09 Mart 2014 Pazar Saat 08:47
19.yy.da Osmanlı İmparatorluğu’nda batının da desteğiyle ulusal hareketler başlayıp Balkan halkları bir bir bağımsızlığına kavuşurken Ermeniler, Osmanlı’ya karşı cephe almamışlardı. O yüzden 20.yy.ın başlarında Ermeniler Osmanlılar için hala “Millet-i sadıka (sadık millet) sayılmaktaydı.
Ancak 20.yy.ın başına doğru gelinirken dengeler hızla değişiyordu. Dünya pazarlarının paylaşım tartışmaları tüm siyasal gündemi belirliyordu. Oluşan bu gergin siyasal ortamda üzerinde en büyük hesapların yapıldığı güç Osmanlı idi.
Sykes-Picot anlaşması böylesi bir dönemde gerçekleşti (1916). Fransa ile İngiltere arasında kabul edilen ve Osmanlı İmparatorluğu’nu nüfuz bölgelerine ayıran anlaşmaya göre İzmir Yunanlılara, Adana İtalyanlara, Güney Toroslar ve Kuzey Suriye Fransızlara, Filistin ve Mezopotamya İngilizlere ve geri kalan yerler -İstanbul da dahil- Ruslara veriliyordu. Osmanlı için sona giden yol açılmıştı artık. Ermeniler de bu anlaşma gereğince Kürdistan’ın önemli bir bölümünü içeren ‘Büyük Ermenistan’ı kurabileceklerdi.
1914’te I. Dünya Savaşı başladı. Enver Paşa Sarıkamış Seferiyle Rusya’ya dönük bir saldırı başlattı. Ancak bu saldırı hüsranla sonuçlandı. Kısa sürede her yandan sarılan ve peşpeşe yenilgiler alan Osmanlı ordusunun hiçbir cephede saldırı ya da savunma yapacak gücü kalmadı. İçerde ve dışarıda gelişebilecek hiçbir saldırıya karşı koyamaz hale düşmesi Ermeni örgütlerinin çalışmalarını daha yoğun ve yaygın geliştirmelerine yol açtı.
Bunun yarattığı endişeler ve kaygılar temelinde 1915 yılının 25 Şubatında Osmanlı yönetimi tüm ordu karargâhlarına gizli bir talimat geçti. Bu talimat, `Halep, Dörtyol ve Kayseri’de Ermeni yıkıcı faaliyetlerinin arttığı ve ayrıca bu bölgelerde Rus ve Fransız etkilerinin tespit edildiği, III. ve IV. Ordu birimlerinin gözetim ve emniyet tedbirlerini artırmaları gerektiği’ bildirildi. Talimat, ordudaki Ermeni askerlerin `komuta merkezlerinden’ uzaklaştırılmasını da içeriyordu.
1915’in Mart ve Nisan ayları Osmanlı için kuşatmanın yoğunlaştığı aylar oldu. Çanakkale, Irak ve Mısır cepheleri açıldı. 14 Nisan 1915’de Van’da Ermeni isyanı başladı. Van isyanını Bayburt, Erzurum, Doğubayazıt, Tortum isyanları izledi. Bunun üzerine İttihat Terakki Hükümeti, Casusluk, sabotaj, isyan gibi olayların, komitelerin emir ve talimatlarıyla meydana geldiği gerekçesiyle Ermeni komitelerinin kapatılması, evraklarına el konulması, komite başkan ve üyelerinin tutuklanması ve devletin güvencesi için sakıncalı görülenlerin uygun yerlerde toplanarak, kaçmalarının önlenmesi yönünde bir karar aldı.
Bu kararın tarihi 24 Nisan’dı. Bu karar uyarınca binlerce Ermeni tutuklandı. (Sonradan diaspora Ermenileri 24 Nisan 1915 tarihini `Soykırım Günü’ olarak ilan ettiler) Asıl tehcir kararı ise, 27 Mayıs 1915’te alındı. Üç maddelik kanun 1 Haziran’da Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. Kanun, ordu, bağımsız kolordu ve tümen komutanlıklarına, “Casusluk ve hainliklerini hissettikleri bölge halkını tek tek veya toplu olarak memleketin diğer bölgelerine gönderebilmeleri ve orada tutabilmeleri yetkisini veriyordu. Güya sürgüne gönderilecek olanlar Musul ve Suriye’nin kuzeyindeki bölgelere yerleştirilecek ve savaş sonunda da geri dönmeleri sağlanacaktı.
27 Mayıs 1915’te alınan tehcir kararının, uygulamasına Haziran ayı içinde başlandı. Bütün ülkeye yayılan tehcir kararı, 15–16 ay etkin bir biçimde sürdürüldü ve 4 Ekim 1916’da fiilen durdu. Tehcir sonunda Osmanlı kaynaklarından ulaşılan verilere göre katledilen Ermeni sayısı 300 bin civarındaydı.
Ermenileri bağımsızlığa teşvik edip sonra onları Osmanlının kıyımından korumayan Batılı güçler bu durumu kimi eleştirilerle geçirdiler. Yaşanan trajedide Batı’nın sorumluluğu üzerinde kimse durmadı ve bu trajedi yeri geldiğinde Türkiye’den taviz koparmak için sık sık kullanıldı.
