28 Nisan 2014 Pazartesi Saat 08:10
BARZANİ İSYANI
Bugün çokça kabul görülmese de Barzaniler, aşiret mensubu olarak var olup gelişmediler. Seyyid Taha Nehri (Nakşî tarikatın şeyhi)’ den icazet almasından sonra dinsel bir nüfuz alanı haline gelen Barzan bölgesi, alanda sofiliğin yayıcısı bir merkez haline gelmesi sonrasında buradan icazet alan mollalar bu etkiyi gün be gün genişleteceklerdir. Nakşi tarikatının Güney’deki en büyük temsilcilerinden olan Barzaniler’in, 19. Yüzyıl başından itibaren mensup olduğu tarikat kimliğiyle gelişip güçlendikleri kuşku götürmezdir. I.Dünya savaşının hemen ardından çevrenin en büyük iki aşireti olan Mizuri ve Zebarilerle yer yer çatışması bir yönüyle hanedanlık diğer taraftan tarikat görüntüsü olduğu halde Barzanilerin kendilerini en büyük ve rakip aşiret olarak ortaya koymalarından kaynaklanmıştır.
Barzan Aşiretinin merkezi, Büyük Zap ırmağının sol kıyısında kurulmuş bulunan sarp dağlarla çevrili yoksul ve temel geçim kaynaklarının hayvancılık olduğu alandır.
Mustafa Barzani’nin doğumundan önce dedesi 1. Abdülselam, Osmanlı’ların mecburi iskânına ve zorla askere almalarına karşı ayaklanmış, görüşmelere gittiği Musul’da asılmıştı.
Molla Mustafa Barzani bu konuda şunları söyler:
“Ben dokuz aylıktım, yıl herhalde 1903–1904 olsa gerek. O tarihlerde herkes kendi kaba kuvveti sayesinde ayakta durabiliyordu. İşte bir gün böyle bir karışıklığın içinde sebebini hala ihtiyarlardan öğrenemediğim feci bir olay vuku buldu. Çoğu Kürtlerden müteşekkil olan Hamidiye Alaylarından bir grup gelip bizim köyü basmış. İşte annenin hikâyesi böyle bir günde başlar. Ben henüz 9 aylık iken bizim köye yapılan baskında ailenin birçok erkeği öldürülmüş, kadınlar süngülenmiş, yüzlerce çocuk yetim bırakılmış, mallar yağma edilmiş, köy bir yangın yeri haline getirilmiş, geri kalanlar ise dağ bayır demeden atlı askerler tarafından ta Diyarbakır’a kadar sürülmüş. Diyarbakır’da bütün ailemizle birlikte bizi Diyarbakır hapishanesine atmışlar… İşte iki yaşına kadar ben Diyarbakır hapishanesinde büyüdüm Elbette ki o günleri hiçbir şekilde hatırlamam… Yalnız hapishane hayatı annem için, babam için, kardeşlerim için oldukça acıklı günlerle geçmiş aç, susuz, perişan bir şekilde bütün ailemiz en aç günleri orada yaşamış. Bir buçuk yıl sonra durum Bab-i Ali tarafından öğreniliyor ve bizim masum olduğumuz anlaşılıyor da sultan bizim tahliyemizi istiyor.”
Barzan aşireti serbest bırakıldıktan sonra doğrudan eski topraklara değil de sürgüne gönderilmiştir. Aşiret daha sonraları yeni sürgün yeri olan Süleymaniye, Hewler ve Kerkük yöresine bir yılda varabilir. Bu sıralarda Barzani’nin babası Şeyh Muhammed ölmüş onun yerine II. Abdülselam geçmiştir. Bu yeni devir Barzan aşiretinin adını duyurduğu bir dönem olacaktır. Abdülselam, hızla hem bölgenin dini önderi (Nakşibendiliğin temsili), hem de etnik meselede de bir lider durumuna gelir. O zamana kadar Barzan aşireti ile bağları olmayan Şerwani, Dolameri, Mizuri, Beroji, Nizari, Gerdi ve Herkiyê Bineci aşiretleri de bu aşiretle bir araya gelirler. Önceden 750 aileden oluşan aşiret bu katılımlarla bölgede belirleyici bir rol oynamaya başlar.
1907 baharında durumlar kötüleşir. Baskılar, Kürtlerin tahammül sınırlarını aşmıştır. Aşiret liderleri, köklü ailelerin reisleri ve şeyhler toplanıp görüşme ihtiyacı hissederler. Toplantı için yer olarak Şeyh Nur Muhammed Brifkani’nin evi seçilmiştir. Bu toplantıya Abdülselam Barzani de katılır. Kürdistan’daki durum enine boyuna tartışılır. Sonuçta, Bab-ı Ali denilen Osmanlı yönetim merkezine bir telgraf çekilmesi kararlaştırılır.
Telgrafta
• Kürt dilinin bütün Kürt bölgelerinde resmi dil olması,
• Öğrenim dilinin Kürtçe olması,
• Kürdistan’daki yönetici ve memurların Kürt olması,
• Devletin resmi dini İslam olduğundan İslam hukukunun uygulanması,
• Vergi sisteminin olduğu gibi muhafazası ancak toplanan paranın Kürdistan’da okul ve yol yapımı için kullanması istenir.
Bu sırada Osmanlı ordusu ve Hamidiye Alayları birlikte köyleri basmaya, harmanları yakmaya, kabileleri yağmalamaya ve katliamlara başlamıştır. Yerel resmi makamlar da merkeze üst üste telgraflar çekiyor ve yönetimi Kürtlerin “niyetleri” konusunda uyarıyorlardı. Kürtlerin taleplerini içeren telgrafın da Osmanlı yöneticilerinin eline geçmesi, bunların “ikna” olmasına yetmiştir. Telgraf bir “başkaldırı ilanı” olarak kabul görür ve genel seferberlik ilan edilir.
Osmanlı yönetimi, Kürtlerin Rusya’dan yardım istediği iddiasındadır. Rusların böyle bir yardımı vermeyi kabul ettikleri şayiası da döne dolaşa İstanbul’a gitmiş ve yöneticileri büyük bir telaş sarmıştır. Ama Osmanlı ordusu genel saldırı başlatıp bitirinceye kadar da Ruslardan Kürdistan’a bir tabanca dahi ulaşmayacaktır. Öte yandan Osmanlılar ordularının başına Dağıstanlı Muhammed Fazıl Paşa’yı getirmişlerdir. Paşa vakit geçirmeden saldırır. Ordusunun ilk hedefi Barzan mıntıkasıdır. Tarihçi Wgram’ın kaydettiğine göre, savaşın asıl nedeni Musul vilayetinin yönetimini elinde tutan otorite idi. Musul yönetimi, Abdülselam Barzani’nin nüfuz alanında bulunan bazı köyleri kendi soygun mekanizmalarına katmaya çalışırken, Şeyh buna karşı duruyordu. Wgram, “Rusya’dan yardım uydurmasının da bu çetenin işi olduğu, bunun Bab-i Ali’yi teşvike yettiği görüşündedir.
Telgrafa, Osmanlıların genel bir taarruzla cevap vermesi anlamsızdır ama olan olmuştur. Şeyh Abdülselam direnme karar alır. Savaş iki ay sürer. Bırifkan toplantısına katılanların kimisi susarken, kimisi düşmanla işbirliğini seçmiştir. Barzaniler yalnız kalmış ve direnişleri kırılma noktasına gelmiştir. Sonunda Şeyh Abdülselam kuvvetlerini Tiyani’ye, Asurî lideri Mar Şemun’un yanına çekme kararı alır. Fazıl Paşa’nın ordusu savunmasız kalan Kürt köylerine girer ve her yeri yakıp yıkar. Mustafa Barzani bu defa üç yaşında iken yine annesiyle birlikte Musul hapishanesine atılır. Bu hapishane durumu, 1909’daki İttihat ve Terakki iktidarına kadar sürer. Aynı yıl, Abdülselam Barzani ile yönetim arasında varılan anlaşma ve çıkarılan af sonucu hapisten kurtulunur. Bundan sonra Esat Paşa, 12. Alay komutanı sıfatıyla Musul valisini görevden alır, mıntıka ile ilgili yetkileri kendisi kullanmaya başlar.
“Barış , Kürdistan’da her zaman geçici bir nefes alma dönemidir. Ya İmparatorlukta iktidar değişmiştir yerleşmek için zamana ihtiyaç vardır, ya ordular bitkin düşmüştür ya da bir dış macera için ortalıkta kara bulutlar dolaşmaktadır. Böyle anlarda merkezi hükümet nefes almaya muhtaçtır ve Kürt insanına “iyi davranacaktır. İttihatçılar da bu genel kuralın dışında değillerdi. Önce iktidarlarını sağlamlaştırdılar, sonra da zaten çoraklaşmış olan topraklarında aç ve sefil bir hayat süren Kürt bölgesine, giderek bütün Kürdistan’a yüklenmeye başladılar. Osmanlılar, Trablusgarp’ta, Balkanlar’da savaşlara tutuşmuşken, bu aç insanları asker olarak kullanmak için adeta avlıyor ve onları cephede bir daha geri dönmeyecekleri mevzilere yerleştiriyorlardı. Durmadan Kürt köylerinden, kasabalarından asker ve para isterler. Artık öyle bir duruma gelinir ki Kürtler Osmanlı imparatorluğunun istediği parayı, askeri veremez hale gelir. Bu sırada zorba bir Kürt olan Süleyman Nazif, İttihatçılar tarafından Musul valiliğine getirilmiştir. Bu kişi 1913 yılında mıntıkaya çok sayıda asker sevk ederek Şeyh Abdülselam’ı yakalamak ister. Şeyh Abdülselam direnmez, ama teslim de olmaz. Mıntıkayı terk ederek İran’ın denetim alanına çekilir. Orada Seyyid Taha Nehri’nin misafiri olur. Seyyid Taha’nın evi Urmiye Gölü yakınındaki Racan köyündedir.
Şeyh Abdülselam bu esnada Sımko’yu (İsmail Axayê Şikakan) ziyaret eder. Bazı kaynaklara göre oradan Tiflis’e giderek Çarın temsilcileri ile görüşür. Onlardan Osmanlılara karşı mücadelelerinde yardım “vaadini” aldığı söylenir. Şeyh dönüşte Sımko’dan ayrılarak Genegecin köyü sahibi Sofu İbrahim’in misafiri olur. Bu sofu Şeyh Abdülselam’ın başına konan ödülü bilir. Onu uyuttuktan sonra, gece yakalayarak Süleyman Nazif’e teslim eder. Şeyh Abdülselam şeklen yargılanır ve idama mahkûm edilir. Hiç bir itiraza meydan vermemek için derhal darağaçları kurulur. 14.12.1914’te Musul’da sokak ortasında idam edilir.
Şeyh Abdülselam ve üç arkadaşının idamından sonra Ailenin ve Aşiretin yönetimini 18 yaşında ele alan Şeyh Ahmet, Faris Axayê Zebari’nin kızıyla evlenerek bölgedeki gücünü sağlamlaştırır.
1914’te Osmanlılar, Almanlar lehine I. Paylaşım savaşına girdiklerinde muhalif seslere tahammülleri kalmamıştır. 1912’de kurulan Kürt Hêvi Gençlik Cemiyeti ve yayın organı Hetavê Kurd Mecmuası kapatılır, üyelerinin önemli bir bölümü yakalanarak askere gönderilir. Örgüt yeraltına inemediği için dağılır. Savaş esnasında Kürdistan’ın Osmanlı egemenliği altındaki parçasında “İstihlasi Kürdistan” (Kürdistan’ın kurtuluşu) ve İran parçasında “Cihandani cemiyeti” (Dünya görüşü) kurulur. Bu örgütler yurtsever kesimleri toparlama amacını güderler. Amaçları büyük savaştan istifade etmek olsa da bu sonuçsuz kalır.
