03 Mayıs 2010 Pazartesi Saat 06:51
0
21
TR
:” ”
:””
” “,” ”
” ”
Tecavüz denince genelde ilk akla gelen, en ileri düzeyde
uygulanan cinsel şiddet, karşıdakine cinsel şiddet yoluyla sahip olma olur.
Erkek egemenlikli sistem vahşiliğinin, kadının (şimdilerde erkeğin ve
çocukların da) çaresiz çırpınışına ölümcül darbesidir. Toplumlar tarihinin
içinden süzülüp gelen kadınlık gerçeği karşısında, erkekçiliğin – ve uygarlığın
– kendini en başarmış hissettiği eylem – saldırı şeklidir. Biraz tarihi, biraz
da kadın sezgilerimizi okuduğumuzda, tecavüz ‘eylemi’nin, anacıl kadın
sisteminin alaşağı edilmesinde, aşağılanmasında ve inkâr edilmesinde ilk ve
etkili yöntem olarak kullanıldığını anlıyoruz. Kendilerine göre sonuç aldıkları
için de, binlerce yıldır uygulamaya devam etmişlerdir, etmektedirler.
Bir erkek ve yine erkek sistemi, kaba anlamda ne kadar
tecavüzcüyse, o kadar erkektir, ‘gururludur’, ‘başı diktir’, ‘yiğittir’.
Nikâhla bu zaten resmi bir hal almışken, diğer hallerde ise biraz da sırtı
sıvazlanarak meşru görülmektedir. Sisteme tabi olan her erkek, bu eylemi
kadının anacıl sisteminin alaşağı edilmesinde boyun borcu sayar. Bilinçli ya da
bilinçsiz, uygarlığın karanlık dehlizlerinden süzülen erkeklik böyle
şekillenmiştir. Şehirler ne kadar yakılıp yıkılsa, halklar ne kadar katliamdan
geçirilse de, kısaca ne kadar kan dökülse de, tam olarak başarının gerçek
ölçütü sayılmaz. Bu savaşlardaki başarının gerçek ölçütü ve ödülü, kadınlara el
koyma ve onlara tecavüz etmedir. Kadınlara el konulup tecavüz edildi mi gerçek
bir başarı sayılır.
Yani erkekçiliğin başarı sembolüdür tecavüz!…
Egemen sistem, insanlığı maddi – manevi toplumsal tarih
değerlerinden kopardıkça, tecavüz belli zamanlarla yapılan kaba şiddetle
birlikte uygulanan anlamını aşıp artık bir kültür halini alır. Bu, daha da
korkunçtur. Kadın sadece tecavüz nesnesi, metası olarak algılanır hale gelir.
Kadındaki tüm kadınlık anlamları, değerleri, insanlık hafızasından adım adım
böyle silinir. Ve günümüzde yaşamın her karesini bu tecavüz kültürünün nasıl
istila ettiğini, kendini bir adım bile sistemin dışına çıkarabilen çok net
görebilir. Örneğin her cinsel ilişki için “becerdim, işini bitirdim, sahip
oldum biçiminde kullanılan ifade, tecavüz kültürünün sadece literatürdeki
meşruiyetini yansıtır. Günümüz sisteminde ise tecavüze uğrayan sadece kadın
bedeninin belli yerleri değildir kadın bedeninin – ruhunun her santimi tecavüz
kültürünü beslemek üzere pazara sunulmuş, korkunç metalaştırılmıştır. Bir bütün
kadın etrafındaki yaşam bunun üzerine oturtulmuş, ortasında kadın belleksiz,
dirençsiz, eylemsiz kılınmıştır.
Büyüleyici yaşam yaratıcısı kadından tecavüz merkezli
yaşamın ortasındaki kadına uzanan karanlık yolu, kadının bu trajik yolculuğunu
anlatmak değildir amacımız. Fakat şunu artık çok iyi görebilmeliyiz: Egemenlikli
zihniyet tarzı ve algısından farklı olan hem direniş tarihimizi, hem de
egemenlikli sistemin tarihini öğrendikçe, bilinçleneceğiz, örgütleneceğiz ve
emeğimize sahip çıkmanın mücadelesini verebileceğiz. Yoksa tecavüz kültürünün
gereklilikleri temelinde ‘seç-beğen al’ kadın gerçeği olmanın dışına
çıkamayacağız. Dolayısıyla emeğimizin, kimliğimizin, ruhumuzun ve bedenimizin
değeri, bu korkunç kültürün keyfi takdirinden kurtulamayacaktır.
