21 Aralık 2009 Pazartesi Saat 20:39
0
21
TR
:” ”
:””
” “,” ”
İnsanların kavramlarla, sosyal olgu ve gerçekliklerin tümü
ile yaptıklarına bakınca 2002 baharında Ramalallah’daki Filistinli kadının
kuşatma altında söylediklerine her gün biraz daha itibar etmek gerekliliği
kendini bir kez daha ortaya koymaktadır: ” Bu insanlığın bir parçası
olmaktan utanıyorum”* (F. BAŞKAYA)
Peki bu hangi insanlık? Ya da insan olarak elimizde kalan nedir? Şu açık
bir gerçekliktir ki tarihin hiçbir döneminde insanoğlu zihinsel manipülasyon
anlamında bu denli dumura uğratılmamış, bu denli kötürümleştirilmemiştir.
Toplumların bölünmüşlüğü, sınıflar arası uçurum ve dengesizlik hiçbir dönemde
bugün ulaştığı seviyeye ulaşamamış, aynı düzlemde olmak üzere bu uçurum ve
dengesizlik durumu hiçbir dönemde bugünkü seviyede bilinçlerde silikleştirilip
gizlenememiştir.
Dünya yeni yüzyıla neo liberal politikaların
şekillendiriciliği ve arzı ile küreselleşme şarkıları söyleyerek giriyor.
Küresel köy, yoksulluğun sonu, sermayenin ve pazarın düzenleyiciliği (!) ve tüm
bu olumlamaların insanlığa yapacağı iyiliklerden bahsediliyor. Olguların bu
hızlı gelişimine ayak uydurmakta zorlananlar, gerçekliğin bu biçimine muhalefet
edenler ya da onun kendi içinde tutarlı maniplesini tahlile yanaşanlar için tehditler
savruluyor. Margaret Thatcher’in “başka yol yok (BYY) söylemi, küresel tren,
son tren gibi akıl almaz tanımlamalara gidiliyor. Daha da trajik olanı ise
tarihin sonu teraneleri ile (post-modernizm) güçlendirilmeye çalışılan bu
ideolojik safsatalarla 17. yy. modernizminin de gerisine düşülmekte tereddüt
edilmiyor.
Yeni anlayış insanı bir özne, bir irade olmaktan çıkarıyor.
Ve olguların insanın bilinçli eyleminin dışında geliştiği bir dünya
gerçekliğinde irade ve müdahale kavramlarının bilim dışılığına vurgu yapan
savları ortaya sürüyor. Köleciliğin meşru temelini sağlayan mitolojik
yaklaşımlardan tutalım da hiçbir dini ve ideolojik inanç sisteminin insana ve
bir bütün olarak insanlık kavramına bu kadar aciz ve adi yaklaştığı
görülmemişken, herhangi bir utanç belirtisi gösterilmeden büyük bir gururla bu
ve benzeri yaklaşımlar rasyonel akıl ve bilimsellik adı altında pazarlanmaktan
geri kalınmıyor. Üstelik sözde bilimsel bilginin üretildiği yegâne yerler olan
üniversite kürsülerinden ve ödüllü hocalarının ağzından. Elbette her sözün
reklamı oranında tabiri caizse pazarlama payı kadar muteber olduğu günümüz
koşullarında, dün sermaye ile ilişkisinden bahsettiğimiz bugün ise sermayeden
bir başkası olmadığını görmekte pek de aciz olamayacağımız medyaya büyük sorumluluklar
düşmektedir. Ve kanımızca sistemi yeniden üreten kurumlar açısından ele
alındığında görev ve sorumluluk bilincini bu anlamı ile en iyi derecede
taşıyanlar içerisinde medya genel tanımı içinde ele alabileceğimiz kurumların
da olduğu aşikârdır.
F. Kafka’nın “Dava sında olduğu gibi dava bir kere
başlamıştır. Ve hiçbir güç bu durumu kendi iradesi oranında etkilemeyi
başaramayacaktır. Bizzat davayı açanlar da dahil olmak üzere. Bıçak kalbi
delmelidir ve bunun adı bir kez konmuştur: “Adalet”
Ramalallah’lı kadın bağırıyor: “Bu insanlığın bir
parçası olmaktan utanıyorum “
Kavramlara anlamlarını yükleyen onların zaman ve mekân ile
kurdukları ilişki biçimleridir. Yaşamın idame ettirilmesi gerçekliği ilk veri
olarak alındığında zaman içerisindeki tüm çeşitlemeler ve dönüşüm, biçime
ilişkin olmaktan çok öze ilişkin olmaktadır. Dolayısıyla tarihsel süreç
içerisinde biçimlenmiş her kavram-olgu anlamını bu ilk verinin
pratikleştirilmesinden alacaktır. Böylesi bir anlatımdan çıkarılabilecek tek
sonuç ise kavramların tarihsel süreçlerde birden ortaya çıkmadığı, zaten
varolduğu ve uygun zaman-mekân koşullarında kendilerine yaşam alanı
açtıklarıdır. “Bir anlamda hiçbir perspektif bütünüyle hiçbir zaman yeni
olamaz. Birileri benzer bir şeyi genellikle on yıllar ya da yüz yıllar
öncesinde de söylemiştir. Dolayısı ile bir perspektifin yeni olduğunu söylerken
bu yalnızca şu anlama gelebilir: dünya ilk kez bu perspektifin içinde
barındırdığı düşünceleri ciddiye almaya hazırdır ya da düşünceler onları daha
fazla insan için daha makul ve erişilebilir kılan bir şekilde yeniden
ambalajlanmıştır” (İmmanuel WALLERSTEIN) Son yıllarda adından çokça söz
ettiren “küreselleşme” kavramı da bu süreçler bütününden bağımsız
olmamaktadır.
Bugün karşımıza çıkan önemli çarpıklıklardan biri de
kavramı-olguyu bugüne has gösterme çabalarının bir sonucu ya da en iyi niyetli
sığlığın bir biçimi olarak kavram-olgunun kökenine, bilişim teknolojisindeki
hızlı değişimleri ve buna dayalı olarak gelişen enformasyon devrimini koyma
girişimleridir. Elbette kavram-olgunun bugün kazandığı biçim bu teknolojik
gelişmelerden bağımsız ele alınamaz ama olguyu yalnız bu gelişmelerin bir
sonucu olarak görmek başta da belirttiğimiz üzere manipülasyon amacı
taşımıyorsa bile olguyu oldukça yanlış anlamakla eşdeğer tutulabilir.
Küreselleşme ile Ulus
Devlet Çelişmesi mi?
Küreselleşme yazının icadından bu yana insanlık havsalasında
yer bulmuş bir kavram-olgudur.
“Küreselleşme yeni bir olgu değildir. Bu yüzyılın başında bilimsel
terminolojiye giren emperyalizmin kendisidir. (Boratav, 1997:25) Kapitalizmin
ekonomik boyutları ele alındığında, küreselleşmeyle benzerlikleri görülecektir.
(Korten, 1999:7) Küreselleşme, yeni dünya düzeni, post modernizm, yenileşme ve
neo liberalizmi birbirinden ayrı düşünmemek gerekir. Çünkü söz konusu anlayış
ve söylemler kapitalizm ile bağlantılıdırlar ve ancak kapitalizm bağlamında
açıklanabilirler. Buna göre küreselleşme kapitalizmin günümüzdeki boyutu ve
görünümünü ifade etmektedir. (Kızılçelik, 2001:15)” Küreselleşme
Asurbanipal’dan İskender’e Pers’lerden Büyük Kartaca imparatorluğuna kadar bir
çok uygarlığın doğrudan hedeflediği bir amaç olagelmiştir. Teknik anlamda
İsrailoğullarını bir yana bırakırsak hemen tüm dinler ve ideolojiler de tarih
içerisinde kendileri hakkında tüm sınırlardan bağımsız küresel tasavvurlar
yürütmüşlerdir. Erken kapitalizm döneminin ulus devletçiğine kadar olan tüm
tarihsel süreçlerde ve hatta bu dönemin doğrudan kendisinde de ( 1. ve 2.
paylaşım savaşları) bu eğilim varlığını
hep güçlü bir şekilde hissettirmiştir. Dolayısıyla günümüzde yürütülen
tartışmalara, yeni bir süreç yeni bir çağ vb. ifadelerden oldukça arınarak
katılmak ve gerekirse bir taraf olabilmek, dönemsel değişimleri tarihsel süreçler bütünü
içerisinde anlamlandırmak önemli olmaktadır.
Bugün, bilinçli bir biçimde tartışma, kendi tarihsel
kökenlerinden uzaklaştırılarak, ulus devlet ve globalizm olgularının arasında
çelişik ve dar bir alanda tanımlanmaktadır. Ulus-devletin doğrudan hedef
seçilmesine paralel olarak siyasal ve toplumsal düzeyde ulus-devletin işlevini
tamamlayıp tamamlamadığı, mevcut rollerinin miadını doldurup doldurmadığı
türünden sığ ve sübjektif yaklaşımlar kendilerine yer bulabilmektedir. Elbette bu türden bir
kutuplaşmada amaç küreselleşme kavramını dar bir ulusçuluk üzerinden
değerlendirmeye açabilmek, kavramın kendi içerisinde barındırdığı çelişkileri
bu alanda yürütülen tartışmalarda maskeleyebilmektir.” Ulus-devlet
olgusunun meşruiyet kaybını dünya düzeyinde büyük dönüşümler sonucu ortaya
çıkan bunalımlara ve dolayısıyla küreselleşmeye bağlamak, küreselleşmenin
tanımı gereği zorunludur. Çünkü küreselleşme, doğrudan ekonomik güçler
hâkimiyetinin, uluslar üstü sermaye gücünün bunalımdan çıkmak için toplumsal,
siyasal, kültürel ve teknolojik alanlara yeni anlamlar katma, dünyayı tek bir
Pazar haline dönüştürme çabalarıyla ilintilidir. Bunalımdan çıkmak için
öncelikle dünyanın yaşamaya başladığı dönüşümü kavrayabilmek gerekiyordu. Bunu
için değişik senaryolar geliştirilmeye başlandı. Ortaya konulan senaryolar,
yaşanan bu dönüşümün dört farklı yönüne
işaret etmektedir. Bunlardan
birincisi sanayi
toplumundan bilgi toplumuna, ikincisi Fordist üretim biçiminden
esnek üretim biçimine, üçüncüsü moderniteden postmoderniteye, dördüncüsü ise
ulusal devletler düzeyinden küreselleşmiş bir dünyaya geçiş üzerine
yoğunlaşmaktadır (Cangızbay, 1998:119).” Öyle bir hava yaratılmıştır ki
küreselleşme olgusunun mevcut çelişkilerinin ve ekolojik, sosyo-ekonomik tahribatlarının karşısında
durmak dar ulusal milliyetçiliğin bayraktarlığını yapmakla özdeşleşebilmiştir.
