KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı geçen hafta başta Arap halkına olmak üzere Ortadoğu halklarını ve hükümetlerini Türk saldırganlığına ve işgalciliğine karşı ortak tutum almaya, güçlü adım atmaya çağırdı. Bu çağrıyla Türk devletinin AKP-MHP hükümeti adı altında yaptıklarının ne kadar tehlikeli olduğuna dikkat çekmek istenmiştir.
KCK, Türk İslam sentezinin günümüz temsilcileri olan AKP-MHP iktidarını neden bölgesel bir tehlike olarak tanımlıyor? Ve sadece Kürtlere karşı değil diğer halklara karşı da düşman olduğunu hatırlatma gereğini duyuyor? Bu çağrıdaki belirlemelerin tarihi arka planına bakmadan, Türklerin İslam ve Ortadoğu ile ilişkilerine göz atmadan, Ortadoğu halklarının bugün karşı karşıya olduğu tehlikeyi tam anlayamayız.
Bilindiği gibi Türkler İslamlaşmadan önce, Arap kabile ve aşiretleri öncülüğünde İslam İspanya’dan Çin sınırlarına kadar götürülmüştü. Türklerin İslamlaşması ağırlıkta Moğol istilasının derinleştirdiği Abbasîlerin güç kaybetme sürecinin yol açtığı iktidar boşluğuna tekabül eder. Böylece Türk egemenleri önlerinde merkezi iktidar gücü oldukça zayıflamış ancak Çin’den Adriyatik denizine değil Cebeli Tarık boğazını da içine alan bir dünya buldular. Bu ortam daha ilk günden itibaren Türk egemenlerine üç kıtadaki Müslümanların iktidarı olma fırsat ve imkanı vermiştir. Türk egemenlerin Arap egemenlerince az da olsa denenen tarzda halkları İslamlaştırma çalışması da çabası da yok denecek kadar azdır. Yani günümüz deyimi ile belirtirsek yumuşak gücü kullanarak kimseyi İslamlaştırılmamıştır. Onlar iktidar boşluğu ve parçalanmış ümmetin içinde doğmuş, kılıçla bu parçalılığı malum yöntemlerle birbirine tutuşturmaya çalışmıştır.
Bizans imparatorluğundaki gerileme ve bu gerilemenin hem sebebi hem sonucu olan yozlaşmaya tepki duyan Kostantinapolis Ortodoks kilisesinin de yardımı ile İstanbul fethedilip Bizans’ın Anadolu’daki egemenliğine son verilince, kendileri için yeni bir süreç başlamış oldu. Bu sürecin ana özelliği Türk egemenlerinin Elh-i sünne Müslümanların devleti, yöneticisi olma yolunda çok önemli bir mesafe almasıdır. İstanbul’un fethinden sonra devlet yapılanmasında atılmış adımlara, Osmanlı hanedanı ile Türkmenler arasında yeniden kurulan ilişki biçimine bakıldığında bu çok rahat görülecektir. Kısacası Selçuklularla başlayan, Osmanlıda birinci aşamasını İstanbul’un ele geçirilmesi, ikincisi Yavuz Sultan Selim’in Mısır Memlük devletini yenip halifeliği elde etmesi şeklinde iki ana dönemde ele alabileceğimiz Türk egemenlerinin İslamlaşması, İslam’ı kullanma çizgisi daha ilk günden tüm Müslümanların hakimi, halifesi olmak üzerine kurulmuş oldu. İslamcı Türk egemenlerin kodları böyle şekillenmiştir. Bu çizgi Türk milliyetçilerinin kendilerini anlatırken kullandıkları dillerine de yansımıştır. Bir Türk dünyaya bedeldir, Türkün ayak bastığı yer onun yurdudur, Çin’den Adriyatik denizine kadar Türk yurdu vb… hemen her gün defalarca kez duyduğumuz bu sözler, Türk egemenlerin İslamlaştıktan ve iktidar İslamla güç olmaya başladıktan sonraki zihniyetidir. Bu zihniyetin başta Araplar ve Kürtler olmak üzere diğer halklara bakışı günümüzde Türk özel savaş politikalarındaki söylem ve uygulamalarında da görülmektedir. Arap halkını hakir görme, küfür anlamına gelen birçok özdeyiş yaratma, Kürtleri ilkel ve geri tanımlarla adlandırma da bu aklın ürünlerindendir. Dolayısıyla Türklerde İslam’ın anlamı tüm İslam halklarına hükmetmektir. Müslümanların yaşadığı tüm toprakları kendi yurtları olarak kabul etmektir. En başta da Kürdistan ve Arabistan’ı böyle görmektir. Libya ve Suriye işgalinde saklama gereği duymadan dilendirdikleri politika bu zihniyetin İslamdan ne anladığını çok açık göstermektedir. Ortadoğu’da Müslümanlaşarak kimlik bulmuş Türklüğün iktidar anlamında başka bir mantığı ve söylemi yoktur. AKP-MHP iktidarının dolaylı bazen doğrudan Mustafa Kemal’in ‘yurtta sulh, cihanda sulh’ çizgisine karşı çıkması, kendisine Kemalist laik diyenlerle AKP arasında Suriye savaşından sonra başlayan ‘bizim Suriye bataklığında ne işimiz var, Mustafa Kemal Arapların işine karışmayın demişti’ tartışmalarının dayanağı da Türk egemenlerinin iktidar İslam’la kapitalist modernite çizgisinde iktidar olanlar arasındaki çelişki ve çatışmayı yansıtmaktadır. Bu çelişkiler Türk İslam sentezini esas alan Türklerin ne kadar tehlikeli olduğunu içerden deşifre etmektedir.
