01 Ekim 2013 Salı Saat 07:11
“Savaş ve iktidar bloklarının en çok başvurdukları
toplumsal politikalarından biri asimilasyondur. En genel deyimiyle kültürel
eritme anlamına gelen asimilasyon politikalarındaki temel amaç, tahakküme tabi
tuttuklarının tüm karşı direnç yeteneklerini ellerinden almak için, başta
zihniyetin temel kullanım aracı olan yerel dili uygulama dışı tutup, hakim
dilin yoğun işlenişini ifade eder. Resmi dil yoluyla yerel dil ve kültür
kadükleşip dolaşımda rol oynamayacak kadar daraltılır. Hakim dil-kültür
yükselmenin, okumanın, siyaset ve ekonominin ifade dili olarak kullanana
kazanım sağlar. Baskı altına alınan dil ve kültür ise kullanana zarar
kaydettirir.
Asimilasyon
yalnız dil alanında değil, iktidarın şekillendirdiği tüm toplumsal kurumlarda
uygulanır. Hakim ulus veya dinin, grubun kurumsal gerçekliğine uyarlanma her
düzeyde yaşanır. Siyasal, sosyal, ekonomik, hatta zihniyet alanı resmen tanınıp
hukukça korundukça, diğer azınlık ve yenilmişlerin eş kurumları kendilerini
hakim kurumlara göre zoraki veya gönüllü asimilasyona uğratarak, resmiyetinin
içinde yer alırlar. Baskı ve ekonomik, siyasi çıkar ne kadar devreye girerse,
erime o denli rol oynar.
Tüm uygarlık tarihinde kültür
unsurlarını bağlamak meşruiyetleri açısından vazgeçilmezdir. Ekonomik ve
iktidar erki erkenden bu hususu fark edip tedbir almaktan asla gecikmezler.
Kültürün iktidarca asimilasyonu hiyerarşilerin kuruluş dönemlerine kadar gider.
Esas yönetim araçlarıdır. Kültürel hegemonya olmazsa, ekonomik ve iktidar
tekelleri yönetemezler. Zora ve sömürüye dayalı sistemler zorla olsa olsa kısa
süreli talanlarla varlıklarını ayakta tutabilirler ki, talan edilecek bir şey
kalmayınca ya birbirlerine girerler ya da yıkılıp dağılırlar.
Ulus-devlet,
tüm tekellerin ortak paydası olarak, toplumsal maddi kültürün gaspı, fethetme
ve sömürgeleştirilmesi üzerine kurulmakla yetinmez manevi kültürün
asimilasyonunda da belirleyici rol oynar. Ulusal kültür adı altında çoğunlukla
hâkim bir etnisite veya dini cemaatin kültür normlarını resmileştirip, geriye
kalan tüm kültürel varlıklara karşı savaş açar. “Ulusal bütünlüğe zararlıdır
deyip, binlerce yıldan beri varlığını koruyan ne kadar din, etnisite, kavim ve
ulus dil ve kültürü varsa, ya zorla ya da maddi teşviklerle hepsinin sonunu
hazırlar. Tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar dil, din, mezhep, etnik
kabile ve aşiretlerle kavim ve uluslar bu politikanın, daha doğrusu soykırımın
kurbanı olmuşlardır. Maddi soykırımlar (fiziki imha) manevi soykırımların
yanında devede kulak bile değildir. Binlerce yıldan beri süzülüp gelen dil ve
kültür değerleri grupları ile birlikte ‘ulusal birlik’ çılgınlığı altında
kutsal bir eylemmiş gibi kurban edilirler.
Ulus-devletlerin asimilasyon politikalarının hedefinde olan
dil, bir halkın yaşayan ortak hafızasıdır. Dili yok edilen bir halkın tarihsel
referansı, düşünme tarzı, kültürü de yok edilmiş olmaktadır. O nedenle her dil
bir halktır. Dil bir iletişim aracı rolünü görürken aynı zamanda toplumsal
kimliği-toplumsallığı ifade eder. Toplumsallıkta dil, tarih, toprak, inanç
öğeleri öne çıkar. Ortak aidiyette kullanılan dil, tarihten taşıyıp getirdiği kültürlerin
sürekliliğinin de garantisi olur.
Yeni doğan her çocuk 0-6 yaş arasında en çok annesiyle
ilişkide bulunduğu için annesinin dilini öğrenir. Ulus-devletin sömürgesi
altında bulunan topraklarda, okul çağına gelen çocuk için ayrı bir dönem
başlar. Çocuk artık ana dilini unutacak hakim sömürgeci ulusun dili
asimilasyonu sonucunda, yabancı, başka bir dil öğrenmek zorunda bırakılacaktır.
Resmi yazı dili sömürgecilerin dili olduğu için çocuğun kişiliği üzerinde
tahribatı büyük olurken bu etkinliği nedeniyle kendi ana dili edilgen bir
gelişme içerisine girer. Çocuğun, davranışları kendi diliyle oluşan kültür
dokusu, sürekli bir etkinlik içerisinde bulunmadığı için ulus-devletin
kültürünün etkisi çocuğun önceden anasından, ait olduğu toplumsal yapıdan
öğrendiklerini unutturmaktadır.
Baskı, sindirme ve aç bırakma sonucu gelişen zorunlu göçler
buna dayalı oluşturulan merkezlerde asimilasyon en ince yöntemlerle uygulamaya
konulmaktadır. Ait olduğu toplumsal yapıdan kopartılan-kişiliği parçalanan
çocuk, ulus-devletin hakim kültürüne karşı direnç gösteremeyecek hale
getirilmektedir. Bu amaçla oluşturulan yatılı bölge okulları ve bu okullarda
zorunlu öğrenimi çekici kılmak, eğitimde hareketliliği hiyerarşik olarak
kısıtlamamak, ulaşımı geliştirmek, şehirlerde pazarlama etkinlikleri yaratmak
bütün bu çalışmalar ezilen ulusun bireylerini kendi öz kültürlerinden koparıp
sömürgeci ulusun kültürüyle donatmanın organize olmayan yaygın asimile
etkinlikleridir.
Ulus-devlet, sömürgeci ve asimilasyoncu yüzünü gizlemek için
eğitim kurumları aracılığıyla yaptığı kültürel soykırımı ters yüz ederek
“Toplumsal değişim…Toplumsallaşma…Modernleşme… olgularına dayandırarak akla uydurma
yöntemlerini geliştirmektedir. Asimilasyon diğer bir adıyla devşirme
okullarıyla egemen kültürle fiziki kaynaştırma yolu izlenirken görsel-işitsel
yöntemlerle ulus-devletin dili ve kültürü sürekli tekrarla asimilasyonu kabul
edilir hale getirmeye çalışmaktadır.
Devşirmecilik
“Savaş esirlerinden asker yetiştirme ve ordu kurma”
olan devşirme sistemi Abbasilerde,
Gaznelilerde ve Samanoğullarında uygulanmış daha sonra da Selçuklu devletinde
Gulam sistemi, Osmanlı devletinde de
pençik kanunu olarak işlev kazandırılmıştır. Osmanlı devletinde Yeniçeri
Ocağı olarak uygulanan devşirme sistemi ilk kez I. Murat tarafından
oluşturulmuştur. I. Murat’ın annesi Bizanslı Horofira yani Nilüfer hatundur.
Devşirme sistemi Çelebi Mehmet zamanında geliştirilmiş, II. Murat zamanında da
bir sistem haline getirilmiştir.
Devşirmecilik ilk
olarak Sümer hanedanları tarafından uygulanmıştır. Kendilerini korumak için,
kimsesiz küçük çocukları Edubalarda eğiterek onlardan kana susamış-korkunç
askerler ve gaddar bürokratlar yarattılar. Benzeri bir devşirmecilik sistemi
Spartalılar da görülmektedir. İşgal ettikleri topraklarda çocukları toplayarak
kışlalarda acımasız asker olarak yetiştirdiler. Köleliğin yaygın olduğu
Mısır’da da kölelerin çocukları yedi yaşından itibaren kışlalara alınarak
onlara Furusiye eğitimi verdiler. Kışlalarda Furusiye eğitimi gören çocuklar
topluma yabancılaştırılarak insanlık düşmanı savaşçılar haline getirildiler.
Osmanlıların Yeniçeri Ocağı da bunlardan çok farklı değildir. Fethedilen
yerlerdeki çocuklar devşirilerek Yeniçeri ocaklarında birer savaş makineleri
yarattılar.
Devşirmecilik Osmanlı imparatorluğunun ele geçirdiği özellikle
Rumeli ve Balkanlar’daki Arnavut, Bulgar, Ermeni, Macar, Yunan, Sırp, Hersek ve
Bosnalı Hıristiyan ailelerin çocuklarının 1/5 ini alarak onları yeteneklerine
göre el konulmasıyla oluşturulmuş bir sistemdir. 8, 10 ve 20 yaş arasında
bulunan Hıristiyan çocukları Yeniçeri ve Enderun isimli eğitim kurumlarında
devletin yönetim kademesi olan vezirler, devlet adamları ve askeri komutanları
yetiştiriliyordu. Osmanlı devletindeki
büyük komutanların, devlet adamlarının, elçilerin ve vezirlerin pek çoğu
devşirme sisteminden gelmekteydi. Devlet bürokrasisi devşirmelerden oluşurken
devletin ticaret ve finans burjuvazisi de Rum, Ermeni ve Yahudiler
oluşturuyordu.
Devşirme sistemi kapsamında ayrıca fiziği ve yüzü düzgün olan
çocuklar özel olarak padişahların zevkleri için ‘oğlan’ olarak saraya
alınıyordu. Oğlancılık, devşirilen çocuklar şahsında Rumeli ve Balkan halkları
onursuzlaştırılıyordu. Devşirme sisteminin belki de halklar üzerinde etkili
olanı oğlancılık olmuştur. Osmanlı saray geleneğinde her padişahın veya vezirin
oğlanlardan oluşan haremleri bulunmaktadır. Türk devlet geleneğinde de görülen
ve bir sistem haline getirilen tecavüz kültürü halklara karşı Osmanlı
devletinin uyguladığı onursuzlaştırma ve asimilasyon politikasının bir
sonucuydu.
Devşirmecilikle kendini ayakta
tutan Osmanlı devletinin bütün yönetim kadroları da bu sistemin bir ürünüydü.
Tahta getirilen padişahların hepsi Yahudi ve Hıristiyan kadınlarla
evlenmişlerdir. Onlardan doğan çocuklar daha sonra tekrar tahta gelmişlerdir.
