12 Ekim 2012 Cuma Saat 06:35
0
21
TR
Yorumlamaya çalıştığım konu ne geçmişin
‘altınçağ’ anılarını canlandırmak, ne de geleceğin yeni bir ‘ütopyasını’ hayal
etmektir. İki konuya ilişkin de tasarı gücünü sergilemeyi anlamlı bulmuyorum.
Toplumsal zihniyetler bu yönlü yoğunlaşmalarla yüklü de olsa, bunlar asıl
yorumlamaya çalıştığım ahlaki ve politik toplum gerçeğine pek katkı sunan
açıklamalar, anlatılar değerine haiz değiller. Katkılarını tümüyle inkâr
etmesek de, sakıncalara yol açtıklarını da bilerek üzerlerinde durmak ve bazı
anlatılara konu etmek gerekir.
Bu açılardan demokratik modernite kavramı ne ‘altın çağdan’ haber
verme girişimidir, ne de geleceğe ilişkin bir ‘cennet ütopyası’dır. Ayrıca
pozitivist bilimin çokça işlediği bir tarihsel çağlar, toplum biçimleri de
değildir. İster metafizik ister pozitivist yöntemlerle işlensin, bu yönlü tarih
ve toplum anlatımlarını yöntem olarak benimsemediğim gibi, birbirine benzer
sonuçlar ürettiklerini, çok iddia ettikleri gibi gerçek, hakikat yorumlarının
tutarlı olmadığını da en az kendi açımdan belirtmek durumundayım. Tarih
malzemesinin deneyimlerini düşünmek açısından kesin gerekli buluyorum. Sadece
tarih malzemesini de değil, doğa malzemesi ve deneyimlerini de gerekli buluyorum.
Bu konuda tipik bir ampirist (deneyimci) gibi yaklaşım içinde değilim. Karşıtı
olarak doğal ve tarihsel malzeme ve deneyimlerden bağımsız düşünce
üretebileceğini iddia eden idealistçi (mutlak fikircilik) yaklaşım içinde de
değilim. Bu yöntemlerle tüm uygarlık tarihi boyunca devasa külliyatların
oluşturulduğunu biliyorum. Bunlardan haberdar olmanın gerekliliğine inanmakla
birlikte, hakikati yorumlamak açısından vazgeçilmez olmadıklarına da kaniyim.
Hakikati bunlar olmaksızın yorumlamanın mümkün olduğunu belirtmek istiyorum.
Özellikle tarihin malzeme bolluğuna gömülmüş pozitivist araştırmacı ekolü çok
zavallı ve acınacak durumda buluyorum. Aynı biçimde aşırı malzemesiz, kerameti
kendinden menkul şeyhlerin gaipten haber vermelerinin de hakikatle pek irtibatlı
olduğunu sanmıyorum. Onlar da acınası, sefil bir durumu yaşarlar.
Sadece ampirik ve idealistçi yaklaşımları eleştirmek yetersiz kalır. Bu iki yöntemi daha
farklı biçimleri olan evrenselci, düz çizgisel ilerlemecilikle görecilik
yöntemlerine de eleştirel yaklaşmak önemlidir. Genelde hakikat ne çizgisel
ilerlemeci, ne de göreci yöntemle inşa edilebilir veya keşfedilebilir. Şüphesiz
toplumsal doğanın esnek yüksek zekâ düzeyi toplumsal gerçekliğin inşasına geniş
bir özgürlük seçeneği sunar. Fakat bu durum göreci (izaficilik) yöntemin iddia
ettiği gibi “Herkes kendi gerçeğini istediği gibi inşa edebilir anlamına
gelmez. Aynı gerçekler idealistlerin sandığı gibi “Levhi Mahfuzda yazılı olduğu
gibi zamanı gelince gerçekleşir anlamına da gelmez. Toplumsal gerçekleri
(toplumsal doğalar klandan ulusa kadar, sınıf, devlet vb.), verili zaman ve
mekân koşulları dahilindeki toplumsal malzemeyi yeni fikirlerle yeni
gerçeklikler olarak inşa etmek zihniyetin yolu, en gerçekçi yöntem olarak
görünmektedir veya öyle kabul edilebilir.
Tekraren de olsa, açıklamaya çalıştığım, yöntemin mutlaka
toplumsal doğaya, özellikle onun temel varoluş hali olan, öyle olduğuna
inandığım ve emin olduğum ahlaki ve politik topluma dayanması gerektiğidir.
Ahlaki ve politik toplumla bağlantısı olmayan tüm düşünce ekollerinin, bilim,
felsefe ve sanat yapıtlarının sakat doğuş yaptıklarını ve er geç sakıncalara
yol açacaklarını belirtmeye çalışıyorum. Bağlı kalınması gereken tüm yöntem
sorunlarının ve bilgi, etik ve estetik ürünlerinin mutlaka ahlaki ve politik
toplumu esas almalarını ilk koşul olarak belirliyorum. Bu ilk koşulun dışında
oluşan tüm yöntem, bilgi, etik ve estetiğin güvenilmez, sakat ve yanlışlıklarla
yüklü, çirkin ve kötülüklerle dolu olacaklarına dikkatleri çekmek istiyorum. Bu
hususların sadece kendime ilişkin şahsi kanı ve düşünceler değil, hakikat
yolunda temel norm değerinde olduklarını ısrarla açıklıyorum.
Demokratik moderniteye ilişkin yaklaşım yöntemimi tekraren
belirttikten sonra, şimdiye kadarki çözümlemelerle iki yönlü yaklaşım
geliştirmeye çalıştığım anlaşılacaktır. Çözümlemelerin ısrarla belirlemeye
çalıştığı birinci husus, uygarlık sisteminin toplumsal doğanın verili hali olan
ahlaki ve politik nitelikteki toplumu sürekli aşındırarak, istismar ederek,
üzerinde sömürü ve iktidar tekelleri inşa ederek geliştiğine ilişkindir. Bu
husus çok önemlidir ve mutlaka anlaşılmayı, bunun için gerekli çözümlemeleri
sunmayı gerektirir. Öyle yapmaya çalıştım. İçinde bulunduğum koşullar gereği
sınırlı da olsa eldeki malzemeyi kullanarak, ama esas olarak hakikatin olmazsa
olmaz yolu olan yaşamı, yaşamımı bu malzemeyle iç içe yorumlayarak, uygarlık
sistemini çözümlemeye çalıştım. Bence aşırı malzeme sunumu pek gerekli değildi.
Ayrıntıya boğma tehlikesi vardı. Fakat tümüyle malzemesiz olunamayacağını
sunulan verilerle açıkça ortaya sermeye çalıştım.
Sonuç şuydu: Devasa uygarlık çağları diyalektik gereği kimlere
karşı geliştirilmişti? İlişki ve çelişkilerini kimlerle nerede ve nasıl
kurgulamıştı? Asgari malzeme ve yorum gücüyle de olsa, ilişki ve
karşıtlıklarına toplam olarak ‘demos’, kendini yönetme anlamında da ‘kratiya’
malûm sözcüklerini çokça kullanıldıkları ve entelektüel âlemde yaygınca
bilindikleri için, ben de birleştirerek sunmaktan çekinmedim. Şüphesiz
Demoskratiya tüm ahlaki ve politik toplum birimlerini kapsamıyor. Belki de
İonya’da bir çağda yaşandığı gibi ‘aşiretler konfederasyonu’nu tam olarak
karşılıyor. Dolayısıyla daha alt, üst ve diğer farklı ahlaki ve politik
birimleri kapsamamış olabilir. Olabilirden öteye kapsamıyor. Ama sözcüğün yine
de mevcutlar içinde şimdilik en uygunu olduğu kanısını taşıdığımdan bunu
kullanmaktan çekinmedim. İleride daha uygun bir terminoloji geliştirilirse,
şüphesiz kullanma gereği konusunda tereddütlerim olmaz. Mühim olan ihtiva
ettiği içeriktir içerikten neyi kastettiğimize ilişkindir.
İkinci kelime olan ‘modernite’yi ise açıklama gereği pek yoktur. Çokça paylaşıldığı gibi,
yaşanan ve belli normları olan dönemleri, çağları, süreleri anlatır. O halde ne
kadar uygarlık çağları varsa, onlar kadar, hatta katbekat fazlasıyla
Demoskratiya, demokratik moderniteler de var demektir. Zira uygarlık
sistemlerinin tümüyle erişmediği, sömürü ve iktidar tekeline alamadığı pek çok
demokratik modernite olarak yorumlayabileceğim ahlaki ve politik toplum birimleri
vardır. Tarih bu konuda bolca malzeme sunmaktadır. Ben de örnek kabilinden çok
azlarına değinmeye çalıştım.
Demokratik moderniteye ilişkin ikinci önemli husus, uygarlık
sistemleri kadar ve maddi kültür olarak kendilerini örgütlü kılmadıklarına veya
kılamadıklarına ilişkindi. Uygarlıklar günlük tekelci sömürü ve iktidar
aygıtlarını çalıştırmak zorunda kaldıklarından, hem ideolojik olarak son derece
mücehhez ve örgütlü, hem de maddi yapılanma olarak birlik ve eylem halinde
olmayı gerektirirler. Tarih malzemesi bu konuda alabildiğine boldur. Dileyen
istediği kadarını bulabilir. Demokratik modernite birimleri ise aynı konumda
değiller. Daha doğrusu, sürekli direniş konumuyla sömürgeleşme konumu arasında
gidip geldiklerinden, daha köşe bucakta, dağlar başında ve çöl ortalarında
kalan bağımsız birimleri ise pek gelişmemiş olduğundan, aynı ideolojik ve maddi
yapılanma sistematiğine sahip olamazlar. Hiç sistem, ideoloji ve yapılanma
geliştiremezler demek istemiyorum. Şüphesiz tarih onların da sunduğu çok daha zengin
ideolojik ve maddi yapılanma kültürleriyle doludur. Uygarlığın ideolojik
hegemonyası nedeniyle pek açığa vurulmazlarsa da, tarihin bu yönlü çok zengin
veri sunduğundan asla kuşkulanmamak gerekir.
Günümüze kadar her iki uygarlık ucunu ana hatlarıyla izlemeye
çalıştım. Tüm kaba düzenlememe rağmen, yetersiz de olsa ana eğilimleri
yansıttığım kanısındayım. Özellikle kapitalist olarak adlandırılan moderniteyi
kapsamlıca çözümlemeye çalıştığım fark edilecektir. Buna karşılık aynı
modernite döneminin karşıtlarını da daha kapsamlıca ve belli eleştirilerle
birlikte sunduğum iyice izlenebilir. Bu eleştirilerden çıkarılması gereken
sonuç, açık ki demokratik modernitenin kendini nasıl yeniden inşa etme
göreviyle karşı karşıya olduğuna ilişkindir. Resmi kapitalist modernite
güçlerinin liberalizmin öncülüğünde tüm güçleri ve olanaklarıyla her kılıkta,
ister yenilensin ister yenilenmesin, kendilerini sunma konusunda hayli
becerikli ve deneyimli olduklarını bilmekteyiz. Aynı hususları demokratik
modernite güçleri için belirtemeyiz. Gerek tarih, gerek yakın geçmiş
deneyimleri, ideolojik olarak nasıl eritildiklerini ve netliklerini
yitirdiklerini liberalizme karşı tavırlarında netçe izlemek mümkündür. Bu
durumlara mümkün olduğunca düşmemek, en azından yakın geçmişin acısı bol trajik
konumlarına bir kez daha fırsat vermemek için, demokratik modernite
birimlerinin yeniden inşa görevlerini netleştirmek büyük önem taşımaktadır.
Birim derken, sistem karşıtı durumu az veya çok bilip yaşayan tüm
toplulukları, bireyleri, hareketleri kastediyorum. Toplumsal doğanının ezici
çoğunluğunu teşkil eden bu varoluşlar ne yazık ki sayılarının çok çok gerisinde
niteliksel birer güç halinde bulunmaktalar. Yeniden inşa her şeyden önce
niceliksel çoklukları niteliksel bir güce kavuşturmayı hedeflemelidir. Küresel
çaptaki ticari, sınai, finansal, ideolojik, iktidar ve ulus-devletsel tekel
şebekelerinin ne kadar kapsamlı, iç içe ve hedeflerine karşı da şaşırtıcı, yok
edici davrandıklarını bir an için unutmazsak, en azından aralarındaki muazzam dengesizliği
gidermek açısından, demokratik modernite birimlerinin yeniden inşa
edilmeleriyle çokluklarıyla orantılı bir güce kavuşmaları gerektiği çok açık ve
ertelenemez görevdir. Bu görevleri üç ana başlık halinde belirtmek mümkündür.
Üçü de birbirleriyle sıkı sıkıya bağlantılı olan bu görevler entelektüel,
ahlaki ve politik boyuttadır. Fakat aralarındaki sıkı ve karşılıklı bağlantı,
kurumsal olarak kesin bağımsız olmaları gerektiğini ortadan kaldırmıyor.
Tersine, her alan kurum olarak tarihte de, günümüzde de, gelecekte de
bağımsızlığını korumak durumundadır. Aksi halde işlevlerini hakkıyla yerine
getiremezler. Tarihte çok iç içe yaşayan bu görev alanlarıyla ilgili kurumlaşma
ve görevleri netleştirmek, nasıl işbirliği içinde bulunabileceklerini
düzenlemek çözümlenmesi gereken hususlardır.
Tarihsel süreci bu açıdan bazı örnekler yoluyla açıklamak
aydınlatıcı olacaktır. Kabile birimlerinde entelektüel, ahlaki ve politik
görevler genellikle iç içe yerine getirilir. Ayrışma ve uzmanlaşma fazla
gelişmemiştir. Aşiret konfederasyonları ağırlıklı olarak politik görevlerle
ilişkilidir. Ahlaki gelenek yaşlıların tecrübesiyle temsil edilirken,
aydınlanma, düşünme daha çok şaman, şeyh veya rahip düzenekleriyle temsil
edilir. İbrahimî dinlerin ahlaki ve politik boyut da kazandıkları uzun tarih
dönemlerinde her üç görev biraz kurumlaşır. İslam’da medrese daha çok
entelektüel kurum rolünü oynarken, cami ahlaki kurum, saltanat ise politik
kurum rolünü yerine getirir. Fazlasıyla iç içe olmaları yaratıcı gelişimlerini
önlemiştir. En azından Hıristiyanlık ve Musevilik kadar gelişememeleri bu
gerçeklikle bağlantılıdır. Ekümenik veya ümmet konumu aralarındaki
bağlantılılığın egemen biçimi olup, bir nevi enternasyonalizmlerini temsil
eder.
Greko-Romen uygarlığında entelektüalizm biraz daha bağımsızlığını
kazanır. Felsefe ekolleri daha çok entelektüel kurumlardır. Bağımsızlıkları
hayli gelişkindi. Ahlak tapınakta, politika önceleri meclis ve cumhuriyet
senatosunda kurumlaşırken, imparatorluğun gelişimiyle büyük darbe yemiştir. İmparatorluk
bir nevi merkezi düzeyde politik kurum olmanın inkârıdır. J. Sezar’a suikast bu
gerçeklikle yakından bağlantılıdır.
Yakınçağ modernitesinde entelektüalizm üniversitede kapana
kısılırken, ahlak büyük darbe yer ve silinmeyle yüz yüze kalır. Pozitif hukukla
ikame edilerek, rolü toplumdan tasfiye edilmeye çalışılır. Politika ise
parlamentarizm kılıfı altında giderek alan daralması yaşayarak, ulus-devlet
bürokrasisinin idaresi altında adeta işlemez duruma getirilir. Ahlak gibi
rolünü gerçek anlamda oynayamaz olur. Demokratik modernite birimlerinde ise
çeşitli ve karmaşık kurumsal gelişmeler yaşanır. Kardeşlik örgütleri bir nevi
üç görevi de şahıslarında birleştirir. Ütopikler benzer konumdadır.
Entelektüel, ahlaki ve politik özellikler, görevler bir nevi aynı kişi
etrafında tarikat biçiminde işlev kazanır ve yerine getirilir. Özellikle reel
sosyalizm sürecinde Komünistler Ligi, Manifesto, I., II. ve III. Enternasyonal
her üç kurumlaşmanın iç içe yaşandığı kuruluşlar olarak kendilerini
yansıtırlar. Her üç görev alanına ilişkin kapitalist modernitenin benzer
asimilasyonist eğilimini paylaşmışlardır. Politika, kurum olarak tanrı
ulus-devletin idari mekanizmalarına kurban edilirken, ahlak aynı mekanizmanın
vatandaşın tutsaklığını düzenleyen pozitif hukukuna kurban edilmiştir.
Entelektüel görev ise, ulus-devletin yeni tapınağı rolünü oynayan
üniversitelerinin entelektüel sermayedar ve hamal (bilgi taşıyıcı eşek)
ikilisine feda edilmiş veya inkâr ettirilmiştir.
Tarihe ilişkin bu kısa hatırlatmalar bile, demokratik modernite
birimlerinin eğer toplum olarak tümüyle dağılmak istemiyorlarsa, kendiliklerini
karşı-ağlar biçiminde üç görevle yüklemeleri gerektiğini açıkça ve bütün
önemleriyle birlikte ortaya koymaktadır.
Görevleri işlemeden önce birim ve ağ konularına da kısaca değinmek
aydınlatıcı olacaktır. Birim, tekel karşıtı her topluluğu kastetmektedir.
Demokratik ulustan bir köy derneğine, uluslararası bir konfederasyondan mahalle
şubesine kadar her topluluk bir birimdir. Kabileden kente, yerelden ulusala
kadar her yönetim organı da bir birimdir. İki kişilik, hatta tek kişilik
birimler kadar milyarlarca insanı temsil eden birimler de söz konusu olabilir.
Kavram’a bu zenginlik içinde bakmak öğretici kılacaktır. Fakat burada önemli
olan, tüm birimlerin birer ahlaki ve politik toplum olarak
değerlendirilmesidir. Dolayısıyla her birimin entelektüel, ahlaki ve politik
görevlerde paydaş olması ilkesel değerdedir. Birim olmak ahlaki ve politik
toplum olmayı gerektirdiği gibi, ahlaki ve politik toplum olmak da entelektüel,
ahlaki ve politik görevlere bağlılığı gerektirir. Ağ, şebeke olma hali ise,
karşı kutbun örgütsel yapılanması ve yönetilmesiyle bağlantılıdır. Ayrıca içsel
birliktelikler en iyi ağlar halinde birbirleriyle örgütlenebilirler. Katı
merkeziyetçi, hiyerarşik emir-komuta örgütlenmesi ve yönetimi demokratik
modernite birimlerinin örgütlenme, yönetme ilkelerine tamamen terstir.
A- Entelektüel
Görevler
Entelektüel görevleri basmakalıp bilinç oluşturma ve birimlere
aktarma olarak belirlemeyeceğimi peşinen belirtmeliyim. Yapılması gereken ilk
iş entelektüelliğin kendisini değerlendirmektir. Moderniteyi ‘Aydınlanma
çağı’nın (18. yüzyıl Avrupa’sı) belirlediği çokça söylenir. Yahudi soykırımı
başta olmak üzere, ulus-devletçe sistematik olarak uygulanan sayısız fiziki ve
kültürel soykırımlar modernitenin aydınlanma ideasına ölümcül darbe indirir.
Entelektüel Adorno’nun, artık bütün tanrısallıkların susması gerektiğini
söylediği andır bu. Aynı zamanda uygarlıkların vardığı son aşamadır. Bu an
önemli bir andır çözümlenmesi yapılmadan bir adım bile ileriye atılamaz.
Tarihsel bir iflas, yalan ve soykırım anından bahsediyoruz. Bir aydınlanma,
bilinçlenme, bilimlenme eylemi olarak entelektüellik kendini bu andan
soyutlayamaz. Baş suçlulardan biri olarak yargılanmak durumundadır. Suçu birkaç
Hitler’e yüklemek, liberalizmin en iğrenç propagandasıdır. Hitler’i beşikten
mezara kadar besleyen sistemi açıklamadan hakikat açıklanmış olamaz olsa olsa
hakikate ihanet edilmiş olur. Entelektüelliğin temel görevi olan ‘hakikatin
peşinde olmak’ ihanete uğramışken, hem de bu ihanet yaygınca entelektüel
sermayedar ve hamallığı tarafından gerçekleştirilirken, kökten gözden
geçirilmesi gereken hususlar var demektir. Entelektüel alanda kökten gözden
geçirilmesi gereken konular çözümlenmedikçe, içine girilecek konum yeni
entelektüel sermayedarlar ve hamallar olmaktan öteye sonuç doğurmaz.
Eğer sistemik küresel kriz ancak olağanüstü kriz yönetimiyle
sürdürülüyorsa, bu durumda entelektüel krizden bahsetmemek ya körlükten ileri
gelir ya da sistemin iflah olmaz bir entelektüel sermayedarı ve hamalı olmakla
mümkündür. Onur sahibi olan sıradan entelektüel, krizin asıl olarak zihniyet
alanındaki tıkanmayla ilgili olduğunu kavramakta zorluk çekmez. Kaldı ki,
sistem yapılanmalarıyla zihniyetleri arasında beden-ruh ilişkisine benzer bir
bağ vardır. Yapısallık olarak bedenin krizi, ruh olarak zihniyet krizini sadece
gerekli kılmaz, öncüsü kılar. Öncelik bedende değil, ruhsal krizdedir. Nasıl ki
beyin ölümü beden ölümünün kesin kanıtıysa, zihniyet krizi de ancak yapısal
krizin kanıtı olabilir. Açıkçası derin bir entelektüel krizin yaşandığı
kesindir. Verilecek yanıt bazı alanlardaki yeniliklerle giderilemeyecek kadar
derinlik ister sistemin dönüşümüyle ilgili olmayı gerektirir. Sistemin
entelektüel krizi ancak onun aşılmasıyla, yani ‘entelektüel devrim’le
mümkündür. Günümüz entelektüel devrimini tartışmadan önce, bazı tarihsel
örneklere değinmek bu konuda son derece aydınlatıcı olacaktır.
Yorumlanabileceği kadarıyla tarihte ilk büyük entelektüel devrim
M.Ö. 6000-4000 döneminde Mezopotamya’da yaşandı. Toplumun ve doğal kuvvetlerin
gücünün ilk defa kapsamlı gözlemlendiği ve devasa boyutlu pratik sonuçların
çıkarıldığı dönemdir. Bu, Gordon Childe’ın ancak 16. yüzyıl sonrasının
Avrupa’sıyla kıyaslamasının yapılabileceğini söylediği dönemdir. Halen hem
zihinsel hem araçsal olarak yaşanan toplumsal kazanımların büyük kısmı o
dönemden kalmadır. İkinci büyük devrim, Sümer ve Mısır uygarlıklarının kuruluş
dönemleridir. İlk dönem devriminin kazanımlarını uygarlık sistemine hem
zihinsel hem araçsal olarak dönüştürme becerisini gösterecektir. Yazı,
matematik, edebiyat, tıp, astronomi, teoloji, biyoloji başta olmak üzere birçok
buluş bu dönemde sağlanan devrimsel entelektüel gelişmelerdir. Tarih daha sonra
Grek-İonya devrimine kadar bu gelişmeleri öğrenmek ve tekrarlamakla geçecektir.