Gelişen büyük savaşın yükü ağırlıklı olarak Kürdistan’ın sırtındadır. Osmanlı yönetimi zorla asker ve vergi toplayarak Kürtleri gerçekten takatsiz bırakmıştır. 1915 yılının 24 Nisan günü Osmanlı Dâhiliye Nazırı Talat Bey, Ermenilerin yurtlarından alınarak Suriye’deki Dêrê Sor şehrine nakillerini emrettiğinde büyük bir katliamın işaretlerini de verir. İstanbul’daki Ermeni Cemiyeti’ni toptan tutuklatır. Mahalli yöneticiler, her Ermeni kellesini getirene 25 kuruş vaat edince iş zıvanadan çıkar. Kürdistan büyük bir kan gölüne döner! Kısa süre içinde 600.000 Kürt ve 1,5 milyon Ermeni hayatını kaybeder. Bu arada Kürt topluluğundan 700.000 kişi de yerinden yurdundan sökülerek Türklerin çoğunlukta oldukları Kırşehir, Nevşehir, Konya ve Ankara civarına yerleştirilir. Ülke önemli ölçüde boşalmış, Ermenilerin kitlesel olarak yok edildikleri Erzurum ve Kars gibi yerlere geniş bir Türk kitlesi iskan edilir.
Savaşın kendisi kadar sonuçları da Kürdistan için acı olur. 1918 yılına gelindiğinde ve sonrasında Kürtler, ülkelerinin 1639’dan sonraki ikinci bölünmüş durumuyla karşılaşırlar. Suriye’ye eklenen Kürdistan’ın El-Cezire adı verilen bölgesi ile Çiyayê Kurdan Fransız egemenliğine geçmiştir. Fransızlar sömürgelerinde “ağrısız” kalmak için hep mahalli çelişkileri kullanırlar. Suriye’de de öyle yaparlar. Güney’deki Şamaran aşiretini teşvik ederek kuzeye doğru Kürt topraklarını işgal ettirir ve nüfusça azınlığa düşen Kürtlerle Araplar arasındaki çelişkiden kendi egemenliklerini sürdürme yönünde istifade ederler.
Irak’a kattıkları Güney Kürdistan’ın zengin petrol alanlarına yerleşen İngilizler ise tutunmak için değişik bir yol izlerler. Onlar, Kürdistan ve Arap bölgesindeki aşiret liderleri, şeyhler ve etkin ailelerle iyi ilişkiler kurmak suretiyle kendilerine yöresel iktidarların yollarını açmaya çalışırlar. İngilizler Kürdistan’ı daha iyi yönetmek için “aşiret kanunu” adı altında bir de kanun çıkarırlar. Bu kanun Kürdistan’ın aşiret insanı ve miskinleri ile Güneyin topraksız Arap yerlilerine çok cazip gelmiştir. Öte yandan genişleyen İngiliz tahrikleri tıpkı Suriye’deki Fransız işgal bölgesinde olduğu gibi, Arap yerlilerle Kürt ağa, Şeyh ve beylerini karşı karşıya getirir. Bu durum Kürt köylülerini de ilgilendirir. Bu karışıklıklarda majestelerinin (İngiliz) askerleri hep düzen sağlamaya çalışan masumlar olarak boy veriyor ve durumdan kendi çıkarları açısından yarar sağlıyorlardı.
İngilizler, bir yandan bunları yaparken, öte yandan Kürtlere bağımsızlık umutları vermekten de geri durmayacaklardır. Sykes-Picot, Sevr hep bu umutları kamçılayan “paçavra kâğıt” parçalarıydılar.
İngiliz ajanlar savaştan önce, savaş sırasında ve savaştan sonra Kürdistan’da geniş bir faaliyet sergilemişlerdir. Siyasi subay, idari müşavir, mühendis, arkeolog ve özel ordu şefi kisvesi altında işlerini yürütüyorlardı. Bunlardan Binbaşı Soane 1902’den beri Kürdistan’daydı. Bu ajan Kürt dilini lehçelerine varana dek biliyordu. Neel, Leeds, Jardine, Edmons ve Elphinston bu ajanların en iyi bilinenlerindendir. Kürdistan’da bir yol inşa eden ve klasikleşmiş bir de kitap yazan Hamilton adındaki yeni Zelandalı mühendisin bu yolu hala kendi adıyla anılıyor. Tabi ki bu yol İngilizlerin Kürdistan’ı kontrolü içindir.
Ortadoğu’da bir Yahudi Devletinin kuruluşuna imkân tanıyan Balfour deklarasyonunu imzalayan Fransa ve Britanya imparatorluğu daha sonra ortak bir de bildiri yayınlarlar. Bu bildiri ile “yegâne gayeleri”nin “Türklerce bunca zamandan beri ezilen halkların tam ve mutlak kurtuluşlar ve otoritelerini yerli ahalinin hür tercihi ve inisiyatifinden alan milli hükümet ve idarelerin kurulması” olduğunu 8 Kasım 1918’de ilan ederler. İşte bu teşviklerin sonucunda Süleymaniyeli Şeyh Sait’in oğlu Şeyh Mahmud Berzenci liderliğindeki Hamawend şefleri ve Süleymaniye ileri gelenleri, Kerkük’ü işgal eden İngilizleri, himayelerinde bir geçici hükümet kurmak için iknaya çalışırlar. Şeyh Mahmud, 1850’lerden beri bölgede liderlik pozisyonuna sahip bir aileden gelmektedir. Babası 1908’de ayaklandığı için idam edilmişti. Yaşadığı şehir olan Süleymaniye Kürt milliyetçiliğinin önemli merkezlerinden biridir.
İngilizlerin Irak’ta adalet dağıtmak, eziyet çeken sömürge ülke halklarına yardım etmek gibi bir sorunları yoktur. Onlar için önemli olan bu bölgedeki petrol kaynaklarının emniyetidir. Bundan dolayı kuvvetli iktidarlar yerine kontrol edebilecekleri kadar zayıf hükümetler istemektedirler. Ama Kürtler bağımsızlık için bastırmaktadırlar. Bu hayra alamet değildir. Onlardaki bu kuvvetli bağımsızlık arzusunu gören İngilizler’in Irak genel valisi sivil komiser Sir Arnold Wilson, Kürt aşiret liderlerini bir araya toplayarak ne istediklerini sorar. Bu, İngilizler açısından iyi bir taktiktir (çünkü tüm Kürt aşiret liderlerinin aynı talebi destekledikleri görülür şey değildir. Aksine birinin ak dediğine diğerinin kara demesi tamamen olağandır). Bu toplantıda da böyle olur. Kerkük ve civarındaki büyük toprak ağaları Şeyh Mahmud’u istemediklerini bildirirler. İşin zıvanadan çıktığını, özerkliğin tehlikeye girdiğini gören Şeyh Mahmud hemen harekete geçer. Berzenci, 40 aşiret liderinden kendi talepleri doğrultusunda imza toplayarak Wilson’a müracaatta bulunur ve İngiltere’ye bağlı bir Kürt devleti kurmak istediklerini bildirir. Bu talep Wilson tarafından kabul edilmiştir ama uygulamaya geçmek için acelesi yoktur.
İngilizler daha sonra bölgeye Major Noel’i sorumlu tayin ederler. Noel, İngilizlerin bölgedeki işgal hareketini genişletir. Kürt lideri Şeyh Mahmud ise, pek kimseyi tatmin etmemiştir. Noel’in yerine Süleymaniye sorumlusu olan Soane bu Kürt vilayetinde bazı değişikliklere girişmeye teşebbüs eder ve işte o zaman kıyamet kopar. Kürtlerin şiddetli itirazları, İngilizlerin kuvvet kullanmasına yol açınca, şeyh Mahmud direnme kararı alır. İngilizlerle kapışma başlayınca şeyh Mahmud tüm Kürdistan’a birlik çağrılarını ulaştırır. Lenin’e mektup yazarak yardım ister. Ama bu mektup hiç yazılmamış gibi muamele görecek, yani cevaplandırılmayacaktır. Aşiretlere yapılan çağrıya ise, olumlusundan olumsuzuna çeşitli cevaplar gelir. Bunlardan Şeyh Ahmed liderliğindeki Barzaniler çağrıya olumlu cevap verir. Şeyh Ahmed ayrıca diğer Behdinan aşiretlerini de Berzenci hareketini desteklemeye çağırır. Mustafa Barzani komutasındaki bir kuvvet Dola Piyaw mıntıkasına, bir başka güç de Balek yoluna gönderilir. Süleymaniye’ye doğru ilerlerken her iki Barzan birliği de birçok İngiliz pususuna düşer. Henüz tecrübesizlik mevcuttur. Barzaniler Süleymaniye civarına vardıklarında ayaklanma artık bastırılmış, Şeyh Mahmud İngilizlerin eline yaralı olarak geçmiştir. “Majesteleri”nin hükümeti Berzenci’ye yardım eden aşiretleri cezalandırma eğilimindedir. İlk olarak Barzan’a göz dikilmiştir. Orasını boşaltacak, yerlerine Asurîleri yerleştirecektir. Ama her ne olduysa bundan “şimdilik” vazgeçerler.
1920’de Arap milliyetçileri baskıya başlamış ve bağımsız “Arap Irak” tezini kabul ettirmiş gibi görünürler. Çanlar çalmaya başlamıştır ve Kürdistan’ın fiili yutuluşu kapıdadır. Kürt ileri gelenlerinin Malatya yakınındaki Kâhta’da birlik için yaptıkları toplantı müttefikler tarafından dağıtılınca liderler yeni bir bekleme dönemine girerler. Oysa aynı müttefikler, Mustafa Kemal’in paralel toplantılarına ses çıkarmamayı tercih etmişlerdir. Hatta Kürt toplantısı dağıtılırken M. Kemal’e bağlı kuvvetlerden yardım bile alırlar. Kürt liderler birlik için kuvvetli adımlar atacaklarına, birbirleriyle boğuşurlar. Kürt Teali Cemiyeti, Kürt Millet Fırkası ve Kürt Teşkilat İçtimaiye Cemiyeti gibi aydın örgütlenmeleri kırsal alanlarla doğru dürüst diyaloga gireceklerine birbirleriyle mücadeleyi tercih etmişlerdir. Böylece uluslararası ilişkilerde belirleyici olanın kaba kuvvet olduğu esprisi hayata geçirilmiyordu. İşte bu boşluğu kurulmakta olan Arap Irak’ta milliyetçi Araplar ve Mustafa Kemal Osmanlı’sında Türk milliyetçi akımları doldurur. Oluşacak olan devletler bu güçlerin taleplerinin ifadesi olacaktır.
Arap milliyetçilerinin Irak’ın bağımsızlığıyla ilgili kabaran iştahları kısa bir süre için de olsa geri plana itilmiştir. Çünkü kendisini dayatan Musul meselesinde Milliyetler Cemiyeti Konseyi 16 Aralık 1925’te Türkiye-Irak sınır hattını çizer ve Irak’ı 25 yıl İngiliz mandasında bırakır. Bu karara göre, idari mekanizmada Kürdistan’da adalet eğitim gibi işler Kürtlere bırakılacak, Kürtçe resmi dil olacaktır. 1926 Şubatında Irak başbakanı Bağdat parlamentosunda aslanlar gibi kükrüyordu ” Kürtlere haklarını vermeliyiz. Kendi dilleri onların resmi dilleri olmalı ve çocukları okullarda bu dili öğrenmelidir” diyordu. Fakat bunlar havaya savrulan sözlerin ötesine geçmiyordu.