Bu durumda Osmanlı padişahlarının büyük bir çoğunluğu Türk değildir.
Devşirilmiş Yeniçeriler
Orhan Gazi tarafından 1362’de o dönem vezir-i azam olan aslen
Yahudi devşirmesi olan Çandarlı
Hayrettin Paşa, Yeniçeri Ocağı ve Enderun adıyla devşirme
diğer adıyla asimilasyon merkezlerinin kurulmasını sağlamıştır. Kurulan bu iki
devşirme-asimilasyon merkezlerinde geneli Hıristiyan çocukları ve ele geçirilen
topraklarda esir edilen halkların çocukları alınmaktadır. İslam hukukunda,
harpte elde edilen esir ve ganimetlerin beşte birinin beytülmale ait olması
hükmüne dayanılarak çıkartılan Pençik Kanunu gerekçe gösterilerek çocuklara el
konuluyordu. Bu kanunla, savaşlarda elde
edilen her beş esirden biri devlet hesabına ve asker ihtiyacına göre acemi
oğlanı olarak alınmaktaydı. Daha sonra Devşirme kanunu çıkarılarak, pençik
oğlanından başka, devşirme ismiyle, Rumeli tarafındaki Osmanlı egemenliği
altında olan Hıristiyanların çocuklarından da acemi oğlanı alınması
kararlaştırıldı. Sonraki yıllarda bu kanun Anadolu’daki Hıristiyanlara da
uygulanmaya başlandı. Yeniçeri ocağının ilk merkezi Gelibolu’da kuruldu.
İstanbul’un fethinden sonra Yeniçeri ocaklarının merkezi İstanbul’a taşındı.
Bu çocuklar içinde nitelikli olanlar Enderun’a alınırken bir
kısmı sarayda oğlan olarak kullanılıyordu. Geri kalan da Yeniçeri ocaklarına
alınıyordu. Osmanlı devleti tarafından
gasp edilen çocuklar devşirilir devşirilmez sünnet edilip, kendilerine bir
Müslüman adı veriliyordu. Devletin dili olan Osmanlıca öğretiliyordu.
Devşirmecilikte Bektaşi tarikatı en etkin kurumlardan biriydi. Yeniçerilerin
Bektaşi tarikatına girmesi çok yaygın bir gelenekti.
Bu sistemin kurucusu Hayrettin Paşada da Yahudi devşirmesidir.
Hayrettin ismini baş vezirliğe getirilmesinden sonra almıştır. Eylül 1364 ile
22 Ocak 1387 tarihleri arasında 22 yıl 4 ay vezir-i azamlık yapmış ve Osmanlı
Devleti’nin kuruluşunda, Anadolu ve Hıristiyan halklarının asimilasyonunda
önemli görevler almıştır.
Devşirme sistemi olan Yeniçerilerin 15. yüzyıl ortalarına
kadar sayıları 10.000, Kanûni Sultan Süleyman’ın ölümü sonrasında ise 12.000
dolaylarındaydı. Bu sayı Sultan III. Mehmet zamanında 45.000’e kadar yükseldi.
IV. Murat zamanında Yeniçerilerin sayısı azaltılsa da Anadolu’da başlayan
Türkmen isyanları nedeniyle 17. yüzyılın sonunda 80.000’ne çıkartılmıştır. Bu
sayı 19. yüzyılın başından itibaren 100.000’i geçmiştir.
Yeniçeri ocakları, II.
Mahmut devrinde 15 Haziran 1826’da“Vak’a-i Hayriye olarak tarihe geçen
Yeniçerilerin devlet karşı başlattıkları isyan sonrasında kaldırılmıştır. Fakat
yerine aynı sistemin bir devamı niteliğindeki Nizamıcedit adında yeni bir ocak
kurulmuştur.
Günümüzde ise Yeniçeri ocakları YİBO’lar olarak
güncellenmiştir. Kürdistan’da Kürt Laz, Çerkez ve diğer Anadolu halklarının
çocukları YİBO’larda devşirilerek Türkleştirilmekte, devlet bürokrasisinde ya
da asker, polis, korucu, ajan olarak kendi halkına karşı düşman olarak öne
çıkartılmaktadır.
Zorunlu İskan Yasası
17. yy sonlarına doğru 1793 yılında zorunlu iskân kanunu
çıkarılarak yerleşik düzene gelmeyen, Osmanlı devlet sistemine karşı olan
konar-göçer durumda olan Anadolu’daki Türkmenlerin diğer bir ifade ile
Yörüklerin, Kürdistan’da ki Koçerlerin ıslah edilmesi ve sistem için zararsız
hale getirilmesi kararlaştırılmıştı. Çıkartılan zorunlu iskan yasasının bir
nedeni de Osmanlı devletinin işgal ettiği ve egemenliği altına aldığı
Rumeli, Balkan ve Arap coğrafyasında başlayan bağımsızlıkçı hareketler
nedeniyle artan para, asker ve ordunun
temel ihtiyaçlarının karşılanması gerekiyordu. Aynı zamanda 1. dünya savaşı
öncesinde “iç cephesini sağlamlaştırmak” amacıyla Kürtler ve
Türkmenler düşman olarak görülüyordu. Bu amaçla Kürdistan’da Muş, Bitlis ve
Amed’de 700 bine yakın Kürt zorla göç ettirildi. Savaş öncesinde sınır
boylarında başlayan isyanlara bir de Kürt ve Türkmenlerin eklenmesi Osmanlı
devletinin parçalanmasını getirecekti. İskan yasası ile kontrol dışında olan
Kürtler ve Türkmenler yerleşik düzene geçirilerek halkların mallarını,
hayvanlarını kayıt altına alarak vergiye bağlamıştır. Aynı zamanda iskan yasası
ile Osmanlı devleti, boş arazileri imara açarak, devletin başına bela olan
Kürtleri ve Türkmenleri etkisiz hale getirmek bu şekilde Kürdistan ve
Anadolu’nun ekonomik ve sosyolojik yapısını devlet politikası çerçevesinde
yeniden düzenlemek amacıyla başlatmıştı. Zorunlu iskan yasasının uygulanması
sırasında Anadolu’da Adana, Antalya
taraflarında başlayan Avşar Türkmenlerinin Osmanlıya karşı isyanları
tarihe damgasını vurmuştur. İsyan yine kanla bastırılmış, isyana katılan Avşar
beyleri katledilirken katliamdan kurtulanlar ise başka yerlere sürülmüşlerdir.
Aynı politika Kürdistan’da uygulanmıştır. İskan yasasına karşı çıkanlar
katledilmiş veya batıya sürülmüşlerdir. Orta Anadolu’ya sürgün edilen Kürtlerin
büyük bir kısmı bu sürgünler sonucu gerçekleşmiştir. Zorunlu iskan yasası diğer
bir ifade ile zorunlu asimilasyon politikası gereğince isyana eğilimli
potansiyel tehlike taşıyan Kürdistan ve Anadolu’da Kürt ve Türkmen köyleri
birbirlerine karıştırılarak yerleştirilmiştir. Bu şekilde Kürtleri ve
Türkmenlerin eriterek Osmanlı imparatorluğunun asker ve vergi ihtiyacının
karşılanacağı depo haline getirilmesi planlanmıştı.
Zorunlu iskan yasasının-asimilasyonun uygulayıcısı olan
Abdülhamit, Kürtlere ve Türkmenlere yapılan hareketi: “Rumeli’de ve bilhassa
Anadolu ve Kürdistan’da Osmanlı unsurunu kuvvetlendirmek ve her şeyden evvel
Kürtleri ve Türkmenleri yoğurup kendimize mal etmek şarttır ifadeleriyle
savunmuştur.
Aşiret Mektepleri
Osmanlı devletinin II. Abdülhamid döneminde, Kürdistan’da
uygulamaya koyduğu asimilasyon politikalarının somut sonuçlarından biri de 1892
yılında kurulan “Hamidiye Alayları ve aynı yılın 21 Eylül’ünde açılan “Aşiret
Mektepleri olmuştur. Aşiret Mektepleri projesinin teorisyeni Osman Nuri Paşadır.
Hamidiye Alayları ise Kazakistan’da Rus Çarı tarafından geliştirilen
yerellerden oluşturulan silahlı güçler örnek alınarak örgütlendirilmiştir.
II. Abdülhamid tarafından açılan, Aşiret Mektepleriyle Kürdistan’da devletin merkeziyetçilik
politikası aşiretlere benimsetilmeye çalışılmıştı. Bu sistemle aynı zamanda
asimilasyon politikası aşiretler üzerinden Kürt halkına uygulanıyordu.
Kürdistan’da halk üzerinde etkili olan büyük aşiretlerin çocukları İstanbul
gibi merkezi otoritenin güçlü olduğu yerlerde açılan ve daha sonra Aşiret
Mektepleri ismini alan yatılı okullara alınarak asimile edilmeye çalışılıyordu.
Buradaki amaç, aşiret çocuklarını Osmanlı zihniyetine ve otoritesine bağlı
birer memur haline getirip, onların nüfuzlarından faydalanarak Kürt ayaklanmaları
karşısında siyasi bir güç olarak kullanmak ve sonrasında da tüm aşiretleri
Osmanlı Devleti’ne boyun eğdirmekti. Bu şekilde Kürdistan’da meydana
gelebilecek ayaklanmaların önlenebileceği düşünülüyordu.
Aşiret Mekteplerinden mezun olanların hepsi Kürdistan’da
görevlendiriliyordu. Başta Hamidiye Alayları olmak üzere, devlet hizmetinde
memur, mutasarrıf ve vali olarak görev alıyorlardı. Hamidiye Alaylarında görev
yapacaklar, Harbiye askeri kışlasında altı ay staj yaparak teğmen rütbesiyle
bulundukları bölgelere gönderiliyorlardı.
Aşiret Mekteplerine Arap aşiretlerinin çocukları dahil
edilmeye çalışılsa da asıl olan Kürt aşiret reislerinin 12-16 yaş arasındaki
çocuklarına yönelik uygulanıyordu. Çocuklar yılda iki ay evlerine gidiyorlardı.
6-7 yıl bu mekteplerde eğitime tabi tutuluyorlardı.
Aşiret Mekteplerinin hepsi yatılıydı. Öğrencilerin bütün
masrafları devletçe karşılandığı gibi, ayrıca her öğrenciye aylık veriliyordu.
Sınıf mevcudu 40 öğrenci olarak tespit edilmişti. Öğrencilerin aşiretlerin
“itibarlı ve muhterem” ailelerine mensup olmaları okula girmek için
başlıca şartlardı. Okulun bütün öğretmenleri Türk’tü.