Grek-İonya entelektüel devrimi üçüncü büyük adımı teşkil eder.
M.Ö. 600 dönemi hem felsefi zihniyet, hem bilimsellik açısından çok zengin
geçen diğer bir dönemdir. Mitoloji karışımlı dinlerden felsefi devrime geçiş,
şüphesiz büyük bir entelektüel devrimdir. Ayrıca yazı, edebiyat, fizik,
biyoloji, mantık, matematik, tarih, sanat ve politika alanında da devrimsel
gelişmeler yaşandı. 16. yüzyıla kadar ancak bu devrimlerin ürünleri
aktarılarak, tekrarlanarak tarih yaşandı. Şüphesiz başka mekân ve zamanlarda
birçok entelektüel gelişme olmuştur. Ama bunlar büyük devrim sayılamazlar. Tek tanrılı dinsel çıkışları önemli
zihniyet devrimleri olarak yorumlamak mümkündür. Ayrıca Zerdüşti ahlaki devrim
büyük bir entelektüel devrimdir. Çin’de Konfüçyus, Hint’te Buda önemli
entelektüel değerlerdir. İslam’ın 8.-12. yüzyıllarında da entelektüel
pırıltılar önemlidir. Devrime dönüşmemeleri büyük kayıptır.
Avrupa entelektüel devrimi şüphesiz köklü ve kapsamlıdır. Ancak
kaynaklarını bahsettiğimiz devrim ve pırıltılardan aldığı tartışılmaz. Hemen
belirtmeliyim ki, bu entelektüel devrimlerin tümünün sömürü ve iktidar
tekelleriyle alakası yoktur. Tersine, bu tekeller yüzünden layıkıyla
gelişmemeleri ve saptırılmaları, köreltilmeleri, daha çok da kendilerine
bağlayıp sermaye haline getirmeleri söz konusudur. Avrupa büyük entelektüel
devriminde bu gerçeklik daha açık ve çarpıcıdır. Kapitalist tekeller ve devlet
tekelleri olarak mutlakıyet ve ulus-devlet sistemleri, entelektüel devrimi
engellemek, saptırmak ve kendi iktidarlarına bağlamak için büyük uğraş
vermişler, bunu başat işlerinden saymışlardır. Bu konuda büyük mücadeleler
verilmiştir. Entelektüel bağımsızlıklarını, onurlarını kaybetmemek için,
engizisyondan Fransız devrim mahkemelerine kadar iktidarların amansız zulmüne
karşı direnmişler, yakılmayı göze alabilmişlerdir: Bruno, Erasmus, Galileo,
Thomas Moore vb. gibi.
19. ve 20. yüzyıllarda, toplumun her alanında ve birimlerinde
olduğu gibi, entelektüel alan ve birimlerde de tekelci sermaye ve ulus-devletin
hegemonyası güçlü yansıma buldu. Bilim, felsefe, sanat ve hatta din
iktidarlara, özellikle ulus-devlet yapılanmalarına büyük oranda entegre edildi.
Her iki alandaki tekelcilik, entelektüel bağımsızlığa büyük darbe vurdu.
Bağımlılık altındaki entelektüel ya bir entelektüel sermayedara ya da
çoğunlukla üniversite ve diğer okul sistemlerinde bilgi hamallarına dönüştü.
Her ulus-devletin yeni tapınağı, üniversiteler başta olmak üzere okul yapıları
oldu. Yeni neslin beyni ve ruhu buralarda yıkanır ulus-devlet tanrısına hiçbir
dönemle kıyaslanmayacak denli tapınan kul-vatandaşlar haline getirilir. Haliyle
her düzeydeki hocalar yeni rahip sınıfı konumundadır. Şüphesiz tek tek
aydınlar, entelektüel haysiyetini koruyanlar vardır. Ama genel kuralı
bozmayacak kadar istisnaidirler.
Daha da önemlisi, Avrupa entelektüel devriminin içeriğindeki
gelişmelerle ilgilidir. Önceki çağların din, bilim, felsefe ve sanatını
öncelikle iyi özümsediklerini belirtmek gerekir. Kendi katkılarını bu özümsemeye
dayandırdıkları açıktır. Kabul etmek gerekir ki, Avrupalı entelektüeller
hakikate yaklaşmada büyük bir aşama kat ettiler. Metot ve uygulama olarak
başarıları kesindir. Özellikle Birinci Doğaya (fizik, kimya, biyoloji,
astronomi alanlarına) ilişkin başarıları bu yönlüdür. Fakat İkinci Doğa olarak
topluma ilişkin bilimsel, felsefi, sanatsal ve ahlaksal yaklaşımları için aynı
hususu belirlemek mümkün değildir. Büyük ve anlamlı açıklamalar (manifestolar),
bilimsel disiplinler, felsefi ekoller, sanatsal eğilimler ve etik öğretiler
geliştirdiler. Fakat toplumun ahlaki ve politik karakterini koruyacak kadar
başarılı olamadılar. Tersine, sermaye ve iktidar tekellerine bağlandıkça,
ahlaki ve politik toplumun imhaya varana dek hedef haline getirilmesinde sadece
yetmezlik, eksiklik ve yanlışlıklarla izah edilemeyecek denli suç ortaklığı
ettiler. Entelektüel kriz işte böyle başladı.
Şüphesiz yalnız toplum değil, çevrenin de imha hedefi haline
gelmesinde entelektüel kesim sorumludur. Zaten küresel krizden müştereken
sorumlu tutulmaları, krizin müşterek olmasından ötürüdür. Burada aydınlatılması
gereken en önemli husus, entelektüel yenilginin, bozulmanın ve çarpıklaşmanın
stratejik ve taktik olarak nasıl geliştiğidir. Özellikle toplumsal bilimler
(Birinci Doğaya ilişkin bilimlerin de toplumsal nitelikte olduklarına veya öyle
olmaları gerektiğine inancımı öncelikle belirtmeliyim) alanındaki büyük
kargaşa, yenilgi ve ihanetin gelişmesinde neleri sorumlu tutmalıyız? Tümüyle
bilimsel paradigmayla ilgili bir hastalık mı söz konusudur? En büyük payı bazı
disiplinlerde mi aramak gerekir? Hastalık bünyesel midir, yoksa arızi midir?
Tedavisi mümkün müdür? Tedavinin yol ve yöntemleri nasıl geliştirilmelidir?
Yeni bilimsel devrim veya paradigmanın ana göstergeleri neler olabilir?
Stratejik olarak nerelerden başlamalıyız? Ancak bunlar ve benzer sorulara özlü
yanıtlarımız olursa, entelektüel krizden çıkış kadar, yeni paradigmatik ve
bilimsel görevlerimizi belirleyebiliriz.
Avrupa uygarlık merkezli bilim krizi bünyeseldir. Uygarlığın
başlangıç dönemlerindeki gelişmeleriyle ilgilidir. Bilimin tapınakta
merkezileşmesi, iktidarla bütünleşmesi anlamına gelir. Mısır ve Sümer
uygarlığındaki bilimin iktidarın ayrılmaz bir parçası haline geldiğini
kanıtlayan çok sayıda örnek vardır. Bilimi toparlayan rahiplik zaten iktidarın
en önemli ortağı konumundaydı. Hâlbuki neolitik dönemdeki bilimin yapısı
farklıydı. Kadının bitkiler üzerindeki bilgisi belki de biyoloji ve tıbbın
temeliydi. Ayrıca mevsim ve ay gözetlemeleri hesabı ortaya çıkarıyordu.
Tarım-köy topluluklarının bin yıllarca yaşam pratiklerinin büyük bir bilgi
hazinesini ortaya çıkardığı rahatlıkla yorumlanabilir. Uygarlık dönemi bu
bilgileri toparlayıp iktidarın parçası haline getirdi. Burada olumsuz anlamda
niteliksel bir dönüşüm yaşanmıştır.
Uygarlık öncesi ve dönemindeki karşıt toplumlarda bilgi ve bilim,
ahlaki ve politik toplumun parçasıydı. Toplumun hayati çıkarları
gerektirmedikçe, bilimin başka türlü kullanılması mümkün değildi. Bilgi ve
bilimin tek amacı toplumun varoluşunu sürdürmek, korumak ve beslemek
olabilirdi. Başka amacı düşünülemezdi. Uygarlık bu durumu kökten değiştirdi.
Bilgi ve bilim üzerinde tekelini kurarak toplumdan kopardı. Toplum bilgi ve
bilim yoksunu kılınırken, iktidar ve devlet güçleri bilgi ve bilimle
alabildiğine güçlendiler. Bilgi üretenleri ve taşıyanları hanedanlıklara ve
saraylara bağlayarak tekellerini sağlamlaştırdılar. Böylelikle bilimin
toplumdan, özellikle kadından köklü koparılışı, yaşam ve çevreyle bağının
koparılışı anlamına da geliyordu. Aynı zamanda analitik zekânın duygusal
zekâyla bağının köklü kopuşu ve aralarındaki mesafenin sürekli büyümesi de
birlikte gelişiyordu.
Bilimin toplumsal doğadaki anlamı tanrısallıktı. Toplum kendi
doğasına ilişkin bilgi ve bilinç düzeyini kendi kimliğinin ifadesi olarak
tanrısallaştırıyor, tanrısallıkla bir tutuyordu. Uygarlık bu konumu da
değiştirdi. Bilim hanedan ve ortaklarına geçince, tanrısallık da konum
değiştirdi. Artık topluma kulluk, tanrısal olmayanlar payesi biçilirken,
hanedan ve yakın çevresi tanrı soylusu olarak mitolojiye ve dine geçirilmiş
oldu. Tanrı-krallar, tanrı soylular böylesi bir sürecin ürünüydü. Bilim ve
bilgi üreticilerinin ve taşıyıcılarının toplumla bağlarının bu tür koparılışı
tüm uygarlık çağları boyunca devam etti. Buna karşı direnen olduysa da, kolayca
tasfiye edildiler. Bilgi ve bilim adeta bir kast oluşturdu. Avrupa uygarlığına
gelince, özellikle kiliseyle krallığın çekişmesi ve yine manastırların kısmen
özerk havası nedeniyle bilgi ve bilim üreticileri sınırlı bir bağımsız dönem
yaşadılar. Yoğun iktidar savaşları araştırmalarına zarar vermeden daha kolay
koruyucu bulmalarına fırsat sunuyordu. Rönesans, Reform ve Aydınlanma bu
iktidar savaşlarının yol açtığı özerk ortamla yakından bağlantılıydı. Çin ve
Osmanlı tarzı bir mutlakıyetin olmaması özerkliğe katkı sunuyordu. Sonuç,
felsefesel ve bilimsel devrim oldu. Fakat bir yandan kapitalizmin hegemonik
yükselişi, diğer yandan ulus-devletin oluşumu, 19. ve 20. yüzyılda bilim
üzerinde sermaye ve iktidar tekelinin kurulmasını beraberinde getirdi. Bilim
artık sermaye ve iktidarın ayrılmaz parçasıydı. Zaten uygarlık tarihi boyunca
ahlaki ve politik toplumun aleyhine gelişen bu durum Avrupa modernitesiyle
zirve yaptı.
Demek oluyor ki, Avrupa merkezli bilimsel paradigmalar çok önceden
toplumdan kopmuşlardı. Bilgi ve bilimle uğraşanlar ağırlıklı olarak sermaye ve
iktidar perspektifi içindeydiler. Ahlaki ve politik toplum çoktan gözden
düşmüştü. Kilisenin yenilgisiyle bu süreç daha da hızlandı. Temel kaygısı
ahlaki ve politik toplum olmayan bilim, artık sermayenin ve devletin
hedeflerine kilitlenmekten başka bir uğraş alanı bulamazdı. Artık bilim iktidar
ve sermaye üretirken, sermaye ve iktidar da bilimi kendine iyice mal
ediyorlardı. Bilimin ahlak ve politikayla bağının sonuna kadar yıkılışı kapıyı
ardına kadar savaşlara, çatışmalara, kavgalara, her tür istismara açıyordu.
Nitekim Avrupa uygarlık tarihi aynı zamanda savaşların en yoğun olduğu tarih
oldu. Bilime biçilen rol artık mükemmel ve zafer getirecek savaş araçları
icadına yoğunlaşmaktı. Sonuç böylece nükleer silahlara kadar tırmandı. Ahlaki
ve politik toplum kurallarının egemen olduğu bir toplumda değil nükleer silah,
bir mantar tabanca silahı bile icat edilemezdi. Edilse bile en azından topluma
karşı kullanılamazdı.
Ahlaki yıkılış savaşları en önemli başlangıç etkenidir. Bilim ile
ahlak ilişkisinin kopuşu ise, her tür yıkıcı araç icadının temelidir. Bilim ile
iktidar ve toplum arasındaki bu ilişkinin temel paradigma ve yönteme
yansımaması düşünülemezdi. Toplumun devreden çıkarılması, nesneleştirilmesi
anlamına da geliyordu. Tıpkı daha önce kadın ve kölelerin nesneleştirilmesi
gibi. Ardından Bacon’la, Descartes’lerle başlayan nesne-özne ayrımları tüm
bilimlere taşınmış oldu. Bilimde nesnel olma çok övülür. Hâlbuki en temel
felaketin kapısı nesnelik-öznellik ayrımının keskinleşmesiyle açıldı. Ardından
ben-öteki ayrımıyla derinleşti. Ardından birbirini yok eden diyalektik uçlara
dönüştü. Bu ikilemler kesinlikle ahlaki ve politik toplumla sermaye ve iktidar
ayrışmasının, çelişkisinin bir yansımasıdır. Doğanın, ardından kadın ve
kölenin, en son tüm toplumun nesne konumuna indirgenmesi, bilimde halen
kullanılan çok ünlü ‘nesnellik kuralı’ olarak karşımıza çıktı. Eskinin
tanrı-kul ilişkisi, özne-nesne ilişkisine dönüştü. Daha eskinin canlı doğa
anlayışı yerini ölü nesne doğa ve üzerinde tanrısal özne insana bıraktı.
Bu paradigmatik yaklaşımların bilim, özellikle toplumsal bilimler
üzerinde etkisi yıkıcı olmuştur. Örneğin tamamen nesne olan fizik doğasını esas
alan fizik bilimi, doğa üzerinde sınırsız deneyim ve tasarrufta bulunma
özgürlüğüne sahip olduğuna inanır. Nükleer deneyimden her tür otodinamikleri
harekete geçirmeye kadar kendini özgür sayar. Bunu yaparken herhangi bir ahlaki
endişe duymaz. Nesne doğa anlayışı maddenin sınırsız tasarrufunu doğurunca,
sonuç atom bombasına kadar gider. Tanrısal bilim araçsal bilime dönüşünce
toplumla bağı kalmaz. İktidar ve sermayenin elinde azami kâr kanununa bağlı bir
araçsallık kazanır. Görünüşte fizik tamamen tarafsız, nesnel doğayla ilgilenen
bir bilimdir. Özünde ise iktidarın ve sermayenin temel güç kaynaklarından biri
olduğu açıktır. Aksi halde fizik bilimi mevcut halini koruyamazdı. Olumsuz anlamda toplum-karşıtı bir güç durumuna
dönüşümü öyle tarafsız nesnel bir bilim bulunmadığını göstermektedir. Fizik
kanunları denilen güç ilişkileri de son tahlilde insan gücünün yansımalarından
başka anlama gelmez. İnsanın ise mutlak anlamda bir toplumsal varlık olduğunu
biliyoruz.
Modernitenin tüm bilimsel yapısına damgasını vuran pozitivist
felsefeyi yorumlayınca, uygarlık-iktidar-bilim ilişkisinin içyüzünü daha iyi
açığa çıkarabiliriz. Pozitivist felsefenin kesin nesnel olgulardan yola
çıktığını, bunun dışında hiçbir bilimsel yaklaşıma yer vermediğini biliyoruz.
Yakından bakınca, nesnelerin ilişkisi olarak bilimin tüm eski puta tapıcılardan
ve metafizik güçlerden daha putçu ve metafizikçi olduğu kavranacaktır. Bu
konuda tarihsel diyalektiği kısaca hatırlatırsak daha çok aydınlanırız. Nasıl
tek ve soyut tanrılı dinler, paganizmi (putçuluk, bir nevi olguları tanrısallaştırma
dini) eleştirme temelinde ortaya çıkıp kendilerini şekillendirmişlerse,
pozitivizm de bir nevi karşı atak olarak yeni putçuluk biçiminde ortaya
çıkmıştır. Din ve metafizik eleştirisi, yeni putçuluk (Olgulara dayalı
hakikatçilik kesinlikle neo-paganizmdir) olarak, neo-metafizik olarak
şekillenmiştir. F. Nietzsche’nin bu gerçeği ilk tespit eden filozoflardan
olması son derece önemlidir ve değerlendirmeleri hakikat araştırmalarında katkı
niteliğindedir. Nesnel olgu denilen kavramın hakikatten uzak bir kavram
olduğunu belirlemek büyük önem taşır. Olgular kendi başına hakikate ilişkin ya
hiçbir anlamlı bilgi sunmazlar ya da sundukları kadarıyla çok yanlış sonuçları
beraberinde getirirler.
Olgular eğer karmaşık bağlantıları kapsamında anlam bulamazlarsa,
ya hiç bilgi sunmazlar ya da en yanlış sonuçlara yol açabilirler demiştik.
Fizik, kimya, biyoloji olgularını bir tarafa bırakalım. Yalnız bir toplumsal
olgu örneği üzerinde durarak yol açtıkları sonuçları yakından görelim.
Pozitivizme göre ulus-devlet bir olgudur. Onu oluşturan bütün öğeler de birer
olgudurlar. Binlerce kurum, milyonlarca insan hepsi birer olgudur. Aralarındaki
ilişkileri de katınca resmi tamamlamış oluruz. Pozitivizme göre bilimsel
kavramı oluşturduk demektir. Artık mutlak bir hakikatle karşı karşıyayız:
Ulus-devlet hakikati. Pozitivizm bu tanıma bir yorum olarak bakmaz. Mutlak
hakikat olgusu olarak bakar. Diğer tüm toplumbilim olgularına da bu anlayışla
bakar. Tıpkı birer fizik, kimya, biyoloji olgusu gibi bunlar da birer olgudur. Hakikat
tanımlaması böyledir. Görünüşte masum, hiç tehlike içermeyen bu yaklaşımın hiç
de öyle olmadığını, özellikle etnik temizlik-soykırım hareketlerinde bütün
dehşetiyle fark etmeye başladık. Hitler’den tutalım sözde en ılımlı ulus-devlet
liderine kadar hepsi, yaptıklarının bilime göre son derece doğru (pozitif
bilimlere göre) olduğunu, ulus gerçeklerini arındırdıklarını, daha homojen bir
ulus oluşturmanın sadece hak değil, doğal evrim yasasına uygun bir gelişme
olduğunu söyleyeceklerdir. Esas aldıkları bilime göre doğru söylüyorlar. Onlara
bu gücü pozitif felsefe ve bilimleri vermektedir. Nitekim tüm modernite dönemi
bu pozitivist anlayış gereği sınırsız vatan, millet, devlet, etnisite,
ideoloji, sistem savaşına girişti. Çünkü bu kavramların hepsi kutsaldı ve
uğruna sonuna kadar savaş gerekirdi. Bilindiği üzere bu anlayış sonucunda tarih
kan banyosuna dönüştü. Görünüşte masum pozitivizm, özünde kötü çehresi böyle
sırıtıyordu.
Anlaşılmadıysa biraz daha açıklayalım. Dünya’da günümüzde yaklaşık
iki yüz ulus-devlet vardır. Hepsi yukarda belirttiğimiz kurum ve vatandaş
kitlesiyle ilişkiler yekûnuyla karşı karşıya gelirse, en az iki yüz tanrılı,
binlerce mabetli, sınırsız tarikatlı bir düzen veya hercümerçlik durumunun
doğması kaçınılmazdır. Çünkü temsil ettikleri tüm olgular kutsal ve uğruna
ölmeye değerdir. Dikkat edelim, karşımızda gerçek toplumsal doğayı yansıtan
ahlaki ve politik toplumdan ad düzeyinde bile bahis yoktur. Gerçekten saldırıya
uğraması halinde uğrunda ölünecek bir gerçek varsa, o da ahlaki ve politik
toplum gerçekliğidir. Ulus-devlette ise, herkes kendi kendine oluşturduğu ve
oluşturulup önüne sunulan olgu putları adına savaşmaktadır. Eskinin putlar
uğruna savaşımından bin kat daha azıtmış bir putlar uğruna savaşlar dönemiyle
karşı karşıyayız. Sonuç sermaye ve ulus-devlet tekellerinin azami kâr kanununun
işlemesidir mutlu azınlığa firavunların bile yaşamadığı yaşantıların peşkeş
çekilmesidir. Modern yaşam denilen, pozitivizmin bu gerçeğinin, daha doğrusu
gerçekleri katletmesinin sonuçlarından başka bir şey değildir. Bugün sanal
toplum çağına eriştik. Hiçbir gerçek, sanal toplum kadar olguculuğu
açıklayamaz. Olgucu toplum sanal toplumdur. Sanal toplum olgucu toplumun gerçek
yüzü, yüzünün ötesinde hakikatin ta kendisidir. Olguların anlamsızlığı (daha
doğrusu kan banyosu, hayali toplum, tüketim toplumu anlamında anlamsızlık
anlaşılmalı) sanal toplumla zirve yapıyor. Medyatik toplum, şov toplumu,
magazinel toplum hep nesnel, olgucu anlayışın, pozitivizmin açığa çıkmış
hakikatidir. Bu da aslında hakikatin inkârıdır.
Konumuz gereği fazla incelemeye gerek duymadan, benzer sonuçları
daha da sıralayabilirim. İslam, Hıristiyan, Musevi, Budist, kapitalist,
sosyalist, feodal, köleci toplum kavramları aynı yaklaşımın gerçekleridir.