” ulus-devlet işlevini tamamlayıp sona erdi mi, yoksa halen oynayacağı
hayati bir rol var mı?”(Jameson, 2000:39)
Oysa ulus-devlete karşı görünürde yürütülen bu tartışma,
ulus devletin doğrudan hedef alınmasından oldukça farklı bir duruma işaret
etmektedir. Ulus devlet sürecinin yürütücüleri tarafından dışlanmış bir olgu
değildir. Aksine oldukça güçlenmiş ve merkezileşmiş bir yapıya büründürüldüğü
aşikârdır. Ulus devletin sonu teraneleri pazarın her türden koruma duvarından
ve denetiminden uzak tutulması gereken üçüncü dünya ülkeleri gibi alanlar için
geçerli olmaktadır. Kaldı ki bu alanlar için bile kendi kendini düzenlediğine
kayıtsız inanılan serbest pazarın da düzene sokulabilmesi gerekliliği belirli
bir güç ihtiyacını dayatmaktadır. Bu durumda ulus-devletin bir bütün olarak
gözden çıkarılmadığını söyleyebiliriz. Aksine bu mekanizma kriz halindeki dünya
kapitalist sistemi tarafından düzene sokuluyor. Bu düzen sermayenin küresel
hareketini kolaylaştıran mekanizmalar bütününü devreye sokarken bu
hareketlenmeyi kısıtlayan gelişmeleri de budamakla kendi inisiyatifini bölge
halkları ve devletlerine yediriyor. Bu anlamıyla küreselleşme, kapitalizme
içkin emperyalizm kavramının doğanın ve dünyanın değişimine müteakip geçirdiği
zorunlu değişimin özsel olmayan (biçimsel) ve kullanım itibari ile mistifike
adı olmaktadır.
Kapitalist Uygarlığın
Gelgitleri ve Son Saldırısı
Kavram kapitalist uygarlığın gelgitlerinin son biçimine denk
düşmektedir. Buna göre merkantilist ilişkilerin ve burjuva uygarlığının
filizlendiği çağda ilk saldırı İspanyol
kâşiflerin kolonileştirme sürecine denk düşen Amerika kıtasını sözde
uygarlaştırma Hıristiyanlaştırma (!) adı altında kıtanın insan gücü ve
kaynaklarının yağmalanmasıdır. Daha sonra kapitalist filizin en nihayetinde bu
alanlardan yağmalanan kaynakların anavatana taşınması sonucu nitelikçe
sıçrayarak hakim üretim tarzı haline evrimleşme sürecinde saldırı ve ittifaklar
aracılığı ile daha sinsi bir yola başvurması. Monarşi ile ittifak içinde
kiliseye karşı cephe alması, halk ile birlikte monarşiye karşı ittifak (en
bariz örneği Fransız İhtilali olmaktadır.) ve son noktada iyiden iyiye
palazlanan burjuvazinin emekçilere ve halklara doğrudan saldırısı. 1. Dünya
Savaşı sonrası reel sosyalist hamle, 1929 “yapısal krizi ve ilk iki durumun
objektif sonucu ezilen sömürge halklarının kurtuluş mücadeleleri vahşi
kapitalizm içinde bir geri çekilme dönemini çağırır. Bu süreç 1945 ile 1975
yılları arasındaki yaklaşık 30 senelik süreci kapsar. Keynesçi ekonomi politik
anlayışının iktidar kazanması sonucu bu süreç kuzey ülkelerinde refah devleti
ve sosyal devlet kavramlaştırmaları ile kendini var ederken üçüncü dünya
ülkelerindeki karşılığı ise ulusal kalkınmacı devlet modeli olmaktadır. Elbette
sürece adını veren ABD hegemonik gücünün çevreleme liberalizm anlayışıdır ki
bir soğuk savaş yaratımıdır. Fakat 1975 yapısal krizi, Sovyet sisteminin güç
kaybetmesi bu modele olan genel güven ve inancı ortadan kaldırır. Sonuç
80’lerin başındaki küresel süpürme ya
da küresel saldırı olmaktadır. İşte bu son saldırı biçiminin enformasyon ve
telekomünikasyon alanında yaşanan gelişmelerle girdiği mutasyonun genel adı
küreselleşme olarak lanse edilmektedir.
Bu saldırı temel
olarak şu ilkeler altında şekillenir:
– Mont Palern
topluluğu olarak da bilinen grubun 1940’lı
yıllarda ortaya atmış olduğu neo liberal tezlerin koşulsuz kabulü.
– Bu bağlamda
sosyal devlet anlayışına yoğun bir saldırı politikası izlenmesi. Daha dün
devlet müdahalesi kutsanırken ve Keynesçi iktisatçılar Nobel ödüllerine
boğulurken bugün anti devletçilik esasına uygun kendi kendini düzenleyen Pazar
efsanesinin baş tacı edilmesi ve Nobel ödüllerinin bu şarlatan iktisatçılara
hibesi. Üçüncü dünyada hakim olan kalkınmacı popülist söylemin terk ettirilmesi
ve bu ülkelerin tekrar sömürüye yedeklenmesi, kompradorlaştırılması (24 Ocak
kararları ile Türkiye’de olduğu gibi).
– İçeride işçi
örgütleri ve sendikaların etkinliğinin sınırlandırılma çabaları.
– Margaret Thatcher’in BYY ilkesini halklar adına yedirmek. Bunun
için post-modernizm denilen ve modernizm sonrasına vurgu yapılan ideolojinin
daha da geliştirilerek medya kanalları ile pazara sürülmesi.
Bu saldırıların üçüncü dünyadaki karşılığı olan yeniden
kompradorlaşma aşaması için dayatılanları kaba hattıyla belirlersek:
– Para arzı
kısılmalı ve faiz oranları yükselmeli.
– Vergiler
arttırılarak vergi tabanını genişletme (elbette bu dış borçların faizleri için
olmazsa olmaz bir koşuldur.)
– Hızlı bir özelleştirme
hamlesi deregulasyon politikalarının kabulü
– İthal ikameci
politikaların belirlenmesi ile bağımlılık düzeyinin arttırılması.