1892’de açılan Aşiret Mektepleri, aşiretler ve Kürt halkı
üzerinde istenilen amacı yerine getirememesi üzerine 1906’da kapatılmıştır.
İttihat Terakkinin Tek Tip Ulus Devletinin Asimilasyon
politikaları
Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış sürecinde İngiltere’nin
devşirerek, Osmanlıya karşı örgütlediği ve Osmanlı devletinin yıkılışını
sağladığı İttihat Terakkinin 1923 yılında iktidara gelişi ardından inkar,
asimilasyon ve katliama dayalı tek tip ulus-devlet ve Türkleştirme politikası yeni kurulan
Cumhuriyetin resmi ideolojisi haline geldi.
İttihat Terakkinin Alman ulusal faşizminden esinlenerek
oluşturduğu “Beyaz Türkçü-milliyetçi ideoloji ile Kürdistan ve Anadolu’da
varlığını sürdüren Kürt, Ermeni, Laz, Pomak, Terekeme ve Çerkez halkların dil
ve kültürlerinin inkarı sağlanmıştır. Tek dil, tek kültür Türkleştirme
modeline uygun olarak düzenlendi. “Tekleştirme politikasının uygulamaya konduğu
asimilasyon politikasının kurumlaştırıldığı ilk alan ise okullar oldu.
Özellikle Kürtlerin asimile edilmesi için yatılı okulların kurulması
kararlaştırıldı.
Kürdistan ve Anadolu halklarının asimilasyonun bir devlet
politikası olarak uygulamaya konulması, devletin ve doğal olarak İttihat
Terakkinin tek partisi CHP ve İsmet İnönü öncülüğünde yapılmıştır. İsmet İnönü,
5 Mayıs 1925 tarihinde Muallimler Birliği’nde yaptığı konuşmada, “Milli terbiye
istiyoruz bu ne demektir? Bizim terbiyemiz kendimizin olacak ve kendimiz için
olacaktır. Bütün bu topraklara Türk mahiyeti veren bir Türk var. Fakat bu
millet henüz istediğimiz yekpare millet manzarasını göstermiyor. Bu yekpare
milliyet içinde yabancı harslar hep erimelidir. Bu milliyet kütlesi içinde ayrı
medeniyetler olamaz. Bu vatan işte tek olan bu milletin ve bu milliyetindir. Bu
memlekette her şeref ve her nimet Türkçe ve kendisini Türk hissedenlere
verilecektir ifadeleriyle dile getirmiştir.
Türkçülük ve asimilasyon politikasının ideologları ise
‘Türkçülük’ teorisyeni Fransız vatandaşı Yahudi Leon
Cohen, Türkçülüğün ve Türk milliyetçiliğinin mucitlerinden Yahudi Armin Herman
Vambery, Türk ırkçılardan çok daha ırkçı bir “çizgiyi savunan bir diğer Yahudi
ise Avram Galanti ve aslen Kürt Ziya Gökalp’tir.
Kızılderili Soykırımından Kürt
Soykırımına
Beyaz Türkçülüğün teorisyenliğini yapan Avram Galanti ve Ziya Gökalp gibi devşirme
ideologlar, üstün ırk olduğunu iddia ettikleri beyaz Türkçülüğün köklerini
Sümerlere kadar götürmektedirler. Ziya Gökalp ve Galanti, Türklerin tarihinin
Sümerlerden başladığını iddia etmektedirler. Daha sonra Muazzez İlmiyeçığ gibi
Türkçü yazarlarda bu tezi doğrulamaya çalışmışlardır. Türk devletinin
asimilasyon politikalarının teorisyeni olan Ziya Gökalp ve Galanti, Sümer
tapınaklarındaki rahip-kralların Eduba adı altında oluşturdukları okullarda
köleleştirdikleri halkların çocuklarını eğitim adı altında eğiterek otoriter
rejimlerinin sürdürülmesinde temel güç olarak kullandıklarını ve bunda başarılı
olduklarını belirterek benzeri bir yöntemin güncellenerek uygulanabileceğini
savunmuşlardır. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında ABD’nin Kızılderili
halklarının asimilasyonu ve entegrasyonu için uyguladığı politikalar,
1892’de II. Abdülhamid tarafından, Kürt
çocuklarının asimilasyonu için Aşiret mektepleri adıyla güncellenerek hayata
geçirilmiştir.
Başka halklardan devşirilmiş beyaz Türkçülüğün teorisyenleri,
örnek aldıkları ABD’nin Kızılderili soykırımı tarihin en acı örnekleri arasında
yer almaktadır. Avram Galanti ve Ziya Gökalp’in Kürtlerin asimile edilmesi için
örnek aldıkları ABD’nin Kızılderili soykırımı 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyılın
başında ABD ve Kanada devletlerinin Kızılderililere karşı uyguladığı resmi
“uygarlaştırma politikası olarak gündeme gelmişti. Bu entegrasyon politikası
ile Kızılderililerin geleneklerini-kültürlerini, dillerini ve kabile yaşamını
ortadan kaldırmak amaçlanmıştı. Bunun yerine Avro Amerikan kültürel gelenekleri
Kızılderililere öğretilecekti.
ABD ve Kanada devletlerinin Kızılderililere karşı uygulanan asimilasyon
politikalarının dört ana hedefi bulunuyordu.
- Kızılderililerin yerlerinden sürülerek büyük
şehirlere ya da toplama kamplarına alınarak ehlileştirilmesi. - Tarıma dayalı yaşam biçimi geliştirilerek, avcılığa
dayalı, göçebe ve mülkiyet kavramı olmayan yaşam biçimini ortadan
kaldırmak. - Geleneksel
giyim tarzını ortadan kaldırarak, yalnızca beyazların giyim tarzını
geçerli kılmak. - Hıristiyanlaştırmak yoluyla Kızılderililerin
geleneksel inançlarını silmek. Bütün bunlardan daha da şiddetli olarak
uygulanan eğitim yoluyla ‘uygarlaştırmayı’ ise ayrıca incelemek gerekir.
ABD’de de ülke içine hizmet vermek amacıyla “boarding school
isimli yatılı Kızılderili kolejleri kuruluyordu. Bu asimilasyon okulları
Kızılderili halkının çocuklarına ‘iyi bir eğitim sağlamak’ amacını güdüyordu.
En tanınmışları olan Pennsylvania’daki Carlisle Kızılderili Okulu 1879’da
ülkenin dört bir yanından gelen Kızılderili çocuklarını kabul etmeye
başlamıştı.
Eğitime dayalı asimilasyon ve beraberinde yürütülen
Kızılderili halkının ‘uygarlaştırılarak’ Amerikan kültürüne uyumlu hale
getirilmişti. ABD ve Kanada devletleri bunu başarmıştı. Avram Galanti ve Ziya
Gökalp, Türk devletinin de bunu başarabileceğini, Kürtlerden tamamen bu şekilde
kurtulabileceklerini dile getiriyorlardı.
Devşirmeci İttihatçı Sistemin Asimilasyoncu Politikaları
Yahudi devşirmesi Avram Galanti,
Kürdistan ve Anadolu halklarının inkar ve asimilasyonuna önemli katkılar
sunmuştur. Türkiye’deki tüm halkların
asimilasyonunu savunmuş, bugünkü “tek çi anlayışın teorisyeni olmuştur.
Galanti’ye göre ulus olmanın temel dayanağı, ortak dildir. Türkçenin, tüm
unsurları ‘ulus’ şemsiyesi altında toplayan bir özelliği olduğunu
savunmaktadır. Ona göre dil aynı zamanda kültürel yapıyı da belirlemektedir.
Türkçe, ‘Türk’ olmanın gereği, ana ilkesidir. Türkiye’de farklı dillerin
konuşulmasına asla izin verilmemelidir. Galanti’ye göre, eğitim de Türkçeyi en
iyi şekilde yayacak araçtır. Okul, Galanti açısından da temel öğedir. Ancak
ulusal okullar açılır, tek dilde eğitim yapılırsa Türk ulusunun birlik
olabileceğini savunur. Türkleşmenin bir tek yolu vardır: “Türk
mektepleri yolunda kendilerinde tekil tedrisatı Türkçe yapan mekteplerdir. Tek bir dili, tek bir kültürü tüm Türkiye’ye yaymak, halklara benimsetmek, onları asimle
ettirmek için okullar çok önemlidir. Ulusal birlik açısından bunun gereği
yerine getirilmelidir düşüncesini savunmuştur. Ziya Gökalp’e göre ise eğitim milli olduğu gün, ister istemez
modem de olacaktır. Eğitimin bir amacı da millî bireyler yetiştirmektir. Çünkü
bu özellikteki kişiler ulus topluluğunun seçkin sınıfını meydana getirecektir.
Bu amaçla 3 Mart 1924’te çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Yasasıyla
inkar ve asimilasyonu temel alan “eğitim-öğretimin yolu açılmıştır. Ayrıca
“Şark Islahat Planı da uygulamaya konulmuştur. Bu planın 14. ve 17. maddesi
şöyledir:
- Madde 14. Malatya, Elazığ, Diyarbakır, Bitlis, Van,
Muş, Varto, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak,
Çemişgezek, Ovacık, Adıyaman, Besni, Hekimhan, Birecik, Çermik vilayet ve
kazalarında hükümet ve belediyelerinde, dairelerinde ve diğer
kuruluşlarında, okullarında çarşı ve pazarda Türkçe’den başka dil
kullananlar, hükümet ve belediyenin emirlerine aykırılıkla suçlanarak
cezalandırılmalıdır. - Madde 17. Fırat’ın batısındaki illerin batı
bölümlerinde dağınık biçimde yerleşmiş Kürtlerin Kürtçe konuşmaları
mutlaka yasaklanacaktır ve kız okullarına önem verilerek, kadınların
Türkçe konuşmaları sağlanmalıdır.
Mustafa Kemal’den sonra
Cumhurbaşkanı seçilen Yahudi devşirmesi beyaz-Türkçü İsmet İnönü’nün CHP’nin azınlıklardan sorumlu
9. bürosuna hazırlattığı Anadolu ve Kürdistan
halklarına karşı uygulamaya koyduğu Şark Islahat Raporu Ziya Gökalp ve
Galanti’nin hükümete sunduğu öneriler dikkate alınarak hazırlandı.
Özellikle Kürt çocuklarının ailelerinden
uzaklaştırılıp asimile edilmesi ve Türkleştirilmesi için yatılı eğitim merkezlerinin kurulması
kararlaştırılmıştır.
Türk devletinin tekçi-ırkçı partisi Cumhuriyet Halk
Partisi’nin azınlıklardan sorumlu 9. Bürosu tarafından Eylül 1925’te hazırlanan
ve CHP Genel Sekreterliği’ne sunulan Şark Islahat Planının bir maddesinde
Kürtçe konuşmanın cezalandırılması istenirken, bir maddesinde “Aslen Türk
olan ve fakat Kürtlüğe tenessül etmek üzere bulunan mevkide ve Siirt, Mardin,
Savur gibi ahalisi Arapça konuşan mahallerde Türk Ocakları ve mektep açılması
ve bilhassa her türlü fedakarlık iktiham olunarak mükemmel kız mektepleri tesis
ve kızların mekteplere rağbetlerinin suver-i adide ile temini lazımdır”
denilirken, yatılı okullarında ‘Türkleştirme’ politikaları ile kurulduğunun
kanıtı ise planın “Dersim, tercihan ve müstacelen leyli iptidailer
(yatılı okullar) suretiyle Kürtlüğe karışmaktan bir an evvel
kurtarılmalıdır” maddesi olmuştur. Aynı raporda şu belirlemelere de yer
verilmiştir: “Tek bir dil konuşan kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı
bulunan yurttaşlardan mürekkep (oluşmuş) siyasi ve içtimai bir bütün meydana
getirmek, yani vatan içinde ana- dili tek, ülküsü tek birlik bir millet
yaratmaktır. Bu memlekette her şerefin ve nimetin Türkçe ve kendisini Türk
hissederek Türkçülükten başka bir kavmiyete bağlılık göstermeyenlere has
olduğunun tam bir şuurla zihinlere nakş edilmesinin sağlanması gerekmektedir.
Bir topluluğun temsilinin (asimilasyonunun) ilk şartının o topluluğa kendi
dilimizi öğretmek olduğu bir mütearifedir.
Bir dilin de ilk evvel bu mantık ve müessir yayın ve vasıtası okuyup
yazmaktır. İnsanlık, büyük kitlelerin okuyup yazmasının henüz okuldan başka bir
vasıtasını bulamamıştır. Binaenaleyh bizim de bu vasıtaya müracaatımız
zaruridir. Yani biz de bu Bölge’deki insanlara kendi dilimizde okuyup yazmak
öğreteceğiz ve bunun için Maarif Teşkilatı yapacağız denilmektedir.
Şark Islahat Planının “Temsil İşinde Maarif Teşkilatı’nın
Rolü” bölümünde ise asimilasyon için bir dizi önlem önerisinde
bulunulmuştur:
–
Mecburi ilköğretimin devlet yardımıyla tam tatbiki.
–
Bu bölgede ilk
ağızda münhasıran Kürt olan köylerde okul açılmayarak ilk önce nüfusu karışık
olan köylerde açılması. Şimdiye kadar yapılan tecrübelerden okul bulunan muhtelif
köylerde Kürt çocuklarının Türkçe konuştukları ve Türkçenin evlere girdiği,
okul bulunmayan muhtelit (karışık) yerlerde ise Türk çocuklarının Kürtçe
konuşarak Türklerin Kürtleştiği her zaman görülen ve idare adamlarımızca tespit
edilen hadiselerdir.
–
Bir taraftan muhtelif köylerde ilköğretimi yayarken
diğer taraftan da hususi bir Maarif Teşkilatı’yla sakinleri münhasıran Kürt
olan köylerin çocukları için Bölge Yatılı İlkokulları tesisine başlanmalıdır.
Bu okulların hedefi bu çocukları anadillerini unutturarak, Türkçe’yi ana dili
yerine ikame etmek olacaktır. Bunun için bu okullar yarı yarıya Türk
çocuklarından teşekkül etmelidir.
–
Bir dili en iyi ve kolay öğreten anadır. Bunun için bu
mıntıkalarda kızların tahsiline bilhassa itina etmek temsili (asimilasyonu) bir
kat daha kolaylaştıracaktır. Aslen Türk olan ve fakat Kürtlüğe tenessül etmek
üzere bulunan mevkide ve Siirt, Mardin, Savur gibi ahalisi Arapça konuşan
mahallerde Türk Ocakları ve mektep açılması ve bilhassa her türlü fedakarlık
iktiham olunarak mükemmel kız mektepleri tesis ve kızların mekteplere
rağbetlerinin suver-i adide ile temini lazımdır.
–
Kurulacak olan Maarif Teşkilatı’nda çalışacak
öğretmenlerin anadillerinin Kürtçe olmamasına hususi surette itina ve dikkat
edilmelidir.
–
Malatya, Elaziz, Diyarıbekir, Bitlis, Van, Muş, Urfa,
Erganimadeni vilayetleri, Ergani, Hekimhan, Birecik kazaları merkezlerinde
maarife çok ehemmiyet vermek, oradaki Türklere Türklüklerini anlatmak, Türk
Ocakları, Belediye ve Hükümetler vasıtasıyla kasabalara gelen Kürtleri Türkçe
öğrenmeğe mecbur kılmak, bu mahallerde mevcut olan ve yeniden açılacak olan
orta mektepler ile leyli iptidai (yatılı) mekteplerine garp vilayetlerimiz
halkından mefkure sahibi muallim intihab ve tayin etmek ve bu veçhile Türkler
üzerindeki Kürt lisanı hakimiyetini refetmek.
–
Bir topluluğun temsilinin (asimilasyonunun) ilk
şartının o topluluğa kendi dilimizi öğretmek olduğu bir mütearifedir (bilinen
şeydir). Bir dilin de ilk evvel bu mantık ve müessir yayın ve vasıtası okuyup
yazmaktır. İnsanlık, büyük kitlelerin okuyup yazmasının henüz okuldan başka bir
vasıtasını bulamamıştır. Bizim de bu vasıtaya mürecaatımız zaruridir. Bölgedeki
insanlara kendi dilimizde okuyup yazmayı öğretmek zorundayız. Bu şekilde leyli iptidailer (yatılı okullar) suretiyle
tercihan ve müstacelen bölgeler Kürtlüğe karışmaktan bir an evvel
kurtarılmalıdır.
–
Bu memlekette her şerefin ve nimetin Türkçe ve
kendisini Türk hissederek Türkçülükten başka bir kavmiyete bağlılık
göstermeyenlere has olduğunun tam bir şuurla zihinlere nakş edilmesi.
–
Şehir ve kasabaların temsil işindeki rollerini arz
ederken buralarda mecburi ilk öğretimin devlet yardımıyla tam tatbikini teklif
etmiştim. İlk iş olarak bunun ele alınması.
–
Bu esaslar dahilinde kurulacak olan Maarif
Teşkilatı’nda çalışacak öğretmenlerin anadillerinin Kürtçe olmamasına hususi
surette itina ve dikkat edilmelidir.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin azınlıklardan sorumlu 9. Bürosu
tarafından hazırlanan ve İsmet İnönü’ye
sunulan Kürt halkının asimilasyonu esas alan Şark Islahat Planının uygulanması
için Bitlis, Diyarbakır, Van, Hakkari,Muş, Mardin, Urfa, Siirt vilayetlerini
kapsayan Birinci Umumi Müfettişliği kuruldu. Müfettişlik, yakın bir dönemde
Kürdistan’da uygulanan Olağanüstü Hal Valiliği niteliğini taşıyordu. CHP
döneminde Kürdistan’daki valiler aynı zamanda CHP’nin il başkanı durumunda
oldukları için Kürdistan’a atanan müfettiş hem genel vali hem de CHP’nin
“Azınlıklardan sorumlu büro nun başkanlığını yapıyordu. Kürdistan’dan sorumlu
birinci umumi müfettişliğine İsmet İnönü’nün talimatıyla Abidin Özmen
atanmıştır. Özmen, Kürdistan’a gelir gelmez hükümete bölgesinin iç siyasal
durumunu anlatan ayrıntılı bir rapor hazırlamıştır. Raporda, bölge insanının
Türkçe ile konuşur hale getirilmesi ve köy çocuklarının kurulacak yatılı okullarda
eğitim görmesi için çalışmaların başlatıldığı belirtilmektedir. Bu süreçte
Erzurum’da 139 okul açılmıştır. Okul oranının bölge ortalamasından yüksek
olduğu diğer yerler ise Erzincan, Antep, Malatya, Elazığ, Kars, Ağrı, Iğdır,
Maraş, Muş, Siirt ve Urfa olurken Hakkari sonuncu sırada yer almıştır.
Abidin Özmen’in İsmet İnönü’ye gönderdiği raporda,
Kürdistan’da (Şark’ta) açılan okullara tayin edilen yerli ve eski öğretmenlerin batıya tayin
edilerek yerlerine Türk kültür ve
geleneklerini iyi bilen idealist ve ruh sahibi öğretmenler tayin edilmesinin
bir zaruriyet olduğu belirtilmektedir.
İsmet İnönü’nün, Kürdistan’dan sorumlu genel müfettişi Abidin
Özmen’in özellikle Serhat bölgesinde yaptığı çalışmalar ve gönderdiği raporlara
ilişkin yaptığı değerlendirmede yürütülen asimilasyon politikasının amaçlarını
ve boyutlarını ele almaktadır:
–
Ağrı’da Kürtlerin medenileşip, sükunet bulmaları bile
kardır. Karaköse, hükümete bağlı bir Kürt şehridir. Erzincan Kürt merkezi
olursa Kürdistan’ın kurulmasından korkarım.
–
Iğdır’da Kürtlerin yerinden oynatılmasına ne lüzum, ne
imkan vardır. Türklüğe hevesli bir Arap şehri olan Siirt’in doğuya naklini
tercih ederim.
–
Van ve Erzincan’da acele olarak, Muş Ovası’nda tedricen
ve Elazığ Ovası’nda kuvvetli Türk kitleleri vücuda getirmek zorundayız.
–
Türklerle Kürtler aynı okulda okumalıdır. Bu Kürtleri
Türkleştirmek için etkili olacaktır.
–
Şark illerinden kız alıp vermelerin
yaygınlaştırılmalıdır. Bu şekilde aile ve çevresinin Türkleştirilmesi
sağlanmalıdır.
–
Şark illerinde Türkçe konuşmayı sevdirecek kapsamlı bir
program uygulanmalıdır.