Pozitivizmin metafizik yüzü burada da karşımıza çıkıyor. Evet, İslam toplumu,
kapitalist toplumu aynı yaklaşımın sonucudur. Yani bunlar olgu kavramlarıdır
başka deyişle yakıştırma, görüntü kavramlarıdır. Aynı şey ulus aidiyetleri için
de söylenebilir. Alman, Fransız, Arap, Türk, Kürt ulus kavramları pozitivist
karakterde birer hakikattirler. Özde ise, hakikatin silik görüntüleridir. Peki,
gerçek, hakikat nedir diye sorulabilir. Bence cevap basittir. Toplum gerçeğinde
doğal olan ahlaki ve politik toplum hakikati ile bunu sürekli aşındırmak
isteyen uygarlık hakikati vardır. Bunun dışındaki sıfatlar, isimler hiç gerçeği
temsil etmez demiyorum. Özünü değil, görüntüsünü, basit ve sık değişkenli formunu temsil eder
diyorum.
Örneğin Arap ulus gerçeği diyelim. Çok zayıf da düşmüş olsa,
Arabistan denilen mekânda ahlaki ve politik özellikleri olan bir toplumla, bu
toplumun sırtından binlerce yıl sulta sürmüş ve günümüzde çürüme noktasına
getirmiş iktidar gerçeği dışında Araplık çok az şey ifade eder. Binlerce
farklı, çelişkili, hatta can düşmanı Arap vardır. Yani binlerce çelişkili
hakikat! Pozitivizme göre böyle olması gerekir. Ama çok iyi biliyoruz ki, Arap
gerçeği özde bu olmasa gerekir. Daha anlaşılabilir bir örnek ağaçlardır. Bir de
ağacın olgu olarak binlerce dalı ve sayılamayacak kadar çok yaprağı vardır.
Eğer ürünü bilinen ve değerli olan bir ağaçsa, ona göre anlam bulur dallarına
ve yaprağına göre değil. Pozitivizm hepsine aynı ağırlığı verme körlüğüdür.
Evet, dallar ve yapraklar da gerçektir. Ama anlamlı gerçek değillerdir. Bir
tiyeğin, bir kilo üzümün değeri, anlamı vardır. Ama bir yaprağının ancak bir
görüntüsü, özünü yansıtmayan, biçimsel görüş kazandıran bir olgusal gerçekliği
vardır.
Bilimlerin olguya boğulması, her gün yeni bir bilimsel disiplinin
doğması, hepsinin kendini aynı ağırlıkta hakikat sayması bilimsel krizin ana
nedenidir. Sistemle bağını başta da belirledik. Hakikatin özne-nesne,
biz-öteki, beden-ruh, din-bilim, mitoloji-felsefe, tanrı-kul, ezen-ezilen,
hâkim-mahkûm vb. sürekli ve gittikçe derinleşen biçimde karşıt ikilemler
halinde parçalanması, özünde ahlaki ve politik toplumla onun üzerinde kurulu
uygarlıkçı tekel şebekelerinin yarattığı aşındırma ve sömürgeleştirme eyleminin
sonucudur. Kapitalist modernite bu uygarlık ikilemini sınırsızca çoğaltıp
derinleştirerek, toplumu bugünkü dağılma ve çürüme noktasına getirmiştir. Bunda
sistemin işbirlikçi biliminin de büyük payı vardır. Kriz, ideolojik özle
araçsal yapılanma arasında can çekişme noktasına gelince, farkına varılan hal
oluyor. İşsizlikle, savaşla, açlık ve yoksullukla, baskı ve kırımla, eşitsizlik
ve özgürlüksüzlükle kendini ezici çoklukların etinden, ruhundan çığlıklara
dönüştürmesi oluyor.
Pozitivizmi eleştirirken bazı yanlış anlamalara düşülmemesi
konusunda uyarma gereği duyuyorum. Birincisi, olguların hiçbir değeri yoktur,
gerçeklikle bağı yoktur gibi yaklaşım içinde değilim. Sadece oldukça sınırlıdır
diyorum. Olgusallığın bir felsefe düzeyine taşındığında büyük sakıncalara yol
açacağını belirtiyorum. Avrupa düşünce sisteminde bu durumun fazlasıyla açığa
çıktığını vurguluyorum. İkinci husus, belki bir nevi Eflatunculuğa kaydığım
yönünde bir eleştiri getirilmesi olacaktır. Özün belirleyici olduğunu
söylerken, özellikle ağaç örneğinde bu eleştiri beklenir. Fakat belirtmek
istediğim ‘ağaç’ fikri, ideası değildir. Toplumca ağacın ihtiva ettiği
gerçekliği belirtmek istiyorum. Faydacılıkçı bir yaklaşım da sunmuyorum. Sadece
gerçekliğinin ancak ahlaki ve politik toplumca belirlenmesi gerektiğini
söylüyorum. Bir bireye veya gruba çok faydalı olabilir. Ama eğer ahlaki ve
politik toplumca aynı biçimde yorumlanmıyorsa, gerçek fayda değeri yoktur demek
istiyorum.
Liberalizmin benimsetmek istediği gibi “Bireyler çıkar, filozof,
bilim adamı, asker, politika adamı, sermayedar vb. olarak hakiki olan ne varsa
bulur ve yaşarlar felsefesini kesinlikle gayri ahlaki, gayri politik
toplumsallık olarak eleştiriyorum. Bunun uygarlık tarihinin yol açtığı ve
kapitalist dönemin tüm topluma yutturmaya çalıştığı en büyük ahlaksızlaştırma
ve politiksizleştirmenin ideolojisi olduğunu, daha doğrusu propaganda ile
benimsetilen ve modernlik kılıfı giydirilen çağdaş mitolojik bir anlatım
olduğunu söylemek istiyorum.
O halde daha da önem kazanan sorun şu olacaktır: Hakikati nerede
ve nasıl bulmalıyız? Çok basit bir kuralı hatırlatarak cevabımı vermek isterim:
Bir şeyi nerede kaybettiysen, ancak orada arayarak bulabilirsin. Yoksa başka
yerlerde, tüm dünyayı araştırsan da bulamazsın. Çünkü yöntemi yanlıştır.
Kaybettiğin yerde değil, başka yerde arama yöntemi sadece zaman ve enerji
kaybettirir. Çağımızın hakikat araştırmalarını da bu örneğe benzetiyorum.
Korkunç araştırma laboratuarlarına, fonlarına rağmen, varılan gerçekler
belirttiğim gibi kriz ve acı yüklüdür. İnsanlığın peşinde koştuğu hakikatin bu
olamayacağı açıktır. Cevabım sıkça tekrarımın tekrarı olacaktır. Hakikat ancak
toplumsal olabilir. Uygarlık süreci ahlaki ve politik toplumu aşındırıp sömürü
ve iktidar tekeline kapattıkça, toplumsal hakikat yitirilmiş demektir.
Yitirilen, ahlak ve politik değerlerle birlikte yitirilmiştir. Tekrar bulmak istiyorsan,
kaybettiğin yerde arayacaksın. Yani uygarlık ve moderniteye karşı ahlaki ve
politik toplumu, onun gerçekliğini arayacaksın, bulacaksın. Bununla da
yetinmeyeceksin tanınmaz hale getirilen varoluşunu yeniden inşa edeceksin. O
zaman göreceksin ki, tarih boyunca kaybettiğin altın değerindeki bütün
hakikatleri tek tek buluyorsun. Bu temelde daha mutlu olacaksın. Bunun da
ahlaki ve politik toplumdan geçtiğini anlayacaksın.
Entelektüel alanı yeniden düzenlerken, görevler kapsamında bazı
önerilerimi geliştirmeye çalışarak, eleştiriler temelinde ilkeler düzeyinde
sunmak durumundayım:
1- Entelektüel çabalar, bilgi ve bilim çalışmaları toplumsal doğanın
temel varoluş hali olan ahlaki ve politik toplum kapsamında geliştirilmelidir.
Uygarlık tarihi boyunca kopulan ve gittikçe aşındırılan bu toplum gerçekliği,
kapitalistin damgasını vurduğu modern çağla birlikte tamamen parçalanmış,
çürümeye terk edilmiş ve yok olmanın eşiğine getirilmiştir.
2- O halde entelektüel çaba, bilgi ve bilim çalışmaları öncelikle bu
gidişatı durdurmayı amaçlamak zorundadır. Çünkü yok edilen bir şeyin bilimi
olamaz. Belki hatırası olabilir. Hatıra bilim değildir. Bilim yaşayan, var
olanla ilgilidir. Bu durumdaki toplum tümüyle yok olmak istemiyorsa,
kapitalistik moderniteye (tüm unsurlarıyla birlikte) direnmek zorundadır.
Direniş artık varoluşla aynı düzlemde olup özdeştir. Entelektüel sermaye ve
hamallık olarak değil, gerçek araştırıcının onuruyla yaşamak, ayakta kalmak
isteniyorsa, entelektüelin tüm çabalarında hem direnişçi olması hem de
araştırma unsurlarının direniş boyutlu olması kaçınılmazdır. Hem entelektüel
hem de bilimi bu anlamda direnişçidir. Başka türlüsü ya kendini aldatmak ya da
sermaye veya hamal kimliğini gizlemek olur.
3- Geliştirilen bilim öncelikle ‘sosyal bilim’ olarak düzenlenmek
zorundadır. Sosyal bilim tüm bilimlerin ana kraliçesi olarak kabul edilmek
durumundadır. Ne Birinci Doğa ile ilgili diğer bilimler (fizik, astronomi,
kimya, biyoloji) ne de İkinci Doğa’yla ilgili diğer beşeri bilgiler-bilimler
(edebiyat, felsefe, sanat, ekonomi vb.) asla öncülük taşımaz bunlar hakikatle
anlamlı bağı kuramazlar. Her iki alan sosyal bilimle bağını ancak başarıyla
kurabilirse hakikatten pay alabilir.
4- Sosyal bilimin ana konusu olarak ahlaki ve politik toplumu nesnel
bir obje olarak değil, özne-nesne, biz-öteki, beden-ruh, tanrı-kul, ölü-canlı
gibi insan algılamasında derinleştirilmiş ve aralarına uçurumlar sokulmuş
ikilemler olarak değil, bu ikilemleri aşan bir yöntemle araştırması esas
olmalıdır. Farklılaşma evrenin yaşam tarzı olup, toplum doğasında da
geçerliliği çok daha esnek, özgür ve yoğunlaşmış halde bulunan bir nitelemedir.
Fakat bu farklılaşmayı uygarlık ve modernitenin tüm ideolojik yapılanmasının
temeli haline getirilen özne-nesne düzeyine taşırmak, kesinlikle hem evrensel
hem de toplumsal hakikatin yitirilmesi, parçalanması anlamına gelecektir.
5- Zirvesine Avrupa modernitesinde erişen, genelde bilimin özelde
sosyal bilimin üzerinde yükseldiği bu nesnelliğin genel felsefesi olan ve halen
tüm şiddetiyle devam eden pozitivizm, kapsamlı eleştiriler temelinde tarihin
çöp sepetine atılmadan, anlamlı bir sosyal bilim paradigması (köklü
anti-uygarlıkçı bilim felsefesi) geliştirilemez. Avrupa merkezli bilimin,
özelikle sosyal bilimin çok parçalanmış ve hakikati yitirme tehlikesi de
bulunsa, olumlu kazanımlarını ve hakikat paylarını anlamak ve özümsemek
şarttır. Pozitivizm ne kadar eleştirilip aşılmak durumundaysa, açığa çıkarılmış
hakikat paylarının özümsenmesi de o denli benimsenmek durumundadır. Hakikat
araştırmasında toptan anti-Avrupacılık en az toptan Avrupacılık kadar olumsuz
sonuçlara yol açabilir.
6- Her ne kadar postmodernizm denilen bu hakikat araştırmaları da
pozitivizmi eleştirip Avrupa merkezli sosyal bilimi reddediyorlarsa da, bu
yaklaşımların kolayca liberalize edilmesi ve daha anti-hakikatçi olan bir
anti-Avrupacılık olarak biçim kazanması mümkündür. Sosyal bilimin kriz halinden
yararlanarak bu postmodern araştırmalar toptan reddedilmese de, son derece
eleştirel yaklaşmak önem taşır. Modernist pozitivizmin evrenselci, ilerlemeci,
çizgisel yöntemi ve perspektifi ne denli saptırıcı ise, birçok postmodernistin
aşırı göreci (izafi) döngüsel yöntemi de benzer sapmalara açıktır. Bu uçlara
savrulmamak için bağlı kalınması gereken temel ilkeleri (sıralamaya çalıştığımız)
iyi özümsemek şarttır. Krizli ortam neredeyse herkese göre bir hakikat yolu
aramaya müsaittir ki, bu husus bile hakikat araştırmalarını kendi başına birçok
yönden saptırabilir, boşa çıkarabilir.
7- Hakikati araştırmada ana yöntemimiz ne pozitivist nesnelcilik, ne
de göreci öznellik olabilir. İkisi de özde liberalizmin iki yüzü olup, bolca
birbirine karıştırarak piyasaya sunup entelektüel sermaye ve hamallık üretmede
kullandığı yöntem enflasyonudur. Hakikati olanaksızlaştırmanın en etkili yönü
bu yöntem enflasyonudur. Bu da ancak nesnelci ve öznelci yöntemlerin
birbirlerine karıştırılmasıyla neredeyse kişi sayısı kadar yöntem bolluğu
demektir. Hakikatin bozuk para misali değerden düşürülme eylemi olarak, bu
yöntem bolluklarına aldanmamak önem taşır. Şüphesiz gerçeğin nesnel ve öznel
yanları vardır. Bilinç, hakikat son tahlilde gözlemlenen-gözleyen ikilisinin
çakışmasını (Aynılaşmasını kastetmiyorum, daha çok özdeşlik olarak kavranması
olumlu olabilir) ifade eder. Bu konuda ne kadar derinleşme, yoğunlaşma
yaşanırsa, o denli daha çok hakikat payları ortaya çıkar. Bu durumda ne
gözlemleyen özne, ne de gözlemlenen nesne konumundadır. Daha çok ikisinin
birbirine yaklaşması, aynılaşması denilemezse de, özdeşleşme konumunu
yakalaması demektir. Hakikatin azamileştiği süreç, bu yönlü özdeşleşme
olanağını yakalamaktır. Şimdilik bir ad verme gereği duymadan, yöntem konusunu
böyle tanımlamak durumundayım. Şüphesiz ana gözlemleyen ve gözlenen birimin
ahlaki ve politik toplum olduğunu hiçbir zaman ve mekânda göz ardı etmiyoruz.
8- Temel araştırma mekânları, üniversiteler başta olmak üzere,
uygarlık ve modernitenin resmi kurumları olamaz. Geçmişte de, günümüzde de
bilimin iktidarlaştırılması ve resmi devlet kurumlarında üretilmesi, hakikatle
bağının yitirilmesi anlamına gelir. Bilimin ahlaki ve politik toplumla bağının
koparılması, topluma yararlı olmaktan çıkarılması, tersine toplum üzerine baskı
ve sömürü tekellerinin geliştirilmesine yardımcı olması demektir. Tıpkı özel
veya genelevlere kapatılan kadın özgür gerçekliğini, hakikatini nasıl
kaybediyorsa, resmi kurumlara kapatılan entelektüeller ve bilim de o denli
özgürlüğünü, gerçek kimliğini yitirir. Şüphesiz bu demek değildir ki, bu
kurumlarda hiç entelektüel yetiştirilmez ve bilim üretilmez. Anlaşılması
gereken, iktidarlaşan entelektüel ve bilimin toplumsal gerçeklikle ilgili
araştırma ve buluş amacından kopacağıdır. İstisna kabilinden entelektüel olunma
ve bilimsel değeri olan yapıtların ortaya çıkarılması ana gerçeği değiştirmez.
9- Sosyal bilim için kurumsal devrim, diğer deyişle yeniden yapılanma
şarttır. Nasıl ki Grek-İonya aydınlanmasında bağımsız felsefe ve bilim
akademileri oluştuysa, yine ortaçağda hem İslami hem Hıristiyanlık geleneğinde
tekke, dergâh ve manastırlar benzer bir rol oynadıysa, Avrupa Rönesans, Reform
ve Aydınlanma hareketlerinin aynı zamanda birer entelektüel ve bilim devrimi
oldukları gerçek ise, benzer devrimlere mevcut krizden çıkış için günümüzde de
ihtiyaç vardır. Modernitenin dört yüz yıllık ideolojik hegemonyası en az maddi
kültür hegemonyası kadar derin ve süreklileşen krizini aşma yeteneğinde
değildir. İçerik ve biçim olarak demokratik modernitenin müdahalesi olmadan,
krizin daha da çürütücü ve dağıtıcı rol oynaması kaçınılmazdır. Ütopik
sosyalistlerden bilimsel sosyalistlere, anarşistlerden Frankfurt Okulu’na, 20.
yüzyılın ikinci yarısındaki Fransız felsefi çıkışından 1968 gençlik kültür
devrimine ve en son 1990’lar sonrası postmodernist, feminist ve ekolojik
çıkışlara kadar bu yönlü çıkışın zengin bir entelektüel ve bilim mirası vardır.
Demokratik modernite hem uygarlık dönemi entelektüel pırıltı ve devrimlerini,
hem modernite karşıtı entelektüel çıkışlarının olumlu özelliklerini özümseme
temelinde kendi entelektüel ve bilim devrimini yapmak durumundadır.
Kurumlaşma bu devrimin koşullarından biridir. Entelektüel devrimin
küresel çapta başarısı için tarihte adı geçen deneyimlerden çıkarılacak dersler
temelinde yeni bir dünya kurum merkezine ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacı gidermek
için Dünya Kültür ve Akademiler Konfederasyonu inşa edilebilir. Özgür bir
coğrafyada inşa edilecek bu konfederasyon hiçbir ulus-devlet ve iktidar gücüne
bağlı olmadığı gibi, sermaye tekellerine de karşıt temelde oluşmak
durumundadır. Bağımsızlığı ve özerkliği esastır. Her yerel kültür ve
bölgesel-ulusal akademilerden gönüllülük temelinde program, örgüt ve eylem
ilkeleri uyarınca katılım gerçekleştirilebilir. Konfederasyon yerel, bölgesel,
ulusal ve kıtasal düzeyde görevli kurumlaşmalara gidebilir.
10- Demokratik siyaset ve kültür akademileri bu görev için uygun kurumlaşmalar
olabilir. Ahlaki ve politik toplum birimlerinin yeniden yapılanma ihtiyaçları
için gerekli olan entelektüel ve bilimsel desteği bu akademiler oluşturabilir.
Kendilerine resmi ve özel tekel kurumlarını örnek alma yerine, orijinal
çıkışlar olarak yapılanmaları daha uygundur. Modernite kurumlarını taklit
etmek, başarısızlıkla sonuçlanmalarını beraberinde getirebilir. Özerk ve
demokratik olmaları, kendi program ve kadrolarını kendileri oluşturmaları,
gönüllü öğrenciliği ve öğretmenliği esas almaları, öğrencinin öğretmen,
öğretmenin öğrenci pozisyonuna sık sık geçebileceği, dağdaki çobandan profesöre
kadar ideası ve amacı olan herkesin katılım gösterebileceği başlangıç
itibariyle öngörülebilir. Kadın ağırlıklı akademilerin de aynı içerikle birlikte
özgün yanlarını bilimsel kılmaları için oluşturulması uygun olabilir. Sadece
teorik kalmamaları için pratiğe çok yönlü katılım da aranan niteliklerden
biridir. Akademiler yer ve zaman bakımından pratik ihtiyaçlar göz önünde
bulundurularak kurulur ve çalıştırılır. Tarihte örneklerine çokça rastlandığı
gibi (Zerdüşt’ün dağ başlarındaki ateşgedeleri, Eflatun ve Aristo’nun
bahçeleri, Sokrates ve Stoacıların cadde kaldırımları, ortaçağın manastır ve
tekkeleri vb.) sade ve gönüllü kuruluşlardır. Dağ başından tutalım mahalle
köşelerine dek mekânlar seçilebilir. Şüphesiz iktidarların azametini kanıtlayan
binalar aranmaz. Manastır ve sivil medreselerde olduğu gibi, eğitimin süresi
katılanların durumuna ve öğrenci akışlarının yoğunluğuna göre belirlenebilir.
Resmi kurumlar gibi katı zaman koşulları gerekli değildir. Tümüyle şekil ve
kuraldan yoksun olmaları da düşünülemez. Etik ve estetik kuralları mutlaka
olmalıdır.
Demokratik modernite birimlerinin yeniden inşa çalışmalarında
entelektüel ve bilimsel katkı şarttır. Bu şartın piyasadaki entelektüel sermaye
ile karşılanamayacağı açıktır. Yeni akademi kaynaklı kadro ve bilim ancak bu
ihtiyacı karşılayabilir. Entelektüel görev kapsamında yapmaya çalıştığım bu
kısa değerlendirme ve çözüm ilkeleri şüphesiz öneri niteliğinde olup tartışmayı
gerektirir. Kriz koşulları ancak yeni entelektüel ve bilimsel çıkışlarla olumlu
yönde aşılabilir. Söz konusu krizin küresel, sistematik ve yapısal olduğu göz
önüne getirildiğinde, çıkış için de küresel, sistematik ve yapısal müdahaleler gerektiği
açıktır. Eski kalıpları, kurumları, bilimleri taklit etmekle veya eklektik
kılmakla bir yere varılamayacağı yaşanan sayısız devrimci deneyimden ders
olarak öğrenilebilir.
Demokratik modernitenin köklü bir aydınlanma devrimiyle iç içe
kendini inşa etmesi, geçmişten öğrenilmesi gereken derslerin başında gelir.
Bununla birlikte hemen vurgulamalıyım ki, geçmiş şimdidir. Toplumsal doğanın
asli varoluş biçimi olan ahlaki ve politik toplumun tüm geçmişinden fazla söz
etmesek de (Ama özellikle neolitik toplumun, köy-tarım toplumunun, göçebeliğin,
kabile ve aşiretin, dinsel cemaatlerin halen yaşamsallıklarını inatla
sürdürdüklerini göz ardı etmemeliyiz), son beş bin yıllık sermaye birikim ve
iktidar tekellerince kaybettirilen değerlerini yeniden kazanmak için devrimsel
nitelikte entelektüel ve bilim üretimi en çok ihtiyaç duyulan nesneyi
oluşturacaktır. Olmazsa olmaz kabilinden bu ihtiyaç için entelektüel
görevlerimiz üzerinde yoğunlaşma, çözümleme ve çözme çabalarımız her
zamankinden daha fazla hayati önem taşır.
