27 Eylül 2012 Perşembe Saat 07:14
0
21
TR
:” ”
:””
” “,” ”
Kültürel hareketler tüm uygarlık çağları boyunca hiç eksik olmadı.
Postmodernite döneminde kendisinden yaygın bahsedilmesinin nedeni, ulus-devlet
sınırlarının çözülmesiyle ilgilidir. Kültürel hareketleri başka bir söylemle
geleneğin başkaldırısı olarak nitelemek yerinde olur. Ulus-devletin hâkim bir
etnisite, din, mezhep veya başka bir grupsal olguya dayanarak toplumu, ulusu
homojenleştirme sürecinde, çok sayıda gelenek veya kültür ya soykırımla ya da
asimilasyon yöntemiyle yok edilmeye çalışıldı. Binlerce dil, lehçe, kabile ve
aşiret-kavim, kültürleriyle birlikte yok edilmenin eşiğine getirildi. Birçok
din, mezhep ve tarikat yasaklandı. Folklor ve gelenekleri asimile edildi.
Asimile edilemeyenler göçe zorlandı. Marjinalize edildi, bütünlükleri
parçalandı. Tüm tarihsel varlıkların, kültür ve geleneklerin ciddi bir
tarihsel-toplum anlamı olmayan, son tahlilde modernitenin ticari, endüstriyel
ve finansal tekellerin iktidar tekelleriyle ulus-devlet olarak yoğunlaşmasının
örtüsü olarak kullanılan ‘tek dil, tek bayrak, tek ulus, tek vatan, tek devlet,
tek marş, tek kültür’ milliyetçiliğine kurban edilmesi demek olan bu süreç,
yaklaşık iki yüz yıl bütün hızıyla sürdü. Tarihin belki de en uzun süreli, en
şiddetli savaş dönemi olan bu süreç, en büyük tahribatını binlerce yıllık
kültür ve gelenekler üzerinde gösterdi. Azami örgütlenmiş tekelciliğin kâr
hırsı hiçbir kutsal gelenek ve kültüre acımadı.
Postmodernite denilen sistemsiz bazı hareketler modernitenin
‘ulus-devlet zırhını’ delince veya ‘demirden kafesi’ni parçalayınca, bu yok
edilmenin eşiğinde çoğunlukla marjinal düzeyde yaşama mahkûm edilmiş kültür ve
gelenekler, çölde yağan yağmur sonrası çiçek açılması gibi yeniden çiçek açıp
çoğalmaya başladılar. Bunda reel sosyalizmin çözülüşünün de önemli etkisi oldu.
1968 gençlik hareketi ise bu gelişmeyi ateşleyen fitil oldu. Ayrıca kapitalist
sömürgeciliğe karşı direnen tüm ulusal kurtuluş hareketlerinin
ulus-devletleşmemiş eğilim ve aşamalarının da bunda etkisi olmuştur. Zaten
gelenek ve kültürün kendisi direniş demektir. Ya yok edilirler ya da yaşarlar,
teslim olmayı bilmezler. Böyle bir özellikleri vardır. Fırsat buldular mı, daha
yoğun direniş sergilemeleri özleri gereğidir. Ulus-devlet faşizminin hesaplayamadığı
gerçeklik budur. Bastırmak, hatta asimile etmek bitmeleri anlamına gelmez.
Kültürlerin direnişi kayaları delerek varlıklarını kanıtlayan çiçekler misalini
andırır. Kendilerinin üzerine geçirilen modernite betonlarını parçalayarak
tekrar gün ışığına çıkmaları bu gerçekliği kanıtlar. Çeşitli gruplara
ayrıştırabileceğimiz bu hareketleri kısaca sıralarsak:
1- Etnisite ve
Demokratik Ulus Hareketleri
Ulus-devletin bastırıp tam eritemediği kültürel hareketlerin
başında etnik olguların mikro milliyetçiliği gelmektedir. Ulus-devlet
milliyetçiliğinden farklıdır. Demokratik muhtevası ağır basmaktadır. Yeni bir
devlet arayışından ziyade, kendi kültürleri etrafında demokratik bir siyasi
oluşum haline gelebilmek en önemli amaçlarıdır. Bölgesel veya yerel özerklikten
farklıdır. Mekân sınırlarına bağlı olmayan, aynı kültürel varlığı paylaşanların
sınır ötesinde de olsa birlik ve dayanışmalarını ifade eder. Hâkim etnisiteye
karşı varoluşlarını korumak da önemli amaçlarındandır.