Kürt halkının asimilasyon politikalarına yönelik İttihat
Terakki üyesi olan CHP’nin Çankırı milletvekili ve aynı zamanda Meclis Başkanı
Abdülhalik Renda’da bir Kürt raporu hazırlayarak meclise sunmuştur. “Şarkı
kendimize mal etmek için en mühim tedbir olarak bunları görüyorum. Arz edeceğim
tedabir-i saire ile beraber bu tedbirin icrası bize Şark vilayetlerimizi
kazandıracaktır dediği, “Şark vilayetlerindeki Kürtlerin tem sili başlıklı
raporda şu önerilere yer verilmiştir:
–
Türk lisanının hakimiyeti temin edilir edilmez kız alıp
vermek, başka lisanı men etmek, Türkçe konuşmayanlara muamelatta suubet
(zorluk) göstermek, Türkçe konuşanlara suhulet (kolaylık) göstermek, mükafat
vermek gibi birçok vesait ile ovalara inecek olan Kürtleri temsil (asimile)
etmek imkanı hasıl olur.
–
Malatya, Elaziz, Diyarıbekir, Bitlis, Van, Muş, Urfa,
Erganimadeni vilayetleri, Ergani, Hekimhan, Birecik kazaları merkezlerinde
maarife çok ehemmiyet vermek, oradaki Türklere Türklüklerini anlatmak, Türk
Ocakları, Belediye ve Hükümetler vasıtasıyla kasabalara gelen Kürtleri Türkçe
öğrenmeğe mecbur kılmak, bu mahallerde mevcut olan ve yeniden açılacak olan
orta mektepler ile leyli iptidai (yatılı) mekteplerine garp vilayetlerimiz
halkından mefkure sahibi muallim intihab ve tayin etmek ve bu veçhile Türkler
üzerindeki Kürt lisanı hakimiyetini refetmek.
Kürt halkının inkarı-yok edilmesi ve asimilasyonu üzerine
kendi iktidarını inşa eden İttihat
Terakki zihniyetiyle kurulan Türk
devletinin ‘tek’çi partisi CHP tarafından, son olarak 14 Haziran 1934’de
Kürtlerin tehciri ve asimilasyonuna yönelik “Mecburi İskan Kanunu ve
“Soyadı kanunu çıkartılmıştır. Bu kanunlar, devletin Kürtlere yönelik
Cumhuriyet tarihi boyunca ve günümüze kadar süren devletin resmi politikası
olarak da kabul görmüştür.
Mecburi İskan Kanunu ile Kürtler Orta Anadolu’ya sürülür.
Kürdistan’a da devlet için tehlike oluşturan Yörük olarak da bilinen Türkmenler
yerleştirilerek onlara ekonomik ayrıcalıklar tanınır. Toprakların kopartılmış
Türkmenlerle Kürtler asimle edilmeye çalışılır. Sistem dışında olan Türkmenler
ehlileştirilirken, bunlar üzerinden Kürtler asimilasyona tabi tutulur.
İskan kanunun dört maddesine göre Kürtlerin Akdeniz, Ege,
Marmara ve Trakya bölgelerine yerleştirilmesi kararlaştırılmıştır.
–
Madde 11-A. maddesi: Anadili Türkçe olmayanlardan toplu
olmak üzere yeniden köy ve mahalle, işçi ve sanatçı kümesi kurulması veya bu
gibi kimselerin bir köyü, bir mahalleyi bir işi veya bir sanatı kendi
soydaşlarına inhisar ettirmeleri (verilmesi) yasaktır.
–
Madde 11. B. Türk kültürüne bağlı olmayan ve Türk
kültürüne bağlı olup da Türkçeden başka dil konuşanlar hakkındaki harsi
(kültürel), askeri, içtimai, ve inzibati sebeplerle toptan olmamak şartıyla
başka yerlere nakil edilecektir.
–
Madde 12: Kürtler ufak ufak kafilelere ayrılıp,
silahlarından arındırılarak değişik bölgelere gönderilecek ve orada genel
nüfusun yüzde beşini geçmeyecektir.
–
Madde 13. 3. fırkası: Türk ırkından olmayanların,
serpiştirme suretiyle köylere ve ayrı mahalle veya küme teşkil edemeyecek
şekilde kasaba veya şehirlere iskanı mecburidir.
Çıkartılan diğer bir kanun ise Soyadı ve Kılık-Kıyafet kanunu
olmuştur. Bu kanuna dayalı olarak Kürdistan’da Türk ırkçılığını ifade eden ya
da aşağılayıcı soy isimleri kullanılmıştır. Özellikle direniş ve isyanların
olduğu bölgelerde bu tarz bir politika yürütülmüştür. Kılık-kıyafet kanunu ile
de Kürtlerin ulusal kıyafetlerini kullanmaları yasaklanmıştır. Her iki kanunun
çıkartılmasındaki temel amaç Kürtleri temsil eden bütün değerler yok edilmek
isteniyordu.
Son olarak İttihat Terakki zihniyetiyle kurulan devletinin
başbakanı tarafından 5 Ağustos 1942’de okunan, inkar ve asimilasyon
politikasının resmi belgesi niteliğindeki programda: “Biz Türküz, Türkçüyüz ve
daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar bir
vicdan ve kültür meselesidir. İstediğimiz sadece Türk milletinin hakimiyetidir
ifadelerine yer verilmektedir.
İttihat Terakki’nin CHP üzerinden kurulan Cumhuriyeti ele
geçirmesi ardından Şark Islahat Planı, Mecburi İskan ve Soyadı kanunları ve
İstiklal Mahkemeleri ile Kürtlerin inkarı, asimilasyonu için devletin bütün
imkanları seferber edilmiştir.
Beyaz Asimilasyon
1924’ten sonra İttihat Terakki’nin iktidara gelişi ardından
uygulamaya konulan sürgün ve asimilasyon politikası Rumeli, Anadolu ve
Kürdistan’da bulunan halklara karşı acımasız bir şekilde uygulandı.
Cumhuriyet döneminde azınlıklara yönelik baskıların ve onların
Anadolu ve Kürdistan’dan kovma siyasetinin iki belirleyici nedeni vardı
bunlardan biri Anadolu’nun Türkleştirilmesi, diğeri ise, ekonomik yaşamın bir
çok alanında kurumlaşmış, sermaye ve gayrimenkul biriktirmiş azınlıkları
kovarak, onların mallarına el koyulmasıydı.
İttihatçılar, Ermenileri Tehcir’le, Rumları ve Bulgarları
Mübadele’yle temizlediler. Tehcir Kanunu 27 Mayıs 1915’de kabul edildi ve dört
gün sonra 1 Haziran’da uygulanmaya başlanmasıyla, Anadolu tarihinin en acı, en
utanç verici sayfalarından biri açılmış oldu.
Mübadele, 1923’de yılında Lozan Antlaşması’na ek protokol
uyarınca Kürdistan ve Kürt inkarı uluslar arası devletlerin desteğiyle
gerçekleştirilirken, Anadolu’da ki Rumların Yunanistan’a, Yunanistan’daki
Türklerin Anadolu’ya zorunlu göçün adı oldu. Türk ve Yunan hükümetleri arasında
imzalanan Mübadele Sözleşmesi’ne göre “1 Mayıs 1923’ten itibaren Türkiye’deki
Rum Ortodoks dinine mensup Türk vatandaşları ile, Yunanistan’daki, İslam dinine
mensup Yunan vatandaşları zorunlu mübadeleye tabi tutulacaklar. denilmişti.
İttihatçılar, öncelikle Edirne ve İzmir’i Rumsuzlaştırmaya
çalıştılar. Bu çerçevede Rumlara yönelik Teşkilat-ı Mahsusa tarafından örgütlendirilen çeteler tarafından katliamlar
gerçekleştirildi. 1913’te, Arnavutlar, İttihat ve Terakki’nin kararıyla sınır dışı
edildiler.
Aynı dönemde, Boşnaklar, İç ve Doğu Anadolu’ya mevcut nüfusun
yüzde 10’unu aşmayacak oranda yerleştirilerek asimile edilmelerine başlandı.
Aynı dönemde Osmanlı İmparatorluğu Çingeneler’e kapatıldı. 1917 ve 1935 İskan
Kanunları’nda da Çingeneler’e yönelik bu yasak sürdürüldü.
1916’da bir çok
önderleri idam edilen ve sürgüne yollanan Araplar, İç ve Batı Anadolu’da
zorunlu iskana tabi tutuldular. Dürziler de iç kesimlere gönderildi. Trakya
bölgesinde yaygın olarak yerleşik bulunan ve Türkleştirilemeyen Yahudiler,
1918’de sürüldüler veya terk etmek zorunda bırakıldılar. Çoğu Rusya’dan gelen
Gürcü ve Lazlar, Anadolu’da yerleşik Pomak, Süryani, Keldani ve Sırplar da,
İttihatçılar’ın sürgün ve asimilasyon politikaları çerçevesinde Anadolu içinde
oradan oraya sürüldüler.
Anadolu ve Kürdistan’da 73 milletin olduğu söylemi 1800’lerin
sonundan itibaren değişmiş, Osmanlının son mirasçısı İttihat Terakki tarafından
“Anadolu ve Kürdistan’ı
Türkleştirme” siyaseti çerçevesinde saldırıya uğramayan,
topraklarından sürülmeyeni, katledilmeyen, asimilasyona tabi tutulmayan hiçbir
halk kalmamıştır.
Abdülhamit’ten, İttihat ve Terakkiye, Cumhuriyet tarihi
boyunca iktidara gelen bütün hükümetler halklara karşı aynı devlet politikasını
sürdürmüşlerdir. Başta Kürtler olmak üzere halklara karşı sürdürülen
sürgün-inkar ve asimilasyon politikasının tarih boyunca uygulanışı, dönemsel
amaçları her birinde farklı olsa da her
zaman bir süreklilik içindedir. Bu süreklilik özellikle 12 Eylül süreciyle
başlayan ve günümüzde AKP hükümetine kadar uzayıp gelen bir sürekliliktir.
Halkların inkarı ve kanı üzerine kurulan bir devlet farklı
halkların, tehcir, mübadele veya asimilasyonla yok edilmesi üzerine inşa edilen
bir devlet, nihayetinde sömürücü, ırkçı ve faşist bir devlet olmuştur. AKP’de
işte böyle bir ırkçı-inkarcı ve asimilasyoncu zihniyetin sürdürücüsü
konumundadır.
Öğrenci Andı
19 Eylül 1932’de İttihat Terakki’nin partisi CHP’nin Milli
Eğitim Bakan olan Yahudi kökenli Dr. Reşit Galip göreve getirildikten kısa bir
süre sonra Kürdistan’da Türkleştirmenin-asimilasyonun köyden başlatılması
gerektiğini düşünerek üç sınıflı köy okullarını beş sınıfa çıkarmış, köylerde
yatılı pansiyonlu okulların açılmasını sağlamış ayrıca köylere göre öğretmen
yetiştirme girişiminde bulunarak köy enstitüsü uygulamasının temeli olan bu
düşünceleri uygulamaya koymuştur.