Bu dönemde Irak’ta genel valiliğe Wilson’un yerine getirilen Sir Percy Cox, Sevr’in öngördüğü seçim yerine bir başka planı yürürlüğe koymuştur. Kendi deyimleriyle “plan Kürt toplumuna Sevr anlaşmasınca tanınan korunma hakkını hesaba katmıyordu. Kahire konferansındaki kararlara uygun olarak, konferanstan döner dönmez, İngiliz mandası altındaki topraklar ve Irak Devleti’ne dâhil bölgelerdeki Kürtlerin istemlerini belirlemeye koyuldum. Hemen 6 Mayıs 1921’de, bu konuda bir genelge hazırladım ve bu, müşavirimce Musul, Kerkük ve Süleymaniye kesimlerine dağıtıldı. Bana gelen haberlerden, bu bölgelerde Kürtler arasında fikir ayrılıklarının olduğu ve kendi çıkarları açısından Irak’ta ekonomi ve sanayinin iplerinin Bağdat’ın elinde kalmasından endişe duydukları anlaşılıyordu. Hayal kırıklığına uğrayacaklarına kani idiler. Binaenaleyh, Süleymaniye bölgesi Irak kralının seçimine katılmamaya karar verdi. Kerkük’te de Emir’in adaylığı reddedilmişti ve Kürtler kendi ırklarından bir hükümet istiyorlardı. Son çare olarak bana, kesin bir kararın verilmesi için bir senelik bir mühlet isteyen bir dilekçe sunuldu. Süleymaniye ve Kerkük dışındaki bütün livaların delegasyonlarının ve bütün cemaatlerin temsilcilerinin huzurunda Emir Faysal’ı Irak kralı ilan ettim ve akabinde, Britanya majestelerinin hükümetince tanındıklarını bildirdim. ” diyordu. Bu Cox ve İngiliz demokrasisiydi ve Sykes-Picot çok geride kalmıştı. Faysal, 23 Ağustos’ta bir taç giymişti… Kürtler ise fikir birliğinin zeminini arıyorlardı!
Eylül 1922’de şeyh Mahmud tekrar Süleymaniye’ye dönebildiğinde bütün bunlar bir yıl önceki olaylardı. O’nun döner dönmez majestelerinin kararlarına misilleme olarak kendisini Kürdistan kralı ilan etmesi beyhude bir çabaydı artık İngilizlere direnmesi RAF’ın (Kraliyet hava kuvvetlerinin) Kürdistan’a ateş kusmasından başka bir işe yaramamış, en nihayetinde 24 Mayıs 1924’te çekilmek zorunda kaldığı Pencewin’de, 1930’a kadar kalmıştı. Kısaca Kürtler 1914’ten beri hazırlıksız yakalandıkları bir diğer savaşın içindeydiler.
İngilizler 1922’den itibaren Süleymaniye ve Kerkük’ün kuzeyine kadar olan kesimde Kürt aşiretlerini bölüp parçalayarak, eze eze yıldırırlar. Kuzeyde ilerleyerek büyük Zap ırmağına gelip, Barzan’a saldırarak yakarlar. Bu Barzanlılara karşı 1919’un intikamı ve bir gözdağıydı. Olay Barzanlılarla Zebarileri müştereken ayaklandırır. Bu, Barzani’nin İngilizlerle ikinci karşılaşmasıdır. Kürt ayaklanmacıları İngilizlere ağır darbeler indirir. Düşmanları, çok güçlü bir donanım ve hava desteğine sahip olduğundan, Barzanlıların komutanı Ahmed Barzani ve Zebariler’in komutanı Faris Axa dağlara çekilmek zorunda kalırlar. Zaten İngilizler de orada daha fazla ilerlemenin lüzumsuzluğunu görmüşlerdir. Onlar da geri çekilince ortalık durulur.
1923 yılında Barzan, 1907’den beri sürdürdüğü direnişlerden dolayı bir harabeye dönmüştür ve halk bitap düşmüştür Toprakları çoraklaşmaya yüz tutmuş, malları ve tüm geçim vasıtaları yok edilmiştir. Aşiret adeta bir çöküntüyü yaşıyordu. Bunun için bir inziva hayatına ihtiyaçları vardı ve onlar da 1930’a kadar öyle yaparlar.
Dünya 1923’te İtalya’da Mussolini’nin iktidara gelişi ve 1917 Ekim Devrimi ile hızlı bir değişime doğru gitmekteydi. 1917 Ekim devriminin Kürtleri ilgilendiren yönü Komünistlerin ezilen milletler için kendi kaderini tayin hakkı ilkesine sımsıkı sarılmalarıydı. Devrim, Kürdistan’la sınırdaş olan bir büyük devlet vücuda getirmişti ve bu Kürt ulusal kurtuluşçuları için bir umuttu. Fakat ne yazık ki, başta Şeyh Mahmud liderliğindeki başkaldırı olmak üzere, ileriye doğru 1920, 1921, 1922 ve 1925’te oluşan direnişlere Sovyet yöneticileri duyarsızdılar. Hatta Kemalistler’le imzaladıkları dostluk anlaşmasıyla isyanları “ilerici Kemalizme karşı reaksiyon” olarak niteleyerek mahkûm edecek kadar ileri gitmişlerdir. Böylece “kendi kaderini tayın hakkı” ilkesi, işlerine geldiği zaman uygulanan havadaki bir tez haline gelmiştir.
1930’a doğru ve 1930’lu yıllar, Irak Kürtler’i için umutsuzlukla dolu yılların devamıydı. Durum gittikçe daha kötüye gidiyordu. Irak devletleşiyor hem de Araplaşarak devletleşiyordu. 1929’da Sir G. Clayton, Irak hükümetine, İngilizlerin mandayı kaldırıp bağımsızlıklarını tanımayı düşündüğünü bildirildi. İngiltere, bu hareketiyle Milliyetler Cemiyeti Mandalar komisyonunun denetiminden kurtulmayı, şekli bir bağımsızlık verilen Irak’ı ikili anlaşmalarla tek başına denetlemeyi düşünüyordu. Kasım ayında Lord Passfield, Cenevre’deki Milletler Cemiyeti’ne 25 yıllık yolu, 5–6 yılda aldıklarını ve Irak’ın bağımsızlığa hazır olduğunu bildiren bir rapor verir. Haziran 1930’da Irak’ın iç ve dışişleri yönetimini Krala bırakan İngiliz-Irak anlaşması imzalanınca Kürdistan’da kıyamet kopar. Süleymaniye’deki kitlesel gösteriler kavgaya dönüşünce ordu üstlerine yürür. Cenevre’ye dilekçeler yağmaya başlar. Kürtler yazın yapılacak seçimleri boykot ederler. Bunun üzerine Irak ordusu çevreye çılgınca saldırır. Tertipler düzenlemeye, sivil halka saldırmaya başlar. Olay ayaklanmaya dönüşünce, Şeyh Mahmud yine devreye girer. Bu defa da İngilizlerin himayesinde sınırlı bir otonomi talebi ile ortaya çıkacaktır.
Şeyh Mahmud’un yönettiği 1930–31 Kürt ihtilali ulusal bilincin yavaş yavaş kitleleri de sarmaya başladığını gösterdi. Ama yine de başkaldırıyı yönlendirecek parti gibi bir organizasyon oluşturulmamıştı. Üstelik daha yeni yeni sömürgeciliğe ısınan Arap yönetimi devlet olmanın imkânlarını kullanmaya başlamış, bir ordunun inşasını da önüne hedef olarak koymuştur. Orduyu kurma işini “iyi bir Kürt cahş” rolünü oynayan Nuri Sait Paşa’ya verirler. Bu unsur, 1950’lere kadar Kürtlerin başına bela olacaktır.
Arap basını Kürtleri aşağılayarak “Arap çizmeleri altında ezilmesi gereken Kürtler” şeklinde manşetler atarken akıl hocaları İngilizler onları sükûnete davet ediyor ve tek önemli şeyin hedefe varmak olduğunu bildiriyorlardı. 3 Şubat 1931’de Sir Kenehan Corn Wallis, Irak İçişleri Bakanı Cemil-el Madfi’ye Milletler Cemiyeti’nin kararı üzerine verdiği notada bu hususa şöyle işaret ediyordu. “Biliyorsunuz ki Kürtlerin milli bir otonomi elde etme istekleri Britanya Majesteleri hükümetinin tavsiyesi ve desteği üzerine Milletler Cemiyeti’nde reddedildi. Milletler Cemiyeti, kararı yakında dilekçe sahiplerine ve Irak hükümetine bildirecektir. Irak basınına, Kürt hislerinin tahrikine yer vermemek için, Milletler Cemiyeti kararı hakkında hiçbir yorumda bulunmamasını tavsiye ederim…”
1930’da Şeyh Mahmud İngilizleri uğraştırırken, onlar da Behdinan aşiretlerini oyalamak zorundaydılar. Bunun için 1930 yılında yol ve okul yapımı gibi Barzanilerin yokluğunu derinden hissettikleri tekliflerle Kürdistan dağlarına tırmandılar. Oysa İngilizler, Barzan çocuklarının okuması, Barzan’ın pazara açılması gibi konularla ilgileniyor değillerdi. Barzan bölgesine uzanan bir yolu kısa sürede tamamladıktan sonra müstahkem yerlere karakol inşaatlarına da başlayınca “durum anlaşıldı. Onların sıkıntıları, kuruluşuna önayak oldukları Irak devletinin sınırları içinde kalan son direniş noktasını da kırmaktı. Planlarının bu olduğunu gören Barzanlılar, İngilizlerden karakol inşaatlarına son verilmesini isterler.
Ama onların böyle bir niyetleri yoktu. Zaten Barzanlılar’ın, İngilizlerin oluşmakta olan yeni müttefikleri, Kemalist rejimi de rahatsız ettiği yolunda haberler geliyordu. Türkler’in Agırî üzerinde baskıyı arttırdığı bir sırada Xoybun, Kor Hüseyin Paşa’nın oğlunu Ahmed Barzani’ye göndermiştir. Xoybuncular Barzaniler’e güveniyorlardı. Gelen haberci Barzanilerden yardım ister. Eğer Barzaniler Hakkâri yöresinde harekete geçebilirlerse Agırî üzerindeki Kemalist baskı hafifleyebilirdi. Ahmed Barzani yardım etmeyi kabul etmiştir. Mustafa Barzani’nin komuta ettiği 500 kişi Oramar bölgesine gönderilir. Barzani buralara baskınlar düzenler. Nihayet bölgedeki durum Kemalistleri tedirgin etmeye ve kuvvet kaydırmalarına sebep olacak düzeyde endişelendirmeye başlamıştır. Yüksekova bölüğü ve çevresindeki askerler Oramar’a takviye olarak gönderilir. Nehri’deki tabur da Yüksekova’ya çekilme emri almıştır. Bu arada bölgedeki bütün karakolları basan Barzaniler, geri çekilirken Kor Hüseyin Paşanın oğlunu kayıp vermişlerdir. Ama artık Türkler de bölgede tedirgin bir hassasiyet göstereceklerdi.