İşte küreselleşme kavramının en genel ve kaba biçiminde
ifadelendirilmesi bu olmaktadır.
Küresel stratejinin temelde dayandığı bu ayaklar hem Ortadoğu alanındaki tarihsel durumu hem
de üçüncü dünya ülkeleri genel başlığı altında dünyanın geri kalanındaki durumu
anlamlandırmada oldukça önemli olmaktadır. Kendi küreselleşme tanımımızı kaba
hatları ile haritalandırmak ve bu genel çıkarım üzerinden küreselleşme
stratejilerine yaklaşmak bir bütün olarak Ortadoğu stratejilerine yaklaşımdan
soyutlanamaz düzeydedir. “Oysa
kapitalizm altında ilerleyen, küreselleşme bazı burjuva ideologları ve onların
kuyruğundan sürüklenen kimi dönek sosyalistler tarafından kapitalizmin yeni bir
dönemi, savaşların sona ereceği bir barış çağı olarak tanıtıldı. Unutulmasın,
vaktiyle Marksist geçinen bazı düşünürler de kapitalizmin kolonyalizmden
emperyalizme sıçramasını, savaşçı yayılmacılık dönemini kapatacak barışçı bir
kapitalist evreye yükseliş diye yorumlamışlardı. Bir zamanlar Marksizm’in
papası geçinen Kautsky, bu ultra-emperyalizm teorisiyle epeyce kafa
karıştırmıştı. Bu gibi teorilerin asıl dikkat çekici yönü, dünyanın tam da
emperyalist güçler tarafından yakılıp yıkıldığı ve kapitalist sistemin krizden
krize sürüklendiği bir tarihsel kesitte barışçı bir dünya tablosu çizmeleridir.
Nitekim Lenin, Kautsky’nin ultra-emperyalizm teorisini eleştirirken bu son
derece önemli hususa işaret etmiştir.” (Çağlı E.)
Bugün kavramı yeni bir demokrasi hamlesi olarak tanımlayan
işbirlikçi yerel güçlerin safları ile bizlerin durduğu yeri ayrıştırması
açısından yazının bu kısmında kavram olgu üzerinde yaptığımız kısa tartışmayı
mazur görebileceğinizi umuyoruz.
İçerisinden geçtiğimiz süreçlerde dünyanın geldiği son
aşamaya dahil olarak, gerek Ortadoğu alanı gerekse de bununla paralel olarak
Türkiye’de geniş halk yığınları üzerinde sistematik bir saldırı ve sindirme
politikası uygulanmaya başlanmıştır. Dünyanın küresel güçlerinin
operasyonlarının devamı olarak görebileceğimiz bu saldırılarında temel hedef
küresel hegemonyanın oluşum ve yayılım süreçlerini tüm hatları ile bölgesel
dengeler üzerine yedirebilmektir. Burada bir veya birkaç bölge halkının köleleştirilmesi yahut aynı
derecede özgürleştirilmesi sorunundan çok anlamlandırılması gereken nokta bir
bütün olarak dünya halklarının tamamının köleleştirilmesi amaç, süreç ve
stratejilerinin hayata geçirilmesi olgusudur. Mevcut sürecin bölge halkları
üzerindeki olumlu veya olumsuz yansımalarının tamamı ise bu ana stratejik
hedefin taktiksel sonuçlarının bir ürününden başka bir şey değildir.
İkiz kulelere yapılan saldırı ve ardından gelişen Afganistan
ve Irak müdahalelerinin öngördüğü bu süreç bilinçlerimize “küreselleşme
kavramını oturtmaya başlamışken aynı düzeyde bir yeni kavram da ilki ile
bağıntılı biçimde bilinçlerimizde, daha önce olduğundan çok farklı bir biçimde
yerini almaya başlamıştır: “Hegemonya . Sınırların ve sınırlılıkların dünyasında
öngörülen en temel egemenlik kavrayışı sınırlar üzerindeki parçalı alanları
kapsarken, kaçınılmaz bir şekilde işleyen küreselleşme olgusu bu egemenlik
kavrayışını anlamsızlaştırmıştır. Artık egemenlik, küresel alanın tümü üzerinde
kurgulanması gereken bir kavram olan küresel egemenlik olarak, hegemonya
anlamına ulaşmıştır. Ve oyunun yeni sahası uzaklarda bir yerler değil, onlarla
birlikte evimizin içi ve arka bahçemize kadar genişleyebilmiştir.
Şimdilerde her hegemonya mücadelesi
kendi doğası içinde küresel bir hal alırken buna cevap olma kaygısı içinde
bulunan her hareket ve kalkışma da aynı düzeyde küreselleşme zorunluluğu ile
karşı karşıya bulunmaktadır. Bu yerelciliğin ve ona bağlı olarak gelişen
alternatiflerinin sonu anlamına gelmektedir. Yeni ya da öngörülen dünyada eski
dünyanın sınırlarının sınırlılıklarına meydan okuma niteliğindeki bir kavram
olarak enternasyonalizm kavramı
aşılmıştır. Dışarıdaki ile
dayanışma anlamında bir kavrayış, kavram düzeyinde dışarıda ve içeride
ayrımının olmadığı bir dünyada anlamını yitirecektir. İçerideki bir dayanışma
ise aynı düzeyde tüm dünya halklarını kucaklayacaktır. En tam formülasyonunu
“küresel emperyalizme karşı küresel demokrasi sloganı altında yapabileceğimiz
bu süreç tam da bu anlamda karşılanır ve çözümlenirse başarı kaçınılmaz
olacaktır. Kaldı ki (hegemonya anlamında) küreselleşme karşıtlarının dünyanın
çeşitli yerlerinde yaptıkları ırk, din, dil farkı gözetmeksizin geliştirilen
ortak eylemlilikler böylesi bir
mücadele çağının ilk sinyallerini vermektedir.