B- Ahlaki Görevler
Ahlak, üzerinde çok konuşulmasına rağmen, çözümlenmesi yapılamayan
toplumsal kurumların başında gelmektedir. Etik adı altında tüm teorikleştirme
çabalarına rağmen, pratikte sağlanan gelişmeler çok umut kırıcıdır. Toplumsal
varoluşun gittikçe ahlaktan yoksun kaldığı, bilimce gözlenen ortak bir
tespittir. Bunun neden ve sonuçları yeterince açıklanmamıştır. Gittikçe gözden
düşürülen bir kurum ve konum niteliğine büründürülmüştür. Fakat konu ve kurum
olarak ahlak, sanılanın da ötesinde çok önemlidir. Gerek tarih boyunca yaşanan
krizler, gerek günümüz küresel krizi büyük oranda ahlaki yoksunluğun sonucu
olarak düşünülebilir. Tarihte toplumsal vicdan, Sodom (İlkçağda Lut Gölü
yakınlarındaki bir şehir) ve Pompei’nin yanardağdan püsküren lavlarla üstünün
örtülmesini ahlaki düşkünlükle izah ederken, bir hakikatten haber vermek ister
gibidir! Ahlaki düşkünlük toplumları çökertir. Tanrıların laneti denilen şey,
özünde toplumsal vicdanın (ahlakın) ahlaksızlığı cezalandırma eyleminin
gökselliğe yansıtılma biçimidir. Tanrıyı toplumsal kimliğin en yüce ve kutsal
tanımlaması olarak yorumlarsak, lanetleme de toplumun tipik kendine has
cezalandırma eylemi oluyor.
Ahlakı kavramsal olarak tanımlamak basittir. Toplumsal törelere,
alışkanlık ve kurallara göre yaşamayı bilmek ahlakı tanımlayabilir. Fakat bu
açıklama oldukça biçimsel kalmaktadır. Etik adı altında antikçağ ve yeniçağ
filozoflarının (Eflatun, Aristo, Kant başta olmak üzere) giriştikleri
çözümlemeler daha çok devlet teorisine girişten öte bir katkı sunmamıştır. Daha
doğrusu, bireyi toplum üyeliğinden kopartıp devlet üyeliğine geçirmenin ön
hazırlıkları gibidir. Sanki ahlakın görevi bireyi devleti için nasıl en yararlı
hale getirmekmiş gibi bir yaklaşım sundukları açıktır. Kısacası ahlaki yorumları
uygarlık yanlısıdır.
Her toplumsal konuda olduğu gibi, ahlaka ilişkin olarak da tarihe
başvurmak daha öğretici olacaktır. Toplumsal çağların yüzde 98 gibi uzun bir
döneminde hukukun değil, ahlak kurallarının geçerli olduğunu biliyoruz. Bu
nedenle de ahlaki toplum diyoruz. Dolayısıyla bu uzun dönem ahlakının neyi
karşıladığını çok iyi bilmeden ahlakı yorumlamak eksik kalacaktır. Toplumsal
doğayı esnek zekâyla en yüklü doğa olarak tanımlamamız konuya ışık tutabilir.
Esnek zekâdan kasıt, daha çok düşünmeyle iş yapmaktır. Düşünme ile iş
arasındaki ilişki zorunlu olarak kural içerecektir. Çünkü işin nasıl yapılması
gerektiği zaten kural demektir. İşe ilişkin bu ilk eylemi ilk ahlak kuralı
olarak da belirleyebiliriz. İş derken ise, her türden toplumsal etkinliği
kastediyoruz. Yemekten uyumaya, yürümekten yiyecek yemeye, hayvanlarla dost
olmaya veya çatışmaya, bitkilerle ilgilenmekten balık avlamaya kadar her eylem
iştir. Bu iş ise, kural olmadan başarılamaz. Başarısızlık ise toplumun ölümü
demektir.
Bu noktada toplumu ekonomik temel ve ahlaki üstyapı gibi bölme
kavramları saçma gelmektedir. Ahlak ekonominin, daha doğrusu yaşamın temel
ihtiyaçlarının elde edilmesinin en iyi yolu olarak tanımlanabilir. Töre ve usul
olarak ahlak, ekonominin veya temel ihtiyaçların elde ediliş tarzıdır.
Dolayısıyla altyapı-üstyapı ayrımları açıklayıcı kavramlar olmaktan uzaktırlar.
Ahlak, başta ekonomik çabalar olmak üzere, tüm toplumsal eylemliliklerin iyi
tarzında gerçekleştirilmesini ifade eder. Dolayısıyla toplumsal olan her şey
ahlakidir. Ahlaki olan her şey de toplumsaldır. Örneğin ekonomi ahlaksal olduğu
gibi, din de ahlaksaldır. Doğrudan demokrasi olarak siyaset ahlakın kendisidir.
O halde işin ilk kuralı yani ahlakı, ilk başlardan itibaren toplum
için hayati bir konudur. En iyi iş nasıl yapılıyorsa, o nasıllık en iyi ahlak
kuralı olarak zihinlere yerleşir. Bu, süreç içinde daha da yetkinleşerek,
sağlam bir gelenek olarak toplumsal hafızaya mal olur. Ahlak artık oluşmuş
demektir. Töre, gelenek denilen olay budur. Burada çözümlenmesi gereken en
önemli husus, ahlakın zihni bir eylem olduğu kadar toplumsal işle ilgili
olmasıdır. Hem zihnin çabasını, hem toplumun eylemliliğini gerektirir. Şahsen
bu duruma demokrasinin ilk orijinal hali demeyi tercih ederim. Bu durumda
orijinal demokrasi ve ahlak özdeşlik kazanıyor. Toplum daha çok hayati işler
peşinde koşturup durduğuna göre, iş üzerinde çok düşünülüp tartışılması
kaçınılmazdır. Bununla da yetinmez en iyi işin nasıl başarılacağı, yani
yönetileceği üzerinde de çok durması yaşamın vazgeçilmez gereğidir. Her iki
durumda da, yani hem düşünüp tartışmanın, karar vermenin, hem de kararı yönetip
işin başarısına dönüştürmenin demokrasinin en dolaysız biçimi (katılımcı,
doğrudan demokrasi denilen şey) olduğu açıktır. Bu ise aynı zamanda toplumun
ahlaki yönetilişi, ahlaki yaşamı demektir. Demek ki ahlak ve demokrasinin
kaynağı aynıdır. O da toplumsal pratiğin kolektif zihin ve iş yapma
yeteneğidir. Toplum yaşamının yalnızca yüzde 98’lik bölümü ahlaki ve orijinal
demokrasi ile geçmiş olmuyor günümüze kadar çok parçalanmış, kendi haline
bırakılmış toplum birimlerinde de hala ezici olarak uygulanan hukuk değil
ahlaktır. Çok bozulmuş da olsa, aileden etnisiteye kadar, hatta hukukun en ince
detayına dek düzenlediği birçok kurumsal alandaki iş yapımına kadar ahlak
olmadan yaşamın yürüyemeyeceğini çok iyi bilmek gerekir. Hukuk bir örtüdür.
Esasen işi yürüten güç eminim ki hala ahlaktır.
Uygarlık sürecine baktığımızda konu açısından yapılacak ilk
tespit, ahlakın aleyhine sürekli devlet normlarının geçerli kılınmaya
çalışıldığıdır. Sümer toplumunda, ilk Hammurabi stelinde (yazılı kaya
dikitleri) hukuk kurallarının düzenlenmesi bu durumu gayet iyi açıklar. Belki
ahlakın yetmediğinden, hukukun gerekli hale geldiğinden bahsedilecektir ama
böylesi bir yaklaşım yanlıştır. Sorun ahlakın yetmezliği değil, ahlaki toplumun
aşındırılmasıdır. Ahlakın nasıl aşındırıldığını çokça belirledik. Toplum
üzerine katmerli sermaye ve iktidar tekelleri kurulmaya başlanmıştır. Üretilen
toplumsal değerler gasp edilmektedir. Bu durumda ahlakın yetmezliğinden değil,
toplumun tahakküm altına alınmasından, devletin yönetim kuralları denilen hukuk
kurallarının uygulandığı baskı ve sömürüye tabi tutulmasından bahsedebiliriz.
Dolayısıyla ahlakın, bağlantılı olarak doğrudan demokrasinin alanı gittikçe
daralıyor. Buna karşılık devlet yönetiminin, hukukunun alanı genişliyor. Bir
tarafın kaybettiğini diğeri kazanıyor. Daha doğrusu, ahlaka devlet zoruyla
kaybettiriliyor. Alanı daraltılarak, uygulanması zorlaştırılarak bu durum
gerçekleştiriliyor. Daha sonraki tüm uygar toplumlarda ahlakın (doğrudan
demokrasinin de) alanı daraltılmaya devam edilip hukukun payı sürekli
arttırılacaktır. Nitekim ilkçağ uygarlıklarının bir nevi sonu ve özeti olan
Roma uygarlığının en çok hukuku gerçekleştiren devlet yönetimi olması bu
gerçeği doğrular. Roma hukuku halen hukukun temel taşlarından biridir. Avrupa
uygarlığında, diğer bir deyişle modernizmde toplum adeta hukukun istilasına
uğrayacaktır. Bir nevi hukuk sömürgeciliği söz konusudur. Ahlakın alanı en ücra
köşelere sıkıştırılırken, tüm başköşelere hukuk konuk edilecektir.
Bu gerçek neyi yansıtır? Toplum üzerinde sermaye tekelinin ve
iktidar ağırlığının arttığını gösterir. Son dört yüzyıllık moderniteye
baktığımızda gerçekleşen, azami sermaye birikimi ve iktidar çoğalımıdır. Daha
doğrusu, ikisinin iç içe kümülâtif birikimidir. Ahlak açısından belirtilecek
olan husus ise, işlevsiz kalması değil, toplumun elinden alınmasıdır. Ahlakın
uygulanacağı toplum koparılıp alınmıştır. Dolayısıyla çokça söylendiği gibi,
karmaşık hal alan toplumun ahlakla artık yönetilememesi nedeniyle hukuka
ihtiyaç duyulduğu şeklinde anlatılması, büyük bir yalan ve o denli ahlaksız bir
yargıdır. Ahlakın yetmezliği, başarısız kalması, toplumun karmaşıklığından iş
görememesi durumu kesinlikle söz konusu değildir. Burada da basit bir liberal
ideolojik hegemonya kuralı işletilmektedir: Rakibi kolay safdışı bırakmak için
propaganda ile iyice yıpratma kuralı. Ahlak hakkındaki çağdaş yaklaşımın
oluşumunda liberalizmin ideolojik hegemonyasının rolü çok açıktır. Yerine ikame
edilen hukukun ise, gerçekten en yönetemez, akıl ve vicdan dışı kurallarla
yüklü olduğunu kim bilmez ki. “Mahkemeye ilk düşenlerin başına gelenler pişmiş
tavuğun başına gelmez deyimi boşuna söylenmemiştir. Bir yerde, kurumda ne
kadar çok hukuk kuralı varsa, orada o kadar etkili bir baskı ve sömürü tekeli
var demektir. Pratik gerçekler, günümüzde ilk adım atılan her kurumda bu hususu
doğruluyor.
Konu ile ilgili sorulması gereken önemli bir soru da şudur: Ahlak
mı, hukuk mu daha iyi yönetir? Anlatımımız her ne kadar içeriğinde bu soruya
cevap veriyor ise de, hukukun zorlama bir yönetim olması bile gerçeği gayet iyi
açıklıyor. Bilindiği üzere hukukun tarifi, “devlet zoruyla kanunların
yürütülmesi biçiminde yapılır. Ahlakta zorla yürütme yoktur. İçten
benimsenmeyen bir kurala zaten ahlak kuralı denilemez. Zora dayalı hukuki
yönetimin ahlaki yönetimle karşılaştırılmasında iyi’nin ağır basacağı, kefenin
kesinlikle ahlak kefesi olacağı açıktır.
Ahlakla dinin ilişkisi çözümlenmesi gereken önemli bir sorundur.
Nasıl ki ahlakla doğrudan demokrasi arasında bir özdeşlik kurmak mümkünse
(uygarlık dışı ve karşıtı toplumlar için), benzer bir özdeşlik din ve ahlak
arasında da kurulabilir. Dinin henüz uygarlık damgasını yemediği koşullarda ahlak,
din ve doğrudan demokrasi iç içe yaşanır. Ahlak dine göre daha öncelikli oluşan
bir kurumdur. Din öyle anlaşılıyor ki, ahlakın daha çok tabu, kutsallık,
büyüleyicilik, anlam vermekte güçlük çekicilik, doğa güçlerini kontrol
edemezlik duygu ve düşüncesi boyutlarıyla ilgilidir. Toplumun kendi doğası
dışında doğayı da tanıyıp kabullenmeyi idrak etmesi, hem korku hem merhamet
duygusu uyandırıyor. Yaşamlarının çok bağlı olduğunu fark ettiği bu doğa ve
güçlerinin olumsuzluklarından sakınma, olumluluklarından da yararlanma
düşüncesi ilkel, orijinal din kurumu ve geleneğinin kaynağı gibi görünmektedir.
Dinin uygarlık öncesi bir kurum olduğu tartışmasızdır. Ahlakın
daha çok yasaklayıcı, sakınılması gereken hususlarını, merhamet ve bağışlayıcı
unsurlarını kapsamına alıyor. Süreç içinde çok daha katı bir gelenek haline
geliyor. Bu anlamda ahlakın en katı, kutsal emir ve kural düzenleyiciliği dini
oluşturuyor. Ahlakın içinden doğmasına ve ilk başlangıçta bir parçasını teşkil
etmesine rağmen, zaman ve mekân koşullarının değişimiyle güçlenerek, kurum ve
kurallarını çok daha katı ve uyulması şart olan kanunlar haline getirerek
(Musa’nın tipik On Emir düzeni) bağımsızlığını ve başatlığını ilan ediyor.
Hukukun da benzer bir çıkış olmasıyla kıyaslanabilir. Önce ahlaki kuralların
bir bölümü olan hukuk kuralları, devletleşmeyle birlikte zorla yerine getirilen
kanunlara dönüşerek, bildiğimiz hukuku oluşturdu. Uygarlık sürecinin
gelişmesiyle birlikte din bir farklılaşma daha yaşadı sömürü ve iktidar
güçlerinin çıkarlarına dönüştürülen boyutlarıyla toplumu ağır cezalandırabilen
bir tanrısallık gücü haline getirildi. Hukukun devlet eliyle yürüttüğü tekel
çıkarlarını, yeni uygarlık damgalı din tanrı eliyle yürütmeye çalıştı.
Her iki dönüşüm de önemlidir. Tarihin en önemli iki kırılma anını
temsil ederler. Yükselen iktidar ve krallık otoritesinin kendini tanrısal
kavramlarla niteleyerek güçlendirmesi, ideolojik hegemonyanın temel kuralıdır.
Tanrı kavramını kazıdıkça, her defasında altından baskı ve sömürü tekellerinin,
devlet ve iktidar aygıtlarının zorbalığı, talanı, kölece çalıştırma gücü ortaya
çıkar. Fakat dinin demokratik, toplumsal boyutta olan kısmının ahlakla özdeş
olan unsurlarının giderek doğa ve toplum birimlerine dönüştüğünü tespit etmek
çok önemli bir husustur. Böylelikle uygarlık tarihi boyunca dinin iki
karakterli kimlik, gelenek ve kültür olarak gelişmesini anlamlandırmak
mümkündür. Uygarlık güçlerinin kimliği olarak din ve tanrı, ne kadar korku,
ceza, cehenneme atma, aç bırakma, yok etme, merhametsizlik, savaş, tahakküm,
hükümran, sahip, tapınma kavramlarıyla (Unutmamak gerekir ki, bu kavramlar en
çok uygarlık güçlerini, kişiliklerini niteler) yüklüyse, ahlaki ve politik
güçlerin din ve tanrı kimliği de cesaret, af, bağışlayıcılık, umut, rızıksız
bırakmama, var etme, merhamet, sevgi, barış, özünde erime, kavuşma
kavramlarıyla yüklüdür.
O halde uygarlık tarihi boyunca dini bu iki kimliği içinde
tanımlamak son derece öğreticidir. İbrahimî dinler tipik olarak bu iki eğilimi
de bağrında taşıyan özelliktedirler. Dinsel üst düzey temsilcileri (rahip,
haham, şeyhülislam, ayetullah vb.) ne kadar uygarlık eğilimini yansıtıyorlarsa,
alt düzey ümmet ehli de demokratik uygarlık eğilimini yansıtır. Yerine ve
zamanına göre eğilimler denk ve başatlık kazanabilirler. Bu konumlarıyla modernitenin
sosyal demokratlarını hatırlatırlar. Sosyal demokratlar modernite döneminde
nasıl burjuvazi ile işçi sınıfının uzlaşımını temsil ediyorlarsa (tabii sermaye
ve iktidar tekellerinin hegemonyasında), İbrahimî dinler de uygarlık tarihi
boyunca uygarlığın sermaye ve iktidar güçleriyle demokratik uygarlık güçlerinin
uzlaşımını (Yine iktidar güçlerinin hegemonyası ağır basar) temsil ederler.
Tarihte din-ahlak ilişkisinde müstesna bir öğreti ve kişilik
olarak Zerdüştizm ve Zerdüşt’ü görüyoruz. Araştırmalar Zerdüşt’ü ve bağlı
olduğu öğretiyi büyük bir ahlaki devrim olarak tanımlamaktadır. Zagros
dağlarının eteklerinde tarım ve hayvancılıkla (neolitik devrimden beri, M.Ö.
12000, hatta dördüncü buzul döneminin kalkış tarihi olan 20000’lerden beri
şekillenen kültür) geçinen bir toplumsal kültürel ortamda, Sümer uygarlığının
(M.Ö. 3000 – sonrası) mitolojik ve dinsel hegemonyasına karşı kutsallıktan
ziyade seküler, dünyevi ahlakı savunan bir eğilim olarak gelişen bu ahlaki
devrime Zerdüşt’ün adına izafeten Zerdüştizm denilse de, çok daha eski köklere
sahip olduğu bilinmektedir. Zerdüşt’ün ünlü sözü olan “Söyle, sen kimsin?
hitabıyla Sümer uygarlığının mitolojik ve dinsel tanrısallığını yargıladığı
açıktır. Dolayısıyla uygarlık din ve tanrılarının bu ilk ahlaki eleştirisi çok
büyük öneme sahiptir. Filozof F. Nietzsche’nin ünlü yapıtına ‘Zerdüşt Böyle Buyurdu’ adını koyması
ve içeriğini Zerdüştvari ahlaki yargılarla doldurması boşuna değildir. Kendisi
bu yönlü en güçlü uygarlık yorumlayıcısı olarak tanınmaktadır. Hatta bazen
lakap olarak Zerdüşt’ün Çömezi, Dionysos’un Çömezi kelimelerini kendisi için
kullanması düşündürücüdür.
Zerdüştilikte demokratik uygarlık unsurları ağır basar. Ailede
kadın-erkek eşitliğine yakındır. Hayvanlara acı çektirilmez eti çoğunlukla
yenmez, ürünlerinden yararlanma esastır. Ziraat büyük değer taşır. Kutsallıktan
arınmış iyilik-kötülük kavramları öne çıkar. Diyalektiğin ilk tohumlarını
çağrıştıran ikilemli düşünce tarzı (aydınlık-karanlık güçleri) çok belirgindir.
Evren diyalektik olarak kavranmaya çalışılmaktadır. Toplumun güçlü ahlaki
ilkelerle yönetilmesi esas alınmaktadır. Tüm bu yönleriyle Sümerlere ve
kökenlerini oradan alan uygarlıklara karşı güçlü bir ahlaki devrimi yansıttığı
çok açıktır. Bilindiği gibi, saptırılmış da olsa, bu devrimin en büyük ürünü
Med Konfederasyonu ve onu devralan (Ne yazık ki çok çarpıtılacaktır) Pers
İmparatorluğu’dur. Mani (M.S. 250’ler) bu ahlaki öğretide ikinci bir devrim
yapmak istese de, oldukça yozlaşmış Sasani imparatorları bunu engelleyecektir.
Mani’nin kendisi ağır cezalandırılacaktır. İki dinsel ve ahlaki kimliğin
çatışması söz konusudur.
Ortadoğu’dan Hindistan ve Avrupa’ya kadar Zerdüşt-Mani ahlak
geleneğinin halen süregelen izleri (Mecusî, Êzidi) mevcuttur. Zendik kelimesi
Zerdüştî kökenli olup, bugün bilim anlamında kullanılan ‘Science’ kelimesinin
de kökenidir. Gerek Babil’e sürgün (M.Ö. 600–546) döneminde Yahudi peygamberlerin,
gerek Med-Pers İmparatorluk döneminde Grek-İon filozoflarının ve her iki kolla
birlikte direkt Avrupalı oryantalistlerin Zerdüştik gelenekten oldukça
beslendiklerini belirtmek gerekir. Zerdüşt’le aynı dönemde yaşayan (M.Ö. 6. ve
5. yüzyıllar) Konfüçyüs, Sokrates ve Buda’nın da öğretilerini temelde ahlaki
topluma dayandırdıklarını, uygarlığın ahlakı tehdit etmesine karşı çok güçlü
bir ahlaki savunuyu temsil ettiklerini aynı önemde belirtmek gerekir.
Ortaçağ’da İslam ve Hıristiyanlık öğretilerinde ahlaki öğe oldukça önemli yer
tutar. Avrupa uygarlığı yani modernitesi döneminde ise, ahlak büyük bir erozyon
yaşar. Bunun nedenlerini kapsamlıca dile getirmiştik.
Bu kısa tarihi hatırlatmalar bile gösteriyor ki, ahlaki toplum
büyük bir direngenlik sergilemiştir. Ahlak, ahlak olarak kaldıkça uygarlık
güçlerine teslim olmamıştır. Dayatılan uygarlık dini ve hukukuna karşı Demos’un
ahlakî ısrarı hiçbir zaman eksik olmamıştır. Günümüzde ahlaka ilişkin temel
sorun ve görevler nasıl konumlanacağına ilişkindir. Sosyal bilimin bir dalı
olarak etik (ahlak teorisi) şüphesiz önemle geliştirilmesi gereken entelektüel
alana ilişkin bir görevdir. Önemli olan, etiğin toplumla nasıl
bütünleşeceğidir aşındırılan ahlaki toplumun nasıl yeniden ve daha güçlü
temellerde ahlakla donanacağıdır. Ahlakı yeniden inşa görevi sadece asrın,
modernitenin değil, toplumun sürdürülüp sürdürülemeyeceği sorunudur. Küresel
krizin zoraki, hukukun zor gücüyle aşılamayacağı açığa çıkmış durumdadır.
