17 Kasım 2009 Salı Saat 13:05
Ağa Kim Paşa Kim?
İktidarlaşmış ve devletleşmiş
kişi ve yapılar için tek gerçek ve tek doğru vardır. O da kendi
çıkarlarıdır. Doğaya, topluma, insana ve dünyaya sadece ama sadece bu
pencereden bakarlar. Bu o derece içselleşir ki gösterecekleri tutum ve
davranışlar için adeta güdümlenirler. Yani beyne ve düşüncelere yön
veren temel etken organizmanın biyolojik ve psikolojik tüm güdüleridir.
Elbette buna azmanlaşmış analitik güç eşlik eder. Duygusal yan ya da
zekâ ise diplere çekilmiştir. Analitik zekânın korkunç basıncı altında
fonksiyonunu yitirmiştir. İnsan açısından bu başkalaşım halidir. Başka
bir ifadeyle insan açısından iktidarlaşmak, güdüselleşmek ve
başkalaşmaktır.
İktidarlaşan insanın tek bir gerçeği vardır:
Kendisi ve kendisine yarayan “şey ler! Doğruluk ölçüleri, değer
yargıları ve felsefesini belirleyen budur. Bu yüzden kendi dışında var
olan gerçeklikle sürekli çatışır. Yapısına müdahale eder. Gücü yeterse
dokularına sızar. Söylem ve ifadelerinde de sürekli olarak kendisine
uyarlar ve tersyüz eder. Var olanı yokmuş, olmayanı da varmış gibi
gösterir. Bundan hiç rahatsızlık duymaz. Hayli ilerlemiş analitik ve
güdüsel yapısı için vicdan rahatsızlığı kavramı, “tanımlanamaz dır.
Aynı biçimde erdem, barış, iyilik, sevgi, merhamet gibi insani duygu ve
tutumlar birer ayakbağından öte bir anlama sahip değiller.
Geçen
gün İlker Başbuğ’un Mardin’de bir sınır karakolundaki sözlerini
dinleyince ve sonra var olan sade gerçekliğe yoğunlaşınca ve de
nihayetinde yakın tarihe tekrardan bakınca, bu düşünceler tek tek
beynime damladı. Bir cümlesi çok çarpıcıydı. DTP ve PKK’yi kastederek,
“siyaset ve terör ağaları kavramını kullanıyordu. Bunu biraz irdelemek
gerekir. Elbette salt Başbuğ’un bu kavramından hareketle bunu
yapmayacağız. Kürdistan’daki feodal gerçeklik ve bunun sömürgeci
devletlerle bağı konusunda o kadar vicdansızca tersyüz etmeler ve
saptırmalar yapılıyor ki buna değinmemek mümkün olmuyor. Elbette bunu
Kürdistan’ın feodal yoğunluklu bir alanından gelen ve bunun önemli
girdi ve çıktılarına tanık biri olarak ortaya koymaya çalışacağım.
Önce, lafı hiç uzatmadan yakın tarihe göz ucuyla bakmakta fayda var.
Klasik sömürgecilikten yeni sömürgeciliğe
1925
– 1938 arası dönemde Kürdistan’ın ayaklanmayan bölgesi kalmamıştır.