Farklı ezilen etnisitelerin, diğer deyişle baskı altındaki
halkların bir adım ötesi hareketine Demokratik Ulus Hareketi demek, sosyolojik
açıdan oldukça doğru ve anlamlıdır. Tek ezilen etnisite halinde ayakta kalmak,
varoluşunu sürdürmek oldukça zordur. Benzer kültürlerin dil ve lehçeleri, coğrafi
ve siyasi sınırı paylaşanların hareketi birkaç nedenden ötürü Demokratik Ulus
Hareketi olarak nitelendirilmek durumundadır. Birincisi, ayrı bir devlet
hedefinden ziyade, demokratik bir siyasi oluşum ve yönetim arayışındadırlar.
Aynı devletin çatısı altında demokratik bir siyasi oluşum tarihin de en çok
tanıdığı siyasi varlık biçimidir. Tarih neredeyse ezici olarak farklı kültürel
varlıkların siyasal oluşumlarıyla doludur. Her devlet veya imparatorluğun
sınırlarında istenildiği kadar siyasi oluşum halinde yaşamak normal yönetim
biçimidir. Anormal olan, bu siyasi oluşumları yok saymak veya bastırmaktır.
Asimilasyon ise, pek başvurulan bir yöntem değildi. Roma, Bizans, Osmanlı,
Pers-Sasani, Arap-Abbasi İmparatorlukları yüzlerce farklı siyasi-idari birimleri
varlık gerekçesi saymışlardı. Yeter ki imparator veya sultanın meşruiyetini
tanısınlar. Dil, din, folklor ve öz yönetimlerini koruyarak yaşamak asıldı.
Ulus-devlet canavarı (Leviathan) bu düzeni yok etti. Faşizme de bu temelde
gidildi. Sonuç birçok kültürel ve fiziksel soykırım oldu.
Ezilen etnisite veya halkların ulus olma haklarını sadece
ulus-devlet olarak yorumlamak hem liberalizmin, hem reel sosyalizmin büyük
çarpıtması ve faciasıydı. Faşist milliyetçilikle totalitaryanizmin sonucuydu.
uluslaşmayı sınırlara mahkûm etmeden, kültürel temelli ve demokratik
yönetim esasları üzerinde inşa etmek en doğru, insani ve toplumsal doğaya uygun
olan yoldu. Tarihin gerçekleri de daha çok bu yolu açıklıyordu. Azami kâr
peşindeki tekelci sermayenin hızlı sermaye biriktirme hırsı bu yolun
kapatılmasında en önemli etken oldu. olmayan yol olan ulus-devlet,
uluslaşmanın normal yolu haline gelirken, normal olan demokratik uluslaşma yolu
ise normal olmayan, hatta yok sayılan yol halinde algılandı. Büyük çarpıtma
buydu.
Ulus-devletin çok yönlü çözümsüzlüğü ortaya çıkınca (dünya ve
bölge savaşları, ulusal boğazlaşma, sermayenin ulusal duvarlara çarpması),
normal yol olan demokratik uluslaşmalar yoğunca yaşanmaya başladı. Tüm
Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşadığı, aslında ulus-devletçilikten
demokratik-ulusçuluğa dönüşümdür. ABD zaten her zaman demokratik ulusların
ulusu olarak kalmayı başardı. Tekelciliğin birçok ulus-devletçi çarpıtmasına
rağmen, SSCB’de ulus-devletçilik ve demokratik ulusçuluk iç içe yaşandı.
Hindistan’da da demokratik ulusal eğilimler güçlüdür. Afrika ve Latin
Amerika’da demokratik ulusal eğilimler her zaman ağır basmıştır. Katı
ulus-devletçilik çok az sayıda, Ortadoğu başta olmak üzere bazı mekânlarla
sınırlı kaldı. Bunlar da hızla
çözülüş sürecindedir.
İkincisi, iktidarcı ve devletçi uluslaşma esas alınmayınca, geriye
ya ortaçağdan kalma bazı kurumlarla (ağalık, şeyhlik, tarikat, aşiret reisliği)
çoğunlukla aile menfaatlerine dayalı işbirlikçi taşeron yönetimler esas alınıp
modernleştirilerek devam edecek, ya da demokratik yönetimler geliştirilecekti.