Dinselliğe yeniden dönüş de umutsuz bir vakıadır. Toplumsal doğanın güçlü
ahlaki dokusu tekrar işlevselleştirilmedikçe, hiçbir yolla modernitenin küresel
krizden çıkamayacağını iyi kavramak gerekir. Yaşanan kriz beş bin yıllık
uygarlık sisteminin bütün toplum karşıtı güçlerinin ahlaki toplum aleyhine
yarattıkları krizdir. Dolayısıyla çıkışı da ahlaki toplumda (ahlakın doğrudan
demokrasi özdeşliği nedeniyle politik toplumda) aramak diyalektik gereğidir.
İlke olarak bu tespitte birleşilmedikçe hiçbir ahlaki görev doğru olarak
belirlenemez. O halde modernitenin küresel krizine karşı demokratik
modernitenin en büyük çıkış silahı olarak ahlakın yeniden inşa çalışmalarında,
ahlaki görevleri bir kere daha ilkeler halinde belirlemeye çalışırsak
1– Modernitenin küresel krizi (günümüzdeki
sistemik, yapısal kriz) beş bin yıllık uygarlık güçlerinin ahlaki topluma karşı
yürüttükleri yıkımın sonucu olup, diyalektik gereği olarak krizden çıkışın da
ahlaki toplumun yeniden inşasında aranması doğru olup, ana seçenek
durumundadır.
2– Demokratik modernitenin temel birimi olan
ahlaki ve politik toplum tüm aşındırılma, çürütülme ve yok edilme çabalarına
(uygarlık ve modernite güçleri tarafından) rağmen, toplumsal doğa olarak
varlığını ezici biçimde sürdürmektedir. Uygarlık güçleri dar bir elit şebeke
olup (Belki de toplumsal doğanın yüzde on’undan hiçbir zaman fazla
olmamışlardır) esas ağırlığı halen ezilen, sömürülen tüm uluslar, halklar,
etnisiteler, kadınlar, köy-tarım toplumları, işsizler, göçebeler, gençlik,
marjinal gruplar vb. oluşturmaktadır.
3– Toplumu esas olarak ayakta tutan ve
sürdüren devletin hukuk düzeni değil, tümüyle toplumdan soyutlama çabalarına
rağmen, zayıf da kalsa ahlaki unsurdur. Toplum yok edilmedikçe ahlak da yok
edilemez. Bir toplumdaki krizin derinliği ahlaktaki alçalmayla bağlantılıdır.
Ahlak er geç sadece krizden çıkış için değil, toplumların mutluluk içinde
sürdürülebilir olmalarında da temel toplumsal doku, kurum olarak rolünü oynamak
durumundadır.
4– Etik çalışmalar entelektüel alana,
demokratik siyaset çalışmaları politik alana ilişkin görevler olmakla birlikte,
ahlaki toplumla bütünleşmedikçe rolünü oynayamazlar. Ahlak her iki alan
görevlerinin pratikleştiği toplum gerçeğini ifade eder. Demokratik kapsamı
içinde din ve ahlak arasında özdeşlik vardır. Dolayısıyla ibadet yerleri en çok
toplumsal ahlakın işlendiği kurumlar olmak durumundadır. Başta kilise ve
camiler olmak üzere, ibadethaneleri birer pratik ahlaki kurum olarak
değerlendirip, ahlaki toplumun inşasında kullanmak en doğrusudur. Özellikle
camileri Hz. Muhammed dönemindeki yaygın ahlaki merkezler olarak icra edilen
işlevlerine yeniden kavuşturmak önemlidir. Camiler sadece namaz gibi son derece
basit bir ritüelin yeri (Hz. Muhammed döneminde camiler esas olarak ahlaki ve
politik toplumun yeniden inşa edildiği merkezlerdi. Namaz sadece bu işi onama
ritüeli olarak düşünülmüştü. Sonraları ritüel esas oldu. Esas ahlaki ve politik
toplum inşası ise unutuldu, unutturuldu) değildir.
Demokratik modernitenin, ahlaki ve politik toplumun yeniden inşa
edildiği ahlaki kurumlar olarak, gerekirse program, örgütlenme ve çalışma tarzı
olarak reformdan geçirilip yeniden düzenlemelere kavuşturulmalıdır. Alevi
Cemevleri daha çok ahlaki ve politik toplum kurumları rolünü oynamalarına
karşılık, onların da yeniden inşa çalışmalarında öncü düzeyde yeni
düzenlemelere kavuşturulması gerekir. Devlet ve iktidarın karşıt dayatmalarına
karşılık, ahlaki ve politik toplum birimlerinin kutsal ve ahlaki direnme
hakları vardır. Gerekirse bu hakkı kullanmak gerekir. Ayrıca din ve vicdan
(ahlak) özgürlüğü bunu gerektirir.
5– Ne modern kılıklı laisizm dayatmaları, ne
de gelenek adına radikal veya ılımlı yeni dincilik dayatmaları sanıldıkları
gibi birbirlerine karşıt iki eğilim olmayıp, liberalizmin iki eklektik
ideolojik versiyonu olarak, ahlaki ve politik rolünü oynayamazlar. Bu yönlü
tuzaklara düşmemek için dinin demokratik muhtevasıyla laiklikte kısmen yansıyan
özgür ve seküler unsurları benimseyerek yaklaşım geliştirmek önemlidir. Her iki
unsur demokratik modernitenin yeniden inşasında ancak bu kapsamda rol
oynayabilirler. Aralarındaki asırlık oyunlarında, kavgalarında taraf olmamak
kadar, dini ve ahlakı yozlaştırıcı, boşa çıkarıcı, moderniteyle çıkar temelinde
yeniden entegre edici çabalarını boşa çıkarmayı bilmek gerekir.
6– Hukukun devlet zoruyla toplum üzerinde
estirdiği teröre aldanmamak gerekir. Ahlak esas, hukuk talidir. Adaletli olduğu
müddetçe hukuka saygı duyulur. Aksi halde sonuna kadar ahlaki ve politik
toplumda ısrar etmek şarttır. Toplumun savunulması ve sürdürülebilirliğinin
esas yolunun ahlaki tutumdan geçtiği bir an için bile unutulmamalıdır.
7– Ahlakın kurum olarak küresel temsilinde
Vatikan türü Katolik ekümeniklerle İslam ümmetini (ekümenini) temsilen eski
halifelik kurumunun (bu arada Musevilik, Budizm vb. ahlaki ve dini gelenekler
de dahil edilerek) ve benzerlerinin ortaklaşa bir çatı altında yeniden
kurumlaşmaları, teolojiden çok etik uygulamalar üzerinde yoğunlaşmaları, tüm
insanlık adına ahlaki ve politik toplumun yeniden inşasında büyük rol
oynayabilir. Bir nevi ulus-devletlerin BM çatısı altında bir araya gelmesi
gibi, temel ahlaki öğretilerin modernite saldırılarına karşı bir araya gelerek
kurumlaşmaları başarıları için şarttır. Tüm kutsallıkları ve ahlaki öğretileri
yutmaya çalışan uygarlık ve modernite canavarlıklarına (Leviathan’a) karşı
küresel kutsallıklar ve ahlaki öğrenim konfederasyonu bu şartın gereği olarak
kurulmak durumundadır.
8– Demokratik modernite güçleri ahlaki alana
ilişkin görevlerini benimseyip yaşamsallaştırmadıkça, uygarlık ve modernite
güçlerinin kapsamlı ideolojik ve maddi kültür silahlarıyla yürüttükleri
saldırılara karşı demokratik toplum birimlerini başarıyla savunup
sürdüremeyeceklerini bilmek durumundadır.
Ahlaka ilişkin konu ve kurumun tanımlanmasına yönelik bu kısa
değerlendirmeler çözüm önerileri niteliğinde olup üzerinde kapsamlı tartışmayı
gerektirir. Ahlak toplumu alt-üst yapılandırma şemalarına sığmadığı gibi,
toplum doğası da bu tür şemalara uymaz. Her toplumsal birim, hatta birey
ahlaktan pay almadan yaşayamayacağını iyi bilmelidir. Önemli olan, iyi bir
ahlakla toplum ve bireyin donanmasıdır. Uygarlık ve modernite canavarlıkları
(Leviathan) ne kadar saldırıp yok etmeye çalışsalar da, ahlaki toplumu o denli
savunmaktan başka çaremiz yoktur. Toplumunu savunamayanın onurlu yaşam hakkı
olamaz. Ama ahlak olmadan da toplumun savunması yapılamaz. Demokratik
modernitenin yeniden inşa çalışmalarında, tüm toplum birimlerinin ahlaki
görevlerinde gösterecekleri başarı, küresel sistem krizinden zaferle çıkışta
temel ölçüt olmaktadır.
C- Politik Görevler
Ahlak gibi politika kavramı da üzerinde en çok kavram kargaşası ve
karmaşası geliştirilen bir kelimedir. Sözcük anlamı basittir. Eski Yunanca
kökenli olup, kent yönetme sanatı dersek anlaşılmış olur. Fakat sözcüklerle
hakikat arama çok eksik ve insanı yarı yolda bırakacak bir yöntemdir. Toplumsal
doğaya ilişkin kavramlar genel olarak çok müphemdir. Gerçeği işaret
edebilirler, ama bir araya getirmekle oluşturamazlar. Gerçeği biraz da
kavramların ötesinde aramak gerekir. Ne yazık ki, bu iş de yine kavramlar
sayesinde mümkündür. O zaman geriye yorum gücü kalıyor demektir. Politikanın öz
anlamını özgürlük sanatı olarak belirlemek, maksadı daha iyi ifade etmiş
olabilir. Özgürlüğün kendisi ise hakikate yakınlığı çağrıştırır. Şüphesiz
politika, özgürlük ve hakikat kavramlarını kullanırken, temel araştırma
birimimiz yine ahlaki ve politik toplumdur. Açıkçası, toplumsal olanla arayı
açan bireysel bazlı veya başka temel birimli açıklamalardan çekiniyorum.
Politika adıyla neredeyse özdeşleşmiş savaş, çatışma ve sömürü kavramlarını
düşününce tedirginliğim daha da artar. Karamsarlığı daha da arttıran, politika
ve polis’in (devletin) de özdeş sayılmasıdır.
Politik görev gibi iddialı bir konuda başarıyla çıkış yapmak
göründüğü kadar kolay değildir. Hiç girişmemektense, mütevazı bir deneme en
azından tartışmayı, dolayısıyla araştırmayı geliştirmesi açısından daha iyidir.
Öncelikle politika saymadığım bazı işleri belirlemenin gerekli olduğu
kanısındayım. Birincisi, devlet işlerinin politik işler değil, idari işler
olduğunu iyi kavramak gerekir. Devlete dayanarak politika yapılmaz, idare
edilir. İkincisi, toplumun hayati çıkarlarını ilgilendirmeyen işler esas
politikayı oluşturmaz. Diğer toplumsal kurumlarca yerine getirilen rutin işler
seviyesindedirler. Üçüncüsü, özgürlükle, eşitlik ve demokratiklikle bağlantılı
olmayan işler politikayı esas olarak ilgilendirmez. Bu işlerin tersi ise,
politikayı esastan ilgilendirir: Toplumun hayati çıkarları, yaşamsallığı,
güvenliği, beslenmesi, iktidar ve devletin engellediği özgürlükler, eşitlikler
ve demokrasidir. Görüldüğü gibi politik işlerle devlet işleri aynı değildir,
hatta oldukça çelişkilidir. Bu durumda devlet ne kadar genişler ve
yoğunlaşırsa, politika o denli daralır ve gevşer. Devlet kural demektir,
politika ise yaratıcılıktır. Devlet hazırı yönetir, politika ise oluşturarak
yönetir. Devlet zanaattir, politika sanattır.
İktidarla politikanın ilişkisi daha da müphemdir. Belki de iktidar
devletten daha çok politikanın inkârıdır. İktidar her zaman devletten çok daha
fazla topluma yerleşiktir. Bu ise, toplumda politika yapmanın ne kadar zor ve
kısıtlı olduğunu ifade eder. Sonuçta politika ile iktidar ilişkisi hep gergin
ve eylemli geçer.
Konuya daha somut yaklaşmaktan başka çaremiz yoktur. Çünkü
pratikleşmedikçe politikanın anlamı kalmaz. Ahlaki ve politik toplumu ilgili
olduğu birçok konuda çözümlemeye çalıştık. Aşırı tekrara düşmemeye çaba
harcasak da yine mecbur oluyoruz. Toplum tıpkı ahlakta olduğu gibi politik bir
olgu veya doğadır. Öyle sanıldığı gibi resmi devlet çalışmaları anlamında değil,
toplumsal doğa olarak politiktir. Ahlakın işlevi hayati işleri en iyi yapmaksa,
politikanın işlevi ise en iyi işleri bulmaktır. Dikkat edilirse, politika hem
ahlaki boyut taşıyor, hem de daha fazlasını. İyi işleri bulmak kolay değildir.
İşleri çok iyi tanımayı, yani bilgi ve bilimi, bir de bulmayı yani araştırmayı
gerektirir. İyi kavramı da buna dahil olunca, ahlaki bilmeyi de gerektirir.
Görüldüğü gibi politika çok zor bir sanattır. İçine girilen önemli bir yanılgı,
politikanın devlet, imparatorluk, hanedan, ulus, şirket, sınıf vb. gibi büyük
hacimli kavramlarla iç içe düşünülmesidir. Politikayı bunlar ve benzer olgular
ve kavramlarla iç içe düşünmek anlamını düşürebilir. Gerçek politika tarifinde
gizlidir: Toplumun hayati çıkarlarını özgürlük, eşitlik ve demokrasiden başka
hiçbir kavramlar grubu izah edemez. O halde politika esas olarak, ahlaki ve
politik toplumun her koşul altında bu niteliğini veya varoluşunu sürdürebilmesi
için yapılan özgürlük, eşitlik ve demokratikleşme eylemliliği demektir.
Ahlaki ve politik toplum derken tarih öncesinden bahsetmiyoruz.
Toplumsal doğanın sürekli yaşanan ve varoluşu sona ermedikçe hep varlığını
sürdürecek olan doğal halinden bahsediyoruz. Ne kadar aşındırılsa, çürütülse ve
parçalansa da, ahlaki ve politik toplum hep var olacaktır. Toplumsal doğa var
oldukça o da var olacaktır. Politikanın rolü ise, bu varoluşu aşındırtmadan,
çürütülme ve parçalanmaya uğratmadan daha da geliştirmek için özgür, eşit ve
demokratik kılmaktır. Böylesi bir durumu yaşayan her ahlaki ve politik toplum
ise en iyi toplum demektir hedeflenen toplumun gerçekleştirilmesi demektir.
Kavramın içeriğinin daha iyi anlaşılması için bir kez daha tarihe
başvurmalıyız. Bu iş için uygarlık yine başat kavramımız olacaktır. Sadece
iktidar ve devleti içerdiği için değil, sınıfsallık ve kentlilik bağlamında da
toplum üzerinde sürekli genişleyen ve yoğunlaşan ideolojik ve maddi kültür
ağları, ahlaki ve politik toplumu sardıkça politikanın rolü daralır.
Politikanın rolünün daralması, toplumsal özgürlük, eşitlik ve
demokratikleşmenin gerilemesini veya yadsınmasını beraberinde getirecektir.
Uygarlık tarihi bu yönlü gelişmelerle doludur. Hâkimiyet altındaki toplumun
gittikçe daha çok köleleştirilmesi, serfleştirilmesi ve proleterleştirilmesi,
dışarıya doğru daha özgür, eşit ve demokratik toplumların baskı altına alınma
ve sömürgeleştirilme sürecine dönüşerek devam edecektir. Sermaye ve iktidar
tekellerinin azami kâr kanunu bunu gerektirir. Bu durumda politika, demokratik
uygarlık birimlerinin direnişi olarak anlam bulacaktır. Çünkü direnmeden hiçbir
özgürlük, eşitlik ve demokratikleşme adımı kazanılamayacağı gibi, var olan
ahlaki ve politik düzeyin daha da aşındırılması, parçalanması ve çürütülmesi,
sömürgeleştirilmesi engellenemez. Tekellerin sömürüsünün önüne geçilemez.
Politikanın özgürlük sanatı olarak tanımlanması tarihte oynadığı bu rolünden
ötürüdür. Politika yapamayan, yapmaktan alıkonan her sınıf, kent, halk, kabile,
dini cemaat ve kavim-ulusun söz ve irade gücü en büyük darbeyi yemiş demektir.
Kolektif söz ve iradenin olmadığı yerde ise sadece ölüm sessizliği vardır.
Antikçağın Atina ve Roma’sı ünlerini politik güçlerinden
alıyorlardı. Cumhuriyet Roma’sı ve Atina demokrasisi tüm kısıtlılıklarına
rağmen hala hayranlıkla anılıyorlarsa, bunda temel etken kent politikasını
büyük maharetle sürdürmelerinden ileri gelmektedir. Atina kent politikasıyla
devasa Pers İmparatorluğu’nu durdurduğu gibi, yenilgisini de hazırlamıştır.
Roma ise cumhuriyetçi politikasıyla dünyanın merkezi haline gelebilmiştir. Daha
da önemlisi, Greko-Romen kültürünün gelişiminde her iki kentin politikacılığı
belirleyici rol oynamıştır.
Babil örneği daha çarpıcıdır. Belki de kent bağımsızlığının,
özerkliğinin ilk büyük örneği olarak sunmak mümkündür. Çevresindeki daha güçlü
iktidar ve devlet güçlerinin boyunduruğuna girmemek için bağımsızlık ve
özerklik politikasının bütün maharetini, ustalığını sergilemiştir. Asurlardan
Hititlere, Kassitlerden Mitannilere, Perslerden İskender’e kadar dönemlerinde
tarihin tüm ünlü imparatorluklarına karşı bu usta politikalarıyla ayakta
kalabilmiştir. Geliştirdiği bilim, sanat ve endüstriyle dönemin en uzun süreli
uygarlık çekim merkezi olabilmiştir (M.Ö. 2000 – Miladi yıllara kadar).
Şüphesiz bunda takip ettiği kent politikasının belirgin payı vardır. Politikanın
özgürlük ve yaratıcılık olduğunu kanıtlayan çarpıcı örneklerin başında geldiği
açıktır. Kartaca ve Palmyra’yı da bu kabil örneklerden sayabiliriz. Kartaca
uzun süre Roma hegemonyasına karşı direniş politikasıyla ayakta kaldığı gibi,
yaratıcı gelişmesini sürdürmüştür. Ne zamanki Roma gibi imparatorluk sevdasına
girişti, o zaman kaybetmekten kurtulamadı. Çünkü imparatorluk olmak direniş
politikasıyla terstir. Hatta politikanın inkârıdır. Sonuç trajik kaybediştir.
Palmyra da benzer bir süreci yaşamıştır. Belki de bölgede Babil’den sonra en
çok yükselişe geçip en uzun süreli (M.Ö. 300-M.S. 270’ler) özerk ve bağımsız
kalabilmiş, adeta çölde cennet yaratmış olan ünlü Palmyra, Roma ve Pers-Sasani
İmparatorluklarına karşı denge ve özerklik politikasını bırakıp kendi başına
imparatorluk olmaya kalkışınca (Kraliçesi ünlü Zennube döneminde, M.S. 270’ler)
trajik sonla karşılaşmaktan kurtulamamıştır. Özgürlük için direnişin zafere,
iktidarcılığın ise felakete götürdüğü çarpıcı örneklerden birini de Palmyra
trajedisi sunmuştur.
Ortaçağda benzeri kent özerklik politikaları daha da yaygın
uygulanabilmiştir. Büyük imparatorluklara karşı direnen kentlerin yıldız âlemi
ile karşı karşıyayız sanki. İslami imparatorluklardan (Emevi, Abbasi, Selçuklu,
Timur, Babûr, Osmanlı) Cengiz İmparatorluğuna, Hıristiyan İmparatorluklarından
(Bizans, İspanya, Avusturya, Çarlık Rusyası, Britanya) Çin İmparatorluklarına
karşı yüzlerce kent (Büyük Okyanus’tan Atlas Okyanusu’na, hatta Amerika
Kıtasına, Büyük Sahra Çölünden Sibirya’ya kadar) özerklik politikası adına
gerektiğinde tarihten silininceye kadar direnebilmiştir. Kartaca’nın tarla
haline getirilişine benzeyen örnek, Cengiz Han’a karşı direnen Otrar kentidir.
O da tarla haline getirilmiştir. Avrupa kentlerinin hem imparatorluk güçlerine,
hem de ulus-devletçiliğin merkeziyetçiliğine karşı yüzyıllarca süren
direnişçiliğine yüzlerce örnek sunulabilir. Özellikle İtalya ve Almanya
kentlerinin 19. yüzyıl ortalarına kadar özerk yapılarını korumak için büyük
direniş sergiledikleri çok iyi bilinmektedir. Bunlardan Venedik, Amsterdam ünlü
örneklerdir.
19. yüzyılda ulus-devletin her tarafta zafer kazanması, tarihte
binlerce yıl süren kent özerkliklerine büyük darbe olmuştur. Ancak
postmodernite ile kent özerklikleri yeniden yaygınlaşmaktadır. Kent politikacılığı
öne çıkmaktadır.
Tarihte uygarlık güçlerine karşı sadece kent politikacılığı değil,
belki de daha fazla kabile, aşiret, dini cemaat, felsefi ekol vb. belli başlı
toplumsal grupların özerk politik güç halinde kalabilmek uğruna sergiledikleri
sayısız direniş vardır. İbrani kabilesinin üç bin beş yüz yıllık (M.Ö. 1600 –
günümüze kadar) özerklik öyküsü belki de en ünlü örnektir. Yahudilerin tarihte
ve daha çok da günümüzde çok zengin ve yaratıcı olmalarında İbrani kabilesinin
özerklik politikası belirleyici rol oynamıştır. İslam dininin imparatorluk ve
iktidar aracına dönüştürülmesine karşılık, çok büyük direniş mezhepleri ortaya
çıkmıştır. Alevilik ve Haricilik mezhepleri kabile ve aşiretlerin özerk yaşama
politikalarını yansıtır. Sünni hükümranlık, sultanlık geleneğine karşı her
kavim bünyesinde görülen yaygın muhalif mezhep çıkışları, özünde aşiret ve
kabile halklarının direnişçi ve özgürlükçü politikalarının sonucudur. Bir nevi
Sünni İslam sömürgeciliğine karşı halkların ilk özgürlük ve bağımsızlık
hareketleridir. Hıristiyanlık ve Musevilik’te de benzer çok sayıda direniş
mezhebi vardır. Ortaçağ boydan boya bu tür yerel, kentsel, kabilesel ve dini
cemaatlerin özgürlük ve özerklik politikası uğruna mücadeleleriyle dolu
geçmiştir. İlk Hıristiyan cemaatlerinin üç yüz yıllık yarı-gizli direnişçi
manastır yaşamı, çağdaş uygarlığın hazırlanmasında başrolü oynamıştır. Antikçağ
Yunan felsefi ekollerinin özerk politikaları bilimin temel hazırlayıcı rolünü
oynamıştır. Günümüze kadar ulaşan halklar, uluslar bu gerçeği en çok dağ
başlarında ve çöl ortalarında yüzlerce, binlerce yıl direnen kabile ve aşiret
atalarına borçludur.