Uluslar arası güçlerin de yeşil ışığıyla TC bu dönemde Kürt halkına
karşı tam bir kızıl katliam uygulamıştır. Bunun derin yaraları ve acılı
tanıkları hala mevcuttur. İkinci Paylaşım savaşının son bulmasından
sonra Türkiye’de tekrardan sözde “çok partili denemelere başlanmış ve
var olan CHP’nin yanı sıra Demokrat Parti (DP) kurulmuştur. DP’nin
özelliklerinden biri, “Kemalist-İttihatçı-İstanbul sermayesi güç
birliği tarafından bastırılan ve “Anadolu eşrafı olarak bilinen
Osmanlı’dan kalma tüccar ve bezirgân takımına dayanıyor olmasıydı. Bu
çelişkinin kökenleri Abdülhamit – İttihatçı çatışmasına kadar
gidiyordu. Böylece rejim içinde yeniden bir çatallanma başlıyordu. 7
Ocak 1946’da kurulan Demokrat Parti, Kürdistan’da da örgütlenmek
istiyordu. Fakat homojen bir Türklük yaratma peşindeki dönemin
cumhurbaşkanı İsmet İnönü, öteden beri partilerin Kürt coğrafyasında
örgütlenmesine karşı çıkıyordu. Çünkü Kürtler arasında parti
faaliyetleri politikleşmeyi, politikleşme sorgulamayı, sorgulama da
başına nelerin getirildiğinin bilincine ulaşmayı getirebilirdi. Celal
Bayar ile DP’nin program taslağını kendisine götürdüğü İnönü arasında
bu konuda ilginç bir diyalog yaşanır. Metin Toker aktarıyor: “…
İnönü, bir görüşmelerinde Bayar’a bir teklifte bulunur. Der ki: ‘Hudut
bölgelerimizde ve Doğu’da parti teşkilatları kurmayalım. Siz
kurmayınız, biz de bizimkileri lağvedelim. Oralar halkı vuruşkan,
ateşli kimselerdir. Particiliğin milli birliği bozmasından endişe
ederim…’ Şüpheli Bayar derhal pirelenmiştir. Kendi kendine
düşünmüştür. ‘CHP devlettir. Oradaki teşkilatını lağvetse de varlığını
muhafaza edecektir. Hâlbuki biz, meçhul kalacağız. Onun için, bu
teklifi kabul etmemeliyim.’ Nitekim Doğu’nun zaten özel kanunlarla
yönetildiğini söylemiş, Doğululara bu yeni hayat tarzını da ‘başka
sınıf vatandaş’ muamelesi yapılmasının doğru olmayacağını bunun onları
üzeceğini belirtmiş, fakat oralarda partililerin dikkatli
davranabileceklerini hatırlatmıştır. İnönü, ‘peki’ demiştir… ” (Metin
Toker Demokrasimizin İsmet Paşa’lı yılları. 1944-1973. Tek Partiden
Çok Partiye 1944-1950. Bilgi yay. S.103)
İnönü’ye göre tıpkı
Lozan görüşmelerinde yaptığı gibi Kürtler adına “merkezden
örgütlemeler yapılabilir ve kararlar verilebilirdi. Yani “muasır
medeniyet peşindeki Türkiye Cumhuriyeti, ülkesinin “Doğu kısmındaki
insanlara “vatandaş değil Osmanlı’daki gibi “reaya ya da “tebaa
muamelesi yapacaktı. Fakat DP’liler İsmet İnönü gibi düşünmüyordu.
Onlar, insanların kafataslarının biçimi ve ölçüleriyle nasıl ortadan
kaldırılabileceklerinden ziyade oturdukları toprakların zenginlikleri
ve çalıştırabilecekleri yetenekleriyle daha çok ilgiliydiler. Başka bir
ifadeyle İsmet İnönü’nün tutumu “klasik sömürgecilik iken, DP’nin bir
tür “yeni sömürgeciliğe denk düşüyordu. Yani Kürdistan’da “kızıl
katliam yerine “beyaz katliam daha sonuç alıcı olacaktı. Bu yüzden
İnönü’nün tersine, “merkez in “yerel deki uzantılarını oluşturmak
gerekiyordu. Bu konuda somut bir örnek sanırız meseleyi daha da
anlaşılır kılacaktır:
Abdülmelik Fırat örneği
Demokrat
Parti’nin genel başkanı Adnan Menderes, 1925 Kürt isyanının lideri Şeyh
Sait’in aile çevresiyle 1957 yılında ilişkiye geçer. Amaç
içselleştirmedir. Bunun için şeyhin torunlarından Abdülmelik Fırat
seçimlerde milletvekili yapılmak istenir. Ancak o günkü kanunlara göre
yaşı tutmamaktadır. Fakat hani “demokrasilerde çare tükenmez ya!
Abdülmelik’in önce mahkeme kararıyla yaşı büyütülür. Sonra da
Meclis’ten çıkarılan özel bir kararla askerlik yapmadan milletvekili
olmasının önü açılır. Yapılan seçimlerde Abdülmelik Fırat
“milletvekili yapılır. (Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi,
“Geçmişten günümüze Kuzey Kürdistan’da legalite ve parlamento
deneyimleri , 2007)
Kürt toplumunun dirilen “doku larını tasfiye harekâtı
1960
yılına doğru devletin ittihatçı çekirdeği ile DP arasındaki iktidar ve
rant kavgasından kaynaklı gerilim iyice tırmanır. Fakat devlet ile
hükümetler arasındaki çatışmalar ile devlet içi iktidar çatışmaları,
kimler arasında ve hangi düzeyde olursa olsun, Kürt ve Kürdistan’a
dönük tutum hiç değişmez ve tektir: İnkâr ve kültürel soykırım. Buna
karşı Kürt toplumu ise tüm doğal, kültürel ve sosyal savunma
refleksleriyle karşı koymuştur. Üstelik Kürdistan’ın parçalarından
herhangi birindeki ufak bir ulusal hareketlenme diğer parçaları hemen
etkilediği gibi sömürgeci devletleri de harekete geçirmiştir. 1959
yılının sonlarına doğru Güney Kürdistan’daki toplumsal hareketliliğin
de etkisiyle Kuzey’de ve Türkiye’de kımıldamaya başlayan Kürt
üniversite öğrencileri, ittihatçıların şimşeklerini üzerlerine
çekerler. Özellikle Musa Anter (Apê Musa) Kürtçe edebiyat (elbette
politik) çalışmaları ve diğer öğrencilerin benzeri girişimleri faşist
medyanın da kışkırtmasıyla gündeme oturtulur. “Kürt paranoyası yla
malul devletin ırkçı kadroları Kürtlerin gözünün korkutulması amacıyla
“bin Kürdün sallandırılması kararını alırlar. Fakat “uluslar arası
tepkiler den çekinildiği için bu sayı 50’ye indirilir! Bunun üzerine
MİT’in çalışmalarıyla hükümet, Aralık 1959’da başlatılan operasyonlarla
50 kişiyi tutuklar. Bunlardan biri hücrede yaşamını yitirince 49 kişi
kalır ve bu olaya da “49’lar olayı denilir. Özellikle entelektüel ve
yurtseverlik düzeyi olan, halka öncülük yapabilecek ve bu konuda etkin
kişiler tutuklanmıştı. Amaç, 1920’li ve 30’lu yıllardaki isyanlar
sonucunda mezara gömüldüğü düşünülen Kürt toplumunun uyanan ya da
dirilen “doku larını öldürmekti. 49’lar, Genelkurmay Askeri
Mahkemesi’nde idam istemiyle yargılanırlar. Dava uzun süre devam eder
ve sonuçta zaman aşımına uğrayarak düşer.
Sivas-Kabakyazı kampı ve Kürdistan’da “Ortaçağ düzeni nin tesisi
Bilindiği
üzere 27 Mayıs 1960 tarihinde ordu, artık neredeyse on yıllık
periyotlarla yapacağı darbelerin ilkini gerçekleştirir ve iktidara el
koyar. Darbenin esas amacı, Anadolu ticaret burjuvazisi ile
dinci-tarikatçı kesime dayanan DP hükümetinin kadrolaşma ve sistemde
yer edinme çalışmalarının kökünü kazıma ve ittihatçı oligarşinin
kaybettiği mevzileri yeniden elde etmedir. Darbe sonucunda Parlamento
feshedilmiş, DP kapatılmış, Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar ve DP
Milletvekilleri ile Ankara, İstanbul ve İzmir il teşkilat yönetimleri
Yassıada’da gözetim altına alınmışlardır. Hemen sonrasında da Başbakan
Adnan Menderese ve 2 bakanı idam edilmiştir. DP’lileri idam eden
ittihatçılar aslında onların Kürdistan politikalarını olduğu gibi almış
ve daha profesyonelce sürdürmüşlerdir. Bunu aşağıda göreceğiz.
Osmanlı’dan
kalan “genetik iktidar hastalığıyla kendi başbakanına dahi kıyacak
kadar faşistleşen bir sistem Kürt halkına neler yapmaz ki! Nitekim
darbe Kürdistan’ın üzerine bir kâbus gibi çökmüştür. Kürtlerin alışık
olduğu asker baskınları, işkenceler, gözaltılar, tutuklamalar…
“49’lar ı tutuklamakla tatmin olmayan devlet, darbeden dört gün sonra
Kürdistan’da kendince “tehlikeli bulduğu kişilere yönelik ikinci bir
sürek avı başlatır. Bu sefer ise “Kürtçü ve devlet işbirlikçisi
ayırımına gidilmeden yüzlerce Kürt şahsiyeti ve aşiret lideri
tutuklanır. Toplam 485 kişi, 1 Haziran 1960’da Sivas Kabakyazı’da bir
kampta toplanır.