Yahudi devşirmesi Dr Reşit Galip’in en önemli icadı ise 77
yıldır İlkokullarda okutulan ırkçı-şoven sözlerden oluşan “Öğrenci Andı
olmuştur. Millî Eğitim Bakanlığına bağlı Talim Terbiye Kurulu tarafından 10
Mayıs 1933 tarih ve 101 sayı kararı ile “Öğrenci Andı nın okullarda okutulması
kararlaştırıldı.
1930’lu yıllarda Türk Tarih Tenkit Cemiyeti başkanlığına
atanan ve yine Yahudi devşirmesi olan Dr. Arın (Safet) Engin’in şu sözleri,
Öğrenci Andı’nın asimilasyondaki önemini açıklar niteliktedir: “Şimdi onları
(Kürtleri) ‘Öğrenci Andı’mız ile Türklüğe kaynaştırma baş ödevimizdir.
Öğrenci Andı, İngilizlerden örnek alınmıştır. İngilizlerde bir
dönem İskoçya ve İrlanda’da ilkokullarda böyle bir sistemi uygulamıştır.
İttihat Terakki üyesi ve aynı zamanda CHP’nin milli eğitim
bakanının 23 Nisan’da “Kürt çocuklarına armağan ettiği ırkçı sözler şöyledir: “Türküm,
doğruyum, çalışkanım. Yasam küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu,
milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm, yükselmek, ileri gitmektir. Varlığım
Türk varlığına armağan olsun .
Bu ırkçı sözler Kürdistan’daki Kürt çocuklarına, 77 yıldır
tekrarlatılmaktadır. Bu sözlerin eksik kalan kısımlarına da, 29 Ağustos 1972
tarih ve 14291 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan ilkokullar yönetmeliğinin 78.
Maddesinde “Öğrenci Andı”na aşağıdaki son bölüm eklenmiştir.
“Türküm, doğruyum, çalışkanım yasam, küçüklerimi korumak,
büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm yükselmek,
ileri gitmektir. Varlığım Türk varlığına armağan olsun. Ey bu günümüzü
sağlayan, Ulu Atatürk açtığın yolda, kurduğun ülküde, gösterdiğin amaçta hiç
durmadan yürüyeceğime ant içerim. Ne mutlu Türküm diyene.
Her gün okullarda çocuklara zorla ezberletilen Türk ırkçılığını
simgeleyen and, istiklal marşı ve Türk tarihi ile Türk egemenleri, kendi tarihlerini yüceltip, Anadolu ve
Kürdistan’daki halkları aşağılayacak şeklide çocuklarda şoven duygular
geliştirmeyi öncelikli görev olarak görmüşlerdi. Bu ideoloji ve kültürle
büyüyen bir çocuk, Kürt olsun, başka bir halktan olsun kendini Türk olarak
görür, “Ne mutlu Türküm diyene , “ Bir Türk Dünya’ya bedeldir , “Türkün
Türk’ten başka dostu yoktur sözleriyle diğer halkları düşman olarak görür.
Güneş Dil Teorisi
Güneş Dil Teorisi, 1930 yılında Türk Tarih Tenkit Cemiyeti
başkanı yapılan Yahudi devşirmesi Dr.
Arın (Safet) Engin tarafından araştırılması teşvik edilmiştir.
Türk dilini ve tarihini yüceltmek ve geliştirmek ayrıca Kürt
ve diğer halkların dilini ve tarihini yok etmek ve aşağılamak için, Türk Tarih
Tezi ve Güneş Dil Teorisi geliştirilmiştir. “Ne mutlu Türküm diyene, Bir
Türk Dünyaya Bedeldir, Bu Vatan Bizim, Türk Yurdu, Vatan Sana Canım Feda”
ırkçı sözleri bu işin sihirli vecizesi olmuştur. Ayrıca bu sözlerin özellikle
Kürdistan’da şehirleri gören tepelere yazılması kararlaştırılmıştır.
Güneş Dil Teorisi ile dünyadaki bütün dillerin kökeninin
Türk dili olduğu, dünya dillerindeki birçok kelimenin de Türkçeden türetildiği
savunulmuştur.
Türk Tarih Tezi
Türk Tarih Tezi beyaz Türk ırkının kökeninin Orta Asya
olduğu hipotezinden yola çıkmaktadır. Buna göre değişik çağlarda, çeşitli göç
dalgaları halinde Orta Asya’dan dünyaya yayılan beyaz Türklerin de atası olan
halklar, dünya medeniyetlerinin önemli bir kısmını kurmuştur denilerek Türk
ırkının üstünlüğü savunulmuştur.
Türk Tarih Tezi ile tarihte yaşamış büyük medeniyetler
kurmuş kavimlerin Hititlerin, Sümerlerin, hatta Yunan Medeniyetinin Türk
oldukları, bundan yola çıkarak Kürtlerin de Türk olduğu kanıtlanmaya çalışılmıştır.
Tarih öncesinde uygarlık izlerine rastlanmamış diyarlara medeniyeti Türklerin
yaydığı fikri savunulmuştur.
Türk Tarih Tezi’de, Güneş Dil Teorisi gibi Yahudi ve
Ermenilerden oluşan ve hepsi de batıda eğitim görmüş kişiler tarafından
yazılmıştır. “Türk Tarihinin Ana Çizgileri isimli 4 ciltlik Türk Tarih Tezi:
Afet İnan, Tevfik Bıyıkoğlu, Semih Rıfat, Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Reşit
Galip, Hasan Cemil, Sadri Maksudi Arsal, Şemsettin Günaltay, Vasfi Çınar ve
Yusuf Ziya Özer tarafından oluşturulan bir
kurul tarafından hazırlanmış ve 30 bin adet bastırılarak okullarda okutulmasına
başlanmıştır.
“Kürtlerinde aslında Türk olduğu savını kanıtlamak amacıyla
kurul adına araştırmaları, kendisi de bir Kürt olan Ziya Gökalp yapmıştır.
Kurul başkanı aynı zamanda Türk Tarih Tenkit Cemiyeti başkanı olan Yahudi
devşirmesi Dr. Arın (Safet) Engin, bu konudaki amacını şöyle anlatıyordu: “…maksadım bu
gibi malumatı toplayıp vaziyeti ilmi, iktisadi bir surette öğrendikten sonra,
Kürtler’e Türk olduklarını anlatmak… onlara (Kürtler’e) bunu (Türk
olduklarını) bildirmek, öğretmek lazımdır… demektedir.
Bu kurulda yer
alanların hemen hepsi daha sonra CHP hükümetinde ve devlet bürokrasisinde
görevlendirilmiştir.
Asimilasyoncu Köy Enstitüleri
Cumhuriyet döneminde Kürdistan’da uygulamaya konulan Umumi
Müfettişliğin (Olağanüstü Hal Valiliği) 25Haziran 1927 tarihinde Türkiye
Meclisi tarafından kabul edilmesi ardından bakanlık düzeyinde bu göreve Aydın
Mebusu Abidin Özmen getirilmiştir. Kürtlerin asimile edilmesi için en iyi
yöntemin Köy Enstitülerinin kurmaktan geçtiğini Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye
rapor eden Abidin Özmen, Sovyetlerde uygulanan Köy Enstitüleri şeklindeki
eğitim sistemi ile Osmanlı devletinde Kürtlere karşı bir dönem uygulanan Aşiret
Mekteplerini bir araya getirip Kürtlerin asimilasyonunu hedeflemiştir. Bu proje
ile devlet zorla kız ve erkek çocukları toplayarak birer askeri kışla
görünümünde olan Yatılı Köy Enstitülerine göndermiştir. Bu okullardan mezun
olanlar öğretmen ve memur olarak köylerine devletin asimilasyon politikasını
yürütmek üzere yerli misyonerler olarak gönderilmişlerdir.
Uygulamaya konulan bu plan ile aynı zamanda Sovyet taklidi
gibi gösterilen Aşiret Mektepleri ile Sovyetlerden yüklü miktarda para ve tarım
aletleri yardımı alınmıştır.
Umumi Müfettişi Abidin Özmen’in hem Sovyetleri kandıran hem
de Kürtlerin asimilasyonu için hazırlanan bu projesine İsmet İnönü’de onay
vermiştir. Ardından Köy Enstitüleri kurulmuş başına da İttihat Terakki üyesi ve
aynı zamanda sabetays olan İsmail Hakkı Tonguç getirilmiştir. Köy Enstitüleri
Türkiye ve Kürdistan’da 21 merkezde açılmıştır.
2. Dünya Savaşının sonlarına doğru 1945 yılında Sovyetler
Birliğinin İsmet İnönü’den Kars, Artvin ve Ardahan’ı ve Boğazlarda askeri üs
istemesi üzerine, yeni Emperyalist güç ABD devreye girerek, Türk devletini
Sovyetlerden uzaklaştırmak için Truman Doktrini ile Türk devletini kendi yanına
çekmeyi başarmıştı. Fakat bunun karşılığında Sovyetlerle her türlü ilişki
kesilecek, Sovyet uygulamaları kaldırılacaktı. ABD, Türkiye’de Sovyet taklidi
olduğunu söylediği “5 yıllık kalkınma planları” ve “Köy
Enstitüleri” gibi uygulamaların kaldırılmasını talep etti. İttihat
Terakkinin Kürdistan’da mantar gibi çoğalmasını sağladığı Köy Enstitüleri, kurulduğu
günden itibaren Türk ırkçılığı temelinde eğitim yapıyordu. 1954 yılına kadar
Köy enstitülerinde, çoğunluğu Kürdistan’da olmak üzere 1308 kız ve 15,943 erkek
toplam 17,341 köy öğretmeni yetiştirildi. Bunların önemli bir kısmı yoğun
asimilasyon sonucu kendi Kürtlüğünü inkar eder duruma getirildi.
27 Mayıs
İttihat Terakkinin tek partili CHP döneminde Şark Islahat
Planı, Takriri Sükun Kanunu ve Mecburi İskan Kanunu gibi önlemler alınarak
1924’ten itibaren Kürdistan’da ordu-şiddet korkusuna dayanan yoğun bir devlet terörü
estirildi. Kürdistan’da 1950’ye kadar devam eden bir mezar sessizliği hakim
oldu. Fırat’ın doğusu-Kürdistan yasak bölge ilan edildi.
1946 yılında kurulan Mahabad Kürt Cumhuriyeti ardından 1961
yılında KDP’nin Baas rejimine karşı başlattığı silahlı eylem kararı gibi birçok
gelişme Kuzey Kürdistan’da Kürt iradesinin yeniden canlanmasına neden oldu.
Fakat Kürtlerin bu uyanışı, Demokrat Partinin iktidarda olduğu 27 Mayıs 1960
tarihinde, Türk ordusunun darbe yapmasına neden oldu. Türk ordusu, Milli Birlik
Komitesi (MBK) adıyla kukla bir hükümet kurarak yönetime el koydular. Türk ordusunun yaptığı bütün darbelerin
söylenmeyen gerekçesinin Kürtler olduğu artık bilinen bir gerçek haline
gelmişti.
DP iktidarı döneminde Kürdistan’da uygulanan
“Türkleştirme” programı 27 Mayıs cuntası ve Milli Birlik Komitesi
tarafından da hızından hiçbir şey kaybettirilmeden devam ettirildi. Kürtçe
isimler ve köy isimlerinin değiştirilmesi kanunla karar altına alındı.
1920’lerin sonunda yapılan “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyası yeniden
güncellendi. Kürtçe konuşana para cezası verilmesi kararlaştırıldı. Kürdistan’a
yayın yapan radyo istasyonlarının açılması, yatılı bölge okullarının kurulması
27 Mayıs iktidarının gündeme getirdiği başlıca uygulamalar oldu.
Bu politikaların temel amacı tek dilli, tek kültürlü, tek kimlikli ve tek
inançlı bir ‘milli Türk devleti’, yani Türklerden oluşan bir ‘ulus-devlet’
kurmaktır.
Darbeci Milli Birlik Komitesi’nin kukla cumhurbaşkanı Cemal
Gürsel başta olmak üzere MBK üyeleri Kürdistan’a giderek, asker zoruyla
meydanlara toplanan halka hitap ederken, “sizler öz ve öz Türksünüz, Kürtlüğü
kabul etmeyin, reddedin! Size Kürt diyenlerin yüzüne tükürün tarzında
açıklamalarda bulunuyorlardı.
MBK iktidarı öncelikli olarak Devlet Planlama Teşkilatı içinde,
uzmanlardan oluşan “Doğu Grubu nu kurdu.
Bu grup, Kürtlerin nasıl asimile edileceğine ilişkin yol ve yöntemleri
araştıracak, bu konulara ilişkin MBK’ya rapor gönderiyordu.
Doğu grubunun ilk raporu yer isimlerinin Türkçeleştirilmesine
yönelik oldu. 1961 yılında çıkarılan 1587 sayılı yasayla, Kürtçe, Rumca ve
Ermenice olan köy, bölge ve insan isimlerinin değiştirilerek yerine Türkçe
isimler verilmesini kararlaştırıldı. Kürdistan’da bulunan nüfus müdürlüklerine
özel komisyonlar gönderilerek, insanların, yerleşim yerlerinin isimlerinin,
“Türk milli kültürüne, ahlak kurallarına, örf ve adetlerine göre
değiştirilmesi sağlanıyordu. Yasada ve buna bağlı çıkarılan yönetmelikte
isimlerin nasıl değiştirileceği, Türkçe adların nasıl konulacağı da karar
altına alınmıştı. Yeni isimlerin konulması da halka bırakılmayacak, isimleri
“devlet” koyacaktı.
Doğu grubunun hazırladığı raporlar, MBK kabinesi tarafından
oy birliği ile kabul edilerek uygulanması için kararname haline getirilmişti.
1961 yılı sonuna doğru Doğu grubunun hazırladığı raporlardan
en önemli olanı İsmet İnönü”nün başkanlığındaki AP-CHP koalisyonuna
gönderilmişti.
Bu raporda şunlar yer alıyordu:
–
Bölgenin,
kendilerini Kürt sananlar lehindeki nüfus strüktürünü Türk lehine çevirmek
için, Karadeniz sahillerindeki fazla nüfusla, memleket dışından gelen Türkleri
bu bölgeye yerleştirmek, bölgedeki kendilerini Kürt sananları bölge dışına
hicrete teşvik ve bu hicreti finanse ederek, memleketin Türk çocuğu bulunan
yerlerine iskân etmek…
–
Türkiye’de kendilerini Kürt sananlar ile İran, Suriye
ve Irak’taki Kürtlerin irtibatını kesme bakımından bölgeyi, kendilerini Kürt
sananların çoğunluğunu dağıtmak üzere, sistemli bir şekilde bölecek iskân
sahalarına ayırmak…
–
Dünya entelektüel muhitine Türkiye’de bir Kürt
meselesinin mevcut olmadığının anlatmak…
–
Bir üniversiteye bağlı derhal bir Türkoloji Enstitüsü
kurularak, kendini Kürt sananların menşelerinin Türk olduğunun ispat olunarak
yayınlanması…
–
Planlanan bölge okulları, köy okulları ve meslek
okullarının faaliyete geçirilmesi… Kız ve erkek misyoner yetiştirilmesi ve
bunun için hususi müessese kurulması… Bölge halkından kabiliyetli ve küçükten
asimile edilen gençlere yüksek tahsil imkanları sağlanması…
–
İslam Ansiklopedisi’ndeki Kürt maddesi tashih edilerek
Kürtlerin dağlı Türkler olduğu yazılması…
–
Kürtlere ırk bakımından Türk siyasal düzeninin en
elverişli, en emin, en çok imkan sağlayan bir düzen olduğunu telkin eden (radyo
vb., araçlarla) yayınlar yapılması…
–
Doğuya atanan memurların 6 seneden fazla aynı görevde
kalmaları önlenmesi…
–
Bölgede feodal değer yargıların devam ettirilmesi.
Aşiretçiliğin ve dinin güçlendirilmesi…
–
Bölgeye ekonomik yatırımlar yapılmayarak, bölgenin
ekonomik kalkınmasının önüne geçmek…bu şekilde iş bulmak için kendiliğinden
batıya göçün hızlandırılması…
27 Mayıs’ın MBK’sı, Türk Tarih Tezi ve Güneş-Dil Teorisi
çerçevesinde başlattığı faaliyetlerini de yoğunlaştırarak Kürtlerin
asimilasyonu devletin öncelikli çalışması haline getirildi. MBK’nın başına
getirilen Cemal Gürsel’in Kürdistan’da uçaklarla dağıttırdığı ve gazetelerde
yayınlattığı tehdit dolu bildirisinde şunları söylüyordu: “Türk-Kürt ikiliği
yoktur, Kürt diye bir varlık tanımayız. Kürt lafını vaktiyle icad eden
Ermenilerdir. Kürt lakabını taşıyan Türklerin geçmişi. Kürt lakabını taşıyan
Türkler, Ermeniler’i nasıl mağlup Ettiler. Doğulu gençler okuyup Atatürk
ilkelerini kavrayınca doğu illeri cennete dönecektir…Sen Kürt değil Türksün.
Eğer hala Kürt’üm demekte ısrar edersen kan gölü içinde boğarız. Bu ölüm kokan sözler, on binlerce Kürt’ün
öldürüldüğü katliamlar, Türk devletinin hala medet umduğu çözüm yollarıydı.
Türk devleti, Kürtleri asimile etmek için devletin bütün
imkanlarını seferber ediyordu. Bu
politikalardan biri de 1960’lı yılların sonlarında Amed, Van, Erzurum, Kars,
Malatya ve Antep’te TRT’nin güçlü vericilere sahip radyo istasyonlarının
kurulması oldu. Artık devlet Kürdistan’a
duyurduğu sesiyle “Türkçe konuş, Türkçe dinle! diyordu. Ve başka da bir
seçenek bırakılmıyordu.
Irkçı Türk devletinin 359 No’lu TRT yasasına göre de, TRT’nin
yayın ilkelerinden biri “Türk milliyetçiliğinin hizmetinde olmak bulunuyordu.
Kürdistan’da devlete ait radyo istasyonlarının kurulmasının
bir başka nedeni de Kürtlük bilincini canlı tuttuğu iddiasıyla Erivan’dan
Kürtçe yayın yapan ‘Erivan Radyosu’nun yayınlarını engellemek amacı taşıyordu. Bu
yayınları teknik olarak engellemenin yanında, dinleyenlere karşı her türlü
baskı, işkence de uygulanıyordu.
MBK’nin asimilasyon
politikaları bunlarla sınırlı değildi. İttihat Terakkinin 1924 yıllarında
Kürdistan için çıkardığı Şark Islahat Planında yer alan yatılı okullar yani
Türkleştirme kampları MBK’nin gündemindeydi.
Çıkartılan bir kararname ile Kürdistan’da yatılı bölge okulların
açılmasına karar verildi. 222 sayılı ilköğretim ve eğitim kanunun 6 ve 9
maddelerinde değişikliğe gidilerek asimilasyon politikasına göre güncellendi.
Bu maddelerde şöyle deniliyordu: “Doğu ve Güneydoğu illerimizin mahrumiyet
bölgelerinde kurulmakta olan Yatılı Bölge İlkokulları, okulsuz köy çocuklarını
okula kavuşturmak, Türk dilini ve kültürünü yayma faaliyetine yardımcı olmak amacı
ile geçirilen ilköğretim kurumlarıdır.
1970’li yıllara gelindiğinde yatılı bölge okullarının
sayısı70’e ulaşmıştı. Bunların 60 tanesi Kürdistan’da bulunurken geriye kalan
10 tanesi de Karadeniz’de Laz halkını Türkleştirmek için açılmıştı.
27 Mayıs Darbecilerinin Nazi Toplama Kampı
MBK, Doğu ve Güney Kürdistan’da yükselen Kürt Ulusal Hareketlerinin
Kuzey Kürdistan’ı da etkisi altına almasından korkuluyordu. Güney Kürdistan’da
Molla Mustafa Barzani önderliğinde yürütülen mücadeleye Kuzey Kürdistan’ın
sınır kesimlerinden destek verilmekteydi. Bu durum karşısında darbeci
generaller, “Türkiye’nin bütünüyle yalnız Türklerin vatanıdır. Başka gayeler
taşıyan birkaç kişiye zorla da olsa benimsetilecektir açıklamalarıyla Kürt
halkını tehdit etmekteydiler.