Modern çağın ulusal kurtuluş hareketleri bu geleneklerin
devamıdır. Bağımsız devlet olarak saptırılmış da olsa, hepsinin peşinde koştuğu
amaç politik bağımsızlıktır. Liberalizmin politik bağımsızlığı sahte
ulus-devlet bağımsızlığına dönüştürmesi politikayı gerçek işlevinden alıkoysa
da, yine de çok önemli bir politik direniş geleneğinin sürdürülmesi anlamına
gelir.
Tarihte yerel ve bölgesel özerklik politikaları hep olagelmiş,
ahlaki ve politik toplumun varlığını sürdürmesinde önemli rol oynamışlardır.
Dağlar, çöller ve ormanlık alanlar başta olmak üzere, yeryüzünün çok geniş bir
coğrafyasında kabile, aşiret, köy ve kent toplumu halinde yaşayan halklar ve
uluslar, uygarlık güçlerine karşı sürekli özerklik ve bağımsızlık politikaları
ile direniş sergilemişlerdir. Tarihte bu nedenle ağırlıklı olarak demokratik
konfederal gelenek ağır basar diyoruz. Uygarlık tarihi boyunca hâkim eğilim
boyun eğme değil, direniştir diyoruz. Öyle olmasaydı, dünya Firavun Mısır’ı
gibi olurdu. Direnişin, politikanın olmadığı tek bir insan yerelinin,
bölgesinin kalmadığını bilmeden tarihi doğru yorumlayamayız. Latin Amerika,
Afrika, Asya halkları halen bütün renkleri ve kültürleriyle direniyorlarsa, bu
demektir ki tarihleri de böyledir. Çünkü tarih ‘şimdidir’.
İnsanlık tarihte sadece toplum ve coğrafi bölge düzeyinde politik
direniş yaparak varlığını ve onurunu korumamıştır bireysel düzeyde de bazen
ağırlığı bir ulus kadar olan direnişçi politik kişilikleri tanımıştır. Tarih bu
tür örneklerle doludur. Buda’dan Sokrates’e, Zerdüşt’ten Konfüçyus’a, Hz.
Adem’den başlayıp Nuh’a ve Eyyüb’e, İbrahim’den Musa’ya, İsa’ya ve Muhammed’e
kadar ana halkalar halinde devam eden ve Kutsal Kitapta sayıları 120 binden
fazla olarak verilen tüm peygamberlere, Tanrıça İnanna’dan Hz. Ayşe’ye,
Zennube’den Hypatia’ya, Kibele’den Meryem’e, cadı kadınlarından Zeynep’e,
Rosa’ya, Bruno’dan Erasmus’a dek sayılamayacak kadar birey olarak insanlar,
özgür ve onurlu kalabilmek uğruna ölümüne direnebilmişlerdir. Toplum eğer bugün
hala ahlaki ve politik olarak sürüyorsa, herhalde bu bireylere çok değer
borçludur. Aksi halde köle sürülerinden farkı kalmazdı.
Günümüzde politikayı yorumlamak şüphesiz çok daha önemlidir. Ama
yine de tarihin bugünde mevcudiyetini ağırlıklı olarak sürdürdüğünü belirtmeden
politikayı yorumlayamıyoruz. Politikayı daraltma konusunda uygarlığın bir
yaptığını kapitalist modernitenin bin yaparak sürdürdüğünü ısrarla belirtmeye devam
ediyoruz. Ulus-devlet çözümlememizi hatırlatırsak, modern toplumun sadece
üstten devlet egemenliğini yaşamadığını, tüm yaşamsal gözeneklerine kadar
iktidar aygıtlarının etkilerine, istila ve sömürgeciliğine açıldığını
vurgulamıştım. Küresel çapta toplumun bu gerçeklikle kuşatıldığını,
fethedildiğini, sömürgeleştirildiğini kavramak önemlidir. İdeolojik ve maddi
kültür hegemonik ağlarının nasıl yayıldığını hatırlatmakla yetineceğim. Bu yeni
bir durumdur. Adını ister küresel süper hegemonya koyalım, ister imparatorluk
veya BM düzeni diyelim, özde bir değişim göstermez. Ayrıca küresel hegemonyaya
finans sermayesinin damgasını vurduğunu, aynı zamanda küresel sistemik ve
yapısal krizin yaşandığını ve süreklilik kazandığını vurgulamıştık.
Bu koşullar altında ahlaki ve politik toplumdan geriye ne kaldı
diye sorarken, politikanın herhangi bir rol oynama gücünde olup olmadığını da
sorgulamak zorundayız. Mevcut tabloya bakıp olumsuzluğa ve umutsuzluğa çokça
kapılmanın yaşandığını görüyoruz. İşte tam da bu noktada olumsuzluğa ve
umutsuzluğa kapılmanın sadece yersiz değil, aynı zamanda anlamsız olduğunu
durumun derinlikli politik sorgulamasından çıkarsayabiliriz. Çokça bilindiği
gibi trendlerin, eğilimlerin, dalga boylarının (evrensel hakikattir) maksimum
ve minimum noktaları vardır. Tüm göstergeler uygarlık ve modernite iktidarının
mevcut halinin çoktan maksimumdan inişe geçtiğini göstermektedir. Toplumda
dağılan iktidar, tıpkı bir dalganın ağırlığını yitirmesi gibi gücünü
yitirmektedir. Nasıl ki büyük bir taş tepeden düşüp tabanda parçalanarak
ağırlığını yitirirse, toplumun gözeneklerine kadar düşen ve parçalanan iktidar
da ağırlığını o denli yitirmektedir.
Bu gerçeğin sosyolojik anlamını çözmek mümkündür. İktidar tüm
toplum birim ve bireylerine yayıldığında, birim ve bireylerce o denli direnişe
uğrar. İktidar diyalektik gereği yayıldığı her birim ve bireyde direnç yaratır.
Çünkü baskı, sömürü, işkence yüklü olarak gelip her birim ve bireye
dayandığında direnç görmemesi doğanın evrensel akış gerçeğine aykırıdır. Modern
iktidar gerçeği herhangi tarihsel bir çağın iktidar gerçeğinden oldukça
farklılaşmıştır. Sermaye tekelleri olarak kapitalizmin tüm dünya ekonomisi
üzerindeki ağları azami kâr getirecek düzeyde yayılmasını tamamlamış, yayılacak
tek bir köşe bile kalmamıştır. Ayrıca ekolojik krizi de hesaba katarsak,
derinliğine erişmediği tek bir aile ve klan bile bırakmamıştır.
Endüstriyalizmin kapitalistik yasalarının sonuçları toplumun iç ve çevre
yapısında yarattığı yıkımı felaket düzeyine taşırmıştır. Ulus–devlet tarihin en
güçlü tanrısal gücü olarak sızmadığı ve üzerine hegemonya kurmadığı tek bir
vatandaş bırakmamıştır. Tarihte böylesi başka bir dönem yoktur. Anthony Giddens
benzersizlik derken bu noktada haklıdır.
İktidarın bu gerçekliği (kapitalizm, endüstriyalizm ve
ulus-devlet) karşısında, politika da karşı kutup olarak tarihteki hiçbir
dönemle karşılaştırılmayacak bir farklılığı yaşamak zorundadır. Uygarlık öncesi
ve sonrası dönemi yaşamadığımıza göre, politikanın moderniteye özgü yapılanması
da farklılık kazanmak durumundadır. Kısaca formüle edecek olursak, iktidar
ağları her yerde olduğuna göre, politika da her yerde olmak zorundadır. İktidar
her toplumsal birime ve bireye dayandığına göre, politika da her birim ve
bireye dayanmak durumundadır.
İktidarın tüm toplum düzlemindeki ağlarını karşılayacak politik
ağların oluşum ve yayılım gereği anlaşılır bir husustur. Eski tür örgüt
yapılanmalarıyla bunun karşılanamayacağı açıktır. Kaldı ki, eski örgütlenme
modelleri devlet odaklıydı. Politika iktidara karşı öncelikle direnç olarak
başlamış durumdadır. İktidar hedeflediği her toplumsal birim ve bireyi
fethetmeye, sömürgeleştirmeye çalıştığına göre, politika da dayandığı her birim
ve bireyi kazanmaya ve özgürleştirmeye çalışır. Gerek birimsel gerek bireysel
olan her ilişki iktidarsal olduğuna göre, karşıt anlamında politiktir de.
İktidar liberal ideoloji, endüstriyalizm, kapitalizm ve ulus-devlet doğurduğuna
göre, politika da özgürlük ideolojisi, eko-endüstri, komünal toplum ve
demokratik konfederalizm üretmek, inşa etmek durumundadır. İktidar her birey,
her birim, kent, köy, yerel, bölgesel, ulusal, kıtasal ve küresel düzeyde
örgütlendiğine göre, politika da bireysel, birimsel, kentsel, yerel, bölgesel,
ulusal, kıtasal ve küresel düzeyde örgütlenmek zorundadır. İktidar tüm bu
düzeylerde propaganda ve her tür eylem biçimini (savaşlar dahil) dayattığına
göre, politika da tüm bu düzlemlere propaganda ve eylem biçimleri dayatmak
zorundadır.
Modernitenin ana hatlarıyla tanımlamaya çalıştığımız bu iktidar
gerçekliğini doğru tanımadıkça, hiçbir politik görevin üzerinde doğru
çalışamayız. Sovyet deneyimini, hatta daha önceki reel sosyalizm evrelerini
hatırlayalım. Kapitalizme karşı işçi sendikalizmi (ücret dilenciliği),
endüstriyalizme karşı daha geliştirilmiş endüstriyalizm, merkezi
ulus-devletçiliğe karşı daha da geliştirilmiş merkezi ulus-devletçilik. Özcesi
iktidara karşı iktidar, ateşe karşı ateş, diktatörlüğe karşı diktatörlük, özel
kapitalizme karşı devlet kapitalizmi gibi sonuçta altından kalkılamayan devasa
iktidar aygıtı altında içten çöküş olmuştur. Reel-sosyalist mezhep (sol
kapitalizm) bu yolla sadece iktidara karşı politika yapmadı, politikaya karşı
da iktidar uyguladı. Bunun için parti tarihlerini okumak yeterlidir. Sosyal
demokrat mezhep (orta yolcu kapitalizm), iktidarı reforme ederek daha kalıcı
kıldı ki, Avrupa örneklerinin parti tarihini okumak yeterlidir. Ulusal kurtuluş
hareketleri mezhebi (sağ kapitalizm) ise, hemen ulus-devletleşerek dünyada
kapitalizmin yayılmasında başrol oyuncuları oldular. Bu iki mezhep dışında
kalan diğer sistem karşıtlarını yorumlamıştım. En ciddi eksiklik ve
yetmezlikleri ya iktidara karşı bir parçasından iktidara (ulus-devlete)
tutunmak, ya hepten iktidar karşısında meydanı boş bırakmak (özellikle
anarşistler), ya da sivil toplum örgütleriyle oyalanmaktır. Hiçbirinde
sistematik iktidar kavrayışı ve alternatif olarak politika üretme yeteneği
yoktur ve gereği hissedilmemektedir. Politikayı her boydan iktidar
taşeronlarına bırakırken, olmayan duaya âmin dediklerinin farkında bile değiller.
Geriye kapitalizmin, küreselciliğin kriz tellallığını yapmak kalıyor ki, bunun
da hiçbir derde deva olmadığı, olamayacağı açıktır.
Demokratik modernitenin dili politiktir. Tüm sistematik
yapılanmasını politik sanatla kurgular, inşa eder. Temel bilimlerin ahlaki ve
politik toplum niteliği iktidarı değil, politikayı çağrıştırır. Ahlaki ve
politik toplumun günümüzde yaşadığı gerçeklik, yani öncelikli sorunu özgürlük,
eşitlik ve demokratikleşmenin de öncesinde varoluşsaldır. Varlığı tehlikededir.
Modernitenin çok yönlü saldırısı, her şeyden önce varlığını savunmayı öncelikli
kılar. Demokratik modernitenin bu saldırıya karşı cevabı, öz savunma anlamında
direniştir. Toplumu savunmadan politika yapılamaz. Tekrar vurgulamalıyım ki,
toplum tektir, o da ahlaki ve politik toplumdur. Sorun öncelikle uygarlığın
hayli aşındırdığı, iktidar ve devletin istila ve sömürgeciliğine uğrayan
toplumu, modernitenin daha da gelişmiş koşullarında yeniden inşa etmektir. Öz
savunmayla birlikte demokratik siyaset, dönem politikacılığının özüdür.
Demokratik siyaset ahlaki ve politik toplumu geliştirirken, öz savunma onu
iktidarın kendi varlığına, özgürlüğüne, eşitlikçi ve demokratik yapısına
yönelik saldırılarına karşı korur. Ne yeni tür bir ulusal kurtuluş savaşından,
ne de toplumsal savaştan bahsediyoruz. Kimliğini, özgürlüğünü, farklılıklar
temelinde eşitliğini ve demokratikleşmesini savunmaktan bahsediyoruz. Saldırı
olmasa savunmaya da gerek kalmaz.
Uygarlık karşıtı güçlerin tarihte ana eğilim olan politik yaşam
biçimi konfederaldir.
Tüm toplumsal birimler, gevşek bağlarla birbirine bağlılığı ancak
özerkliklerine saygı gösterilmesi şartıyla kabul ederler. Uygarlığın iktidar ve
devletçi güçlerine bile ancak bu şartla rıza gösterirler. Rızanın olmadığı
koşullar daimi savaş halidir. Rıza olduğunda ise, gerçekleşen barıştır. Modern
çağın tüm toplumu kaplamış iktidar olgusu ve ulus-devlet yapılanmasını
karşılayacak toplumsal yönetim ilkesi, politika ve demokratik konfederalizmdir.
Politika demokratik siyaset olarak icra edilirken, tüm toplumsal birimler
federe bir güç olarak konfederal sürece katılırlar. Bu sistem yeni bir politik
dünyadır. Uygarlık, modernite hep buyrukla idare ederken, demokratik uygarlık
ve modernite tartışma ve uzlaşma ile gerçekten politika yaparak yönetir. Tarih
ve günümüz gerçekleri ne kadar çarpıtılıp örtbas edilirse edilsin, esas
toplumsal gelişmeler politika sanatının öncülüğünde sağlanmıştır. Kapitalizm
küresel kriz koşullarında iktidarını ulus-devleti yeniden inşa temelinde
korumaya çalışırken, tüm demokratik modernite güçlerinin ahlaki ve politik
toplumu koruma ve geliştirmeyi hedefleyen demokratik konfederal sistemi
geliştirerek krizi yanıtlamaları temel görevleridir.
Bu açıklamalar ışığında demokratik modernite güçlerinin politik
görevlerine ilişkin genel ilkeleri aşağıdaki hususlar etrafında özet halinde
sunmak mümkündür:
1- Toplumsal doğa esas olarak ahlaki ve politik bir oluşumdur,
varoluştur. Toplumlar varlığını sürdürdükçe, ahlaki ve politik nitelikleri
devam eder. Ahlaki ve politik niteliğini yitiren toplumlar dağılmaya, çürümeye
ve yok olmaya mahkûmdur.
2- Toplumları ilkel, köleci, feodal, kapitalist, sosyalist olarak düz
bir çizgide sürekli ilerleyen biçimler altında tasarlamak, hakikatlerini
kavramaya katkı sunmaktan çok çarpıtmaya ve örtbas etmeye hizmet eder. Bu tür
açıklamalar propaganda yüklüdür. Ahlaki ve politik nitelik ana toplum karakteri
olup, bu niteliklerin varlık derecesine göre toplumları nitelemek en
doğrusudur. Gerek sınıf ve devletin nitelikleri, gerek endüstriyel ve tarımsal
gelişme seviyeleri toplumun esas karakterini oluşturmayan, geçici olgular
niteliğindedir.
3- Toplumsal problem iktidarın tahakküm ve sömürüsüyle bağlantılı
olarak doğar. İktidar ve sömürü geliştikçe toplumsal sorunlar da gelişir. Çözüm
araçları olarak dayatılan sınıf temelli devletler, sınırlı çözüm kapasiteleri
yanında esas olarak yeni sorun kaynağına dönüşürler.
4- Politika sadece toplumsal sorunların çözümünde değil, tüm hayati
çıkarlarının belirlenmesinde, korunmasında ve sürdürülmesinde temel toplumsal
çözüm aracıdır. Toplumun korunmasında öz savunma gerekli olup, politikanın
askeri güç olarak devamı niteliğindedir.
5- Tarih boyunca uygarlıklar toplumu devlet idaresiyle yönetmeye
çalıştıkça, toplumda politikanın işlevi daralır. Varlıkları sürdüğü müddetçe, toplumlar
bu işlev daraltılmasına karşı direnişle yanıt verirler. Tarih bu iki ana etken
altında ne tam uygarlık idaresidir, ne de tam demokratik politik yönetimdir.
Tarihte çatışmalar bu iki ana etkenin çelişkili karakterlerinden kaynaklanır.
6- Tarihte barış dönemleri uygarlık güçleriyle demokratik güçlerin
birbirlerini tanımaları, kimlik ve çıkarlarına saygılı davranmalarıyla
sağlanır. İktidar uğruna çatışma ve ateşkeslerin barışla ilgisi yoktur.
7- Kapitalist modernite döneminde iktidar tüm toplumu içten ve dıştan
kuşatıp bir nevi iç sömürgeye dönüştürür. İktidar ve temel devlet formu olarak
ulus-devlet, toplumla devamlı savaş halindedir. Direniş politikası kaynağını bu
gerçeklikten alır.
8- Kapitalist modernitenin topluma karşı bu topyekûn savaş hali, demokratik
modernite alternatifini daha acil ve zorunlu kılar. Demokratik uygarlık
güçlerinin günümüzdeki varlığı olarak demokratik modernite ne geçmişte yaşanan
bir altınçağ anısıdır, ne de geleceğe ilişkin bir ütopyadır. Kapitalist
sistemle varlıkları, çıkarları çelişen tüm toplum birim ve bireylerinin varlık
ve duruşudur.
9- Sistem karşıtı güçlerin son iki yüz yıllık mücadeleleri ya iktidar
perspektifi nedeniyle ya da politik alanı boş bırakmalarından dolayı çözümsüz
ve başarısız kalmıştır. Değerli bir miras bırakmalarına rağmen, eski zihniyet
ve yapılanmalarla ne modernitenin kendisine, ne de sistemik krize karşı bir
alternatif oluşturabilirler.
10- Alternatif olmak ancak modernitenin üç ayağı olan kapitalizme,
endüstriyalizme ve ulus-devlete karşı kendi sistemini geliştirmekle mümkündür.
Demokratik toplumculuk, eko-endüstri ve demokratik konfederalizm demokratik
modernite adıyla karşıt sistem olarak önerilebilir. Demokratik uygarlığın
mirasıyla sistem karşıtlarının yeni sistemde buluşmaları başarı şansını
arttırır.
11- Demokratik konfederalizm, demokratik modernitenin temel politik
biçimi olup, yeniden inşa çalışmalarında hayati bir rolü ifade eder. Kapitalist
modernitenin çözüm aracı olmaktan çok, sürekli sorun doğuran temel devlet formu
olan ulus-devlete seçenek oluşturan demokratik modernitenin temel politik
biçimi olarak demokratik konfederalizm, çözüm üretmenin en uygun demokratik
siyaset aracıdır.
12- Demokratik siyasetin yürürlükte olduğu ahlaki ve politik
toplumlarda özgürlük, farklılıklar temelinde eşitlik ve demokratik gelişmeler
en sağlıklı yoldan sağlanmış olurlar. Özgürlük, eşitlik ve demokrasi ancak
toplumun kendi öz vicdan ve zihniyet gücüyle yaptığı tartışma, karar ve eylem
gücüyle mümkündür. Hiçbir toplumsal mühendislik gücüyle bunu sağlamak mümkün
değildir.
13- Demokratik konfederalizm, modernitenin ulus-devlet eliyle
yürüttüğü monolitik, homojen, tek renkli faşist toplum modelinden kaynaklanan
etnik, dinsel, kentsel, yerel, bölgesel ve ulusal sorunlarına karşı temel çözüm
aracı olarak demokratik-ulus seçeneğini sunar. Demokratik-ulusta her etnisite,
dinsel anlayış, kent, yerel, bölgesel ve ulusal gerçeklik kendi öz kimliğiyle
ve demokratik federe yapısıyla yer alma hakkına sahiptir.
14- Demokratik-ulusların küresel birliğinin BM’ye alternatifi, Dünya
Demokratik Uluslar Konfederasyonu’dur. Kıtasal parçalar ve büyük kültürel
alanlar daha alt düzeyde kendi Demokratik Ulus Konfederasyonlarını
oluşturabilirler. AB bu doğrultuda hegemonik davranmazsa ilk adım sayılabilir.
Küresel ve bölgesel hegemonik iktidara karşı çıkışlar bu kapsamda ele alınır.
15- Tarihte uygarlık güçleriyle demokratik güçler arasında çoğu kez
gerçekleştiği gibi, kapitalist modernite güçleriyle demokratik modernite
güçleri de birbirlerinin varoluş ve kimliklerini kabul etme ve demokratik özerk
yönetimlerini tanıma temelinde barış içinde bir arada yaşayabilir. Bu kapsam ve
koşullar altında ulus-devletin sınırları içinde ve dışında demokratik
konfederal siyasi oluşumlarıyla ulus-devlet oluşumları bir arada barış içinde
yaşayabilir.
Demokratik modernitenin politik olan görevlerine ilişkin ilke
saptamaları azaltılıp çoğaltılabilir. Mühim olan kapsam ve uygulama esaslarının
belirlenmesidir. Bu tür bir ilke sıralamasının amacı karşıladığı kanısındayım.
Tartışmalar, yaşamın özgürlük gerçekleri sonucu belirleyecektir.
Demokratik modernitenin üç temel alanına ilişkin olarak saptamaya
çalıştığım ilkeler için de aynı hususlar geçerlidir. Önemle belirtmeliyim ki,
yeniden inşa çalışmaları ilke ve uygulama olarak ne Fransız Devrimi’nde çokça
tartışıldığı gibi yeni bir cumhuriyet projesidir, ne de Rusya Devrim’indeki
Sovyetik devlet planıdır. Hatta Hz. Muhammed’in Medine Toplumsal Projesi de
değildir. Tek endişem ve açıklığa kavuşturmaya çalıştığım husus, toplumsal
doğaya ilişkin hakikat çözümlemesiyle toplumsal özgürlük çözümüne ilişkin
yöntem ve uygulama esaslarının tarihte çokça yaşandığı gibi derin yanılgılara
ve beraberinde birçok yanlışlıklara ve örtbas edici sonuçlara yol açmamasıdır.