İngilizlerin baskıya devam etmesi, yeni Irak Devlet yönetimini de epey cesaretlendirmiştir Kürdistan’a hakim olmaya çalışan bu yeni ve zalim yönetim, İngiliz uçaklarını kullanarak Kürdistan’daki Barzan bölgesine aşağıdaki bildirileri atar:
“Barzanlı Şeyh Ahmet ve taraftarlarına! Mademki daha önceki emir ve beyanları hesaba katmak istemiyorsunuz, bu defakiler size uçak saldırılarının şiddetlendirileceklerini bildiriyorlar. Siz köyleriniz ve sürüleriniz, mitralyöz ve bomba ateşine tutulacaksınız bu bombalardan bazıları hemen değil birkaç saat sonra patlayacaklardır. Kadın ve çocuklarınızı emniyetli yerlere koymanız tavsiye olunur. Bu hareketler her türlü direnme ve muhalefetin sona erip şeflerinizin dize gelmelerine dek sürecektir. Dikkatli olun. Hükümet, direnmenizle etkileyemeyeceğiniz derecede çok güçlüdür. Her türlü direnme boşunadır. Ne diye bir daha insan kanı dökelim?”
Mustafa Barzani bu dönemi şöyle anlatır: “İngilizler karşımıza çıkmıyordu. Daha ziyade Kürt aşiretlerini karşımıza çıkarıyorlardı. Bu suretle ben de ilk olarak 1931 yılında 600 kadar silahlı ile Nerikan köyü ile Şeyh Reşit Lolani’ye saldırdım. İlk hamlede köyü ateşe verdik. 14 kadar kişi de öldürmüştük. İşte artık harp başlamıştı. Çok sürmeden bize karşı olan diğer Kürt aşiretleri de saldırdı. Arkasından İngilizler de geldi, derken bölge yine kanlı olaylara sahne olmaya başladı… Biz bir taraftan İngilizlerle, bir taraftan Iraklılarla, bir taraftan da Kürtlerle harp ediyorduk. Nitekim bölgede bulunan en büyük Kürt aşiretlerinden Rekanilerin ağası Kelhi Axa, Zebarilerin ağası Faris Axa ve bizim zamanımızın meşhur dini lideri Reşit Lolani karşımızdaydı. Bu Kürt aşiretleri, Irak hükümeti ile yan yana bize karşı çarpışıyordu. Bununla beraber, ben 700 silahlı ile Mergesor’u, ağabeyim Şeyh Ahmed 500 silahlı ile Barzan köyünü ve üçüncü kardeşimiz Şeyh Sadık da 500 silahlı ile Palende civarı ile Piris boğazını işgal ettik. Büyük Zap suyunun sağ kanadını ele geçirmiştik. Bu ani baskın karşısında Irak hükümeti adeta hezimete uğramıştı. İngilizler büyük bir heyecan ve endişe içindeydi.”
Mustafa Barzani’nin savaştığı diğer tüm Kürt aşiretlerini Irak hükümetiyle müttefik olarak yansıtması, gerçeklerle uyuşmamaktadır. Bu tür tutumlar içerisine giren aşiretler olsa da tümü böyle değerlendirilemez. Çünkü Güney Kürdistan’da Barzanilerle diğer büyük Kürt aşiretleri arasında sık sık alan, toprak ve hakimiyet mücadelesi yaşanmıştır. Hatta Nakşibendîcilikten kaynaklı dini otorite olma rekabeti de bu mücadeleler içerisinde önemli bir etkendir.
Diğer taraftan İngilizlerin Behdinan planı kapsamlıydı ve kökleri, 1920’li yılların başlarına kadar uzanıyordu. Hatta denilebilir ki, Berzenci’nin ayaklanmasının bastırıldığı 1919 yılına kadar gidebilir. Bölgeyi sımsıkı kontrol altında tutmak isteyen İngilizler, bu tarihlerde Barzan bölgesine göz dikmişlerdi. Orayı kalbinden vurmak için Barzan’a, Kürtlerin dışında insanlar yerleştirilecekti. Bu insanlar da belliydi ve Türklerden kaçıp İngilizlere sığınan Süryanilerden başkası değildi. Barzan susturulabilirse, Milletler Cemiyeti’ne verilen ve “Irak’ta durum normaldir, bütün taraflar bağımsızlıkla ilgili olarak anlaşma içindedir” iddiasında bulunan İngiliz raporu doğrulanmış olacaktı. Böylece Irak’ı Milletler Cemiyeti’ne daha sancısız kabul edebileceklerdi.
Ama Kürtler kararlıydı. Bölgelerine yabancıların yerleştirilmesine karşıydılar. Üstelik daha etraflı talepleri de vardı ki, bunlar Milliyetler Cemiyeti Sömürgeler Komisyonu’nun istemiyle çakışıyordu. Kürtler bölgelerinde Kürtçenin resmi dil olmasını istiyorlardı. Bölgeye gönderilecek olan memurlar Kürtler arasından seçilecekti. Öğrenim dili Kürtçe olmalıydı vs.. RAF (Kraliyet Hava Kuvvetleri) bu istemlerin bastırılmasında yine devreye girmişti.
Uygun zaman olarak aşiret adamlarının bir hava saldırısına uzun süre direnmelerinin güç olacağı karakış seçildi. Önce Irak ordusu harekâtlara girişti, fakat başarsızlığa uğradı. Ancak Barzan köylerini bombardıman eden RAF sayesinde bu işten yakasını sıyırabildi.
1932 yılında, Irak’ın Milletler Cemiyeti üyeliği karara bağlanacaktı. Bunun için “öyle veya böyle” Kürt meselesi bitmeliydi. Kürt meselesinde iki tür çözümden ilki, “barışçı” olanı 14 Mart’ta gündemleştirildi. Planda “barış” kelimesini sözde bırakacak ibareler vardı. Eğer Anglo-Arap iktidar gerçekten Kürt isteklerine ilgi göstererek onlara yardım edecekse, neden Türklerin kendilerine sığınan yüz civarındaki Kürt’ü asmasına sessiz kalmış ve bir protesto dahi çekmemişlerdi. Bir yandan yardım vaadi, öte yandan Kürt hareketini bastırmak için çevre rejimlerle işbirliği! Bunu kör olan dahi görebilirdi. Bundan dolayı Kürtler bu teklifi reddettiler. Bunun üzerine Anglo-Arap iktidar ikinci çözümü gündemleştirdi silahlı çözüm!
15 Mart’ta başlatılan silahlı harekât kısa sürede püskürtüldü ve Arap tümenlerine ağır kayıplar verdirildi. Bunun üzerine savaş alanına yedekler sürülmeye başlandı. Bu yedekler arasında hızır gibi yetişen RAF (Kraliyet Hava Kuvvetleri) da vardı. Savaş, Kürdistan’ı bir cehennem yerine döndürmüştü. 15 Mart’tan 18 Mayıs’a kadar RAF Berojî, Mizuri ve Şirvan bölgelerinde stratejik önemi olan 79 köyü bombalar. Bu köylerdeki evlerin % 60’ı olan 1365 ev yıkılır, sürüler dahi yok edilir.
18 Mayıs’ta Barzan köyü işgal edilir. Durum gittikçe kritikleşir. Yenilginin soğuk yüzünü hisseden diğer bazı gruplar da ayaklanmacıları terk ederler. Bu insanlara karşı iyi bir taktik yürüten Bağdat rejimi ve akıl hocaları kendilerine sığınan herkesi affederler. Harekât sahaları gittikçe kısılan Barzani kardeşler, kuvvetlerini her adımda daha da kuzeye çekerler. Nihayet çekile çekile Türkiye – Irak hudut çizgisindeki Cirana köyüne varırlar ve orada sıkıştırılırlar. Başkaldırıyı yöneten Mustafa, Ahmed ve Sadık Barzani kardeşler oturarak durumu müzakere ederler. Uzun tartışmalardan sonra vardıkları karar Türklere sığınmaktır.
1700 kişiden oluşan sığınmacılar buradan alınarak Yüksekova’ya götürülür. Tarihlerin 23 Haziran 1932’yi gösterdiği o günler hakkında Barzani şunları söylüyor:
” Biz Türkiye’de asılmayı bekliyorduk. O tarihlerde İngilizlerle Türkler ve Iraklılar iyi ilişkiler kurmuşlardı. İngilizlerin talebi üzerine Türkiye bizi asabilirdi. Ancak biz seve seve Türkiye’de ölüme gelmiştik. Fakat Türkiye’de beklediğimiz akıbet bizi karşılamadı… Nitekim orada iyi muamele gördük. Bizi şehirden şehire alıp götürdüler, daimi bir yerde oturtmadılar. Büyük ağabeyim Şeyh Ahmed’i Erzurum’a gönderdiler. Bizi birbirimizden ayırıyorlardı. Herhangi bir harekette bulunmamızdan endişe olunuyordu. Bunu seziyorduk
Türkler, aşiretin önemli kısmını Muş civarına yerleştirmiştir. Barzaniler’in kendi anlattıklarına göre oradaki Kürtlerle kaynaşmış ve iyi kabul görmüşlerdi. Eskişehir’e gönderilen kardeşlerden Mustafa Barzani’nin orada hapiste tutulduğu kesindir.
İngilizler artık rahattır. “Egemen Irak devleti” Milletler Cemiyeti’ne kabul edilmişti. Irak düzeyinde pekişmiş olan hakimiyetlerinin ışığında yeniden petrol araştırmalarına başlarlar. Kuveyt, Bahreyn, Abu Dabi ve Katar’da petrol aramaya çalışmalarını sürdürürler. Yine de güvenlik için uzak görüşlü davranıyorlardı. Bunu için Kürtlerin bir bütün halinde tasfiye edilmesi işlerine gelmiyordu. Ne ölüsü, ne de tam dirisi, iyi değildi. Bölgede elleri altında tehdit unsuru olarak kullanmayı şiddetle arzuladıkları bir güce ihtiyaçları vardı. İcap ettiğinde bu gücü kendi amaçları doğrultusunda kullanacaklardı. Bütün bölge ülkeleri, hatta bölgede bazı niyetleri olabilecek büyük devletler için bile caydırıcı bir unsur olmalıydı. Bu güç, Kürtlerdi. Bu yüzden 1932’de, Kürtleri mülteci olarak kabul etmeleri için Türklere yaptıkları baskıyı bu kez de Irak hükümetine uygulayarak 13 Mayıs 1934’te bir genel af yürürlüğe koyarlar. Barzaniler artık dönebilirlerdi ve öyle yaptılar. Onlar doğruca kendi evlerine gitmeyi bekliyorlardı. Oysa Şirvan’da Irak makamlarına teslim oldukları zaman gerçeğin böyle olmadığını göreceklerdi. Bağdat rejimi, Barzanileri liderlerinden ayırmışlardı. Aşiret mensupları baba topraklarına döndükleri halde Mustafa, Ahmet ve Sadık Barzani Basra yakınındaki Hille’ye sürülmüşlerdir. 1935 yılına kadar burada kalırlar.
Zaman zaman Barzan’dan haberler alırlar. Aşiretten Xelil Xoşevi, etrafına topladığı adamlarla sağa sola intikam saldırıları düzenlemeye başlamıştır. Türkiye’deki sınır karakolları ve çevredeki karşıt aşiretlere saldırılar düzenlemektedir. Mustafa Barzani daha fazla dayanamaz ve hemen oradan kaçıp silahlanarak Xelil Xoşevi’ye katılır. Bu yeni bir başkaldırıdır. Bir çırpıda Rewanduz’u zapt ederler. Yetkililer öldürülmüş, hükümet kuvvetleri hezimete uğratılmıştır. Çarpışmalar bir ara süreklilik kazanır. Hükümet, sevk ettiği üstün kuvvetlerle Rewanduz’u ele geçirince bu defa dağlara çekilip direnişlerini orada sürdürürler. Bu arada İran’a da geçmişlerdir. Kış ortasında tekrar Barzan’a dönerler.