Bedensel tecavüz, erkekçi sistemin en görünen biçimidir. Ki
her kadın yaşamında bir kere de olsa –ki çoğu kez bir kereden fazladır-
bedensel tecavüz tehlikesinin korkusunu iliklerine kadar hissetmiştir. Nasıl ki
kadının bedeni böyle ele alınıyorsa, aynı biçimde kadın bedeninin – ruhunun –
aklının ürünleri de tecavüz, aşağılanma, horlanma konusudur. Kadına karşıtlık
temelinde her şey ustaca birbirini tamamlar niteliktedir zaten. Erkekçi sistem,
mekânı ve zamanı, egemenlikli zihniyetin kendini yeniden üretmesi mantığıyla
kullanır. Yani bu, kadının dünyası değildir. Kadının yarattığı yaşam ondan
çalınırken, aynı zamanda yaşam ona haram kılınır. Erkekçi zihniyet ve sistem,
kadının yarattığı değerleri kadından çaldığı gibi, kadına ait bu öz değerleri
aynı zamanda kadına karşıtlık temelinde kullanır. Erkekçi sistem, kendini böyle
yaşatır. Bunda hiçbir şüphe yoktur.
Evli bir ev kadınını düşünelim. Bu kadın, o evin tüm
ihtiyaçlarını karşılayan olduğu kadar, erkeğin cinsel ihtiyaçlarından tutalım
da her türlü özel ihtiyaçlarını karşılamaya kadar, yine soyu sürdürmenin tüm
gereklerini yerine getirmeye kadar hiçbir maddi değerle ölçülemeyecek bir emek
harcar. Sıkça kadınlar tarafından kullanılan “saçımı süpürge ettim cümlesi,
asla sıradan değildir. Saç tellerinden tutalım da tüm beden organlarının üretim
ve hizmet aracı olarak kullanıldığı ve kullanıldığı kadar da aşağılandığı başka
bir canlı var mıdır? Nefes nefese bir çalışma ve cehennem gibi bir yaşam! Tüm
yaşamını nefes nefese ev işlerinde tüketen kadın emeği, “kadınca işler
denilerek hep basitleştirilmez mi, ucuzlaştırılmaz mı? Hatta alay edilmez mi?
Peki bu da bir tecavüz değil midir? Nihayetinde burada da kadın bedeninin
geliştirdiği emeğe, güzelliğe tecavüz edilir, kullanılır ve atılır. Kaldı ki
olayı analık açısından ele aldığımızda durum daha da vahimleşir, korkunçlaşır.
Bir çocuğu dokuz ay boyunca karnında taşımak, onu doğurmak, onu kendi ayakları
üzerinde duruncaya kadar büyütmek, ona toplumsal kültürü kazandırmak, eğitmek
ve ömrü boyunca da tüm kötülüklerden korumaya çalışmak, ana olmanın
sorumluluklarındandır. Ve kutsal bir anlama sahiptir. Emeğin en yoğun halini
ifade eder. Peki, anaya – analığa yapılan nedir? Yine tecavüz, aşağılama, onun
bu en kutsal emeğini küçümsemedir. Oysa yaşamı devam ettirmenin, toplumsal
kültürü hep yeniden çoğaltmanın emeğinin karşılığı bu mu olmalıydı? Tabii ki bu
emeğin karşılığı derken, asla maddi ücretsel bir karşılıktan bahsetmiyoruz. Bu
emeği karşılayacak bir maddiyat da yoktur. Sorun, burada kutsallık arz eden ve
yaşamı her açıdan güzelleştiren ve çoğaltan kadın – ana öznesinin emeğine karşı
bu tecavüz kültürünün aşılmasının zorunluluğunu dile getirmektir. Nihayetinde
“analık kutsaldır deyip o analığa her türlü dıştalamayı, aşağılamayı hak
görme, en büyük tecavüzdür. Günün yirmi dört saati her an, her saniye iş
pozisyonunda olan bir ev kadınını küçümseme, dıştalama, bir tecavüzdür. Emeğini
kullanıyorsun, kullanıyorsun ve atıyorsun. Tıpkı onun cinselliğini kullandığın
gibi. Dedik ya bu bir kültürdür. İşte bu tecavüz kültürünün en önemli bir yanı
budur.