ABD – Çin Geriliminin
Ortadoğu’ya Etkisi
Mevcut durum karşısında Hegemonyanın küresel güçleri ise
kendi öngörülenlerine ulaşma yolunda attıkları adımları Ortadoğu coğrafyası
içerisinde somutlaştırmışlardır. Ortadoğu gerek coğrafi gerekse de tarihi
anlamında küresel hegemonyanın zaferi açısından olmazsa olmaz bir alan
konumundadır. Özellikle Çin ve ABD arasında yaşanan gerilim, bölgenin kaderini
doğrudan etkileyecektir. Sanılanın aksine Ortadoğu stratejilerine kaynaklık
eden küresel stratejiler, kendilerini Çin ve ABD genel çelişkisi üzerinden
konumlandırmaktadır. ABD’nin geçtiğimiz aylarda Çin’i bir tehlike olarak
ifadelendirdiği güvenlik raporundaki sert ifadeler Çin Halk Cumhuriyetince
tepki ile karşılanmıştı. Oysa rapor ABD ve müttefikleri açısından oldukça haklı
nedenlere dayanmaktaydı. Çok büyük bir nüfus potansiyeline sahip olan Çin Halk
Cumhuriyeti devlet kapitalizminin belirli düzeylerde başarılı bir uygulanması ile
kendi içinde ciddi bir büyüme kaydederek, 1995 yılından itibaren dünya küresel
piyasasına dev bir üretici güç olarak girmiş üstelik devasa düzeyde bulunan
likit sermayesi ile en büyük yatırımcı
güç olarak pazarı tehdit etme noktasına gelmiştir. Kendi iç pazarının tekelini
kilit noktalarda elinde tutmasını bilerek bu gücünü zafiyete dönüştürme
yolundaki küçük hesapları da boşa çıkarabilmiştir. Çin’in ülke olarak bir
tehdit unsuru sayılması bu anlamında oldukça anlamlı görülebilecektir. Anlamsız
olan ise bunun bugün için böyle lanse edilebilmiş olmasıdır. Oysaki bu tehdit
özellikle 1995 yılından beri bariz bir şekilde kendini ifşa etmişti.
“Her sorun çözüm imkânları ortaya çıktığı anda sorun olarak
görülür denilir. Çin ekonomisinin
oldukça güçlü yanlarının yanı sıra ülke
olarak Çin’in demografik ve coğrafik yapısından kaynaklı ciddi dezavantajları
da vardır. Çin, demografik olarak irdelendiğinde oldukça karmaşık bir yapıya
sahip görünmektedir. Çin nüfusunun % 92’sini “Han ulusu olarak bilinen etnik Çinliler
oluşturur. Bunun dışında hükümet tarafından tanınan 55 etnik grup vardır. Bu
etnik çeşitlilik özellikle 2001 yılında müzakerelerini tamamlayarak Dünya
Ticaret Örgütüne resmen katılışının ardından hızlı bir ekonomik genişleme
gösteren Çin’in en büyük hasmı ABD tarafından gözden kaçırılmayacak bir olgu
olmuştur. Bunun yanı sıra en büyük zaafı büyüyen ekonomisinin talep ettiği
miktarın çok altında doğal ve enerji kaynakları bulunan ülke coğrafyasının
mevcut durumudur. Bu iki durum Küresel hegemonya mücadelesi veren iki ülke
açısından birer stratejik vaka
olmaktadır. ABD’nin söylem düzeyinde geliştirdiği Küresel demokrasi ve ulus
devletin sonu önermelerinin Çin’in etnik yapısını doğrudan hedeflediği gözden
kaçırılmamalıdır. Girişte belirlediğimiz küreselleşme tanımı açısından
irdelendiğinde aslında kavrama içkinmiş gibi sunulan insan hakları, demokrasi
ve esneklik olgularının biraz da nereden kaynaklandığı anlaşılır olmaktan uzak
değildir. Burada kastettiğimiz şey bir olgunun bütünen diğerinden kaynaklandığı
tespitinden çok diğerine de yaradığı önermesidir. Enerji kaynakları ve Pazar açısından
irdelendiğinde de Ortadoğu alanı bu iki güç arasında tatmin edici bir muharebe
meydanı görüntüsü çizmektedir. Özellikle İran’a Amerikan müdahalesinin gündemde
olduğu bir dönemde Çin ile İran arasında yapılan Yadavaran petrol yatağını
işletme hakkı üzerindeki antlaşma dikkat çekicidir. Ayrıca Çin’in kendi enerji
ihtiyacının % 12’sini İran’dan sağlıyor olması da müdahalenin amacına yönelik
ipuçları sunmaktadır.
Burada Çin’in tutumunun mevcut statükoyu sürdürmek olduğu
yanılgısına düşmemekte yarar vardır. Aksine Çin de Ortadoğu’da mevcut
statükonun parçalanmasından yanadır. Ortadoğu’daki mevcut enerji kaynaklarının
ömrü 40 yıl kadar görünmektedir. Bu tarz bir tüketim ile hesaplandığında uzun
vadeli bir stratejiye pek de imkân vermediği görülmektedir. Elbette Pazar
olgusu da önemli olmakla birlikte tek başına belirleyici olmaktan uzak
görünmektedir. Durumun ABD açısından anlamlı yanları vardır. Çin’in
çevrelenmesi ve enerji kaynaklarından uzak tutulması ile pazarın ABD tarafından
kontrolünün sağlayacağı avantajlar, bu kısa süreli stratejik atağı bir yere
kadar mazur gösterebilecektir. Aslında Ortadoğu alanının en belirleyici yönü
Kafkaslar üzerinde yürütülen pazarlıktan başkası değildir. Kafkas pazarı ve
enerji kaynakları üzerinde büyük bir tekele sahip olan Rusya’nın bölgedeki
etkinliğini kırmak, enerji kaynakları ile pazarı kendi piyasasına açmak isteyen
iki gücün savaşımı Ortadoğu alanında şiddetlenmiştir. Ortadoğu’da egemen
olabilecek güç Kafkas coğrafyasının da anahtarına sahip bulunacaktır. Özellikle
İran Azerbaycan’ı en etkili kapı olma yolunda ileride çok daha büyük
çatışmaların alanı olacaktır.