O sıralarda Irak hükümeti, sürgüne gidecek şekilde teslim olduğu takdirde affedileceği yolunda bir haber gönderir. Barzani Hille’ye dönmeyi reddeder. Pazarlıklar sonucunda Süleymaniye şehri sürgün yeri olarak belirlenir ve Barzani de bunu kabul eder.
1930’lu yılların başında “bağımsızlaşan ve Milletler Cemiyeti üyeliğine kabul edilen Irak Krallığı heyecanlı bir kuruluş sürecini yaşıyordu. Kürtlerin son direnişlerini İngilizlerin ve işbirlikçi Kürtlerin yardımıyla Süleymaniye ve Behdinan’da kırmaları, onları gevşetmedi. Devlet, baskılarını tüm milli azınlıkları kapsayacak seviyeye çıkarmıştı. Ağustos 1933’te, İngilizlerin kullandıktan sonra yalnız bıraktıkları Hıristiyan Asurîlere karşı gerçekleştirilen Simel katliamı buna iyi bir örnektir. Bu katliamda çok sayıda Asurî öldürüldüğü halde İngilizlerin kılı bile kıpırdamamıştı!
1932’de Milletler Cemiyeti Konseyi tarafından Kürt unsurunun çoğunlukta bulunduğu Musul, Erbil, Kerkük ve Süleymaniye kazalarında, Kürtçenin Arapça ile birlikte resmi dil olarak kabul edilmesi ve bu kazalara sadece Kürt veya Kürtçe konuşan memurların atanması kararına varıldı. Bu karara 1932 yılı ile İkinci Dünya Savaşı arasındaki dönemde saygı gösterildi.
Bu dönemde Güney Kürdistan Kürtlerinde ulusal bilinç alanında belli bir kıpırdanma başlamıştı. Bu Kürtlerin şehir kesiminden olanları, 1934 yılında Marksizm’le tanıştıklarında bağımsızlıklarını koruyamadılar. Bunlar ” Irak” olma savıyla ortaya çıkan iki sol partiye yönelmişlerdi. Bu partilerden Irak Komünist Partisi Komintern üyesi idi ve “resmi” Marksizmi temsil ediyordu. “Cemaat al- Ahali” ise sosyalist olma savındaydı.
28 Ekim 1936’da kendisi de bir Kürt olan, fakat kendi deyimiyle “milliyetçi akımlara bulaşmayan” General Bekir Sıdkı’nın liderliğinde başarılan askeri darbe, ulusal bilincin yükselmesinde değerli katkılarda bulundu. Sıdkı, Cemaat al-Ahali’nin görüşlerinden esinlenmişti. Kürt aydınları bu süreç boyunca cesaretlendirilmiş ve toparlanmışlardı. Marksizm’in klasikleri elden ele dolaşıyor ve yorumlanıyordu. 1970’li ve 80’li yıllarda Kürt Marksistleri arasındaki tartışmalar o yıllarda da gündemleşmişti. Tartışmacılar ana hatlarıyla iki grup oluşturuyorlardı Komünist Parti yanlıları ve bağımsız örgütçüler. KP yanlıları, iki ulustan emekçilerin aynı örgüt içinde “omuz omuza” verecekleri mücadele ile kuracakları Sosyalist Irak’ta self-determinasyon haklarına kavuşmayı umarken, diğerleri Sovyetlerin destekleyeceği sosyalist bir hareket oluşturmayı tek çıkar yol bellemişti.
Bekir Sıdkı ile canlanan siyasi hayat, İngiliz destekli sağcı bir darbeyi davet etti. Öldürülen Bekir Sıdkı’nın yerini 1937’de “Kare As” adı verilen dört generalin desteklediği Nuri Sait aldı. Darbe Kürt milliyetçiliğini derinden etkilemiş, Kürt topraklarının tümünde sıkı bir Arap yönetim mekanizması oluşturulmuştu. Kürt milliyetçileri, yeni bir döneme, yeraltı örgütlenmesini gerçekleştirecekleri bir döneme gireceklerdi. Artık tek tek aşiretler yerine, kısmi de olsa ulusal direnişleri sergileme imkânlarını ciddi bir şekilde araştıracaklardı.
Bir örgüt oluşturulması artık fikir bazında kabul görmüştür. 1936’da tartışılan sorun, nasıl bir örgüt kurulacağıdır. Örgütün modeli ve izleyeceği siyasal hat Kürt ulusal kurtuluşçularının az bir zamanını almamıştır. Sonunda Mahmud Berzenci’nin yardımcılarından Profesör Refik Hilmi’nin liderliğinde ilk Güney Kürdistan Kürt örgütü, Hévi Partisi kurulur. Yıl, 1941’dir. İran’ın Sovyet ve İngiliz birliklerince müştereken işgal edildiği yıldır bu. Parti’de müttefiklerin iki kanadının da gölgesini sezmemek mümkün değildir. Bunun için Parti, sağ ve sol kanatlı olmak üzere malul doğdu. Ama bu ilk teşebbüstü ve Kürt aydınlarını, öğretmenlerini, öğrencilerini hatta aşiretsel elemanları içeriyordu. Kısa sürede Bağdat’ta da örgütlenen partide iç çatışmalar durulmaz. Sağ kanat, İngiltere’nin Kürt hakları için ikna edilebileceğini ifade ederken çok yakın geçmişte bu hakları bastıran RAF’ın bomba seslerini unutmuşa benziyordu. Sol kesim ise, Doğu Kürdistan’a yerleşmeye başlayan Sovyet ordusu ile oradaki Kürt ulusal hareketinin desteğini arkasında hissettiğinden dolayı rahattı. İnançları, bir genel ihtilal sonucunda kurulacak olan sosyalist bir iktidar sayesinde ulusal haklara kavuşulacağı biçimindeydi. Parti içi rekabet yıpratıcı ve oldukça hızlıydı. Hêvi’ yi bu iç rekabet takatsiz bırakır. Bundan dolayı ne aşiretsel birimin yerini alacak bir liderliğe kavuşur, ne de Kürt halkının çoğunluğunu etkileyebilir. Sonunda Kürt aydınlar “pes” ederler. Hareketi tek başlarına toparlamayacaklarını anlamışlardır. Kendileri dışında bir lidere ihtiyaçları vardır. O’nu fazla aramalarına lüzum yoktu. Hemen yanı başlarındaydı. Bu adam Süleymaniye’de sürgün hayatı yaşayan Mustafa Barzani’den başkası değildi. Bölgede aşiret bağlarından kaynaklı oldukça ciddi bir güce sahip olan bu kişi örgüt liderliğine getirilirse örgüte ciddi bir güç katmış olacaktı. Bundan dolayı bu öneri Mustafa Barzani’ye götürülür ve olumlu karşılanır.
Barzani, 12 Temmuz 1943’te üç arkadaşı ile birlikte Süleymaniye’den Şeyh Mahmud Berzenci’nin oğlu Latif Berzenci’nin yardımıyla firar eder ve Barzan’a ulaşır. Savaşa başlayan Barzani bir taraftan Irak karakollarına baskınlar düzenleyerek silah ve mühimmat elde etmeye çalışıyor, öte yandan da Kürt aşiretlerine elçiler gönderiyordu. Bu arada Barzani, ezeli rakipleri olan Zebari aşireti reisinin kızıyla bir de politik evlilik yapar. Irak’ın gönderdiği bir bölük askeri pusuya düşürerek dağıtması İngilizleri endişelendirmişti. Bu yüzden Petrol bölgesini emniyete almak için Diyala vilayetini işgal ettiler. Araplar’ın endişesi daha bir fazlaydı ve rehine aldıkları Süleymaniye’deki Barzani ailesini tekrar Hille’ye sürdüler. Bağdat yönetiminin Başbakanı Nuri Sait ise, yine hilelere başvuruyordu. Barzani’nin kardeşi Şeyh Ahmed’i bir mektup yazmaya zorlamıştı. Şeyh Ahmed bu mektubunda Barzani’ye selamet yolunun teslim olmak olduğunu kaydetmekteydi.
İhtilal Hêvi Partisi’ne çok yaramıştı. Kısa sürede Bağdat dahil tüm önemli şehir ve kasabalarda örgütlenebildiler. Öte yandan ihtilalin sesi olmaya da özen gösteriyorlardı. Irak çerçevesi içinde otonomi talep eden bildiriler kaleme alan Hêvi yöneticileri, bunları hükümet yetkililerine ve Müttefik Kuvvetler’in komutanlıklarına verirler. İstemlerinden biri “Kürt İşleri Bakanlığı” idi. Bu istemlerine ABD Elçiliği aracılık etmiş ve kurdurmuştu. Bakan olarak, Mahmud Berzenci’nin yönettiği ayaklanmaya katılmış olan Macit Mustafa tayin edilir. Durum hızla ihtilalcilerin lehine gelişmeye başlayınca, Irak ordusundaki birçok Kürt kökenli subay firar ederek onlara katılır. Yılın sonuna doğru ihtilalcilerin silahlı gücü, Irak ordusunu yenebilecek düzeye ulaşmıştır. Durum nazikleşince İngilizler yine sahneye çıktılar ve fiili müdahalede bulundular.
Barzani 1943 yılının sonuna doğru baskınlara ara vererek diplomatik temaslara kulak kesildi. Siyasal çözüm için yapılan görüşmelerin başlarında Irak Hükümeti, Barzani’nin İran’a çekilmesini ve orada Pişdar aşiretiyle yaşamasını teklif etti. Barzani Araplara meselenin kendisi olmadığını aktardı. Bu sırada sayıları artmış olan Kürt siyasi örgütleri, ileri sürdükleri çeşitli taleplerle bir “istemler anarşisi” yaratmışlardı. Her türden ve her renkten örgütlerle şahısların ortaya çıkışları ve koordinasyonsuzlukları müttefik kuvvetlerince Kürtlerin zayıflığı olarak algılandı. Kürt haklarına tepki ise, hükümet içinde Kürtlere karşı düşmanlık duygularının artmasına yol açtı. Güvensizlik ve korku Irak yönetimini tamamen sarmıştı ve 1943 bu duygularla kapanacaktı.