Birinci yol, tarihin de çok tanıdığı klasik işbirlikçiliğin modernleşmiş
haliydi. İkinci yol ise, demokratik modernitenin esas hedefi olan yoldu. Ancak
ulus-devlet ve işbirlikçilerine karşı direnişin yönetimi demokratik olabilir.
Bu da demokratik uluslaşmaya götüren en sağlıklı özgürlükçü ve eşitçi yoldu.
Üçüncüsü, kültürlerin, dil ve lehçelerin çoğul karakteri de
demokratik uluslaşmaya zorluyordu. Ulus-devlet gibi hâkim etnisitenin dil,
lehçe ve kültürel tahakkümünü esas alması özüne aykırıydı. Tek seçenek çok
dilli-kültürlü-siyasi oluşumlu ulus olabilmekti. Bunun da demokratik-ulus
anlamına geldiği açıktı. Hatta birkaç demokratik-ulustan tek bir demokratik
ulus haline gelebilmenin yolu da açıktı. İspanya’da, Hindistan’da,
beğenmediğimiz Güney Afrika Cumhuriyeti’nde, hatta Endonezya ve birçok Afrika
ülkesinde yaşanan buna benzer gelişmelerdir. ABD ve AB bile bir nevi demokratik
ulusların ulusu olarak tanımlanabilir. Rusya Federasyonu benzer diğer önemli
bir örnektir.
Dördüncüsü, ekonomik, sosyal, siyasal, zihinsel, dil, din ve
kültürel farklılıklar daha çok korunmak istendiklerinden, bunun yolunun
demokratik ulustan geçtiği hemen anlaşılır. Her farklılık ayrılığa
dönüştürülürse, bu hepsinin kaybı olur. Hâlbuki hepsi için ideal olan
‘farklılık içinde birlik’ halinin en uygun biçimi demokratik-ulus olabilmedir.
Yalnız başına bu çözüm potansiyeli bile demokratik-ulus hareketinin muazzam
çözüm gücünü ve ulus-devlete alternatif yapısallığını açıklamaya yeter.
Ulus-devlet çözümsüzlüğünün bir yandan küresel sermaye hareketleri
tarafından üstten, diğer yandan kentsel, yerel ve bölgesel özerklik
hareketleriyle demokratik-ulus ve dinsel hareketler tarafından alttan
sıkıştırılmasıyla yaşanan kaos yeni sistemler doğurmaya adaydır. Bunun birçok
işaret ve kanıtları ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Liberalizm bir yandan klasik ulus-devletçiliği aşıp yeniden inşa
etmeye çalışırken, öte yandan bu eylemini demokrasinin geliştirilmesi maskesi
altında yürütmeye önem ve özen göstermektedir. Katı ulus-devletçiler ise,
eskinin muhafazakârlarını aratmayan bir tutuculuk ve gericilik içinde debelenip
durmaktadırlar. Bir nevi günümüzün gerçek muhafazakârları pozisyonunu takınmış
durumdadırlar. Dinciler ise, geleneksel ümmet arayışı içindedir. Modernizmi din
kisvesi altında yaşamsallaştırmaları ve din temelli bir ulus-devletçiliği inşa
etmeleri güçlü olasılıktır. İran bu konuda öğretici bir örnektir.
Demokratik-uluslaşma seçeneği günümüzün çok karmaşık ideolojik ve
yapısal sorunları konusunda sunduğu yüksek çözüm potansiyeliyle gelecek vaat
etmektedir. Özellikle AB’nin aldığı yol etkileyicidir. Demokratik modernitenin
hem ideolojik hem de yapısallık bakımından demokratik-ulus seçeneğini temel
boyutlarından biri olarak ele alması çok önemlidir. Uygarlığa hem katkı hem
kurtuluş şansı tanımaktadır. Demokratik modernitenin demokratik-ulus üzerinden
sağlayacağı yeniden inşa çalışmaları, toplumsal ve çevresel temel sorunların
çözümü konusunda en umutlu projeler durumundadır.
2- Dinsel Geleneğin
Canlanışı: Dinsel Kültür Hareketleri
Modernitenin, özellikle ulus-devletçiliğin laikçilik kavramıyla
sömürgeleştirmeye çalıştığı dinsel gelenekte etnisitenin hayata tekrar dönüşü
gibi bir canlanmayı yaşadığı gözlemlenmektedir. Şüphesiz bu eski toplumsal
işleviyle aynı seviyede bir canlanış değildir. Bu gerek radikal unsurlarıyla
gerek ılımlı kanatlarıyla resmi modernitenin damgası altında bir geri dönüştür.