Kadın dışarıda çalışıyorsa durum nasıldır? Birincisi
potansiyel olarak “ahlaksız dır. İkincisi onu sömürmenin bir ölçüsü, sınırı
dahi yoktur. “Ne kadar sömürebilirsen! Eti de, kemiği de, ruhu da, her şeyi de
senindir! . “Potansiyel ahlaksız ın, patronu karşısında bedeninin her karesi,
mimiği, davranışı cinselliği çağrıştırmalıdır. Kadın böyle yapmasa bile böyle
algılanır, böyle metalaştırılır. Erkekçi zihniyetin esası böyle kodlanmıştır.
Kadın, evde ya babasının – abisinin ya da kocasının, işyerinde ya patronunun ya
ustasının buyurduğuna tabi olmak zorundadır ki bu tabi olmak bile çoğu kez bu
erkek tabakalarını tatmin etmez kadını sömürmek açısından. Kadının kendine dair
bir refleksinin, ifadesinin bile kalmaması, bu buyurucu erkek gönüllerini bir
türlü rahatlatmaz. Kadın emeğinin sömürüsünün bu anlamda hiçbir sınırı yoktur.
Sözde kadının emeğinin karşılığını alabilmesi için bir
kanun, yasa oluşturulmuştur. Ama zaten kadın lehinde bir gelişmeyi yaratması,
sistemin var oluş karakterine terstir. Mevcut yasalar, toplumsal cinsiyetçi
özüyle zaten erkekçi sistemi korumaya yöneliktir, onun dışında kadına çözüm
geliştirmesi asla mümkün değildir. Bir de kadına bir hak olarak sözde bazı
yasal değişimler gerçekleştirilir. Bu yasalar bile nihayetinde sistemin kar
çarklarına kadını kurban etmekten başka bir şeyi ifade etmiyor. Örneğin kadına
hamilelik dönemlerinde izin verilmesi, yine regl dönemi için beş günlük izin
verilmesi gibi bazı ‘haklar’ tanınır.
Oysa para kazanmanın ve emek sömürüsünün Allah olduğu bu sistemde, bir
çalışanın işyerinde çalışmamasının, izinli olmasının patron açısından kayıp
getireceği aşikârdır. Bu nedenle de regl ya da hamilelik gibi ‘problem’leri
olmayan erkeklerin her zaman çalışan olarak tercih edileceği de aşikârdır. Bu
kanunu çıkaran devlet baba, bu erkekçi yasayı herkesten daha iyi bilir. Kadın
çalışana iyilik diye sunulan, tam da onu daha fazla işsizliğe, yoksulluğa
itmenin politikası olmaktadır.
Çok kabaca özetlersek kadın eğer çalışıyorsa “potansiyel
ahlaksızdır ve ne kadar sömürebiliyorsan sömür kuralı geçerlidir, evdeyse de
“erkek bütün gün çalışıyor o da yiyor kuralı geçerlidir. Kadın asla kendi
emeğinin, bedeninin, gücünün farkına varmamalıdır, farkına varmaması için her
yerden baskı altına alınmalıdır. Çünkü egemen sistem bütünlüğünün farkına –
bilincine varan kadın, artık buyurduğu kadın olmayabilir de ondan. Kadınlar için
nezaket icabı, pozitif ayrımcılık adına yasa yapanların dokuz ay karnında
çocuk taşıyan, kendi yaşamını o çocuğu büyütmeye adayan değerden, emekten,
yürekten anladıkları tek şey, daha fazla kar için ucuz işgücünün her zaman
emirlerinde amade olmasıdır. Yaşam sürdürücüsü özneye biçilen paye budur.