1944 yılı yoğun diplomatik temaslarla başladı. Ocak ayında Hêvi Partisi, Hükümete ve Müttefiklerin elçiliklerine birer memorandum göndererek Irak içindeki ulusal soruna daha fazla ilgi gösterilmesi için çaba sarf edilmesini istedi. Hükümetten, Kürtlerle iktidar arasındaki ilişkilerin yürütülmesi için üç resmi temsilci ataması talebinde bulundular. Kürt İşleri Bakanı Macit Mustafa’nın aklına bu teklif yatmıştı. Bunun üzerine atanmak üzere Hêvi’den üç isim istedi. Hêvi, üçü de Irak ordusu firarisi olan Yüzbaşı İzzet Abdülaziz, Yüzbaşı Aziz Seyyid Abdullah ve Albay Emin Rewanuzi’yi önerdi ve bu önerileri kabul edildi. Bundan sonra Hêvi diğer Kürt gruplarına da onaylatarak netleştirdiği talepleri Müttefik elçilikleri ile Hükümete sunmuştu. Bununla
—Kerkük, Süleymaniye, Hewler, Duhok ve Xaneqin’i içeren bir Kürt bölgesi teşkil edilmesi,
—Bu bölgenin işleriyle ilgili bir Kürt İşleri Bakanlığı’nın kurulması,
—Her bakana bir Kürt yardımcı atanması,
—Kürt bölgesinin kültürel, ekonomik ve tarımsal otonomiye sahip olması,
—Ordu, jandarma hariç bütün iç meselelerin yerel yönetime bağlı olması isteniyordu
Bunun üzerine Macid Mustafa Kürdistan’da bir geziye çıktı. İrtibat görevlilerinin sayısını da yediye çıkaran Macid Mustafa geniş bir propaganda atağına kalkmıştı. Bu irtibat görevlilerini aşiretlere gönderen Bakan, onlara savaştan sonra yapılacak reformlarla ilgili olarak bol vaatlerde bulunacaktı. Fakat bu görevliler, Macid Mustafa’nın düşündüğünün aksine, resmi sıfatlarını da kullanarak aşiretleri ihtilalcilere katılmak için ikna etmeye çalıştılar.
Macid Mustafa işlerin düşündüğü gibi yürümediğini görünce 1944 yılının Ocak ayı sonunda Kürdistan’a gelerek Barzani ile görüştü. Onu görüşmelerde bulunmak üzere Bağdat’a gitmeye ikna etti. Barzani, Şubat 1944’te Bağdat’a giderek Kürt taleplerini içeren detaylı bir plan sundu. Planda Duhok’un vilayet olmasını, bütün Kürt bölgelerinin Musul’a bağlanmasını, Eğitim Bakanlığına bir Kürt Genel Müdür atanmasını, bölgeye tarım ve sosyal alanda yatırımların arttırılmasını da istemişti. Barzani’nin ayrılmasından sonra detaylara inen Nuri Sait planın Naip ve parlamento tarafından kabul edilemeyeceğini gördü. Bunun üzerine Mayıs 1944’te Kürdistan’da bir geziye çıktı. Bu gezide Barzani dışındaki Kürt liderleriyle görüştü. Gezi boyunca Kürtlerin istemlerini görmeye hazır olduğunu, Kürt bölgesinin teşkilini ve Kürtlerin kabinede temsilini kabul edebileceğini bildirdi. Kabinedeki Arap bakanlar ise bu istemlere karşı çıkıyor ve bunların kabulü halinde Kürtlerin yeni taleplerle tırmanışa geçip devleti zayıflatarak bölünme yaratacaklarını öne sürüyorlardı. Nuri Sait her şeye rağmen Kürtlerle aşağıdaki anlaşmayı imzalamayı göze alabildi:
—Asi aşiretin bütün tutukluları serbest bırakılacaktır.
—Aşiret bütün kuvvetlerini ve Irak ordusundan alınmış silahlar da dahil olmak üzere bütün silahlarını muhafaza edecektir.
—Irak Kürdistan’ında erzak eşit bir şekilde dağıtılacaktır.
—Kürt bölgelerinde görevli bütün Arap memurların yerine Kürt memurlar atanacaktır.
—Öğrenim ve Kültür alanında Kürdistan özerk olacaktır.
—Yeni okul ve hastaneler açılacaktır.
Irak Başbakanı hemen işe koyuldu. Hille’deki Barzani’nin ağabeyi Şeyh Ahmed ve diğerlerinin Barzan’a dönmelerine izin verdi. Fakat Şeyh Ahmed’in geri dönüşünün Barzani’nin siyasi ve askeri liderliğine bir etkisi olmadı. Süleymaniye valiliğine bir Kürt Generali, Bahaeddin Nuri’yi atadı. İstenmeyen memurları değiştirdi, geri çekti. Savaşın yarattığı kıtlıktan dolayı baş gösteren açlığa karşı tahıl dağıtımını da sağladı, okul ve hastane inşaatlarını başlattı ve kafasında iyice şekillenen ademi merkeziyetçiliği uygulama alanına koyamadan iktidardan alaşağı edildi! Arap milliyetçiliği tahammülünün sınırına ermişti.
Nuri Sait’in düşüşünü, Haziran 1944’te Kral Naibi’nin anlaşmayı tanımadığını bildirmesi izledi. Onun yerine Hamdi el-Baçaci adındaki bir Arap milliyetçisi yeni hükümeti kuracaktı. Yeni başbakan oldukça hızlıydı.
Önce Kürt İşleri Bakanı Macid Mustafa’yı görevinden alan Baçaci, daha sonra ordudaki bazı Kürt subayları tutuklattı. Süleymaniye valisi General Nuri de görevden alınanlar arasındaydı. İnşasına başlanan okul ve hastaneler de tırpandan nasiplerini alacak ve birer askeri garnizona dönüştürülecekti. Buna karşılık isyan tekrardan başlayacaktı. Durum çok ciddiydi ve bunun sebebi verdiği sözde durmayan Irak hükümetinin kendisiydi. Öte yandan Barzani, hükümetle ilişkilerini, Macid Mustafa’nın tayın ettiği irtibat görevlileri, İzzet Abdülaziz, M. E. Rewanduzî, A. Ceylanî, Zaxo’dan Yüzbaşı Mir Hac, Koysancaq’tan Yüzbaşı Mustafa Xoşnav, Süleymaniye’den Yüzbaşı Mecid Ali ve yine Süleymaniye’den Yüzbaşı Fuad Arif vasıtasıyla sürdürüyordu. Temmuz, 1944’te durumun vahametini gören Baçaci Kürdistan’a bir ikna gezisi düzenler. Bazı aşiret reisleri ve Kürt liderlerini toplayan Baçaci, isyan ateşini söndürmenin yollarını arar ama karşılık bulmaz.
Öte yandan Kürdistan’da bir örgüt enflasyonu başlamıştı. Hêvî, 1939’da kurulmaya başlandığında Irak Komünist Partisi (IKP) ve Cemaat el- Ahali örgütü mensubu pek çok Kürt aydını örgütlerinden istifa ederek bu milli örgütün oluşumuna katkıda bulunmak üzere çalışma ve tartışmalara katılmışlardı. 1941 yılına gelindiğinde sağ ve sol kanat aydınlarının karma örgütü olarak şekillenen Hêvî Partisi’ne soldan ağır eleştiriler yöneltilmeye başlandı. Marksist görüşleri savunan pek çok aydın gerisin geriye IKP’ye katıldı. Bu durumda Hêvî ve IKP arasında giderek şiddetlenen bir ideolojik mücadele boy verir. Nihayet, IKP’nin milli meselenin çözümünü ertelediğini söyleyen bir kısım Kürt aydını, IKP’nin dışında, Hami Abdullah’ın liderliğinde Kürdistan Komünist Partisi, Şoreş’i kurarlar. Şoreş’in 1941’de 350 kurucu üyesi vardır. Yüz yüze geldikleri aşiretsel, örgütsel ve dinsel problemler karşısında ezilirler. Bunların önemli kısmı tekrar IKP’ye döner. Bu partinin geri kalan bölümü Kürt milliyetçilerinin bir diğer grubu ile birleşerek “Rızgariya Kurd adını verdikleri bir Ulusal Kurtuluş Partisine dönüştüler. Öte yandan diğer bir kesim Kürt milliyetçisi “Rêya rast (Doğru Yol) adlı partinin etrafında toplanmışlardı.
İran’daki Jê-Kaf grubu ise, müsait şartlardan da istifade ederek epey palazlanmıştı. Onlar başından beri tüm Kürdistan’ı kapsayan merkezi bir Kürt örgütünden yana idiler. Qazi Muhammed’in 1944 yılında bu örgüte girmeyi kabul etmesi onlar için paha biçilmez bir katılmaydı. Fakat Qazi, merkez komitesine girmedi ve onları perde arkasından yönetmeyi yeğledi. Jê-Kaf’çılar, 1944 Temmuzu’nda Türkiye, Irak ve İran hâkimiyetindeki Kürdistanlılarla strateji, taktik ve mücadelenin ihtiyaç duyduğu yardımlaşmayı koordine etmenin yollarını araştırmak üzere bir toplantı düzenlerler. Toplantı için üç devletin sınırlarının kesiştiği noktadaki Delamper dağı seçilmişti. Toplantıda Kuzey Kürdistan’dan Qazi Mella Wehab, Güney Kürdistan’dan Şeyh Abdullahê Zinoyê ve Jê-Kaf’tan Qasımê Qedri hazır bulundu. Bağlanan yemine yerin coğrafi mevkii dolayısıyla “Peymana Sê Sinok denildi. Jê-Kaf merkezi örgütlenme esprisine uygun olarak Güney Kürdistan şubesini de açtı. Bu şubeye daha sonra adı sık sık geçecek olan Avukat İbrahim Ahmed de üye olmuştu. Jê-Kaf kısa sürede Hewlêr, Şaqlawa, Kıfri, Süleymaniye, Kerkük ve Bağdat’ta da şubeler açtı. Örgütün Güney Kürdistan kolu, ayrıca Hêvî ile birleşmeye çalıştıysa da liderlik tartışmalarından dolayı buna muvaffak olamadı.
1945 yılı dünyada ve Irak’ta çözüm yılıydı. Kürt meselesine barışçı bir çözüm getirmek için son gayretler serf ediliyordu. Bu bağlamda Barzani, Ocak ayında Irak hükümeti ile Britanya Elçiliği’ne birer heyet göndererek otonom bölgenin ivedilikle kurulmasını istedi. Ama onların niyetleri başkaydı ve zamana ihtiyaçları vardı. Kürdistan’daki iç çelişme de tırmanışa geçmişti ve iç zayıflığa yol açmaktaydı. Hêvî, 1940’lı yılların işgal altındaki Yugoslavya’sında partizanların kazandığı şöhretin cazibesine kapılarak dağlara, Barzani’nin yanına gelme niyeti gösterir. Oysa hareketin lideri birçok sebepten dolayı buna karşıydı. Barzani’ye göre Hêvî, şehirde daha çok faydalı olabilirdi. Kürt Hareketi’nin o günkü bilinç seviyesinin “gürültücü eleştirmenlere tahammülü yoktu. Barzani’nin yanı başındaki ikinci bir karargâh iç ayrılığın ilk adımı olacaktı. Oysa Hêvî, ihtilal için şehir merkezlerinden ve Bağdat’tan dünyaya açılan bir pencere olacaktı. Onlara istihbarat toplayarak ulaştırabilir, bu arada ihtiyaç duydukları yiyecek, tıbbi malzeme ve hatta mühimmat gibi hayati maddeleri çeşitli yollarla ele geçirerek mücadele alanına sevk edebilirlerdi. Hêvî ayrıca bilinçli insanlardan oluşan bir örgüt olarak ihtilalin taleplerini Müttefik Devletlere iletip onların görüşlerini de Barzani’ye ulaştırabilirdi. Ama her iki taraf da cereyan eden olaylar hakkında bilgilendirilmediklerinden şikâyetçiydiler.