Modernitenin birçok özelliğini özümsemiş olarak dönüş yapmaktadır. Aslında konu
biraz daha karmaşıktır. Laiklik, her ne kadar dinin dünyevi yaşamdan, özellikle
devlet işlerinden tam elini çekmesi olarak tanımlanırsa da, muğlak bir
kavramdır. Söylendiği gibi laiklik ne tam dünyevidir ne de devlet dinden tam
soyutlanabilir. Daha da önemlisi, dinler hiçbir zaman ahret yaşamını
düzenlemezler. Asıl düzenledikleri dünyevi, toplumsal, özellikle de devletsel,
iktidarsal işlevlerdir.
Laiklik ortaçağda Yahudi yapı ustalarının Katolik dünyanın
hegemonyasını kırmak için geliştirdikleri bir (Masonik) mezheptir. Her ne kadar
pozitif bilimlerle iç içe geliştiği gözlemlense de, Yahudi ideolojisinin
Rabbanik unsurunun bir türevi olduğu kuşkusuzdur. Bu husus iyi anlaşılmadan,
gerek laiklik gerek yol açtığı sorunlar anlaşılamaz. En az diğer dinsel gelenekler
kadar Rabbanik (Tanrısal Yahudice ‘efendi’ anlamına gelir) unsur taşımaktadır.
Fakat bu gerçeğini çok gizli ve çok ambalajlarla inşa etmek durumundadır.
Ortaçağ Katolikliğinin amansız baskıları bu tür yöntemler kullanmalarını
zorunlu kılmıştır. Hollanda-İngiliz burjuva devrimiyle hamle yapan laikler,
Fransız Devrimi’nden çok daha büyük kazançlar sağlamışlardır. Ulus-devlet
inşası ile devlet çekirdeğinin ulaşılması, tanınması ve iktidardan düşürülmesi
en zor olan kesimi olarak örgütlenmişlerdir. Bu dönemden günümüze kadar bu
hâkimiyetlerini sürdürmektedirler. Derin devlet olgusu biraz da bu gerçeği
ifade eder. Dünyada bugün sayıları iki yüzü geçen her ulus-devlet laik olduğu
kadar Masoniktir. Kapitalist modernitenin ideolojik hegemonyasının temel gücüdür.
Etkileri küreseldir. Bu konumlarını halen pekiştirerek sürdürmektedirler. Diğer
etkili oldukları odaklar medya tekelleri, üniversite hocaları başta olmak üzere
dünyanın stratejik gidişatında pay sahibi olan birçok sivil toplum
kuruluşlarıdır. Laik dünya dedikleri modernitenin akıl hocaları ve denetmenleri
konumundadırlar. Dünyevi, seküler dedikleri işlevleri bu kapsamdadır.
Başta Katoliklik olmak üzere, Sünni İslam ve diğer katı dinî
gelenekler modernitenin etkisiyle aşındıkça, laiklik bir ideoloji ve siyasi
program olarak önemini yitirir. Geleneksel dinin yeniden canlanışı, özellikle
İslamî geleneğin etkisini halen güçlü yaşayan toplumlarda laiklik-din
tartışması alevlenmektedir. Özünde ulus-devletle ümmetçilik anlayışı arasındaki
ideolojik ve politik iktidar savaşıyla bağlantılı olan bu gelişmelerin sanki
sadece modern yaşam tarzıyla ilgiliymiş gibi yansıtılması doğru değildir.
Hıristiyanlık’la Musevilik arasındaki mücadelenin bir benzeri artık İslam
dünyasıyla Musevilik arasında yaşanmaktadır. Ortadoğu’daki büyük çatışmaların
altında bu gerçeklik yatmaktadır. Avrupa ve ABD türü bir Musevi-İslam uzlaşması
gerçekleştirilmek istenmektedir. Radikal unsurlar uzlaşma karşıtı ve çatışmacı
unsurları oluştururken, ılımlı unsurlar uzlaşmaya daha yakın görünmektedirler.
Yine de geleneksel din kültürünün canlanışını tümüyle gericiliğin
hortlaması olarak görmemek önem taşır. Modernite ve ulus-devletçiliğe
başkaldırdıkları oranda demokratik muhteva taşırlar. Ayrıca güçlü ahlaki
damarları da temsil ettikleri göz ardı edilemez. Modernitenin üzerinde çok
oynadığı ve sömürgeleştirdiği kültürlerden biri olarak bu gelişmelerle yakından
ilgilenmek demokratik modernite açısından önem taşımaktadır. Benzeri canlanma
her bastırılmış kültürde ve dinsel geleneklerde görünmektedir. Konu küreseldir.
Dolayısıyla sadece İslam-Yahudi çekişmesi olmayıp, küresel boyutta cereyan eden
olaylarla ilgilidir.
Tıpkı farklı etnik kültürleri demokratik-ulus kapsamında çözmek
mümkün olduğu gibi, dinsel kültürün demokratik muhtevasını da demokratik-ulus
içinde eşit, özgür ve demokratik bir unsur olarak değerlendirmek ve çözümde yer
vermek oldukça önemlidir. Demokratik modernitenin tüm sistem karşıtı
hareketlere karşı geliştirdiği uzlaşmacı ittifak anlayışını demokratik
muhtevalı dini kültür için de geliştirmesi, yeniden inşa çalışmaları açısından
hayati önem taşıyan diğer önemli bir görev kapsamındadır.
3- Kentsel, Yerel ve
Bölgesel Özerklik Hareketleri
Tarihte her zaman büyük ağırlığı olan kent, yer ve bölge çaplı
özerk yönetimler, ulus-devletçiliğin kurban ettiği diğer çok önemli kültürel
gelenekler arasındadır. Uygulanan tüm toplumsal ve devletsel yönetimlerde
kentin, yerelin ve bölgelerin kendine has yönetimleri, özerklikleri hep
olagelmiştir. Zaten başka türlü özellikle büyük çaplı devlet ve
imparatorlukları yönetmek mümkün olamaz. Katı merkeziyetçilik esas olarak
modernitenin tekelci karakteri olarak bir ulus-devlet hastalığıdır. Azami kâr
kanununun bir gereği olarak dayatılmıştır. Ur gibi büyüyen orta sınıf burjuva
bürokratlarının iktidar olmaları için düzenlenmiştir. Bir değil, bin kral
düzenleri tesis etmek için, ancak faşizmle yürüyen bir model olarak
geliştirilmiştir.
Klasik modernitenin çözülüşü hızlandıkça ve postmodernite türü
çoğu liberal nitelikli de olsa bazıları da radikal kopuş anlamına gelen
kültürel hareketler geliştikçe, bunda en büyük payı kentin, yerelin ve
bölgelerin özerklik hareketleri omuzlamıştır. Aslında tüm çağlar boyu güçlü
yaşadıkları siyasi, ekonomik, sosyal boyutlar da taşıyan kültürlerine dönüş,
yeniden canlandırma söz konusudur. Çok önemli tarihsel-toplum anlamı olan ve
olması gereken hareketlerin başında gelmektedirler. Kentin, yerelin, bölgenin
kurtuluşu olmadan, ulus-devlet hastalığından kurtuluş mümkün değildir. Bunu en
iyi anlayan ve uygulamaya geçiren oluşum AB üyeleridir. Gerek modernite adı
altında yaşadıkları dört yüz yıllık barbarlıklar, gerek Birinci ve İkinci Dünya
Savaşları Avrupa kültürüne yeterli dersi vermiştir. İlk uygulamaya koydukları
adımların kent, yerel ve bölgesel özerklik yasaları olması tesadüf değildir.
Ulus-devletçiliğin soykırım başta olmak üzere tüm kültürel varlıklar için ne
menem bir soykırım olduğunu kavramalarıyla ilgilidir.
Bugün Avrupa Birliği’nde en gözde çalışmaların kent, yerel ve
bölgesel kültürler kapsamında gerçekleştirilmesi, tüm küresel sorunların
çözümünde en önemli unsurların başında gelmektedir. Fazla radikal olmasa da
önemli, gerekli bir kültür hareketidir. Zaten dünyanın tüm kıtalarında merkezi
yönetim homojenliği tam dayatılıp geliştirilemediğinden, birçok kentin, yerelin
ve bölgenin özerkliği canlılığını korumaktaydı. Rusya Federasyonu’ndan Çin ve
Hindistan’a, tüm Amerika kıtasından (ABD federaldir, Kanada’da özerklik
yaygındır, Latin Amerika zaten bölgesel özerklik konumundadır) Afrika’ya
(Afrika’da geleneksel aşiret ve bölge yönetimi olmadan devletler oluşup
yönetemez) kadar özerk konumlar ve özerklik çalışmaları en aktif ve aktüel
konulardır. Ulus-devletçiğin katı merkeziyetçi hastalığı, sayıları sınırlı bazı
Ortadoğu devletlerinde ve diğer diktatörlüklerde uygulanmaktadır.
Klasik modernitenin en önemli boyutu olan katı merkeziyetçi
ulus-devlet yapılarının üstten küresel sermaye, alttan kültürel hareketler
tarafından sıkıştırılmasıyla yaşadığı çözülmeler en çok kent, yerel ve bölgesel
özerklik yönetimleriyle ikame edilmeye çalışılmaktadır. Günümüzün gittikçe
güçlenen bu eğilimi, demokratik-ulus hareketiyle de iç içe gelişmek
durumundadır. Demokratik ulus, yönetim biçimi olarak konfederalizme çok
yakındır. Konfederalizm bir nevi demokratik ulusların siyasal yönetim
biçimidir. Güçlü kent ancak yerel ve bölgesel özerk yönetimlerle varoluş
kazanabilir. Yönetim biçimi itibariyle her iki hareket de özdeş ve çakışma
durumundadır. Demokratik uluslaşma ve uluslar kent, yerel ve bölgesel
özerklikler olmadan yönetim gücü kazanamaz. Ya kaosa düşüp dağılır ya da
ulus-devletçiliğin yeni bir modeliyle aşılır. Her iki duruma düşmemek için,
demokratik ulus hareketi mutlaka kent, yerel ve bölgesel demokratik
özerklikleri geliştirmek zorundadır. Buna karşılık kent, yerel ve bölgesel
özerk yönetimler hepten yutulmamak, ekonomik, sosyal ve siyasal güçlerini tam
kullanabilmek için demokratik ulusal hareketle demokratik ulus olarak
bütünleşmek ihtiyacındadır. Ulus-devletçiliğin her iki hareket için sürekli
kapıda tuttuğu ve dayattığı aşırı merkeziyetçi güç tekellerini ancak
aralarındaki sağlam ittifakla aşabilirler. Aksi halde her iki hareket ve hatta
olgu olarak, geçmişte çokça yaşadıkları gibi yeniden homojenleştirme tehdidi
altında tasfiye olmaktan ve erimekten kurtulamazlar. Tarihsel koşullar nasıl
19. yüzyılda daha çok ulus-devletçilikten yana idiyse, günümüz koşulları da
-yani 21. yüzyıl gerçeklikleri de- demokratik uluslardan ve her düzeyde güç
kazanmış kent, yerel ve bölgesel özerk yönetimlerden yanadır.
Liberalizmin tarihinde sıkça yaptığı gibi yeniden bu olumlu
demokratikleşme eğilimlerini ideolojik ve maddi hegemonyası altında
yozlaştırmaması ve eritmemesi için çok dikkatli olunması gerektiği açıktır.
Demokratik modernitenin tüm sistem karşıtlarını olduğu kadar tarihsel-toplumun
kentçi, yerel ve bölgesel siyasal oluşumlu akışını yeni bir ideolojik ve
siyasal yapılanmayla bütünleştirmesi en önemli stratejik görevidir. Bu temelde
kapsamlı teorik çalışmalarla iç içe program, örgüt ve eylem yapılanmalarını
geliştirmek durumundadır. 19. yüzyılın ortalarında ulus-devletçilik tarafından
tasfiye edilen konfederal yapıların akıbetini 21. yüzyılda bir kez daha
tekrarlamamak, tersine demokratik konfederalizmin zaferine dönüştürmek için
koşullar oldukça elverişlidir. Modernitenin finans kapital dönemindeki en derin
ve süreklilik kazanan ve ancak kriz yönetimiyle ayakta tutulan, sürdürülen
bunalımından demokratik moderniteyi zaferle çıkarmak için yeniden inşa
çalışmalarında entelektüel, politik ve
ahlaki görevlerin başarıyla gerçekleştirilmesi hayati önem kazanmıştır.
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info
1- Etnisite ve
Demokratik Ulus Hareketleri2- Dinsel Geleneğin
Canlanışı: Dinsel Kültür Hareketleri3- Kentsel, Yerel ve
Bölgesel Özerklik Hareketleri