Kayyum Aramice ve Süryanice’de, “kıyamet”, Arapça’da ise, “kıyam” anlamına gelir. İcra etmek, yürütmek, işini görmek gibi hafifletici tanımlarla normalleştirilmiştir. Fakat konjoktürel olarak günümüzde kayyum kelimesinin Kürdistan ve Türkiye’deki anlamı, herkes tarafından ortak bir tanımlamaya tabi tutuluyor. O da şudur; Kayyum bir kültürel asimilasyon ve soykırım darbesidir. İşgaldir, ilhaktır ve istiladır. Tanımlama bu kadar net iken, bu kayyum sömürgecilerinin karşısında da ayağa kalkmak, isyan etmek, haklı başkaldırıda bulunmak, sürdürebilirliği olan bir duruş göstermek ve direniş kavgasını yürütmek meşru değil midir?
AKP-MHP faşizmi son bir ayda, Türkiye’de kendisinin çalıp, kendisinin oynadığı bir sahne oyunu kurmuş. Herkesin izlemesini ve inanmasını istiyorlar. Öyle ya, kendisi inanmış! İnanmasını beklediği seyircilerin arasında Kürtler de vardı. Bu oyunu Kürtlere inandırma çabası tutmayınca, gasp ve işgal politikalarını devreye koydu. Kürtlerin iradesini ipotek altına alacak temelde, belediyelere kayyum darbesi yaptı.
Önder Apo, Türk devletinin işleyişinde sürekli bir “Darbe Mekaniğinin” var olduğunu ve bu mekaniğin Türk devlet sisteminin kuruluş ilkesi haline geldiğini, Kürt karşıtlığı ve demokrasi karşıtlığı üzerinden sürekli işlediğini vurgulamıştır. Evet, Demokratik devrimci siyasi hareketine ve Kürtlere dönük siyasi darbelerin mekaniksel olarak devam ettiğini belirtmek gerekiyor. Öyle, bir-iki olumlama sözlerle, olmayan bir çözüm süreci havasını yayıp, özel savaş taktiklerini devreye koyduklarını anlamamak zor değil.
Meclisin ilk açılışında, demokratikleşmeye doğası gereği kapalı olan MHP ve onun başkanı Devlet Bahçeli’nin DEM parti sıralarına giderek, sözüm ona “barış elini” uzattı ve yeni bir sürecin başlayacağına dair bir-iki defa da Grup toplantısında konuştu. Önder Apo üzerinde geliştirilen tecrit sistemini kabul etti, çözüm için Önder Apo’yu meclise davet etti. Özcesi çözümün adresi İmralı’dır denildi. Bu gelişmeler yaşanırken, DEM Parti Urfa Milletvekili Ömer Öcalan, Önder Apo ile görüşmek için İmralı’ya gitti. Önder Apo, “tecrit devam ediyor” dedi. Türk devleti, Türkiye’de demokratik özgür bir yaşamı oluşturmanın yolunun Halklar Önderi Önder Apo’dan geçtiğini biliyor. AKP-MHP faşizminin inkar politiklarınının üzerine bir yenisini daha ekleyip, tüm Türkiye ve Ortadoğu’yu bu gündemle meşgul ederken, Kürtlerin Belediyelerine kayyum atayarak, işgal etti.
Herkesin bildiği üzere, 4 Kasım Kürt siyasal hareketinin ve Kürtlerin hafızasında bir siyasi darbe olarak kazındı. 2016 yılının 4 Kasım’ında başta HDP Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ olmak üzere, bir çok milletvekili ve parti meclisi üyeleri tutuklanmıştı. Türk Devleti, bununla da kalmayıp, aynı zamanda halk iradesinin mevzisi olan belediyelere sömürgeci memurlarını getirerek, kayyum atamıştı. Aradan tam 8 yıl geçtiğinde, yine bir 4 Kasım sabahı Batman, Mardin ve Halfeti Belediyelerine dönük bir darbe yaparak, kayyum atandı. Türk devleti bu tarihi bilinçli olarak seçip, Kürtlere “sizin iradenizi yok saydığımız bu tarih, sizler tarafından hep hatırlanacak” mesajını vermek istiyor. 1 Kasım’da da Ahmet Özer’in Kürt kimliğine sahip olması ve DEM Parti’nin ortaya çıkardığı Kent uzlaşısı stratejisi nedeniyle İstanbul-Esenyurt Belediyesi’ne de el konuldu.
Türk devleti son 9 yıllık savaşta hem içte hem dışta stratejik kayıplar yaşadı. Kürt direniş Hareketini tasfiye etmek için, çok ciddi hamleleri oldu. Savaş hamlelerinin hedefi “Ben Kürt soykırımını tamamlarım ve Kürtlerin direnme iradesini kırarım. Böylece Ortadoğu’da istediğim dizaynı yaparım, istediğim yere giderim, çıkarma yaparım” şeklindeydi. Kuşkusuz Özgürlük Gerillası’nın emsalsiz direnişi karşısında her defasında tökezlediler, sendrom yaşadılar ve yenildiler. Başaramadılar. Böylelikle stratejik önemini giderek yitirdiler. İsrail’in Hamas’a ve Lübnan’a müdahalesi, yine İran’la tırmanan gerilim, Ortadoğu’daki dengeleri derinden şekillendirince, Türk devleti stratejik rol kaybına uğradı. Kürt sorununu çözmedikleri için, soykırım ve imha politikalarında ısrar ettikleri için, bunu da başaramadılar. Yaptıkları tüm savaş hamlelerinin merkezinde ve stratejik hedefinde Kürt soykırımı vardı. Kürt özgürlük hareketini kırmak ve bunun üzerinde kendilerini var etmek vardı. Vietnam Özgürlük Hareketi Komutanlarından biri, “Gerilla gücü kaybetmediği müddetçe kazanmıştır. Konvansiyonel ordular ise, kazanamadıkça kaybeder” demişti. Şimdi Türk Devleti tüm ölümcül savaş araçlarını Özgürlük Gerillası’na karşı uygulamaya koymasına rağmen, başaramadı. Başaramayınca, siyasi alanda bir takım manevralar yapmaya çalıştılar.