İsyancıların her şeyden önce çok bilgilenmeye ihtiyaçları vardı. Hêvî dağlara geldiğinde, Barzani’ye göre istenmeyen, can sıkıcı gürültüler başlayacak, kişiler eleştirilecek ve ortalığa ihtilalin ihtiyaçlarını bilmeyen konuşkan insanlar doluşacaktı. Oysa Hêvî, Barzani’yi ve onun silahlı güçlerini istiyordu. Böylece önüne geçilemez büyüklükte bir kuvvet yaratılacak, amaca ulaştıklarında öncülüğü ellerinde tutabileceklerdi. Barzani ise ne düşündüklerini hissediyor ve bir güven bunalımına doğru ilerliyordu. Bundan dolayı, ihtilalin denetim alanlarının yollarını onlara kapadı. Hêvî yöneticileri ise, içinde bulundukları gelişmişlik seviyesinde yeni bir cephe açma kapasitesinde olmadıkları için dağa çıkmaktan vazgeçtiler. Onlar, bundan sonra da ihtilale eski ilgilerini kaybetmediler. Barzani örgüt içindeki aydın ve entelektüel kesime göre bir lider değildir. Ne aydın ne de entelektüeldir. O bir aşiret reisiydi. Etrafında binlerce silahlı insan vardı ve her koşul altında Barzani’nin emirlerine riayet ediliyordu. Barzani’nin bu konumu örgüte ciddi bir güç katmaktaydı. Bundan dolayı da örgüt içindeki Barzani muhalifleri çok fazla ses çıkaramıyorlardı. Barzani bu rahatsızlıkları fark etmiş ve kendisine göre çözüm yolları aramaktaydı.
Bunun için Barzani ve arkadaşları bir parti inşasına karar verirler. 12 Şubat 1945’te Barzani’nin liderliğinde kurulan bu partinin adı Azadi Partisi olur. Parti’nin Barzani dışındaki yedi kurucu üyesi Amêdi’li subay İzzet Abdülaziz, Koysancaq’tan Subay Mustafa Xoşnaw, Xaneqin’den aşiret lideri Abdülhamit Bakır, Süleymaniyeli Muhammed Mahmud, Erbil’den Ahmed İsmail, Amêdi’li Şewket Numan ve Aqre’den Hafzullah İsmail idi. Hêvî Partisi yöneticileri, ilişki kurmak amacıyla yeni partiye bir mektup gönderirler. Bu mektupta amaçlarını bildirmeleri de isteniyordu. Azadi Partisi cevabi mektubunda amaçlarının otonom bir Kürdistan kurmak ve bağlantısız bir dış politika yürütmek olduğunu bildirdiler. Tabii otonomi talebiyle ortaya çıkan bir hareketin, dış politika gibi her zaman merkezi devletin tekelinde olması gereken bir konuda tespitlerde bulunması çelişkiliydi. Ama bu çelişki, ayrıca Azadi yöneticilerinin dünya görüşlerinin bir ifadesi olarak kabul edilmeliydi. İkinci Dünya Savaşının can çekişmekte olduğu bir dönemde “bağlantısızlıktan” bahsetmek olağanüstü ileri bir görüştü.
Azadi Partisi’nin ilginç bir programı vardı. Bilinen klasik parti programlarından hiç birine benzemeyen bu program, sanki “bir ulus gibi davranma”nın basit bir teorisini yapıyordu. Bu, Barzan mıntıkasından çevreye yayılan halkalar gibi bir süreci öngörüyordu. Programları özetle şöyleydi
l- Barzan bölgesinde aşiretlerin işbirliğini sağlamak, sonradan bunu Irak’taki tüm Kürt aşiretlerine yaymak.
2- Irak Kürdistan’ını politik ve barışçı yollarla kurtarmak.
3- Dış güçlerin temsilciliklerine dilekçeler göndermek
4- Propaganda yapmak
5- Irak Hükümetinin gerici ve maceracı politikası ile mücadele etmek
6- Diğer Kürt özgürlükçü organizasyonları ile ilişki kurmak
7- Silahlı güçler oluşturmak.
Bu arada bütün kırgınlıklara rağmen Hêvî Partisi, Azadi ile iyi ilişkilerini korudu. Irak Hükümetinin değişmesi ve Nuri Sait’in tekrar iktidar koltuğuna oturması, büyük savaşın bitiş sinyallerini verdiği bir aşamaya tekabül etmekteydi. Yeni durum, eskiden eli kolu bağlı vaziyette bekleyen Arap destekçisi İngilizlerin daha serbestçe hareket edecekleri anlamına geliyordu. Kısaca Kürt meselesi çok kritik bir aşamada bulunuyordu. Hele Anglo-Arap müşterek bir anti-Kürt hareketin gündemleşmesinin söz konusu olabileceği bir aşamada!
Irak genel bir taarruza hazırlık amacıyla 15 Temmuz’da Zaxo, Amêdiye, Aqre ve Rewanduz’da yığınak yaptı. Ordusunun o zamanki mevcudunun yarısını teşkil eden 30.000 asker ile 12.000 jandarma ve polis bölgeye sevk edilmişti. Hava kuvvetlerinin 25 avcı ve bombardıman uçağından oluşan gücünün tümü faaliyet halindeydi. Bunlar Hewler ve Musul’da üslendirildiler. Irak ordularının Başkomutanlığına İngiliz General Renton getirilmişti. Irak genelkurmayı bu İngiliz’e yardım etmekle mükellefti. Anglo-Arap koalisyon artık açıkça sahnedeydi.
II. Dünya Savaşı’nın hemen ardından İngilizler Kürt halkının bağımsızlık mücadelesini bastırmak için silahlı müdahale kararı alır. Bu bağlamda 1945 yılının Temmuz ayında Zaxo, Amêdiye, Aqre ve Rewanduz bölgelerine 25 bin kişilik asker gönderilir. Ağustos ayında da askeri harekât kararı alınır.
Molla Mustafa Barzani dünya kamuoyunun dikkatini Güney Kürdistan’da yaşanan olaylara çekebilmek için bazı devletlerin Bağdat’taki büyükelçiliklerine bildiriler gönderir. Bu bildirilerde şunları belirtir: “Sizlere bu mektubu yazdığım sırada, bu bölge köylerinde kadın ve çocuklar, Irak Hükümeti’nin bombalarından ölüyor. Bundan dolayı sizlerden, burada olagelen ve her halkın kaderini tayin hakkına sahip bulunduğunu buyuran Atlantik Sözleşmesi’ne ters düşen olayları, hükümetlerinize bildirmenizi rica ediyorum. Hükümetleriniz, Irak’taki dikta rejiminin keyfi eylemlerini sürdürmesine müsaade etmemelidir.”
7 Ağustos 1945’te Irak ordusu Rewanduz’a büyük bir saldırı düzenler. Kürt direniş gücü, Irak ordusuna karşı hem asker sayısı yönünden ve hem de askeri teçhizat yönünden daha zayıf olmasına rağmen bazı bölgelerde işgal gücüne büyük yenilgiler yaşatabilmişlerdir. Aqre ve Rewanduz yönünden ilerleyen işgalcilere büyük kayıplar verilerek dağlık bölgelerden püskürtülmüşlerdir. Cephelerini güçlendiren Molla Mustafa Barzani, Hewler’e doğru saldırı hazırlığına geçer. Kürt direnişçilerinin sağladıkları başarılar sonucu halkın önemli bir kısmı direnişe desteğini artırır.
Barzani, bölgedeki Mizuriya Jêrî, Mîzuriya Jorî, Berojî, Şêrwanî Mezin, Şerefan aşireti ile Rewanduz bölgesindeki Dolamerî ve Şıwezlari aşiretleri mensuplarının içinde yer aldığı Kürt askeri birliklerini örgütler. Ayrıca, Aqre bölgesinden Rejfikan, Goran ile Rewanduz bölgesinden Sılêwanî ve Bıradost aşiretleri de harekatı desteklerler. Barzani’nin komuta ettiği kuvvetler, şehirli subaylarla birlikte 4.500 kişiyi bulur. Bunlar tüfek ve hafif mitralyözlerle donatılmışlardı. Bir taraftan bu destekler olurken diğer taraftan ihanet edecek olanlar da boş durmayacaklardır.
Ayaklanmanın genişlemesiyle birlikte endişelenen İngiliz yöneticiler, ayaklanmayı bastırmak için hiçbir kural tanımadan Güney Kürdistan’ın birçok köy ve kentlerine havadan saldırılar düzenlerler. 50’nin üstünde Kürt yerleşim yeri yıkılıp yerle bir edildi. Ayaklanmacıların bir temsilcisinin Beyrut’ta Molla Mustafa Barzani adına yayınladığı bir bildiride Güney Kürdistan’da yaşanan katliam şu şekilde dile getirilir: “Irak ordusu Kürt köylerinin, masum kadın, çocuk ve yaşlıların imhasında ağır topları ve hava kuvvetlerini kullanıyor.”
25 Eylül 1945’te işgal kuvvetleri Bile, Gali Balanda, Arkuş ve Zebar yakınında birçok bölgeyi ele geçirir. 6 Ekim’de Bağdat’ta, Barzan’ın ele geçirildiği resmi makamlarca açıklanır.
A. Fedçenko, olaylar ile ilgili şunları ifade eder. “Askeri harekâta İngiliz hava kuvvetlerinin faal şekilde katılması, Türkiye hükümetinin Türk-Irak sınırını kapatması, Irak askerlerinin sayısı ve silahları bakımından büyük üstünlüğü ve nihayet Irak İçişleri Bakanı Mustafa Ali Umari’nin, birçok Kürt aşiret reisini kendi yanına çekerek ayaklanmacılara karşı kullanması, bütün bunlar, mücadelenin sonucunu önceden belirlemiş oldu.”
Molla Mustafa Barzani bu saldırılara karşı daha fazla direnemeyeceğini düşünür ve o dönemde Mahabat’ta büyük kazanımların elde edildiği Doğu Kürdistan’a geçer. 10 bine yakın Kürt, ağır koşullarda Irak-İran sınırına çekilir. Yollarda binlerce insan açlıktan ve soğuktan dolayı yaşamını yitirir.
Ayaklanma sonrası Hewler’de askeri bir mahkeme kurulur ve Molla Mustafa Barzani, Şeyh Ahmet Barzani, Irak ordusundan yedi subay ve ayaklanmaya etkin olarak katılmış 35 kişiye gıyabi idam cezaları verilir. Ayaklanmaya aktif destek vermiş olan bazı subaylara idam cezası verilir ve cezaları infaz edilir.
1945 yılında kaçarak İran’a sığınan Mustafa Barzani, 1946 yılında kurulan Mahabad Kürt Cumhuriyetinde peşmergeleriyle askeri sorumluluğu üstlendi. Cumhuriyetin yıkılışının ertesinde ise uzun bir yürüyüşle Sovyetler birliğine geçti. On bir yıl orada kaldı. 14 Temmuz 1958 yılında Irak monarşisinin yıkılarak yerine Abdülkerim Kasım’ın iktidara gelmesiyle çağrıya uyarak Güney Kürdistan’a geri döndü. 1961 yılında KDP silahlı eylem kararı aldı ve eyleme geçti. 1968 yılında gerçekleştirilen BAAS’çı darbe ile görüşmeler başlatıldı. Ancak çeşitli nedenlerle görüşmeler kesildi ve 1975’e kadar kısa kesintilerle silahlı çatışmalar sürdürüldü.
Mustafa Barzani, aile geleneğini aşarak Kürt ulusal değerleriyle birleştirip iktidar savaşında tek isim olduğu gibi Güney Kürdistan’da da önemli gelişmelere imza attı. Diğer aile üyelerine göre daha öngörülü, dengeleri daha iyi hesaplayabilen bir konumdaydı. Ailenin geleneksel düşmanlarıyla ve hükümet birlikleriyle savaşta kendisini lider olarak kabul ettirdi. Barzani ailesi içinde tartışmasız lider konumuna yükseldiği gibi bölgeye de liderliğini kabul ettirdi. Öteden beri kavgalı ve rakibi olduğu Zebari ağaları ile barış yaptı. Daha sonra Güney Kürdistan’da önemli bir kişisel etkiye sahip olacak olan Zebari reisinin kızıyla evlendi. Siyasi bir ittifak anlamına gelen bu evlilikle, Zebarilerin de gücünü arkasına aldı.