M. Kemal, bilimsel düşüncenin geliştiği bir çağda, iktidar İslam’a dayanarak iktidar sürmenin, devlet yönetmenin zor olduğunu bilince çıkardığı için bir yenilik yaratmak istemiştir. O, bundan sonra Türk iktidarların dine dayanarak değil dini de yer yer kullanarak milliyetçi temelde iktidar olma sürecini başlatmıştır. Bu çizgi Türklükle Dünyaya hakim olmanın pek kolay olmadığını bilen, kendi içinde tutarlı ve daha gerçekçi bir çizgidir. Bu çizgideki egemenler toplumun bir kesimine bunu kabullendirmiş kabullenmeyenleri de değişik yol ve yöntemlerle bastırarak susturmaya çalışmıştır. Erdoğan ve AKP, yanına MHP’yi de alarak Kemalist laik çizgiyi etkisizleştirip yeniden cihan imparatorluğu heveslerine kapılmıştır. Müslüman halkları tıpkı Osmanlılar gibi hakimiyetine alma sürecini ve saldırganlığını başlatarak tehlike olmaya başlamıştır. KCK açıklaması ve çağrısının hatırlattığı da budur. AKP-MHP’nin özellikle Libya işgali için ileri sürdüğü dayanaklara bakıldığında bu çok net görülmektedir. Bunların sık sık geçmişe, atalarının mirasına dönme çağrısı yapması, geçmişi yeniden fakat başka bir biçimde kutsayarak propaganda etmesi temsil ettikleri politikaları özetler mahiyetedir.
Aslında bu politik çizginin iktidar olması için stratejik adımlar 12 eylül 1980 askeri darbesi ile atılmıştır. Yine Gülen Cemaatinin çalışmaları bu çizgiye büyük mesafe aldırmıştır. Bu konularda çok şey yazılıp çizilmiştir. Erdoğan ve AKP projesini hazırlayanların bu konularda çok iyi çalıştıklarını, Erdoğan’ı İslam dünyasının lideri, BOP’un eşbaşkanı, güçlü lider imajı ile sunan uluslararası propaganda kampanyasında da görülmüştü. Bu aklın arkasında uluslararası Yahudi sermayesinin olduğunu ileri sürmemiz için çok fazla veri de vardır. Erdoğan’ın 2012 senesine kadar gittiği her Arap ülkesinde ‘İslam dünyasının lideri’ şeklinde karşılanması, her seçim sonrası yaptığı balkon konuşmalarında Malezya’dan Mağrip’e kadar Müslümanlara halklara selam gönderip hükümetlerini eleştirmesi, kendini konumlandırdığı yeri, yapmak istediklerinin izahatları olmaktadır.
Kuşkusuz ki dünya liderliği her egemenin rüyasıdır. Bu sadece Türk egemenlerine mahsus değildir. Ancak dünya liderliğini yapacak kadar emperyalist olmak için yaşanılan dönemin modernitesine öncülük etmeyi sağlayacak, bilim, ideoloji, siyaset, ekonomi, kültür-sanat ve spor gibi alanlarda etkili, yönlendirici olmak da gerekmektedir. Osmanlı hanedanı Arap egemenlerin mirasına konmuştu. İkincisi imparatorluklarda din esas olduğundan İslam hakimiyet için yetiyordu. Osmanlının kullandığı iktidar İslam Arap egemenlerin Sasani ve Bizans geleneğinden türettiği İslam’dır. İslam’a nefes aldıran tarikat ve mezhepler Kürt ve Fars damgalıdır. Bu nedenle Osmanlı bugün anlaşıldığı biçimi ile Türk egemeni sayılamaz. Ancak kendi koşullarında ve döneminin iktidar çizgisinin izin verdiği kadar Türk sayılabilir. Ulus devlet mantığına göre Türk egemenlerinin dünyaya, bu olmazsa İslam alemine bu da olmazsa bölgesine liderlik etmesi için gereken hiçbir imkanı bulunmamaktadır. Ellerinde lider yapacak imkanları olmadığı için de saldırganlıktan, askeri işgal ve talandan, katil çetelerden ordu örgütleyerek halkları katletmekten başka birşey, bir yol bilmemektedir. İşte halklar için gerçek ve asıl tehlike budur. KCK, Kürdistan’daki Türk işgal ve soykırımından çıkardığı sonuçlara dayanarak başta Araplar olmak üzere Türk saldırganlığı tehlikesiyle yüz yüze olan halklara, ülke ve hükümetlere çağrıda bulunmuştur. Bu iktidarın tüm iktidar ve egemenlerden çok daha fazla yalancı, aldatıcı ve iki yüzlü olduğunu bu gerçekliklerini de İslam’ı örtü yaparak gizlemek istediğine dikkat çekmiştir. Ermeni katliamından, Daiş eliyle Kürt, Arap ve Ortadoğu Hristiyan halkları katletmeye kadar yaptıkları soykırımlarına bakarak sonuç çıkarılması gerektiğini belirtmiştir. Ve böyle bir soykırımcılığın son bulması için de halkların ortak değerlerde buluşup mücadele etmesinin tarihsel değerine vurgu yapmıştır.
Mehmet Gören
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi