisi ile salt Kürt tasfiyesi şartıyla anlaşması ve görüşmesi bugüne kadar korumaya çalıştığı konumunu da riske edecektir.
Çatışma yoğunluğunun Suriye zemininde kısmen azalması yanıltıcı olmamalıdır. Burası hala siyasetin ve diplomasinin volkanik zeminidir. Ne zaman patlayacağı öngörülmese de mutlaka patlayacağını belirlemek yanlış olmayacaktır. Çünkü küresel ve bölgesel tüm aktörler buradadır. Hepsi sadece siyaset ve stratejileriyle değil askeri fiziki güçleriyle buradadır. Dolayısıyla Suriye son büyük savaşını beklemek durumundadır.
MEVCUT DURUMDA MUHTAÇ OLAN TC’NİN KENDİSİDİR
Mevcut konumda Kürt düşmanlığı üzerinden gelişecek bir TC-Suriye rejim ilişkisine muhtaç olan tek yapı faşist TC’dir. Faşist rejim Kürtleri ve mücadelesini varlık sebebi olarak tanımlamıştır. ‘’Kürtler ve mücadelesi varsa benim faşist rejim olarak var olma olasılığım risktedir’’ demektedir. Oysa Kürtlerin, Kuzey ve Doğu Suriye halklarının varlığı ve mücadelesi Şam hükümeti açısından bir tehdit değildir olsa olsa demokratik dönüşümü için pozitif bir baskı aracı olacaktır. Tüm bu dinamikler bir arada düşünüldüğünde süreç Suriye rejimi ile müzakere yürütmek için uygundur. Özerk Yönetim kendi kurumsal yapısını güçlendirdikçe ve demokratik ulus ilkesini pratikleştirdikçe bu imkân daha da artacaktır. Bu açıdan hem Arap devletlerle diplomatik ilişkiler geliştirmek hem de yerel seçimleri toplumsal sözleşme temelinde gerçekleştirmek bu pencereden de bakıldığında sürecin ruhuna uygun adımlar olmuştur. Bundan sonra mesele APOCU çizgide üçüncü yol politikalarını sağlıklı bir biçimde uygulamaktır. İran’ın Rojava’da provokasyon yapma imkânı, ABD’nin ise rejimle görüşmeleri öteleme adımları atması imkân dahilindedir. Yine sürekli olan faşist TC’nin saldırılarının daha kapsamlı bir hale gelme tehlikesi de vardır fakat tüm bu tehlikeler var olan imkanları ortadan kaldırabilecek nitelikte değildir. Eğer imkanlar doğru politik hatta değerlendirilirse devrimin 12. yıldönümünde Rojava’da atılmış olan tohumların yeşermemesi için herhangi bir sebep yoktur.
EDİTÖRDEN