Rusya Faktörü
Bugünden bakıldığında Çin ile Rusya arasında gelişen yakınlaşma
da bu doğrultuya işaret etmektedir. Ağustos 2005’te yapılan Rus-Çin ortak
askeri manevraları, yakınlaşan Rusya-Çin ilişkilerine dair bir fikir
vermektedir. İki ülke özellikle bu tarihten itibaren daha önce meydana gelen
sınır uyuşmazlıkları ve diğer sorunlar nedeniyle bozuk olan ilişkilerini
düzelterek çeşitli ticaret anlaşmalarına ve ortak askeri manevralara imza
atabilmişlerdir.
2001 yılında iki ülkenin, “Şanghay Beşlisi adı ile
girdikleri bölgesel işbirliği çerçevesinde “terörizme ve radikal siyasi
hareketlere karşı ortak hareket etme ve bu noktada ekonomik işbirliği yapma
kararlarını alması aralarındaki yakınlaşmayı daha da önemli kılmaktadır.
Özellikle Rusya’nın Çin topraklarında yaptığı ortak askeri tatbikatın etkileri
dünya açısından bir nevi şok olmaktaydı. Çin ile Rusya arasında yapılan bu
askeri manevra Amerika’nın bölgedeki müttefikleri olan Japonya, Güney Kore ve
özellikle Tayvan tarafından kaygıyla karşılandı.
Çin ve Rusya arasında beliren yakınlaşmanın dünyaya verdiği
mesajın anlamı masaya ortak oldukları ve küresel sofrada en büyük payı
istedikleri idi. Bu durum ABD’nin hegemonyasına açık bir başkaldırı olarak da
nitelendirilebilir. Rusya, Batıya elinde seçenekler olduğunu göstermek isterken
Çin de büyüyen bir ekonomik güç olarak Rusya’nın petrol ve doğal gazına ilgi
duymaya başladı. Burada dikkat edilmesi gereken husus Çin ile Rusya arasındaki
ilişkilerin göreceliliği ya da diğer bir deyişle geçiciliğidir. Çin’in büyüyen
enerji ihtiyacını karşılamak için kuzeyindeki Kafkaslardan yararlanmak
isteyeceği gün gelecektir. Bu durum iki ülke arasında gerginliklerin de
başlangıcı olacaktır. İşte bu durum Çin’i Ortadoğu alanında etkinliğini
pekiştirmeye ya da diğer bir deyişle Ortadoğu alanında bir etkinlik siyaseti
belirlemeye zorlamaktadır. Bu siyaset yalnızca çok sınırlı bir zaman için
mevcut statükoyu destekleyecektir. Burada amaç ABD müdahalesine karşı zaman ve
taktik aralığı oluşturmaktan daha öteye gitmemektedir. Bu durumu ile Çin
Ortadoğu alanına etkili bir giriş için hazırlıklarını hızlı bir biçimde
gerçekleştirmektedir. Burada ABD, Afganistan ve Irak müdahalelerini geliştirme
tarzı ve hızı ile daha avantajlı bir durumda görünse de Irak’ta istikrarın tam
anlamı ile kurulamamış olması bu gücü zorlar görünmektedir.
ABD ise gelişen Çin egemenliğine karşı bir çeşit çevreleme
mantığı ile hareket etmektedir. Soğuk savaş döneminde Sovyet Rusya’ya karşı
kullandığı çevreleme liberalizmine benzer bir yöntemi geliştirmektedir.
Afganistan üzerine geliştirdiği harekât ile Kafkaslardan gelen enerji
kaynaklarının taşınma yollarını denetimi altına alırken, geçtiğimiz günlerde
Hindistan ile yaptığı nükleer işbirliği antlaşması ile de Çin’i Asya’da
sınırlandırma çabası içine girmiştir.
ABD’nin Olası İran
Müdahalesine Dair
Burada İran’ın belirleyici öneme haiz olduğu yazımızın
önceki bölümlerinde açımlanmaya çalışılmıştı. İran’a düzenlenecek harekât
konusunda kuşku olmadığı açıktır. Harekât ABD’nin stratejik hedefleri açısından
olmazsa olmaz kabilindedir. ABD yönetiminin Irak’ta olduğu biçimde bir
operasyondan çok daha farklı bir biçime ihtiyaç duyduğu ortadadır. Bir kere ABD
operasyonları tek başına bir şiddet kullanımından oldukça farklıdır. ABD bir
alana girmeden önce müttefik kazanma yoluna girer. Irak’ta Kürtlerin özgürlük
mücadelesi ile kendine yol açan ABD için İran’da durum daha da içinden çıkılmaz
bir hal almaktadır. Bir kere İran’da devrimci bir muhalefet tam anlamı ile
gelişse bile ABD karşıtlığının tüm değerler üzerindeki genel hâkimiyeti bu
alanda destek bulmasını oldukça zorlaştırmıştır. Oysa Fars kültürünü
irdelediğimizde tarihten gelen demokratik ve reformcu özü görmekte zorlanmayız.