Derler ya, sen tanımadığın bir şeyi, anlayamazsın, anlamadığın bir şeye de yorum yapamazsın. Türk devleti hala Kürtleri anlamamış. Anlamadığı gibi de hedefine Kürtleri yok etmeyi koymuş. Erdoğan, Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’nün yarım bıraktığı işi tamamlamak istiyor.
Fakat, unutulan bir şey var. Aldatma ve kandırma politikasına karşı Kürtler çoktan tavır sergilemiştir bile. Artık Kürtlerin çok ciddi öngörüleri var, birikimi var, deneyimi var, politik gücü ve direnme güçleri var, siyaset yapma güçleri var, hamle yapma yetenekleri var. Kürtler artık sömürgecinin sömürgesi konumunda değil. Anlaşılan Türk devleti bunu anlamak da zorlanıyor. Haa, şunu da belirtelim, tarihiniz sürekli çarpıktır. Özden uzaktır, hakikat dışıdır. O sizin her defasında büyük propagandasını yaptığınız kurtuluş savaşları ve bayramlar var ya, Kürtlerin büyük katılımından ve büyük savaşçı karakterinden ileri gelmektedir. Yoksa hiçbir zaman tek başına başardığınız bir tarihi zaferiniz yoktur.
Sonuç olarak;
5 gündür sokakları direniş haline getiren iradeli ve onurlu Kürtlere başarı dilemek yerine, evinden çıkıp, “bu ülke bizim, bu sokaklar, mahalleler ve belediyeler bizimdir” demek lazım. Kürtler üzerindeki inkarın katlandığı bir dönemden geçiyoruz. Kürdistan adeta yeniden işgal ediliyor. İnsana ve topluma ait olan hiçbir şeye değer vermeme, bir şey saymama söz konusudur. Pervasızca ve gaddarca yapılan kayyum darbesinin de ruhlara ve beyinlere kabul ettirmek için, normalleştirilmeye çalışılıyor. Bu nedenle her bir Kürt genci ve Kürt kadınının yanında yer almak ve bu faşizan uygulamalara karşı kesintisiz direniş hattını örmek ve mücadeleyi yükseltmek gerekiyor.
PKK Yürütme Konseyi Üyesi Muzaffer Ayata, “En korkunç sömürgecilik, beynin, düşüncenin ve kültürün sömürgeleştirilmesidir. Düşman, senin ruh ve beynini sömürgeleştirmişse ve burada kendi egemenliğini kurmuşsa, toprağını, yaşadığın ülkeyi, şehrini, köyünü, sana ait olan her şeyi işgal edebilir. Fakat beyin ve fikrin sana ait ise, özgürlüğü ve kurtuluşu esas alıp, düşmana bir darbe vurabilirsin. Kesin zayıf bir noktası vardır. Bir yerde illa yanlışlık yapar. Eğer kendini örgütleyip, toparlarsan, düşmanı vurabilirsin” diyordu.
Bu açıdan, ruh ve beyine dönük yapılan saldırılara karşı ayık olmak, işgal edilen halkın irade mevzisi olan belediyeleri sahiplenmek, her yurtseverin, demokratın, kendine insanım ve insan haklarından yanayım diyenlerin sorumluluğudur. Oturduğu yerden seyretmek ya da destek vermek değil, direnişi sahiplenmek direniş sokaklarına katılıp, ses yükseltmektir. 1966 yılında Küba’da Ernesto Che’nin uluslararası sol bir konferansta yaptığı ilginç bir eleştiri var. Che kürsüden şöyle seslenmişti: “Bugün dünyadaki ilerici güçlerin Vietnam halkı ile dayanışması, Roma’daki Pleblerin gladyatörleri desteklemesi gibi acı bir ironi ortaya koymaktadır. Mesele bir saldırının mağdurlarına başarı dileme meselesi değildir. Zafere giden yolda mağdura eşlik etmektir.”
Bugünkü faşizan koşullarda, mağdurun temel haklarının geri almasına başarı dilemek yerine, ayağa kalkmak, kendi varlığına bir saldırı olduğunu hissedip, başkaldırmak ve direniş safları içerisinde olmak gerekir. daha inandırıcı ve kararlı ortak tavıra her zamankinden daha çok ihtiyaç var. Devrimci dalganın yüksek olduğu süreçlerde öncü olmak ve öncülük yapmak kolaydır. Ama işgal, ilhak ve soykırım politikalarının ayyuka çıktığı bu zor süreçlerde iradeye sahip çıkmak ve öncü olmak her şeyden önce anlamlıdır, kutsaldır ve onurlucadır.
Özgür AVZEM