Mustafa Barzani Mahabad Cumhuriyeti’nin askeri sorumluluğunu üstlenmekle hem aile içinde hem de aile dışında önemli bir gücü ele aldı. Kürt milliyetçiliğinin gelişiminde pay sahibi olarak Güney Kürdistan üzerindeki etkisini geliştirdi. Barzani hareketinin en önemli dönüm noktası 1975’teki yenilgi oldu. Cezayir antlaşmasını izleyen günlerde hareket çöktü. Politik ve askeri bozguna uğradı. Lider kadro İran’a sığındı. Bu durum Kürtlerin tepkisine neden olacaktı ve çoğu, hükümet birlikleriyle Barzani’ye karşı savaştılar.
Mustafa Barzani’nin Mahabad Cumhuriyeti içinde yer aldığı dönem İran-KDP’nin kuruluş çalışmalarının da başladığı dönemdi. İ-KDP’nin yapılanmasından fazlasıyla etkilenecektir. Güney Kürdistan’da benzer bir partinin kuruluşunu teşvik edecekti. İ-KDP’nin kuruluşunun kısa bir süre ertesinde aynı model izlenerek, Irak-KDP kuruldu. Kürt aydınları ve milliyetçilerinin yoğun olarak yaşadıkları Süleymaniye, parti kuruluş çalışmalarına ev sahipliği yapacaktı. Kürt aydınları ve bazı subaylar tarafından KDP kuruldu. Mustafa Barzani kuruluşta bizzat yer almadı. Kuruluşundan ve sonrasındaki süreçte Barzani partinin manevi lideri olarak görüldü. Bu anlayış birçok kopmalara da neden olacaktı. Barzani taraftarları parti içinde etkinliklerini korumaya çalışıyorlardı ancak bunlar siyasi gerilikleri ve yeteneksizliklerinden dolayı etkinliğin ellerinden kaymasına engel olamıyorlardı. 1950’li yıllarda Süleymaniyeli avukat İbrahim Ahmed (Celal Talabani’nin kayınbabası) partinin denetimini ele geçirdi. Partinin kuruluşu ve örgütlenmesinde İbrahim Ahmed belirgin rol oynamış, siyasi görüşlerini oluşturmuştu. Ancak geleneksel değerlere bağlılıktan dolayı birçok üye Barzani’ye bağlılığını sürdürdü Bu kesim giderek zayıfladı. Kendi bünyelerini korumak için ayrı bir hizip şeklinde kaldılar ve herhangi bir pratik beceri gösteremediler. İbrahim Ahmed hizbi ise ittifaklarını ve açılımını her geçen gün arttırdı. 1957 yılında bu iki hizip tekrardan birleştiler.
Mustafa Barzani’nin 1961 yılında Bağdat hükümetiyle ilişkileri giderek bozulmaya başladı. Bu rahatsızlık silahlı çatışmalar dönemini de başlattı. Bu olaylar ertesinde İbrahim Ahmed ile görüş ayrılıkları iyice su yüzüne çıktı. Görüş ayrılığının temelinde liderlik yarışı yatıyordu. Her iki şahıs kendisini partinin gerçek lideri olarak görüyorlardı ve yönetim organlarını kendilerine yakın isimlerden oluşturmak istiyorlardı. 1964 yılında Barzani’nin politbüroya haber vermeden kendi başına Irak yönetimiyle ateşkes yapması çelişkilerin doruk noktası oldu. Bu olay ertesinde politbüro bir konferans düzenleyerek Mustafa Barzani’yi partiden ihraç etti. Barzani bu konferansın geçersiz olduğunu ilan ederek kendi taraftarlarının hakim olduğu bir parti kongresi topladı. Bu kongreyle İbrahim Ahmed ve etkinliği olan politbüroyu partiden ihraç etti ve kendi yandaşlarından oluşan bir politbüro seçti. Mahmud Osman da yeni seçilen politbüro içinde yer alıyordu ve Barzani’ye yakındı. Ertesinde o da ayrılıp yeni bir hizip kuracaktı.
İbrahim Ahmed yönetimindeki eski politbüro gücünü muhafaza ediyor ve askeri konumlanma içinde duruyordu. Barzani adamlarıyla sık sık saldırılar düzenleyerek onları İran’a kaçmaya zorladı. Eski politbüronun İran yönetimiyle ilişkileri vardı. Zorlama sonucu İran’a geçtiler. Bu hizip içerisinde Celal Talabani’nin giderek etkin olduğunu görüyoruz. Talabani’nin bireysel yetenekleri ve geleneksel bir ailenin üyesi olmasının yanında kayınbabası İbrahim Ahmed’in yönlendirmeleri de bunda etkili olmuştur. 1965 yılında Talabani peşmergeleriyle birlikte Barzani ile uzlaşarak Güney Kürdistan’a döndü.
İran partiye olan desteğini arttırmıştı. KDP artık çok sayıda modern silaha ve peşmergeye sahipti. Mustafa Barzani’nin etkinliği bu olaylarla daha da arttı. Talabani kendisini önemsiz bir konumda görüyordu. Barzani’nin kendisini etkisizleştirdiğini öne sürdü. Bu rahatsızlık sonucu Talabani, Barzani’den koptu ve onu aşiretçi, feodal ve gericilikle suçladı. Kopma ve suçlamalar Barzani’nin sert tepkisine neden oldu ve Talabani güçlerine saldırdı. Bu saldırılar karşısında tutunamayan Talabani, Soran bölgesine geçmek zorunda kaldı. Kendisinin de Soran olması nedeniyle bölge üzerinde etkinliği vardı. Buna rağmen Irak hükümetiyle antlaşma yaparak Süleymaniye bölgesinin denetimini aldı. Talabani ve peşmergeleri bu bölgede Barzani güçlerine karşı Irak ordu birlikleriyle beraber savaştılar.
Bağdat hükümetiyle Barzani arasında görüşmeler sürdürülüyordu. 1970 yılında özerklik ve Kürt taleplerinin çoğu kabul edildi. KDP ile anlaşan Bağdat hükümetinin Talabani ve kayınbabası İbrahim Ahmed’e ihtiyacı kalmadı. Giderek pasif bir konuma geldiler. Siyasi kişilikleri “lekelenmiş olarak tekrardan KDP’ye döndüler. Artık sessiz kalacak, eleştirmeyeceklerdi. Anlaşmanın hemen ertesi, 1972 yılında Barzani ABD ile ilişkiye geçerek gizliden CIA’den destek almaya başladı. Bu destek onları daha cüretli hareket etmeye götürdü. 1974 yılında Bağdat hükümeti anlaşma maddelerini daraltarak uygulamaya koydu. Barzani, CIA desteğine güvenerek buna şiddetle karşı çıktı. Silahlı çatışma tekrardan gündeme geldi. Aktif İran desteğini alan Barzani, güçlerini mevzilendirerek çatışmayı bekledi. İran birlikleri geri destek sağlamak için Güney Kürdistan’da üslendiler. Gerilla savaşına alışkın olan peşmergeler düzenli ordu savaşında zorlanacaklardı. İran destek güçleri, Irak uçaklarının ve toplarının etkinliğini engelliyordu. Bu savaş esnasında çok sayıda sivil İran’a kaçtı. Ancak 1975 yılında yapılan Cezayir antlaşmasıyla, İran aniden güçlerini geri çekti. Irak güçleri karşısında duramayan KDP güçleri tarihin en ağır yenilgisini aldı ve tekrardan İran’a kaçmak zorunda kaldılar. 1975 yenilgisi KDP tarihinde bir dönemeçtir. KDP dağılmıştı.
Dağılan KDP’nin enkazı üzerinde liderlik yarışı ve ertesinde kopmalar oldu. Mahmut Osman ayrılarak KDP/Hazırlık Komitesi’ni kurdu. Bu oluşum daha sonra Irak Kürdistanı Sosyalist partisi adıyla yeniden örgütlenecekti. Şam temsilcisi Celal Talabani ayrılarak Kürdistan Yurtseverler Birliğini örgütlemeye başladı. Mustafa Barzani’nin oğulları ve Sami Abdurrahman, KDP/Geçici Kumanda adıyla örgütlendiler. Barzaniler aileye güçlü bağlılık duyanları toparladılar ve Behdinan bölgesi merkez olmak üzere örgütlendiler. 1976 yılında YNK ile girdikleri kanlı çatışmalarda zayıflayarak İran’a çekildiler. Bu bozgunda Sami Abdurrahman ile İdris Barzani’nin çelişkileri giderek derinleşti. Bir nevi liderlik yarışı olan bu çekişmeler sonrasında Sami Abdurrahman örgütten ayrılarak kendi partisini kurdu.
1979 yılında kongreye giderek tekrardan KDP adıyla örgütlendiler. Artık liderlik tartışmasız Barzanilerdeydi ve muhalifleri yoktu. Mahabad Cumhuriyeti zamanında Mustafa Barzani’nin kaldığı bölgede üslenen KDP, burada Kürtler içindeki kötü ününden dolayı fazla destek görmüyordu. 1968 yılında gerilla savaşı yürüten İran-KDP’nin çökertilmesinde Barzani, Tahran güçlerine aktif destek vermişti. Kötü ünü buradan geliyor ve halk tarafından sevilmiyorlardı. Bu rahatsızlıklar sonucu bazı aşiretlerle çatışmalara girdiler. İran İslam Cumhuriyeti tarafından destekleniyorlardı. İttifaklarını her zamankinden daha fazla geliştirmişlerdi ve onların emrinde hareket ediyorlardı. Bunun pratik gereği olarak 1981 yılında Tahran’a destek olmuş ve İ-KDP’nin geriletilmesinde yardımcı olmuşlardı. İran ordusuyla birlikte hareket ediyorlardı. Buradan aldıkları güçle 1983 yılında Güney Kürdistan’da yeniden gerilla savaşı başlattılar.
KDP çeşitli güçlerden aldığı destekle giderek güçlenecekti. İçerisinde herhangi bir muhalefet yoktu veya hemen bastırılıyordu. Barzanilerin liderliği tartışmasızdı. Geleneksel bağlılık bunu güçlendiriyordu. İran-Irak savaşı zamanında boşluktan yararlanarak mevzilerini güçlendirdiler, bazı bölgeleri denetimlerine aldılar. Irak’ı zayıflatması için İran fazlasıyla destek sunuyordu. 1991 yılında Körfez savaşıyla zayıflatılan Irak güçlerine karşı geliştirilen halk ayaklanmalarıyla hükümet güçleri Güney Kürdistan’dan çıkartıldı. Yaratılan bu elverişli zemin üzerinde KDP iktidarını tesis ederek, yerel bir oluşuma gitti. Halk ayaklanmalarında KDP’nin hiçbir rolünün olmadığını da belirtmek gerekir. Artık KDP daha güçlenmişti. 1996 yılında Saddam’la işbirliği halinde Hewlêr’i alan KDP, böylece YNK karşısında da stratejik bir kazanım elde ediyordu. Uzun yıllar Türkiye ile işbirliği halinde PKK ile de savaşan KDP, mevcut durumda Güney Kürdistan’da hakim durumdaki oluşumdur.
Devam Edecek…
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.org – www.navendalekolin.com – www.lekolin.net – www.lekolin.info