İran’da bir dönem ortaya çıkan öğrenci hareketleri de bu durumu tasdik eder
görünmektedir. Fakat başta da belirttiğimiz üzere İran muhalefetinin aynı
zamanda güçlü bir ABD karşıtlığını barındırması, ABD’nin bu alandan
nemalanmasını zorlaştırmaktadır. Geriye İran içinde varlığını sürdüren etnik
unsurlar kalmaktadır. Özellikle yoğun Kürt nüfusu bu anlamda ABD için en
zorunlu ittifak görüntüsünü çizmektedir. Durumun bu biçimini görmekte
zorlanmayan İran’ın bölgedeki Kürt nüfusu ve siyasal güçleri üzerine
düzenlediği tek yanlı operasyonlar kaynağını bu olgudan almaktadır. Bölgedeki
Kürt nüfusun tavrını ise İran içerisinde gelişen demokratik reformlar ve
İran’ın Kürtlerle önümüzdeki süreçte kuracağı ilişki biçimleri etkileyecektir
ki şu aşamada durum pek de İran lehine görünmemektedir.
ABD mevcut etnik gücü arkasına alarak girişeceği İran
müdahalesinde ağırlığı İran Azerbaycan’ı üzerine verecektir. Tarihin basit bir
tekerrürü gibi görülebilecek olayın ilk senaryoları dönemin Stalin Rusya’sı
tarafından hayata geçirilmişti. Bilindiği üzere 2. Dünya savaşı sırasında Rus
askerleri İran Azerbaycan’ına ait Tebriz’i işgal etmiş, Tebriz başkent olmak
üzere, bir Azerbaycan Cumhuriyeti kurulmuş ayrıca Kürtlerin bulunduğu Mahabad
bölgesinde de Molla Mustafa Barzani ve Kadı Muhammed’in başında bulunduğu Kürt
Mahabad Cumhuriyeti ortaya çıkmıştı. Bu sayede Azerbaycan birleşmiş ve Kürtler
kısa ve acı bir devlet deneyimine sahip olmuşlardır. Daha sonra Şah Pehlevi’nin
İran’da ABD ve müttefiki İngiltere tarafından desteklenip Sovyet Rusya’sına
nota verilerek çekilmeye zorlanması bu kısa deneyimin bilinen sonuna işaret
etmiştir. Şimdi ise roller değişmiş görünmektedir. ABD’nin Tebriz merkez olmak
üzere İran Azerbaycan’ını Bakü’ye bağlama çabalarına tanık olacağımız
kanısındayız. Bunun işaretlerini iktidardaki İlham Aliyev yönetimini
sıkıştırarak mevcut Azeri muhalefeti ile tehdit etmesi olgusunda görebiliriz.
Özellikle son Azerbaycan seçimlerinde bir yandan muhalefete göz kırpan ABD’nin
öbür taraftan oğul Aliyev’e göz kırpması aslında bir nevi tehdit havası
taşımaktaydı. Burada amaç İran
müdahalesi sırasında ve sonrasında Azerbaycan’da üslenebilmek ve bu alanda
sivil ve askeri bölgeler oluşturabilmektir.
Oğul Aliyev’in geçen senelerde garip bir politik cesaret
örneği göstererek İran’la vardığı anlaşma, aslında bir nevi ABD’nin Azerbaycan
üzerinde kurmaya çalıştığı hegemonyaya bir tepki niteliği taşımaktaydı. Bu
anlaşmaya göre İran ve Azerbaycan stratejik ortak olma noktasında anlaşmışlar
ve Azerbaycan bir başka ülkenin üslerine ülkesini açmayacağının teminatını bu
anlaşma ile vermiştir. Elbette bu anlaşmadan mevcut durumda en fazla Rusya
memnun olmuştur. Bu durumu ile ABD’nin bölgedeki durumu daha da riske
girmiştir. Aslında zorunlu olan İran müdahalesinin gecikmesinin altında yatan
sebeplerden biri de budur.
Mevcut durum bize önümüzdeki sürecin ABD açısından
Ortadoğu’da saldırgan bir denge politikasının hakim olacağına işaret
etmektedir. Bu politikanın bileşenleri Kürtler, Türkler ve Araplar olmaktadır.
ABD ilk olarak Irak’ta mevcut durumda kendini dayatan istikrarsızlık ortamını
ortadan kaldırmaya yönelik önlemler almayı düşünecektir. Irak özgülündeki Şii
ağırlığını da çok fazla zedelemeden fakat Sünnilerin tepkisini çekmeyen
ağırlıkların eşit oranda ve dengeli dağıtıldığı bir politik stratejiyi hedef
güdecektir. Burada dikkat edeceği husus bir gücün diğeri üzerinde hâkimiyet
kurma çabalarıdır ki buna kesinlikle izin vermeyeceğini görmekteyiz. ABD bu
biçimi ile istemeden de olsa Konfederal bir düzenlemeye işaret etmektedir.
İran Kürt’ünün durumunu belirleyecek olan ABD ile Azerbaycan
arasında gelişecek olan ilişki ve çelişkilerin önümüzdeki süreçte alacağı
yöndür. Şimdilik ilişkinin biçimi İran Kürt’ünü ikinci plana atmaktadır. Bu da
Türkiye ile ABD’nin Kürt Özgürlük Mücadelesi konusunda önümüzdeki süreçlerde
daha fazla işbirliğine gireceğini göstermektedir. ABD Türkiye’den Azerbaycan
ile arasında arabulucu rolü üslenmesini isteyecektir. Ayrıca bu süreç ABD – Rusya yakınlaşmasına da
tanıklık edebilir. ABD’nin Rusya’ya tavizler vererek geliştirmeye çalışacağı
bir ilişki biçiminde kullanacağı koz Türkiye olacaktır. Karşılığında da
Türkiye’ye göstermelik de olsa çeşitli tavizler vermeyi kabul edeceğini
düşünebiliriz. Bu tavizlerin Kürt Özgürlük Hareketinin aleyhine olduğu ise su
götürmezdir. Türk devletinin son dönemlerde Kürt halkı üzerinde geliştirdiği
imha politikalarının altında yatan sebeplerden birinin de bu olduğu
bilinmektedir. Fakat ABD için özgün bir durum da İran Kürt’ünün siyasal
tercihinin PKK’ye doğru artan
eğilimidir. Bu durum ABD için belirleyicidir. Türkiye devletinin ABD destekli
artan operasyonları hem PKK’ye bir gözdağı niteliği taşımakta hem de bir tercih
durumuna doğru itilmektedir. Elbette bu durum bir yedekleme stratejisinin ürünü
gibi gözükmektedir.