Saygıdeğer efendiler kırmızı koltuklarında hangi emeğin değerinin karşılığının
ne kadar olduğunu tartışırken, tüm yaşamı boyunca çocuğu üzerine titreyen
yüreğin bir anını hissetmeye çalıştığı olmuş mu? Hayır. Kendilerine yakışmaz
elbette. Ondan dolayıdır ki devlet büyükleri, nikâh törenlerinde her kadının en
az üç çocuk getirmesi gerekliliğini ferman eylerler. Karı, parayı saymaya,
hesap etmeye kodlanmış buz gibi beyinleri için, nasıl olsa çocuk doğurma da bir
sayı işi. Başka ne olabilir ki? Kadına kalan, kutsal vatana erkek evlat
yetiştirmenin övüncüdür. Bu, yakın tarihte “insanlık cellâtları, faşistleri
diye lanetlediklerimizin ruhunu içinde saklamakla yetinmeyip
ifadelendirmeleridir aynı zamanda. Kadın sağlığını düşünme adı altında sezaryan
doğum biçimine tepkilerini, ‘değerli duyarlılıkları’nı da bu zihniyetlerine
borçluyuz. “Kadın sağlığına zararlı olan tek şey sezaryandır , dolayısıyla “tek
sorun da budur
İşte Türkiye’nin sözde tecrübeli politikacılarından Bülent
Arınç’ın Sayın Emine Ayna’ya yönelik kullandığı ‘yaratık’ kelimesi, aslında
erkekçi mantığın kadını nasıl gördüğünün çok çarpıcı bir örneği oluyor. Kadın,
erkeğin gözünde bir yaratıktır, nesnedir, üzerinde her türlü tasarruf hakkına
sahiptir. Bu ‘yaratık’ların, hayatları boyunca ölümden beter bir yaşam
sınırında olması hiçbir biçimde sistemin ilgi alanına girmez. Bilakis ilgi
alanına giren, bu ‘yaratığı’ ölümden beter bir yaşam sınırında tutmaktır. Çünkü
iğrenç zevkleri ve korkunç kar hırsları, bunu emretmektedir, kadını böyle bir
yaşam sınırında tuttukları oranda erkekçi sistemlerini yaşatabileceklerdir.
Yaşam adına kaybedilen bir anına, anlam parçası değerine
dökülen ananın gözyaşlarını, iktidar üslubunun popülistliğiyle anlamından
koparan egemenlerin, daha çok ana çocuğu ölsün diye silahlara harcadıkları
milyarlarca paranın binde birini bile kadın istihdamına harcamaları beklenemez
elbette. Çünkü onlar için insan canının değeri, çıkarlarının aleti olduğu
kadardır. Kendini emeğin hırsızlığı, tüketimi üzerine örmeye başlayıp,
günümüzde insani duyguların tümden iflas ettiği düzeye gelen egemenlikli
zihniyetten, emeğimizin değerinin karşılığını bulmayı bekleyemeyiz. Bu durum
bizler açısından en büyük cahillik kadar en büyük kötülük olur. Kaldı ki en büyük
emek olan çocuk büyütmenin maddi – sayısal bir ölçüsü olabilir mi?
Olamayacağını sadece kadın bilir. Bu nedenle emeğimize sahip çıkmanın, emeği
özgürce ifadelendirmenin garantisi bin bir kılıfla kendini gizleyen egemen
sistemin gerçek yüzünü bütünlüklü tanımak ve buna karşı kadının örgütlü
mücadelesini ve eylem gücünü geliştirmektir.
Erkekçi sistem karşısında hiçbir kadın – ekonomik koşulları
ne olursa olsun – diğerinden daha toleranslı, avantajlı, güvenceli değildir.
Bunun bilincini, duygusunu, hissini, birbirimize karşı yaşamazsak, suni
kategoriler tuzağında parçalanmaya, birbirimize yabancılaşmaya devam eder,
sistem avının kurbanlık yemleri olmanın ötesine geçemeyiz. Binlerce yıl boyunca
kadın, yaşamı hangi emekle ilmek ilmek yüreğini katarak nasıl ördüyse ve her
yaratımına karşı heyecan duyduysa, emeğimizin hak ettiği yere de o heyecanla, o
fedakârlıkla mücadele ederek yerleştirebiliriz. Böyle bir mücadelenin içine
giren her kadın, gerçek anlamının – değerinin, sistemin sunduğu en üst
düzeydeki sahte nimetten bin kat daha fazla olduğunu görür, hisseder.
‘Erkek efendilerimize
ve kutsal devletimize’ safça elimizi uzattığımız sürece, o el kesilir, kadınlık
onurumuz, gururumuz, emeğimiz daha bir tecavüze uğrar. Uğradıkça sistem
iktidarcılığı katmerleşir. Emeğimizle büyüttüğümüz yaşam ve ortasındaki değerli
varlığımızın daha fazla tecavüz kültürünün ayakları altında çiğnenmesine
tanıyacak şansımız, hoşgörümüz, zamanımız yoktur. Emeğimiz karşısındaki
sorumluluğumuz buna izin vermemeli. Layık olduğumuz özgür yaşama kanat
açmaktan, yoluna girmekten korkmamalı, hiç arkamıza bakmadan özgürce uçabilmeyi
başarmalıyız.
Nergîs Faraşîn
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info