ABD seçimleri sonuçlandı, Trump ezici bir farkla seçimleri kazanarak ABD başkanı oldu. Kuşkusuz seçim meydanlarında sergilediği performans, geliştirdiği strateji ve elde ettiği başarı nedeniyle Trump pratiği anlaşılması gereken bir olgudur. Özellikle de toplumsal bilim temelinde yaşanan süreçlerin analizi, toplum ve insan düzleminde gerçekleşen değişimleri anlamamız açısından önemli olacaktır.
Trump, kendisi gibi kapitalist seçkinlerin ve savundukları neoliberal politikaların bir temsilcisidir. Devleti küçültme, sermayeye daha fazla alan açma vaadiyle ABD elitlerinin desteğini alan Trump, seçim sürecinde dile getirdiği argümanları ustaca pazarlayarak yüksek bir oy oranıyla seçimleri kazanmış oldu.
1990’lar sonrası ortaya çıkan ve 2010’lara gelindiğinde daha somut bir şekilde etkisi hissedilen yapısal kaos durumu, tüm dünyada derinliğine yayılarak her şeyi köklü bir şekilde değişime zorladı.
Kapitalist modernite sistemi, yaşadığı bu yapısal kaos halini tüm toplumsal kesimlere de enjekte ederek sistemi sürdürülebilir halde tutmaya çalışmaktadır.
Bilim, özellikle de sosyal bilim alanıyla uğraşanlar yaşanan süreci tahlil etmeye, anlamaya ve herkes için de anlaşılır kılmaya çalışıyor. Ancak “Rastlantısal” özelliği her geçen gün daha da güçlenen kaos sürecini hesaplanabilir kılmaya çalışan her çaba bir bilinmezlik, daha doğrusu bilinememezlilik duvarına tosluyor.
Elbette bu iyi bir şey değil ve bizi daha güvenli hissettirmiyor. Ve bu güvenli hissetmeme durumu insan ve toplum gerçekliğinde derin yarılmalara, köklü değişikliklere yol açıyor.
Kapitalist modernite sisteminin yaşadığı kaos durumu ve onun bir sonucu olarak rastlantısal süreçlerin bilinememezliğinin yarattığı güvensizlik duygusu, insan davranış ve tercihlerini üstün insani değerler ve ahlaki-politik ölçüler yerine risk analizine odaklıyor.
Bu anomali, kapitalist modernite ve onun neoliberal sisteminin ürettiği, kalıcılaştırmaya çalıştığı bir durumdur ve teknolojik icat ve gelişmelerin de etkisiyle yeni bir insan ve toplum tipolojisi yaratılmaya çalışılıyor.
İnsanlığı bencillik, bireycilik ve vahşi rekabetçiliğe doğru zoraki bir yolculuğa çıkaran kapitalist modernite sistemi, binlerce yılda oluşan toplumsal kuralların yerine finans kapitalizminin mabedi olan borsa kurallarını yerleştiriyor. Bu kurallar içerisinde ayakta kalmaya çalışan insanlar, her adımında risk analizi yapar hale getiriliyor.
İşte tam da bu aşamada Trump ve dünyadaki diğer sağcı, popülist siyasetçiler korkuyu bir meta gibi pazarlayarak, insanların risk analizi yapmasını ve kendilerine teslim olmasını dayatıyor. Geleceği düşlemek, güzel şeyler umut etmek yerine insanlığa sunulan tek seçenek korkularına teslim olmak oluyor.
Bu “Korku Siyaseti” bize bir şeyler kazanmanın değil, kaybetmemenin daha önemli olduğunu tembihliyor. Böylelikle her şeyi kontrol altında tutmayı ve sistemi stabilize etmeyi amaçlıyor.
Seçimlerde Amerika toplumuna dayatılan ile tüm dünya insanlığına dayatılanlar arasında özünde bir fark yoktur.
Neoliberal sistem krizinin birinci evresinin yaşandığı 1968’lerde gençlik hareketleri tüm dünyada “Başka Bir Dünya Mümkündür” sloganlarıyla alanları dolduruyor, daha güzel, adil, eşit ve özgür bir dünyanın düşünü kuruyorlardı.
Bu slogana söylendiği dönemde farklı anlamlar ve istemler yüklenmişse de günümüz açısından önem arz eden yönü kuşkusuz ki umudu temsil etmesidir. Emperyalist savaşlara karşı barış umudu, baskıcı ve otoriter sistemlere karşı özgürlük umudu, eşitlik umudu, adalet umudu… Ve elbette kazanma umudu!
Evet, kapitalist modernite sisteminin yapısal kaosunu hepimiz hissediyoruz ve rastlantısal sürecin bilinememezliği ile karşı karşıyayız. Ve evet, kazanıp kazanamayacağımızı bilemiyoruz! Ama nasıl kazanabileceğimizi biliyoruz. Her şeyden önce umudu kazanacağız.
Önder Abdullah Öcalan, umudun zaferden daha değerli olduğunu söyleyerek, zaferi getirecek olanın umut olduğunun altını çizmişti.
Bugün kapitalist modernite sisteminin barbar saldırıları altında umudu kuşatma altına alınan insanlık olarak korku siyasetine karşı umut siyasetini büyütmek zorundayız.
Umut siyaseti her şeyden önce kaybedebileceklerimizle korkutulmaya karşı çıkmaktır. Kaybedeceklerimize değil, kazanacaklarımıza, yani hak ettiğimiz özgür, eşit ve onurlu yaşama odaklanmalıyız.
Egemenlerin biz ezilenlere karşı uyguladığı “Ölümü gösterip sıtmaya razı etme” anlamına gelen rıza üretme siyasetine ve faşist AKP-MHP iktidarının “Halinize şükür edin ki başınıza daha da kötüleri gelmesin” anlamına gelen şükür siyasetine karşı çıkmalıyız.
Bir zamanlar proleterya için söylenen “Zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz yok” düsturunu yeniden ve daha güçlü bir şekilde tüm insanlık adına seslendirebilmeliyiz.
Önder Abdullah Öcalan “Ya Özgür Yaşam Ya da Hiç” diyerek, tutumun nasıl olması gerektiğini ortaya koydu. Bugün tüm ezilenler olarak her an, her saniye tehdit ediliyoruz ve bu tehditler arasında risk analizleriyle yol almaya zorlanıyoruz.
Bu tehditleri ve dayatmaları RED etmeliyiz!
Artık her an bir şeyler kaybedebiliriz kaygı ve korkusuyla değil, geleceğin özgürlük ütopyasına nasıl ulaşabileceğimizin pratik politik mücadelesiyle uğraşmalıyız.
Özel savaş bombardımanları altında tutulan beyin ve yüreklerimizi özgürleştirerek pozitif bir inşacılığı, mücadeleyi ve üslubu yaşamın her anına hakim kılmalıyız.
Bu korku siyasetinin bizleri teslim almasının önünü alacak, belki de içinde bulunduğumuz kaos sürecinin bilinememezliğini politik-askeri mücadele hattı bağlamında ezilenler için daha fazla bilinebilir hale getirecek yegane yol; umut siyaseti olacaktır!
Ulaş ASLAN