Devlet, bu insanların “suç larını, “Kürtçülük
propagandası ve devlete isyan hazırlığı olarak duyurdu. Çarpıcı olan
bu yönelimin en dramatik bir yanıysa tutuklananların arasında 14
yaşında bir çocuğun da bulunmasıydı (Bu arada hemen günümüzde, taş
attıkları için onlarca yıl hapisle “yargılanan Kürt çocuklarını
hatırlayalım. Paranoyanın geldiği düzeyi anlamak açısından). Kampa
götürülenler arasında, şimdiki AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir
Mehmet Fırat’ın dedesi Zeynel Turan, önde gelen Alevi işbirlikçi
öncülerinden İzzetin Doğan’ın babası Hasan Doğan, DYP eski
milletvekili ve korucubaşı Sedat Bucak’ın babası Hakkı Bucak, Hak ve
Özgürlükler Partisi (HAKPAR) Genel Başkanı Sertaç Bucak’ın babası ve
dönemin Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi (TKDP) Başkanı Faik Bucak,
Şeyh Said’in çocukları, Van’ın önde gelen ailelerinden Kartal Ailesi
(bunlardan Kinyas Kartal Brukan Aşireti lideri olup, 1960’tan sonra
Adalet Partisi milletvekili olarak 15 yıl milletvekilliği ve Meclis
Başkanlığı yaptı), Hakkâri’den Ertuş’lar ve Diyarbakır’dan
Ensarioğulları yer alıyordu. 7 Ekim 1960’ta çıkartılan 105 No’lu
‘Mecburi İskân Kanunu’yla sürgünler başlatıldı. Aralık 1960’ta kamptaki
485 kişiden 55’i Antalya, İzmir, Burdur, Muğla, Afyon, Isparta, Manisa,
Çorum ve Denizli gibi Türkiye illerine mecburi iskâna gönderildiler.
Kanunun gerekçesinde ise insana “pes dedirtecek şu çarpıcı ifade yer
alıyordu: “Sosyal birtakım reformları yapabilmek, Ortaçağın Türkiye’de
yaşayan düzenini yıkmak, ağalık ve şeyhlik gibi müesseseleri yok
etmek… Vatandaşın sömürülmesine engel olmak gayesiyle bu kanun
çıkarılmıştır.” (Nokta Dergisi, Ocak 2007)
Şimdi yine girişteki
iktidarlaşma, başkalaşma ve gerçeği tersyüz etme belirlemeleriyle İlker
Başbuğ’un sözlerini hatırlayalım. Bunlar, 1960’taki bu politikaların
tekrarı ve aslında derinleştirilerek sürdürülmesi çabası değil midir?
Bu politikalar Osmanlı komploculuğu ve ikiyüzlülüğünü aratmayan bir
niteliktedir. Çünkü mahkûm edilen söz konusu fiiller, bizzat devletin
Kürde ve Kürdistan’a dayattığı strateji ve politikaların ta kendisi
olmaktadır. Yani devlet işbirlikçisi ağa ve şeyhler aracılığıyla
Kürdistan’da “Ortaçağ düzeni tesis edilmekte ve Kürtler her türden
vahşice bir sömürü sistematiğine tabi tutulmaktadır. Nitekim devlet
Sivas kampına aldığı çoğu ağayı sonradan milletvekili yapmıştır.
Ankara’daki paşa-Kürdistan’daki ağa “diyalektiği
Bugünün
Şerafettin Elçi ve Abdülmelik Fırat gibi hızlı “Kürtçü ler, devletin
fideliğinde yetiştirilmiş ittihatçı beslemeleridir. Elçi, Bayındırlık
bakanlığı dahi yapmış, Fırat ise Süleyman Demirel’in Kürdistan’daki
şubesi gibi hareket etmiştir (Süleyman Demirel de iktidarlaşmış azman
Churchill’in Türkiye şubesidir!). Aynı Süleyman Demirel, 1990’larda
Kürdistan’da devletçe sürdürülen kirli savaşın maşaları olan “ağa ları
Çankaya köşkünde ağırlamıştır. Bunların arasında, yüzlerce cinayete
karışan ve planlayan Tahir Adıyaman ve Kamil Atak (Ergenekon davasından
yargılanıyor) ile daha niceleri vardı. Susurluk kazasında net kirli
savaş fotoğrafıyla ortaya çıkan Sedat Bucak da aslında Ankara’daki
“Paşa ların, Siverek’te uzantı maşası ve “ağa sıydı. Mardin’deki son
Zangirt köyü (Bilge) katliamı da, devletin derinlerinden gelen bir
örgütlenme ve bu politikaların sonucudur.