Yeniden inşa ile amaçlanan, çıkarları gereği sistem karşıtı olan
ve olması gereken güçlerin tarihsel miraslarını inkâr etmeksizin, liberalizmin
tuzaklarına bilerek ve bilmeyerek düşmeksizin, tüm toplumsal birim ve bireylere
sistematik anlayış (paradigma) ve uygulama esaslarıyla yaklaşarak örgütlemeleri
ve eyleme geçirmeleridir. İçinde devrimci gibi çalışan da olabilir, reform
peşinde koşan da. Hepsi değerli çalışmalardır. Kapitalist modernitenin kendisi
uygar sistemin en krizli dönemini temsil eder. Ayrıca finans sermayesinin en
gelişkin küresel hegemonik çağı, krizin süreklilik kazandığı sistematik yapısal
dönemidir. Sistem krizden sistematik kayıplarla çıkmamak için, günlük olarak
yoğun proje ve uygulamalar peşindedir. Çok geniş bir eklektik liberal ideoloji
ile hareket etmektedir. Arkasında büyük bir tarihi miras vardır. Ayrıca anlık
olarak elektronik örgütlenme şebekelerini azamiye çıkarmış durumdadır. İstediği
taktikleri anlık uygulayabilmektedir. Hatta stratejik yönetim aracı olarak
ulus-devleti bile eleştirebilmekte ve yeniden inşasına birçok alanda
girişebilmektedir. Şirketlerin kendisi, ulus-devlet güçlerini aşmış durumdadır.
Moda örgütler olan sivil toplum kuruluşlarını dilediği gibi yönlendirmektedir.
Bu koşullar altında sistem karşıtlarının kendi sistem
anlayışlarını ve uygulamalarını geliştirmekten başka çareleri yoktur. Fransız
ve Rus Devrimleri (izlerinde giden sayısız başka devrimler, hareketler) tümüyle
kapitalist modernite kapsamında ve amaçlarında değillerdi. Hatta oldukça
çelişkiliydiler ve yeni sistem iddiasındaydılar. Bu idealarına yönelik
olağanüstü olanları da dahil, birçok dönemsel uygulamalar geçirdiler. Fakat
kapitalizm sonuçta kısa veya uzun sürelerde bu devrimleri kendi modern anlayış
ve uygulamaları içinde eritebilmiştir. Şüphesiz başta bu büyük devrimler olmak
üzere, tüm tarihi mirasa ilişkin olduğu gibi, çağdaş devrimlerin özgürlük,
eşitlik ve demokratik mirasına sahip çıkmak öncelikli görevdir. Ama
yanılgılarından ders çıkarmak gerektiği de çok açıktır. Bu çalışmada özellikle
bu konuya çok yüklendiğim görülecektir. Elbette yaşanmış deneyimlerden ders
çıkarmak, aynı ideallere sahip kişi ve örgütler için vazgeçilmez görevlerdir.
Kriz sürsün veya sürmesin, temel görevler her zaman için
geçerlidir. Entelektüel, ahlaki ve politik görevler de her zaman yerine
getirilmeyi gerektirir. Dönemsel farklılıklar farklı stratejik ve taktik
yaklaşımlara elbette yansır. Ama görevlerin asli niteliği değişmez. Her üç
alandaki görevlere ilişkin açıklama ve ilkeler için belirlemeye çalıştığım
hususların önemli olduğu kanısındayım. Sorumlu olduğum her olay, ilişki,
kişilik ve kuruma karşı aynı zamanda bir eleştiri ve özeleştiri ifadesidir.
Çağımızın, hatta uygarlığın kapsamlı çözümleme ve eleştirisi olmadan, bireysel
eleştiri ve özeleştirinin güçlü bir değer taşımayacağının farkındayım. Bu
temelde yaklaşmaya çalıştım.
Çok tekrarlamak durumunda da kalsam, entelektüel, ahlaki ve
politik görevlere ilişkin çalışmaların iç içeliği esastır. Alanlar kendi
içlerinde ne kadar bağımsız çalışsalar da, ortaya çıkardıkları ürünler ancak
birbirlerinin hizmetlerini tamamlayıcı nitelikte olabilir. Entelektüel
aydınlanma olmadan ahlaki uygulama iyiyi fazla geliştiremeyeceği gibi, kötüye
yol açmaktan da kurtulamaz. İyi ahlakın olmadığı yerde ve zamanda kötü ahlak
vardır. Politik alan güncel aydınlanmanın ve ahlakiliğin uygulanma halini ifade
eder. Politika bu anlamda günlük aydınlatma ve ahlaki davranma gerçeğidir
aydınlatmanın, ahlakiliğin kendisidir. Ayrıca politika ve ahlakın olmadığı
yerde aydınlatmadan, dolayısıyla entelektüel çalışmanın varlığından ciddi
olarak bahsetmek mümkün değildir. Politika ve ahlakla bağını yitiren
entellektüalizm, örneğin entelektüel sermaye olduğu gibi başka bir şey
olabilir. Ama bu konum entelektüel görev olarak değerlendirilemez. Çünkü ahlaki
ve politik temelden yoksundur.
Ahlaki ve politik toplum için entelektüel, ahlaki ve politik
görevler iç içe yerine getirildiğinde ancak özgürlük, eşitlik ve demokratlık
azami sağlanmış olur. Bu nedenle sistem karşıtı örgüt ve bireylerin başarı
ölçütü, üç alandaki görevleri iç içe yerine getirmeleriyle bağlantılıdır.
11– SONUÇ
Bilinç evrensel varoluşla ilgilidir. Mevcut evrensel düzenlilik
ancak bilinç kavramıyla izah edilebilir. İlginç olan, bilincin kendini dile
getiriş tarzıdır. Öyle anlaşılıyor ki, tüm evrensel çeşitlilik, bilincin
kendini dile getirme tutkusunun sonucudur. Bilincin çok bilinçliliği hakkında
hiçbir şey bilemiyoruz. Neredeyse sonsuz çeşitlilikteki arayışı bir neden
sorusunu düşündürüyor. Niçin sorusu daha müphem kalıyor. Ünlü filozoflar, hatta
Kutsal Kitaplardan bazıları, bu soruları evrenin kendini hatırlama isteğine
veya tanrının kullarınca bilinme arzusuna bağlarlar. Farkına varma kelimesi
bana daha büyüleyici ve açıklayıcı geliyor. En küçük zerresinden en kozmik
varoluşuna kadar farkına varış, neden ve niçin sorularının yanıtı olabilir.
Farkındalığa yükleyeceğimiz anlam, yaşamdan başka kavramlarla tanımlanamaz.
Yaşamın doğruya en yakın tanımı, farkına varma olarak belirtilebilir. Daha da
önemli olan, farkına varmak neden bu kadar önemli oluyor? Farkına varmadan da
yaşamın mümkün olduğunu biliyoruz. Fakat derinden sezinlemeye çalıştığımızda,
bu mümkün olmanın pek mümkün olmadığını anlıyoruz. Uzun süre farkına varılmadan
geçen sürenin yaşam değerinin gittikçe düştüğü, hatta eridiği bile
söylenebilir. Ölüm olgusu bile kesinlikle yaşamın farkına varış, yani yaşamı
mümkün kılmak için doğanın bir oyunu veya ustalığı gibi geliyor. Örneğin sonsuz
yaşamla cezalandırılmış bir varlığın, acaba Sisyphos trajedisinden (taşı tepeye
vardıracak iken, sürekli düşürüp yeniden yuvarlama cezasına tanrılarca
çarpıtılmış kişi) farkı kalır mı? Ölüme üzülmek sadece yaşamın değerini
arttırır ve hatırlatır.
Bilmek, yaşama ilişkin farkındalıklardan başka anlama gelmez.
Bilinen şey, farkına varılan şeydir. Fiziksel varlıklar için bir şey diyemezsek
bile, biyolojik varlıklarda bilinmeye doğru sanki bir aşkın yaşandığını
hissetmemek mümkün değildir. İnsan türüne doğru geldiğimizde, sanki bu aşk
gerçekleşmiş olur. Bilmenin çok gelişmiş hali en iyi aşk kelimesiyle
tanımlanabilir. Fakat insan öylesine tuhaf bir varlıktır ki, onun bilmeye
ilişkin en büyük çarpıtmayı ve ihaneti yapmaktan çekinmeyen özellikleriyle de
karşılaşabiliyoruz. İnsanın bu gerçeğini daha çok İkinci Doğa dediğimiz
toplumsal doğanın içinde olup bitenlerle izah etmek daha doğru gibi geliyor.
Sosyal bilim, kavram olarak Avrupa merkezli uygarlıkla birlikte
gelişti. Şüphesiz toplumsal doğa boyunca bir tür sosyal bilim diyebileceğimiz
disiplin hep var olageldi. Tarih öncesinin sosyal bilimine rahatlıkla animizm
diyebiliriz. Avrupa merkezli sosyal bilimin bir kavramı olan animizm
(canlıcılık), acaba söylendiği kadar ilkel insanların ilkel bilinci mi oluyor?
Bugünkü sosyal bilimin özne-nesne ayrımına dayalı yapısının animizmden daha
üstün olduğuna ilişkin fetvayı kimler veriyor? Yine aynı sosyal bilimciler! Ama
gittikçe anlaşılıyor ki, canlıcılık ekolü özne-nesne parçalanmasından,
dolayısıyla nesneyi cansızlaştırmaktan daha değerli bir paradigmadır. Evrenin
canlıcılıkla tanımının cansızlaştırıcı tanımından daha doğru sonuçlar verdiği
açıktır. Tüm bilimsel gelişmeler bu hususu doğruluyor. Atom-altı parçacıkların
müthiş ve henüz bir sır olan hareketleri olmazsa, bir tek çeşitliliğin
oluşamayacağı gerçeği canlıcılıktan (animizmden) başka nasıl izah edilebilir?
Pozivitizm (olgular bilimciliği) çok tehlikeli bir metafizik türü olarak (her
ne kadar zıddını idea etse de) sosyal bilimi de derinden yaralamıştır.
Tarih çağları dediğimiz uygarlık süreci, animizmden mitolojiye
doğru bir bilim tarzını da beraberinde getirmiştir. Mitoloji tümüyle uygarlığa
mal edilmese de, birçok yönüyle uygarlığın damgasını taşır. Sosyal bilime ilk
bilinç çarpıtmasını ve ihaneti sızdırma, uygarlık süreçlerinin ideolojik
hegemonyasıyla ilgilidir. Toplumsal doğa üzerinde gerçekleştirilen iktidar ve
sermaye tekeli yalansız, çarpıtmasız ve söze ihanetsiz olmuyor. Mitoloji, büyük
kısmıyla animizmle yüklüdür ve değerlidir. Fakat hiyerarşik sistem ve rahip +
yönetici + komutan üçlüsünden oluşan düzenin mitolojik yansıması olarak
kahramanlaştırılma (yarı-tanrılaştırma) ve tanrılaştırılma masalları devreye
girince, çarpıtılma ve yozlaştırılma kaçınılmaz oldu. Mitoloji, bu ikili
niteliği dikkate alınmak koşuluyla, yine de oldukça öğretici bir sosyal
bilimdir. Gittikçe önem kazanacağı kanısındayım. Tarihi öğrenmede kesinlikle
çok daha fazla rol oynayacaktır.
Mitolojinin din olarak katılaşması, ikinci bir sosyal bilim türüne
yol açmıştır. Din şüphesiz yalnızca mitolojiyi miras almaz. Kendi dogmaları da
vardır. Uygarlık güçlerinin ağır damgasını taşısa da, uygarlık karşıtı güçlerin
dinsel yorumu daha yalın, doğasallığı dolayısıyla daha gerçekçidir. Çağdaş
bilime açılan yolun temel kazıyıcılarındandır. Tek tanrılı dinlerde de her iki
karşıt gücün yansımalarını izlemek mümkündür. Buyurgan, cezalandırıcı,
kullaştırıcı teolojik boyut uygarlık güçlerini yansıtırken, katılımcı,
ödüllendirici ve özgürleştirici boyut uygarlık karşıtı güçlerin inanç ve
düşüncelerini yansıtır. Ortaçağ bu iki anlayış arasındaki dinler ve mezhepler
çatışmasıyla dolu geçmiştir. Bu dinler ve mezhepler çatışması olmasaydı, Avrupa
sosyal bilimi kesinlikle oluşamazdı. Sadece İslam’ın etkisini düşünmek bile bu
gerçeği daha iyi anlamamızı sağlar. Bir de çağlar boyu bilgelik ve filozofik
pırıltılar vardır. Bunların sosyal bilimin değerli kaynaklarını teşkil
ettiklerine şüphe yoktur.
Avrupa uygarlık çağının (modernitenin) sosyal bilimi tüm bu tarihi
mirasın ürünlerinden kaynaklandığı gibi, yaşadığı büyük sosyal mücadelesinin de
bir gereği olarak doğdu. Esas olarak problem çözücü bir disiplin, bir araç
olarak düşünüldü. Kapitalizmin yol açtığı sınırsız istismar ve baskı sistemi,
moderniteyi baştan itibaren kriz yüklü olarak oluşmaya zorladı. Genelde tüm
bilimler, özelde sosyal bilimler bir yandan istismar ve baskı sisteminin
hizmetine sokulurken, öte yandan sosyal bilimlere ayrıca sistemi olumlu izah
ettirici, yani meşrulaştırıcı rol yüklendi. Yeni iktidar ve sermaye
tekellerinin retoriği sosyal bilime de damgasını bastı.
Pozitivist sosyoloji, sosyal bilimin baştan sakat doğmasına yol
açtı. Fransız Devrimi’nden burjuvazinin çıkarlarını kollayan bir cumhuriyet
çıkarma temel kaygılarıydı. İngiliz ekonomi-politikçileri kapitali
rasyonelleştirmenin, meşrulaştırmanın peşindeydi. Alman ideologları her alanda
devasa Alman ulus-devletinin oluşumuyla ilgiliydiler. Sistem karşıtlarının
başını çeken bilimsel sosyalizmin kurucuları K. Marks ve F. Engels’in
yaptıkları, üç sermaye retoriğinden proleter damgalı bir bilim yaratmaktı.
Kapitalizme karşıtlık ve bu temelde Kapital çözümlemesi sosyal bilime katkı
olabilirdi. Fakat çıkış kaynakları ve sistem karşıtlığını kapitalle
sınırlamaları, tüm sistemin yapılarını moderniteye karşı savunmasız
bırakıyordu. Anarşistlerin iktidar çözümlemeleri ileri bir adım olsa da,
politik alanı adeta boş bırakmışlardı. Avrupa sosyal bilimi, her iki kanat
açısından da toplumsal doğayı araştırmaktan ziyade, sistemin yol açtığı
sorunlarla boğuşuyordu. Bir nevi kriz çözme uzmanlığına soyunmuşlardı. Dünya,
tarih ikinci plandaydı. Sosyal bilimin Avrupa merkezli olmasına şaşırmamak
gerekir. Yüzlerce yıllık birikimi bir çırpıda aşmaları beklenemezdi. Liberal
ideoloji içlerinden en akıllısı çıktı. Hepsini sisteme entegre etmenin yolunu
buldu. Sadece Fransız Devrimi’ni değil, Rusya Devrimi de dahil, çağın tüm
devrimlerini ve sistem karşıtlarını etkisizleştirmesini bildi bilimi iktidar ve
sermaye bilimine başarıyla dönüştürdü.
Fakat uygarlık sürecinin en istismarcı ve iktidarcı sistemi olarak
Avrupa modernitesinin karşıtlarını tümüyle yok etmesi ve susturması
düşünülemezdi. Gelişimiyle birlikte bu modernite sadece ideolojik cephede
değil, politik ve ahlaki cephede de büyük direnişlerle karşılaştı. Sistem
karşıtlığı da en az sistem kadar kendini yeniliyordu. Sistem küreselleştikçe,
karşıt sistem de küreselleşiyordu. Bilim üzerindeki hegemonyası giderek
kırılıyordu. Tarihin ancak dünya tarihi olabileceği, Avrupa’nın kısa süreliğine
hegemonyasının ancak bu tarihin küçük bir parçasını oluşturabileceği
anlaşılmaya başlanmıştı.
İkinci Dünya Savaşı sonrası Fransız filozofisi, 1968 Gençlik
Kültür Devrimi, Sovyetik sistemin içten çözülüşü, refah devletinin iflası,
postmodernist arayışlar ve klasik sömürgeciliğin tasfiyesi sosyal bilimde yeni
bir dönemin başlamasına zemin sundu. Pozivitizm engelinden ve Avrupa
merkezciliğinden kurtulmuş olarak, hakikat araştırmaları daha olumlu bir seyir
izliyor. Sosyal bilimin sadece kriz ve problem çözmekle yetinmeyip, toplumsal
doğayı bir bütün olarak tüm mekân ve zamanlarda araştırma konusu yaparken, bir
yandan esas itibariyle toplumla bağlantılı fizik, kimya, biyoloji ve
kozmolojiyle, diğer yandan felsefe, edebiyat ve sanat gibi beşeri bilimlere
öncülük etmesi, kraliçe bilim rolünü oynaması gerekir. Bilimin soyağacı ancak
sosyal bilimin kökenliğinde çizilebilir. Hem aşırı parçalanmışlıktan
kurtulunur, hem de çok soyut kalma sakıncası giderilmiş olur. Genel krizle birlikte
sosyal bilim alanındaki krizin aşılması öncelik taşır. Yaşam farkındalığını
özgürlük, hakikati özgürlük araştırması olarak yorumlayan bir sosyal bilim,
ahlaki ve politik toplumun vazgeçilmez aydınlanma ve gelişme kılavuzudur.
Bu çalışmada sosyal bilimi öncelikle değerlendirmem çalışmanın
kapsamıyla ilgilidir. Uzun süre denediğim bilimsel sosyalizm retoriği artık dar
geliyordu. Liberal retoriğin ise tümüyle karşısındaydım. Anarşizmi daha
yakından tanımam olumlu etki bıraktı fakat önümdeki sorunları çözümlemekten
uzaktı. Değerli bulduğumu başta belirttiğim bazı sosyologların katkıları
önemliydi. Yine de yolumu kendim bulmalıydım. Sosyal bilim anlayışımı
oturtmadan, diğer iddialı konulara atlamak doğru olmazdı. Baştan belirttiğim
gibi, yaptığım bir denemedir ancak eleştiriyle gerçek yerini bulur. Her şeyi
sosyal bilimden bekleyen metafizik ve pozitivist dogmatiklerden olmadığıma
eminim. Sosyal bilimi çok yönlü tanımlamam hem bu tehlikeye düşmemek, hem de
ilgilenenlere karşı uyanık ve
dürüst olmak içindi. Bunu sağladıktan sonra, diğer ana çalışma bölümü
demokratik uygarlık ve modernite oldu. Önceliği toplumsal probleme vermem,
uygarlık sistemini daha iyi tanımak ve karşıtlarını doğru temellendirmek
içindi. Kapsamlı değindiğim kanısındayım. Diğer sistem karşıtlarını eleştirmem,
bütünlüklü bir değerlendirmeye varmak içindi. Bilimsel sosyalizmin sistem
karşıtlığını tarihte çok dar yer tutan ve toplumu çözümlemekten çok uzak olan
iki sınıfa dayandırma yöntemini tümüyle reddetmemekle birlikte, beş bin yıllık
ana nehir gelişmesi olan uygarlık sistemiyle aşmaya çalıştım.
Eğer diyalektik bir karşıtlık aranıyorsa –ki, aranması gerektiği
kanısındayım-, bunu uygarlık sistemi kapsamında geliştirmek kaçınılmazdı.
Uygarlıklar konusunun birçok değerli filozof ve sosyologun araştırma konusu
olduğunu biliyorum. Yapmak istediğim bunlara bir yenisini eklemek değildi
yapılmayanı veya bölük pörçük dokunulanı sistemlice ve kapsamlıca tartışmaya
sunmaktı. Bu konuda K. Marks’ın Kapital
için kullandığı metodu, yani diyalektiği uygarlık için kullandığımı özenle
belirtmeliyim. Bu hususu keşke Marks gerçekleştirseydi de biz de yararlansaydık
diye çok serzenişte bulundum. Fakat bir ustadan alınacak en iyi destek herhalde
yöntemine anlam vermekti. Bunu ne kadar başardığımı ilgilenenlerin eleştirileri
ve sosyal pratik belirleyecektir. Gerçekten uygarlık Kapital’de belirtildiği gibi uç, karşıt grup ve gruplar yaratır.
Burjuva-proleter karşıtlığı bile uygarlığın yol açtığı çok sayıdaki
karşıtlıklardan ancak birisi olabilirdi. Bu anlamda çalışmamı Karl Marks
karşıtlığı gibi değil, ciddi eleştiriler temelinde tamamlamaya çalışmak ve
geliştirmek olarak yorumlamak daha doğrudur diye düşünüyorum. Birçok yönden
(tekel, kapital, devlet, ideoloji, pozivitizm, tarih, uygarlık, pazar, ekonomi,
demokrasi, devrim, sosyal bilim, özellikle iktidar, ulus-devlet, hegemonya,
sistem analizleri vb.) yanlışlıkları ve eksiklikleri belirtmem karşıtlık olarak
yorumlanmamalıdır. Diğer sistem karşıtı akımlarla birlikte hak ettikleri değeri
vermek ve bunun için katkı yapmak olarak yorumlanması daha doğru olur
kanısındayım.
Daha önceki çalışma bölümlerinde uygarlığın tahakkümcü ve
istismarcı (sömürücü ve sömürgeci) kanatlarını kabaca çözümlemeye çalıştım.
Eldeki bu bölümlerde ise, bunlara mümkün olduğunca yeniden az değinmek ve asıl
ağır karşı kutup olarak demos’a, demokratik uygarlık güçlerine vermek istedim.
Tüm gücümle bu tarihsel kutbu açmaya çalıştım. Bana göre tarih en çok bu konuda
eksik ve yanlışlıklarla doludur. Hiç olmazsa kalın ve kırmızı bir çizgiyle dikkat
çekmek yine de önemliydi. Tarihte asıl çatışma bolca sunulduğu gibi (Son örneği
Samuel P. Huntington’dur) uygarlıkların hâkim grupları arasında değil, karşıt
iki kutbu arasındaydı. Elbette hâkim grup arasında da bolca çelişkiler ve
çatışmalar vardır. Tekeller her zaman kendi aralarında da pasta üzerinde
çatışırlar. Fakat önemli olan bu pastanın kimlerden ve nasıl gasp edildiğiydi.
