19 Nisan 2014 Cumartesi Saat 09:15
KARDEŞLERİN CAN VERİRKEN SEN NE YAPTIN?
Gabriel Garcia Marquez, çağımızda el, ayak altına düşmüşlerin “hewar” avazı, zalime dil çıkaran, zulümlerini yazarken bile onlara acıyan vicdanların sesi, kelimelerin efendisiydi. Başkan Babamız, Başkan Babamızın Sonbaharı, Albaya Mektup Yazan Kimse Yok ve unutulmaz Kırmızı Pazartesi ile Yüzyıllık Yalnızlık’ın yaratıcısı…
O büyülü kalem yok artık. Kelimelerin sultanı şimdi, dünya durdukça yaşayacak bir ölü. Vicdanların bir kanadı kırık…
Öbür yanda, Türk devleti “istihbaratçılar” (Ortadoğu diktatörlüklerini anlatan deyimle “muhaberat”) rejimi olarak yapılanıyordu. Rejimin tek muktediri Tayyip Erdoğan, ardına dizili yolsuzluk iddialarına rağmen, “tek” baş efendisi olma hazırlığında, Kürtlere güller atarak, Cumhurbaşkanı olma tırmanışındaydı.
Kürdistan cephesinde ise bir kere daha kendini bulma yollarında gariplikler…
Hasan Cemal, Rojava Kürdistanı’nı kişiliğinde Kürdün Kürde yaptığını anlatırken, halkın, “Saddam ve Esad Kürtler arasına hendek kazmadı, Barzani kazıyor” nitelemesini naklediyordu.
Barzani hükümranlığına göre, var olma mücadelesini veren bitişikteki Rojava’dan “teröristler” sızıyordu. O da, önleyici tedbir olarak yollarını hendekleştiriyordu.
Oysa aynı Barzani, yüzme havuzlu, lavabo ve banyolarının muslukları som altından saraylı olmadan önce, naçar, ekmeğe muhtaç hayatında, elde tüfek, bu dağ senin, bu tepe benim dolaşırken, Amerika ve sadakatla işbirliği yaptığı Türk devletinin kayıtlarında, adının karşısında “görüldüğü yerde tutuklanacak terörist” hükmü yazılıydı. (Ajanslar, daha üç gün önce, Amerika’nın suratına yapıştırdığı terörist damgasının kaldırıldığını haber veriyordu.)
O sırada Barzani, dört parça Kürdistan “ulusal kurtuluş savaşçısı”ydı. Kürtler, kutsadıkları savaşına layık olmak için, sınır tanımazlıkla seferberdi. “Hewar” avazına yetişmek için, mayınlı topraklara atılıyor, Kürt düşmanlığını yaşama biçimi yapmış dört rejimin toplu dayaklarına, tutuklanıp işkence görmelerine katlanıyor, öldürülmeyi göze alıyorlardı.
Yeryüzünde din, ırk, sınırı olmayan tek üstün değer yargısı vicdandı. Dört parça Kürdistan yardıma koşarken, yetişemeyenler duaya dururken, yeryüzünün bütün vicdan kapıları da onlara açıktı. Avrupa, sığınanlara duvar örüp hendek kazmıyordu.
Tarihin karasına bakın siz! Dünün “ulusal kurtuluş savaşçıları” saray hayatına geçince, kölelikten kurtulma mücadelesi veren Kürtlerin sıkıştıkları dar yerde boğulmaları için düşmanlarıyla işbirliği halinde, sınırı hendekliyorlar.
Ancak sebep ne olursa olsun, kazılan kanallar, daha ilk günden, yarının tarihinde, “kardeşleri ayıran utanç çukuru” olarak yerini almıştır.
Tarihin hükmü ise ağırdır. Kimse geçmişte elindeki tesbihi sallayarak öbürüne “hain” dememeliydi. İhanet, iki ağzı keskin kılıçtır, çünkü.
Dağlara, taşlara kazılı “cahş” deyimi ve “keklik” tanımlaması orada, ama utanç çukuru da “ben buradayım” diyordu.