Çin’in durumunu ve etkisini yukarıda kısaca tartışmıştık.
Çin bu süreç içerisinde Ortadoğu alanında İran’a yapılacak müdahaleyi geciktirme
çabaları dışında aktif rol oynamayacaktır. Bu süreci Rusya üzerinden
geliştireceği Kafkas stratejileri üzerinde etkilemeye çalışacaktır. Elbette
İran ile stratejik ve ekonomik işbirliği yönünde yeni adımlar atacağını da
düşünmekteyiz.
Sürecin kilit ismi İran için ise çok reel politikalar
öngörmekten uzaktayız. İran kendi içindeki baskı ve şiddeti tırmandırarak dışa
karşı geliştirdiği tehditkâr tutumunun içeride muhalefete takılmamasını
garantilemek isteyecektir. Bu durum gerek Fars halkı gerekse de Kürt halkı
üzerinde ciddi baskı ve şiddet politikalarının hayata geçirilmesi anlamına gelecektir ki bu politikanın İran
açısından pek de olumlu sonuçlar doğuracağını düşünmemeliyiz. İran enerji
kozunu oynamaktan kaçınmayacak ve petrol fiyatlarını arttırarak dünyaya gözdağı
verme yolunu seçecektir. Petrol fiyatlarının artması dünyada bir tek Çin Halk
Cumhuriyetinin işine yaramaktadır ki bu da İran’ın elini ABD karşısında
güçlendirecektir.
Sonuç Yerine
Genel durum içerisinde ele alındığında Ortadoğu alanının
mevcut haritası bu şekilde belirmektedir. Bizim için bölgeye oynayan güçlerin
kararlılığı ve bunun sebepleri tek cümle içerisinde belirlenecek kadar nettir:
“Ortadoğu’yu düşür dünyanın geri kalanı da düşecektir. Bu yüzden mevcut güçler
bölgeye hazırlıklı, yoğun ve şiddetli bir saldırı başlatmışlardır. Batı
kültürünün bileşenleri tarafından tarihsiz halklar olarak ifade edilen bölge
halkları ise aynı düzeyde bir hazırlık içinde olamamışlar, alternatif savunma
yöntemleri geliştirememişlerdir. Küresel güçlere karşı parçalı ve statükocu
duruşlar sergilemişlerdir. Bu da mevcut muhalefeti ve demokrasi güçlerini
iyiden iyiye zayıf bir konumlanışa itmiştir.
Elbette dünya egemenliği üzerine yürütülen bir savaşımın
böylesi dar bir alanda yoğunlaşması aşiret savaşlarından daha ötesini yaşamamış
bölge halkları için alışılmadık ve gereğinden daha acımasız bir süreç
olmaktadır. Bunun bir sonucu olarak kendi genel stratejilerini egemenlerin
taktik hamleleri üzerine kuran çeşitli oligarşik, statükocu ve ilkel milliyetçi
oluşumlar ise sürecin kırıntıları üzerinde kavgaya tutuşarak halkların birleşik
ve topyekûn mücadelesinin önünde engel oluşturmaya başlamışlardır. Burada Kürt
ve Türk halkının duruşu ve mücadele biçimi özel bir konum almaktadır. Kürt
halkının dört parçaya yayılmış konumu bir ayrılıktan çok doğal bir
birleştirici, mücadeleyi merkezileştirici bir role işaret etmektedir. Teorik
açıdan Kürtler mevcut sürece karşı geliştirdikleri “demokratik uygarlık
stratejileri ile süreci en iyi çözümleyen halk konumundadırlar. Türk halkı ise
gerek Ortadoğu halklarının tarihsel yapılarından ayrı bir tarihsel durumu ifade
etmesi, gerekse de bununla paralel anlamda içerisinde barındırdığı devrimci demokratik dinamiklerin bir sonucu
olarak bir değişim ve dönüşüm pratiğine
en yakın halklardan biri konumundadır.
Bu iki halkın devrimci, demokratik ve yurtsever güçlerinin
ortak belirlenecek strateji etrafında şekillendirecekleri mücadele, bölgenin
diğer halkları arasında da aynı düzeyde bir işbirliğinin gelişimi anlamına gelecektir.
Bu ittifak, sürecin gelinen aşamasının bir sonucu olarak dünya halklarının geri
kalanı üzerinde de etkili sonuçlar doğurabilecek bir düzeye ulaşabilecektir.
Böylece en başından bölgesel ya da bir veya birkaç halkın mücadelesinden daha
fazlasını ifade eden egemenlerin saldırıları, pratik alanda da karşılığını
bulacak ve egemenlerin Ortadoğu’ya tüm dünyanın güçleri ile yürüttükleri
saldırıya yine Ortadoğu ve dünya halklarının işbirliğinin bir sonucu olarak tüm
dünya halklarının güçleri ile cevap verilebilecektir.
Ali Rızgar
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info