Askeri darbeden dört gün sonra Kürdistan genelinde
tutuklanan yaklaşık 485 kişi Sivas Kabakyazı’da bulunan 5. Er Eğitim Tugayı’nda
askerî garnizon içinde oluşturulan kampa dokuz ay kapatıldılar. Darbecilerin kukla Cumhurbaşkanı olarak
yaptıkları Celal Bayar “Kürtlerden bin tanesini Taksim Meydanı’nda
sallandıralım ki diğerlerine ibret-i âlem olsun” perspektifini alan kukla
hükümetinin İçişleri Bakanı Muharrem İhsan Kızıloğlu Babam Şarkın cellâdıydı,
ben de sizin cellâdınız olacağım” diyerek Nazi kampı ve sürgün fikrini MBK
gündemine getirerek uygulanmasını sağlamıştır.
1963’te Kuzey Kürdistan’dan MİT tarafından tehlikeli
görülerek isimleri belirlenen 55 kişi,
MBK emriyle Türkiye’nin batı illerine sürgün edilmesi kararlaştırıldı. Bu konuda MBK tarafından yayınlanan bildiri
de şunlar deniliyordu: “Şarkta, ağa, bey, şeyh
denilen 35-40 kadar köye sahip kişiler, derebeylikler hâlâ mevcuttur.
Bölgelerinde Türk harfleri ile tedrisata muhaliftirler. Köylüyü her surette
baskı altında tutarlar. Köylülerimiz Türklüklerini müdriktirler. Kürtlük
propagandası sırf derebeyliklerinin devam edebilmesi için şeyh ve beyler tarafından
halka yayılmaktadır. Bu bildirinin yayınlandığı 7 Ekimz1960
tarihinde, yürürlükteki 2510 Sayılı İskân Kanunu’na ek olarak çıkarılan
“Sosyal birtakım reformları yapabilmek, ortaçağın Türkiye’de yaşayan
düzenini yıkmak, ağalık ve şeyhlik gibi müesseseleri yıkmak” gayesi ile
çıkarılan 105 Sayılı Kanun’la 55 kişi Antalya, İzmir, Burdur, Muğla, Afyon,
Isparta, Manisa, Çorum ve Denizli’de zorunlu ikamete tabi tutuldular.
27 Mayıs darbecilerin Sivas kampı olarak oluşturdukları Nazi
toplama kampına alınanlardan bazıları devlet tarafından teslim alınarak
devşirilmiştir. Bu kişiler üzerinden devlet inkar ve asimilasyonu
geliştirilmiştir. Teslim alınan-devşirilenlerin çocukları ve torunları da daha
sonra devletin-kurulan hükümetlerin destekçileri haline getirildikleri gibi
devlet ve hükümet içerisinde önemli mevkilere getirilmişlerdir. Bunlar
üzerinden inkar ve asimilasyon politikası sürekli hale getirilmeye
çalışılmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır:
AKP Adana Milletvekili olan Dengir Mir Mehmet Fırat’ın
dedesi Zeynel Turan, Cem Vakfı Başkanı İzzetin Doğan’ın babası Hasan Hüseyin
Doğan, Sedat Bucak’ın babası Hakkı Bucak, HAKPAR eski Genel Başkanı Sertaç
Bucak’ın babası ve Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi kurucu başkanı Faik Bucak
ve diğer Bucak’lar, Bayburt’tan Demokrat Parti Yöneticisi olan Baki Tuğ’un
babası Necati Tuğ, Mardin’den Zeynel Abidin Erdem’in amcası Bahattin Erdem ve
avukat M.Necati Kerimoğlu, Ağrı Tutak’tan Kazım Yıldırım, Malatya’dan Sait
Çekmegil, Van CHP Milletvekili Tevfik Doğuışıker, Amed’den Ensarioğullar’ı, Mehmet Kayalar, Elazığ’dan
Septioğulları, Bozo Kemal lakaplı Kemal Yıldırım, Cemil Küfrevi, Batman’dan
Sait Ramanlı, Kubbettin Septioğlu, Zeynel Abidin İnan, Mustafa Işık, Rıfat
Ökten, Turhan Bilgin ve daha birçok tanınmış kişiler bulunmaktaydı.
Sakıncalı kişiler olarak tespit edilen 485 kişi ile olası
bir Kürt muhalefeti sindirilmeye çalışılıyordu.
Sivas-Nazi kampına getirilenlerin hepsinin menkul ve gayrimenkul
mallarına el konulmuştu
12 Eylül Darbesi ile
“Uygarlaştırılan Toplum
27 Mayıs 1960 ve 12 Mart 1971 Askeri darbelerinin devamı
olan12 Eylül Askeri darbesinde de devletin Kürtlere yönelik inkâra dayalı
geleneksel politikası devam etti. Devletin geleneksel inkar ve katliamlara
dayalı Kürt politikası,12 Eylül darbesiyle daha kaba ve yontulmamış
enstrümanlarla sürdürüldü. Kürtlere dair kardan ‘kırt-kürt’ teorileri
üretilerek Kürtlerin “Dağ Türkleri” olduğu ispat edilmeye çalışıldı.
Kürtçe, cahillerin ve köylülerin dili olarak tanıtıldı.
Halkı Kürtçe’den soğuttular. İnsanların Kürtçe’ye psikolojik bakış açısını
etkilediler. Kürt halkı, Kürt kültürü her türlü yöntemlerle asimile edilmeye
çalışıldı. Anayasa’da geçen Türkiye’ye vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes
Türk’tür tekçi ve ırkçı söyleminin yanında ‘Vatandaş Türkçe konuş’ gibi
kampanyalar varolan inkârı ve asimilasyonları derinleştirdi.
Kürtlere yönelik kitlesel tutuklamalar ve yargılanmalar
yapıldı. Kürt yurtseverleri açıkça katledildi. Darbe yönetiminin Kürt halkına
yönelik kirli politikaları bunlarla da sınırlı kalmadı. Amed başta olmak üzere
Erzurum, Elazığ gibi bir çok ilde işlev görmeye başlayan askeri cezaevleri
açıldı. Amed zindanlarında yaşanan ağır işkenceler 12 Eylül faşizminin Kürt
halkını yok etme hedefini apaçık sergilemekteydi.
“İşkencenin adı ve merkezi olarak anılan “Diyarbakır 5
No’lu Askeri Cezaevi” bu cezaevlerinin başında geliyor. Bu cezaevi
cezaevinden çok, muameleleri ile Hitlerin Nazi kamplarını andırıyordu veya aratıyordu…
24.5.1993 tarihli Fransız Le Monde gazetesi, bu gerçeği satırlarına şu şekilde
taşımıştır: 5 Nolu Diyarbakır Askeri Cezaevi: “Türk zindanları ve sorgu
salonlarında tutuklulara yönelik, dünyada tüm zamanların rekorunu kıracak
kadar, sayısız saldırılarla ad yapmıştır, Diyarbakır Cezaevi.”
Bu darbeyle Kürtlerin hedef tahtasına oturtulduğunu, bu
cezaevinin duvarında asılı olan bir tabela üzerinde “Uygarlaşmamış
uluslar, uygar uluslar tarafından ayaklar altına alınmaya mahkumdurlar”
sözünden dahi anlayabiliyoruz. Buna göre -sözüm ona- uygarlaşmamış Kürt
toplumunu, ayaklar altına alma ve ıslah etme yolu da 5 No’lu Askeri
Cezaevleri’nden geçiyordu… Aradan uzun bir zaman geçmesine rağmen bu zindanı
görenler, yaşadıklarını bugün dahi unutamamışlardır.
Aradan 25 yıl geçtiği
halde insanın ruhunu karabasan altında tutan Amed askeri cezaevine değindikten
sonra 12 Eylül döneminde kabul edilen sıkıyönetimin de en son Kürdistan
illerinde kaldırıldığını bilmekte fayda var. Sıkıyönetim 19 Mart 1986’da
Bingöl, Elazığ, Tunceli ve Şanlıurfa’da, 19 Mart 1987’de Van’da, Mardin, Siirt
ve Diyarbakır’da ise ancak 19 Temmuz 1987 yılında kaldırıldı.
Yasin Kılıçkaya
Navenda Lêkolînên Stratejîk a Kurdistanê
www.navendalekolin.com www.lekolin.org -www.lekolin.net – www.lekolin.info
Asimilasyon
yalnız dil alanında değil, iktidarın şekillendirdiği tüm toplumsal kurumlarda
uygulanır. Hakim ulus veya dinin, grubun kurumsal gerçekliğine uyarlanma her
düzeyde yaşanır. Siyasal, sosyal, ekonomik, hatta zihniyet alanı resmen tanınıp
hukukça korundukça, diğer azınlık ve yenilmişlerin eş kurumları kendilerini
hakim kurumlara göre zoraki veya gönüllü asimilasyona uğratarak, resmiyetinin
içinde yer alırlar. Baskı ve ekonomik, siyasi çıkar ne kadar devreye girerse,
erime o denli rol oynar.Tüm uygarlık tarihinde kültür
unsurlarını bağlamak meşruiyetleri açısından vazgeçilmezdir. Ekonomik ve
iktidar erki erkenden bu hususu fark edip tedbir almaktan asla gecikmezler.
Kültürün iktidarca asimilasyonu hiyerarşilerin kuruluş dönemlerine kadar gider.
Esas yönetim araçlarıdır. Kültürel hegemonya olmazsa, ekonomik ve iktidar
tekelleri yönetemezler. Zora ve sömürüye dayalı sistemler zorla olsa olsa kısa
süreli talanlarla varlıklarını ayakta tutabilirler ki, talan edilecek bir şey
kalmayınca ya birbirlerine girerler ya da yıkılıp dağılırlar.Ulus-devlet,
tüm tekellerin ortak paydası olarak, toplumsal maddi kültürün gaspı, fethetme
ve sömürgeleştirilmesi üzerine kurulmakla yetinmez manevi kültürün
asimilasyonunda da belirleyici rol oynar. Ulusal kültür adı altında çoğunlukla
hâkim bir etnisite veya dini cemaatin kültür normlarını resmileştirip, geriye
kalan tüm kültürel varlıklara karşı savaş açar. “Ulusal bütünlüğe zararlıdır
deyip, binlerce yıldan beri varlığını koruyan ne kadar din, etnisite, kavim ve
ulus dil ve kültürü varsa, ya zorla ya da maddi teşviklerle hepsinin sonunu
hazırlar. Tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar dil, din, mezhep, etnik
kabile ve aşiretlerle kavim ve uluslar bu politikanın, daha doğrusu soykırımın
kurbanı olmuşlardır. Maddi soykırımlar (fiziki imha) manevi soykırımların
yanında devede kulak bile değildir. Binlerce yıldan beri süzülüp gelen dil ve
kültür değerleri grupları ile birlikte ‘ulusal birlik’ çılgınlığı altında
kutsal bir eylemmiş gibi kurban edilirler. Kızılderili Soykırımından Kürt
Soykırımına