Kimileri, el koydukları ülkeyi özel çiftliği, halkı da maraba ötesi, güdülen sürü olarak olarak görebilir fakat tarih, kendini çiftlik muktediri sananların mezarlığıdır.
Kürtler duygusal ve vicdanlıdır ancak tarihi hatalar karşısında acımasız, asla affedici değildir. Yüz yılların derinliğine gömülü Îdrîs-î Bedlîsî, Kürdistan tarihinde, ülkesini bir heybe altın karşılığında pazarlayandır vicdanlarda kara yüzlüdür.
Kimsenin çıkarı, küçücük hayatı, ülkenin kaderinden daha değerli değildir, çünkü. Kürt vicdanı yarın, “Halkının geleceğini neye karşılık pazarladın ve kardeşlerin can verirken sen yaptın?” diye sorduğunda, mezar taşlarını kim koruyacak acaba?
***
Geçenlerde Sterk Televizyonu’nda, Reşad Sorgul’un Türk tankları, toplarıyla berhava edilen Kürt köylerine dair belgesel filminde, ayakta kalabilmiş taş duvarlar yanarak zalimin tarihine tanıklık ediyordu.
Fona gelen bir köylü, eşinin bir yaşındaki bebeği, üç ve beş yaşındaki çocuklarıyla nasıl parçalandığını, akraba bebek ve çocuklarının nasıl diri diri enkaza gömüldüğünü anlatıyordu. Türk ırkçılığının şanından, adı Koçağılı ve Kuşkonar’a değiştirilmiş köylerin köylüleri, dağların ardından çıkıveren savaş uçaklarının bombardmanını, helikopterlerin bebeğini de atarak kaçışan insanları nasıl taradığını…
Türk devleti, buna “Kürtlerle topyekün savaş” diyordu. Kendilerine yakışan tanımlama fakat ağzı var, dili yok köylerin tavuğu, keçisi, doğmamışıyla bebeği ve bütün insanlarıyla topa, uçakların hücumuna tutulması savaş değil, soykırım taarruzuydu.
Yalnızca uçakların hücumunda her yaştan otuz sekiz insan enkaza gömülmüş, onlarca kişi yarı parçalanmış yaralı kalmıştı, geride.
Barzani yönetimindeki Güney’in sadakatla destek çıkıp hizmet sunduğu AKP iktidarı, yaklaşan yeni seçim nedeniyle bir kere daha din, iman adına kardeşti. Utanma duygusundan yoksun, kardeş diye diye, yirmi bir yıl sonra katliam dosyasını zaman aşımına sığınarak kapatıyorlardı.
Oysa Kürtler kardeşlik değil, ondan önce insan olarak kabul görmek istiyorlardı. Çünkü bir yaban hayvanı kadar olsa değerleri yoktu. Kardeşlik onların olsun, yaşayarak gördükleri gerçek buydu.
Diyarbakırlı bir çoban, 17 Kasım 2013 tarihinde bir leoparı vurdu diye AKP iktidarınca yakalanıp sorgulanmış, en ağırından cezaya mahkum edilmişti.
İki köyde 38 canın katledilmesi ise Türk hukukunda bir leopar değerinde değildi. Çünkü onlar Kürt’tü. “Kardeşlik ve birlik” üzere, tek bayrak önünde eğilmeyene ne yapılsa mübahtı.
Roboski’de paramparça edilen yarısı çocuk yaşta 34 kişinin katilleri, onlara emir verenler belli, ama Türk hukukunda “faili meçhul”du.
Öte yandan, “kardeş” yerleşme ve yaşama özgürlüğü de yoktu Kürtler köle bile değildi. CHP’li Gürsel Tekin geçenlerde bir televizyon kanalında, “Kürtleri İstanbul Beyoğlu semtinden çıkarıp attılar” diyordu. Üniversitelerde Kürt gençleri muhasara altında…
Erdoğan, Cumhurbaşkanlığına tırmanma yolunda Kürtlere “kardeş” diyordu.
AHMET KAHRAMAN-Y. ÖZGÜR POLİTİKA
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.org – www.navendalekolin.com – www.lekolin.net – www.lekolin.info