Gerçek çelişki ve çatışmanın pastayı üretenlerle gasp etmek isteyenler arasında
olması diyalektik gereğidir. Çok geniş araştırmalarla derinliğine
tarihselleştirilmek durumunda olan
bu konuya kırmızı çizgi ile ancak dikkat çekebilirdim. Öyle de yaptım. İsteyen
istediği kadar arayabilir. Varılacak sonuçlardan hayal kırıcı olunamayacağına
inanıyorum.
Modernite karşıtlarına da kapsamlı yer vermeye çalıştım. Bunu yeni
sistem çalışmalarında yerlerini doğru almaları için yaptım. Sovyetler’in
çözülmesi ile hızlanan kargaşayı anlamlı bir yere oturtmak gerekliydi.
Umutsuzluk ise gereksizdi. Reel-sosyalistler ve anarşistler yenilenmeyi bilmeliler.
Feministler ve ekolojistler ise sistem tutturmadan mesafe alınamayacağını ve
liberalizmin değirmenine su taşımaktan kurtulamayacaklarını bilmeliydiler. Hem
politika yapmayı, hem de sistemli olmayı sağlamadan varılacak bir hedef
olamazdı. Onları en çok bekleyen reel-sosyalist ve anarşist hareketlerin
akıbeti idi. Kültürel hareketlere çözümleyici yaklaştığım kanısındayım.
Ulus-devlet canavarının pençesinden kurtulmaya çalışan bu hareketlerin
demokratik muhtevası önemliydi. Demokratik modernitenin kapsamında tarihsel bir
rol oynayabilirlerdi.
Demokratik modernitenin yeniden inşa sorunları ve görevlerine hem
çözümlemeci hem de çözümleyici, yani teori-pratik bağlamında yaklaşmaya özen
gösterdim. Varılan sonuçları çarpıcı ilkeler halinde başarıyla sunduğum
kanısındayım. Demokratik modernitenin ne geçmişin altınçağ arayışı, ne de
geleceğin ütopik projesi olarak sunulmadığı açıktır. Bolca sistem karşıtı
malzeme vardı, fakat sistemin kendisi yoktu. Konunun mutlaka yeterli anlatılara
kavuşması gerektiğine inanıyordum. Demokratik modernite ad olarak önemli
değildi kapsamı çok önemliydi. Bunun sistematize edilmesi ise zorunluydu.
Yoksa sefaletin felsefesiyle felsefenin sefaletini yaşamaktan öteye
gidilemezdi. Çözümlemeler bu durumu aydınlığa kavuşturup gidermeyi amaçlıyordu.
Entelektüel, ahlaki ve politik alan görevleri ise, pratik çözümler için
belirlenmeye çalışıldı. Yaşanan kargaşa bu alanlarda da hayli yaygındı.
Pratiğin üzerine nasıl gidilmesi gerektiğinin yeterince açıklığa kavuşturulduğu
kanaatindeyim. Özellikle ilkesel sıralamaların pratikte yeni ve yaratıcı
çalışmalara yol açacağına inanıyorum.
Bu çalışmanın diğer önemli bir konusu temel araştırma biriminin
nitelikleriyle ilgiliydi. Pozitivist sosyal bilim bu konuda toplumu doğadaki
diğer nesneler gibi nesnelleştirerek genel bir yanıtla cevaplandırmak
konumundaydı. Bilimsel sosyalizm bu bilim anlayışının sol yansıması olarak
şekillenmiş olup daha katı ve olgucuydu. Katkı niteliğinde toplumu üretim
tarzlarına göre bir sınıflamaya tabi tuttu. Evrenselci düz çizgisel ilerlemeci
pozitivizm sanki mutlak doğrularmış gibi algılanıp uygulandı. İlkel, köleci,
feodal, kapitalist ve sosyalist-komünist şekillenme böyle ortaya çıktı. Bunda
biraz da kadercilik vardır. Ne de olsa er geç sıra sosyalizme gelecekti. Bu, dogmatik
yanı açık bir yaklaşımdı. Tüm sosyal eylemliliğe bu zihniyetle yaklaşmanın
sonuçları zannedildiğinden çok daha ağır olmuştur. Gerçekleşen sosyalizm değil,
çok eleştirdikleri ama farkında olmadan en çok hizmet etmek durumunda
kaldıkları küresel kapitalizm oldu. Rus devlet kapitalizminin sisteme en az
asırlık ömürler kazandırması herhalde bu gerçeği doğrular niteliktedir.
Tüm çalışma boyunca temel araştırma birimi olan toplumsal doğanın
(ikinci doğa) esas varoluş hali olduğuna inandığım veya tespit etmeye,
tanımlamaya çalıştığım ahlaki ve politik toplumu seçenek olarak aldım.
Kanıtlarım (argüman) olarak üretim tarzı, sınıf, devlet, ideoloji, teknik gibi
sürekli değişen ve her toplumda çok farklı gerçekleşen olguların gerçeklik payı
olsa bile, bunların temel araştırma konusunu teşkil edecek ağırlıkta
olmadıklarına ilişkindi.
Dünya sistem ve uygarlık analizlerini ise, tek yanlı kapalı çember
yorumlar olarak eleştirdim. İnsan türü var olmaya devam ettikçe hep
niteliklerini yaşayacağı, yaşamak zorunda olduğu toplumsal doğanın ahlaki ve
politik toplum olduğunu, bundan vazgeçemeyeceğini, vazgeçmesi halinde bunun
toplumun parçalanması ve dağılması anlamına geleceğini göstermeye ve
çözümlemeye çalıştım. Uygarlık tarihi boyunca ahlaki ve politik toplum, sermaye
ve iktidar ağları kuşatmasında çok aşındırılıp dağılmaya ve çürütülmeye terk
edilse de, toplumların her zaman bir yolunu bulup zayıf da olsa ahlaki ve
politik niteliklerini koruyarak yanıt vermeye veya direniş halinde yaşamaya
çalıştıklarını geniş örnekler listesiyle birlikte kanıtlamaya çalıştım.
Kapitalizmin (modernitenin) toplumu saran sermaye ve iktidar ağlarının en ince
gözeneklerine kadar (ulus-devlet, endüstriyalizm, özellikle medya araçları,
eklektik ideoloji, güvenlik teşkilatları, içten sömürgecilik, kadına aşırı
yüklenim vb. etkenlerle) yayılmasına karşılık, bunların aynı oranda karşı bir
tepkiye neden olduklarını, her toplumsal birim ve bireyde direniş olanakları ve
yaşam alternatiflerine yol açtıklarını, açmak zorunda olduklarını kapsamlıca
çözümlemeye çalıştım. Ahlaki ve politik toplumun elbette sabit olmadığını,
tarih öncesinden beri gelişmesini sürdürdüğünü ortaya koydum.
Klan, kabile, aile, aşiret konfederasyonu, hiyerarşiye uğrama,
devlet bölünmesini yaşama, tarım-köy toplumundan şehir toplumuna,
ulusal-endüstriyel topluma geçiş, az veya çok kutuplaşmalar biçimindeki bu
gelişmeler kesintisiz olmuştur. Uygarlık sürecinin ise merkez-çevre,
hegemonya-rekabet ve yükseliş-alçalış krizleri halinde kesintisiz karakterde
geliştiği şeklindeki görüşlere de katılmaya çalıştım. Tüm bu gelişmelere
rağmen, ahlaki ve politik toplumun ortadan kaldırılamayacağını özgürlük,
eşitlik ve demokratiklik eğilimini hep koruyacağını entelektüel, ahlaki ve
politik görevlerin iç içe kavranıp yerine getirilmesiyle bu niteliklerin
azamice yaşamsallık kazanacağını çözümlemeye ve çözmeye (teorik-pratik olarak)
çalıştım.
Kapitalist modernitenin sermayecilik, endüstricilik ve
ulus-devletçilik temelinde varoluş kazanmasına karşılık, demokratik
modernitenin demokratik komünalite, eko-endüstriyel ve demokratik ulus olarak
varoluş kazanabileceğini de kapsamlıca çözümlemeye ve çözmeye çalıştım.
Demokratik komünaliteyi homojen bir toplum eşitçiliği olarak değil, tek bir
kişiden milyonlarca kişiye kadar nicelik kazanıp, ahlaki ve politik toplum
niteliğini taşıyan her tür topluluk (kadından erkek topluluğuna, spor ve
sanattan endüstriye, entelektüellerden çobanlara, kabileden şirketlere, aileden
uluslara, köyden kentlere, yerelden küreselliğe, klandan küresel topluma kadar
her tür toplum) olarak tanımlamaya çalıştım. Eko-endüstriyel toplum gerçeğini,
köy-tarım toplumuyla kent endüstrisi toplumunun birbirini beslediği ve
ekolojiye kesin uyarlanmış eko-endüstriyel topluluklar olarak tanımladım.
Demokratik ulusu ise, temel politik biçim olan demokratik konfederalist
uygulamalarla etnisiteden dine, kentsel, yerel, bölgesel ve ulusal topluluklara
kadar her tür kültürel varoluşların demokratik özerk siyasi oluşumlar halinde
oluşturacakları yeni bir ulus türü, daha doğrusu ulus-devletçi canavarlara
karşı çok kimlikli, çok kültürlü ve çok siyasi oluşumlu ulus olarak tanımlayıp
çözümlemeye ve çözmeye çalıştım.
Demokratik modernitenin bu yapısal kuruluşlar temelinde tarihteki
mirasıyla modernite döneminin sistem karşıtlarının tecrübesini birleştiren
çözüm gücü yüksek bir seçenek olduğunu ve daha da gelişerek başat olacağını
derinlikli ve tekrarlayıcı biçimde vurgulayıp sunmaya çalıştım.
Uygarlık ve modernite kutuplaşmasını çatışma ve istismar (sömürme
ve sömürgecilik) dışında, ayrıca çatışmasızlık ve barış olasılığı açısından da
önemle çözümlemeye çalıştım. Sürdürülebilir bir barışın imkânlarını ve
koşullarını değerlendirmek önemli bir konu teşkil edip büyük hassasiyet ister.
Uygarlık sürecinin bu yönlü zengin bir mirasa sahip olduğu bilinmektedir.
Barışa savaştan daha çok kutsallık ve yücelik atfedildiği dönemler ve
uygulamalar da çok olmuştur. Modernite döneminde de savaş ve barış adeta iç içe
yaşanan gündelik uygulamalar düzeyinde yaşanmıştır. Özellikle yok edici
diyalektik anlayışın yerine, karşılıklı besleyici bir diyalektiğin de pekâlâ
mümkün olabileceği, en azından diyalektik süreçlerin ne yalnız başına yok
edicilik ne de yalnız karşılıklı besleyicilik olduğu, iki anlayış veya
gerçeklik arasında geniş ve karmaşık bir yelpazenin yaşanabileceği sürece katkı
sağlayıcı bir anlayış, bir unsur teşkil etmiştir. Doğal gerçekliğin ne vahşi
kapitalizmden kalma Darwinist güçlünün yaşam felsefesiyle ne de çelişkisiz
yaşandığına dair eski metafizik kalıplarla işlediği, tersine çok zengin, gergin
ve oluşturucu bir mahiyet sunduğu gelişen bilimin de sayesinde daha iyi ve
doğru anlaşılabilmektedir.
Barış süreçlerini tümüyle evrimcilik olarak yorumlamak ne kadar
yanlışsa, savaş süreçlerini yeniyi doğuran ebeler olarak yorumlamak da o denli
yanlıştır. Sermaye ve iktidar tekelleri arasındaki savaşlar, elleri altındaki
pastanın büyütülmesi ve küçültülmesiyle ilgilidir. Barışla pek alakaları
yoktur. Gerçek barış uygarlığın iki karşıt gücü arasında (Bu, iki sınıf
arasından başlayıp, çok çeşitli kabile, aşiret, kavim, ulus, tabaka, dini
cemaat, kültürel akımlar ve ekonomik gruplara kadar çok geniş bir yelpazeyi
kapsar) birbirlerinin varoluşlarını, kimliklerini, özerk yönetim haklarını
kabul etmeye dayanır. Çatışmanın taraflara daha çok zarar verdiği kabul
gördüğünde barış olasılığı belirir. Diyalog ve uzlaşma niyetleriyle sonuç
alınmaya çalışılır. Gerek yerel ve küresel planda, gerek ulus-içi ve uluslar
arasında bu yönde çok sayıda çatışmanın barışla sonuçlandığı bilinmektedir.
Mühim olan, tarafların kimlik ve onurunu mümkün kılan koşullardaki bir
anlaşmadır. Bu olduktan sonra, her düzeyde ve her hacimdeki toplum, grup ve
hatta bireyler arasında barış mümkündür.
Beş bin yıllık uygarlık tarihini karşıt kutuplar olarak
çözümlemeye çalıştığımızda anlıyoruz ki, daha uzun süre iki kutupluluk halinde
birlikte yaşanacaktır. Kutupların birbirlerini kısa sürede yok etmeleri mümkün
görünmemektedir. Ayrıca diyalektik olarak da bu gerçekçi görünmemektedir. Reel
sosyalizmin bu yöndeki aceleciliği, uygarlık ve moderniteyi çözümlemeden
giriştiği sistem denemesi kendi çözülmesiyle sonuçlanmıştır. Önemli olan, iki
kutupluluğu tüm teorik-pratik çalışmalarda göz önüne getirmek, hâkim istismarcı
kutup içinde erimemek, kendi öz sistematiği olarak demokratik uygarlığı ve
moderniteyi adım adım onun içinde yeni inşacı çalışmayla da sürekli
geliştirmektir. Tüm devrimsel ve evrimsel yöntemlerle sistemimizi ne kadar
geliştirirsek, ‘süre’ ve ‘mekân’ sorunlarını da o denli olumlu olarak
çözümleyip kalıcılaştırabiliriz.
Demokratik modernite, temel unsurları gerçek barışa yatkın olan
bir sistemdir. Demokratik ulus anlayışı en küçük bir ulusal topluluktan bir
dünya ulusuna kadar açık çözümleyiciliğiyle aynı zamanda değeri çok yüksek bir
barış seçeneği oluşturmaktadır. Eko-endüstri unsuruyla hem toplum içi
endüstrinin verimli kullanımı ile başta işsizlik, yoksulluk ve açlık olmak
üzere, modernitenin topluma karşı savaşının bir nevi sonuçları olan ağır
toplumsal sorunlar çözüm yoluna girmekte hem de endüstriyalizmin çevreye karşı
açtığı savaşı sona erdirip toplum-çevre barışını gerçekleştirmektedir.
Demokratik komünalite unsuru ise, her toplum birim ve bireyine ahlaki ve
politik toplum olabilme seçeneğini sunarak, en radikal barışçı yaklaşımı
sunabilmektedir. Açık ki, demokratik modernite sistem olarak geliştikçe, onurlu
bir barış imkânı çok daha fazla gelişebilmektedir.
Bu noktada hem bir uyarıyı, hem bir özrü bir kez daha
belirtmeliyim: Ahlaki ve politik toplumla demokratik komünalite ve demokratik
toplum kavramlarını eşdeğer, özdeş tutmaktayım. Anlam zenginliği için
gerektiğinde her üç kavrama da başvurmaktan çekinmedim. Açık ki, ahlaki ve
politik toplum demokratik komünalite ile daha çok demokratik sosyalizmi,
toplumsal eşitliği, ama farklılıklar temelinde eşitliği çağrıştırmaktadır.
Farklılıklar temelinde eşitlik anlayışı, homojenliği ifade eden reel-sosyalist
anlamından farklıdır. Dikkat çekmek açısından buna Firavun Sosyalizmi deme
gereği duydum. Demokratik toplum kavramı ile de ahlaki ve politik toplumun hem
eşitlik, hem özgürlük içeren karakterini vurgulamaya çalıştım. Şüphesiz özdeş
olan bu kavramları aynılaştırmamak gerekir. Zenginlikle bunu kastediyorum.
Aynılaştırmak fakirleştirmektir. İlgilenenleri, çok sık geçen bu kavram
kullanımları ile ilgili çelişkiye düşmemeleri için uyarmakla birlikte, başka
türlü terminoloji geliştiremediğim için özür dilememi anlayışla
karşılayacaklarını umuyorum.
Demokratik moderniteyi sadece kapitalist modernitenin üç temel
unsuruna (kapitalizm, endüstriyalizm ve ulus-devlet) karşılık üç temel unsur
olan ahlaki ve politik toplum, demokratik komünalite, demokratik sosyalizm,
demokratik toplum, eko-endüstriyel toplum ve demokratik konfederal toplum
olarak nitelemekle yetinmedim. İlgili bölümde sergilemeye çalıştığım gibi, çok
daha zengin bir nitelikler demetiyle de tanımlamaya çalıştım. Toplumsal soruna
ilişkin saydığım on iki temel sorun unsuru, aynı zamanda demokratik
modernitenin on iki çözümsel niteliğini açıklar.
Bu çalışmamın Özgürlük Sosyolojisi adıyla
yayınlanabileceğini sıkça vurgulamıştım. Sosyal bilimi tanımlamaya çalışırken,
esas amacının özgürlük seçeneğini geliştirmek olması gerektiğini önemle
belirttim. Zaten problem çözmenin bir anlamda özgürlük sağlamak olacağı da
eklenince, sosyal bilime amacı kapsamında Özgürlük Sosyolojisi demenin bir
sakıncası olmadığı kanısındayım. En azından önemli bir bölümünü problem çözme
ve yaşam farkındalığını geliştirme boyutlu sosyolojik çalışmaları bu ad ile
yayınlamanın isabetli olacağı açıktır. Şüphesiz sosyolojinin kapsamı özgürlük
ile sınırlı değildir. Karmaşık bir toplumsal yelpazeyle (tarih öncesi toplum,
hiyerarşi, sınıf, devlet, kent, uygarlık, sermaye, ekonomi, iktidar, demokrasi,
sanat, din, felsefe, bilim, politika, savaş, strateji, örgütlenme, kurumlaşma,
ideoloji, ekoloji, jineoloji, teoloji, eskataloji vb.) uğraşması gerektiği
bilinmektedir. Fakat bu çalışmayla önemle vurguladığım husus olarak, ahlaki ve
politik toplumun çok parçalara ayrılarak inceleme ve araştırmalara konu
edilmesinin önemli sakıncalar içerdiğine, bunun olumludan ziyade olumsuz
sonuçlara daha çok yol açabileceğine ilişkin kanaatimi belirtmiştim. Toplumsal
doğanın tarihsellik ve bütünsellik içinde incelenme ve araştırılmasının en
doğru yöntem olduğuna güçlü bir biçimde katıldığımı belirtmiştim.
Savunmamın bu bölümüne son verirken, Sokrates ve Zerdüşt’ten iki
yorumla tamamlamak isterim. Bilindiği üzere Sokrates’in sıkça kullandığı deyim
“Kendini bil idi. Kendini bilmeyenlerin pek bir şey öğrenemeyeceklerini,
bilemeyeceklerini vurgulamak istemiş olsa gerek. Ben insanın, bilimce
açıklandığı kadarıyla zaman bakımından en azından on beş milyar yıl öncesi
gerçekleştiği idea edilen büyük patlamadan (big-bang) bu yana tüm evrene
yayılmış gerçekliğin toplamı olduğuna inanıyorum. Bunu seziyor ve biliyorum. Bu
anlamda kendini bilmek, tüm zamanı ve evreni bilmekle özdeştir. Sokrates ayrıca
ünlü savunmasında Atina’nın (inkâr ettiği idea edilen) tanrılarından değil,
kendisine zaman zaman gelen ilham perilerinden, ‘daimonlar’dan bahsetmişti. Bu,
sezgi ve iç yoğunlaşmayla kendini bilme oluyor. Bir nevi peygamber tarzı
öğrenme ve haber vermedir. Bunun putperestlikten daha ileri bir öğrenme tarzı
olduğu açıktır. Benim sezgi gücümün veya ‘daimonlar’ımın bana da “Ne ararsan
kendinde bul uyarısını aldıktan sonra, bu satırlara böyle yüklenmekten kendimi
alıkoyamadım.
Zerdüşt’ün yorumu daha etkileyiciydi. Rivayet edilir ki, Zerdüşt,
çok tutkunu olduğu Zagros dağlarında güneş tüm parlaklığı ile doğarken bir ses
duyar. O sese şöyle bağırır: “Söyle, sen kimsin? Tanrıyla böyle karşılaşıp
hesaplaştığı biçiminde bir yorumdur bu. Ben ise, Onun binlerce yıl Zagros
halkının özgürlüğüne yönelmiş Sümerik tanrı-kralların varlığı ile ilgili bir
hesaplaşmaya giriştiği kanısındayım. Bir nevi uygarlığın kendisi olan bu
kral-tanrıların kutsallığını sorgulayıp Zerdüşti ahlak devrimini
gerçekleştirir. Aydınlık-karanlık, iyilik-kötülük ikilemi biçimindeki devrimdir
bu.
Kesinlikle kendimle ilgili abartmalardan nefret ederim. Bütün
sadeliğimle anlaşılmak ve dost olmak benim için bir tutkudur. Gün geçtikçe daha
iyi anladım ki, yaşamı tüm sadeliği içinde bir dostluk töreni-şöleni olarak
tutkuyla karşılayan kişiliğim, üzerime kim geldiyse karşı çıktı. Üzerime
geldiklerinde onları sorgulamam biraz Zerdüştvariydi: “Siz kimsiniz? Demek ki
bu satırlar bir yandan kendimi bilmemle öğrendiklerimi, diğer yandan üzerime
gelenleri “Siz kimsiniz? sorgulamaları ile oluşan bilinç birikimimi
yansıtıyor.
Hem kendimi hem de binbir kılıklı uygarlık kutsallarını
çözümlemek, zor koşulların da çözülmesi anlamına geliyor. Uygarlık kutsalları
hiçbir ahlaki ve politik sınır tanımadan üzerimden geçmeye çalışırken bu
satırlarla kendilerini sorgulamam, beni tutkulu bir şölen havası içinde kişiliğim,
geleneklerim, halkım, bölgem, insanlığım ve evrenimle tanıştırdı. Tanışmak, farkında olmaktır. Bu ise yaşamı
olanca zenginliği içinde korkusuzca yaşamak ve güçlü savunmaktır!
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info
A- Entelektüel
Görevler1-2-3-4-5-6-7-8-9-10-B- Ahlaki Görevler12345678 C- Politik Görevler 1-2-3-4-5-6-7-8-9-10-11-12-13-14-15-11– SONUÇ