Bu sistem bu
politikaları her yerde uygulamaktadır. Örneğin hapishanelerde de her
koğuşta bir “ağa yaratır ve koğuşu onun aracılığıyla denetlemeye
çalışır. Bu okulda öğretmen, camide imam ve başka yerde başka
kişilerdir. Yani tüm topluma sızar ve böylece denetler.
“Ulus devlet mi “ulus yutan devlet mi ?
Dolayısıyla
“ulus devlet egemenlerce uydurulmuş bir kavramdır (İlker Başbuğ’un
“milli ordu kavramı gibi). Ulus ile devleti özdeşleştirmeyi ve böyle
bir algılama sağlamayı amaçlar. Özünde ise belirtildiği gibi devletin,
ulusun tüm doku ve hücrelerine sızması ve onu anlık olarak
içselleştirip yutmasıdır. Topluma sızan iktidar toplumu yönetmez,
sömürür ve bitirir. Bu anlamıyla “ulus devlet denen olgu özünde, “ulus
yutan devlet tir. Toplumu, gerçek anlamda onun içinden çıkan toplumsal
dinamikler, o da toplumun ret-kabul ölçüleri dahilinde, yönetebilir. Bu
anlamda TC ulus devleti hem Türkiye’yi hem de Kürdistan’ı
sömürmektedir. Fakat bir farkla! Türkiye “üst sömürge , Kürdistan “alt
sömürge dir. Hatta tümüyle inkâr edilip yok sayıldığı için Kürdistan’ın
sömürge statüsünde dahi olmadığı belirtilir. Aslında TC devleti
açısından Kürdistan “hammadde ve rezerv alanı , Türkiye ise
“rafineri dir. İstanbul ve Ankara’da konumlanmış yağlı tabaka olan
“mutlu azınlık ya da “beyaz Türkler ise (aslında yağlı ya da obezite
Türkler kavramı daha doğrudur veyahut “yüzükara Türkler ) anlık olarak
rezervden gelip rafineriden çıkan “mamul maddeleri tüketmekle
günlerini geçirmektedirler!
Kürdistan’da “delilik nedir?
İşte
Kürdistan Özgürlük Hareketi bu “diyalektiğe çomak soktu. Dikkat
edilirse PKK, ilkin Ankara’nın Kürdistan’daki “iktidar adacıkları na
(Paşa-Ağa “diyalektiği ) yöneldi. Bu da daha çok Süleymanlar ve
Bucakların “ağa iktidarı şahsında Siverek ve Hilvan’da somutlaşmıştı.
“Yukarıda Allah aşağıda Süleymanlar ve Bucaklar vardı. Yani mealen
Ankara’da Paşa’lar, Kürdistan’da onların uzantısı ağalar vardı. Buna
karşı çıkmak kimin haddineydi, böyle bir şey için deli olmak gerekirdi!
O deliliği PKK’liler yaptı! Hala da yapıyorlar! Fakat bu “delilik
Kürdistan’ı yeniden yarattı. Toplum yutan devletin sinsi sızmalarından,
parsellerden, iktidar adacıklarından, paşa-ağa diyalektiğinden ve
bilumum kirlerinden arındırdı, arındırıyor.
Bir çocukluk imgesi ve son söz
Çocukluğumdan
hatırlarım. Seçim dönemlerinde lüks arabalarıyla şişman adamlar gelirdi
köyümüze. Kravatlıydılar. O kadar şişmandılar ki uzun kravatları,
göbekleri boyunca dolanmak zorunda kalırdı. Önce köydeki karakolun
komutanına “selam verirlerdi. Sonra köyün ağasına uğrarlardı (ağa
çoğunlukla muhtardı ya da muhtar ağanın adamıydı). “Oy işleri
konuşulur, “hesap lar görülür ve sonra o şişman adamlar arabalarına
atlayıp giderlerdi. Bu da TC ulus devleti usulü demokrasiydi!
Ve
son bir söz: Bu yazı, her gün “sosyolog , “siyasetçi , “akademisyen ,
“araştırmacı-yazar vesair sıfatlarla Kürdistan’da (onların deyimiyle
“Doğu ve Güneydoğu Anadolu , bu adlandırma da ulus devletin uydurması)
yaşananlar hakkında bir araba laf eden ve demagoji yapan “obezite
Türklüğün kalemşorleri ne ithaf olunur.
Akif Roj
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.org-net-info