Osmanlı Devleti dünyadaki değişim sürecine ayak uyduramadığından ve bunlardan uzak kaldığından 17. yüzyıldan itibaren zayıfla¬maya başlamış, 20.yy.ın başında da çökmüştür. Bir enkaz haline dönüşmesine rağmen 20. yüzyıl başlarına kadar yaşamını sürdürmesi ise emperyalist devletlerin dünya pazarlarını paylaşma mücadelesi ve bu temelde yürütülen denge politikası sonucu gerçekleşmiştir.
19. yüzyıl bütün yönleriyle Osmanlı Devleti’nin ka¬der dönemidir. Artık tüm kurumlarıyla birlikte yıkılmaktadır. Bu durum devlet adamlarını ve aydınları Osmanlıyı kurtarma temelinde harekete geçirmiştir. Böylece bütün alanlarda olmakla birlikte öncelikle ve esas olarak da askeri alanda yeniliklere girişilmiştir. Örneğin Yeniçeri Ocağı kaldırılarak merkezi otoriteyi kurma hedeflenmiştir.
Sadece askeri alandaki yenileştirmelerin ye¬terli olmadığı anlaşılınca sivil-idari kurum¬larda da yeniliklere girişilmiştir. Bu temelde atılan en dikkate değer adım Tanzimat Fermanıdır. Tanzimat mutlakiyetçi yönetim modelinden meşruti yönetim modeline geçişi başlatmıştır. Kısa bir süre sonra da Meşrutiyet ilan edilmiştir.
Tanzimat Fermanı bağımsızlık hareketle¬rinde bir canlanma meydana getirmiş yine demokratik talepler gündeme gelmiş bu temelde Kanûn-i Esasi ilan edilmiştir. Türk siyasi ha¬yatında ilk olarak halk, padişah yanında yönetime ka¬tılmıştır. Osmanlı toplumunda kaynaşmayı sağlama amacıyla atılan bu adımlar tersi sonuçlar vermiş, dönemin ideolojisi olan milliyetçilik Osmanlıyı kurtarma temelinde atılan adımlarla birlikte tüm halklar arasında çığ gibi yayılmıştır.
Atılan adımların beklenen sonucu vermediğini gören II. Abdülhamit (1876-1909) kısa bir süre sonra Meşrutiyet Dönemine son vererek 33 yıl sürecek olan “İstibdat dönemini başlatmıştır.
I. Meşrutiyet, Osmanlı sınırları içinde yaşayan halkların kaynaşmasını sağlayamamış ama başta milliyetçilik olmak üzere yeni fikirlerin gelişmesi ve olgunlaşmasına yol açarak Osmanlının parçalanma sürecini hızlandırmıştır.
Milliyetçiliğin zayıflattığı Osmanlı devletini kurtarma arayışları ilk olarak örgütsel bir yapıya I. Meşrutiyet sürecinde kavuşmuştur. Bu geniş tabanlı olarak örgütlenen, daha çok subayların kontrolünde olan ve muhalif karakteriyle gelişen İttihat ve Terakki Partisidir.
İttihat ve Terakki’nin ülke içinde ve dışında etkili bir şekilde başlattığı muhalefet çalışmaları 1908 yılında Meşrutiyetin yeniden ilan edilmesine neden olmuştur.
19. yüzyılın ikinci yarısından sonra Osmanlıyı kurtarmak amacını güden düşünce akım¬ları 20. yüzyıl başlarında ilan edilen II. Meşrutiyetle daha da gelişmişlerdir.
Osmanlı devletinin dağılmasını önleme ve birliğini korumaya çalışan bu düşünce akımları Os¬manlıcılık, İslamcılık, Batıcılık ve Türkçülük şeklinde gruplandırılabilir.
Bu akımlar, I. ve II. Meşrutiyet sürecinde Osmanlı devlet yönetiminde etkili olmuşlardır.
Türkçülük hareketinin amacı coğrafyada, dil¬de, kültürde, tarihte birlik ve bütünlüğü sağlamaktır. Türkçülük II. Abdülhamit devrinde dil, edebiyat ve ta¬rih alanlarında bir fikir hareketi olarak gelişmiş, Os-manlıcılık veya İslamcılık gibi bir idare ve siyaset sis¬temi haline gelememiştir.
Özellikle II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Türkçülük, İttihatçıların da etkisiyle gelişmiştir. Bu akım Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan Türklerin dil, din ve kültür değerleriyle birbirlerine bağlanmasını, dışarıdaki Türklerle de bir¬leşme yolları aranmasını amaçlıyordu. II. Abdülhamid’in kurmak istediği İslam Birliği gibi bir Türk Birliği kurma amaçlanıyordu. Bu temelde bir yandan diğer halklar tehcir ve tedip politikalarına uğratılırken, Osmanlı topraklarının özellikle Küçük Asya’nın “arındırma siyasetine tabi tutulması politikaları yürütülüyordu. Bu temelde 1914-1918 arasında Ermeni katliamı ve Rum halkının sürgünü geliştirildi. Yine Enver paşa ile anılan ve Allahuekber Dağlarında 80 bin Osmanlı askerinin soğuktan kırıldığı Rus seferi de bu Türkçü zihniyetin bir sonucu olarak gelişti.
Türkçülüğün savunucuları Ziya Gökalp, M. Emin Yurdakul, Ömer Seyfeddin gibi yazarlardı. İlk kez Ziya Gökalp Türkçülüğü sistemli ifadeye kavuşturmuştur.
Osmanlıyı oluşturan halkların milliyetçiliklerini Türk milliyetçiliğini geliştirerek etkisizleştirmeye çalışma yaklaşımı bu akımın özellikle de ittihatçıların paradoksu olarak gelişmiştir. Açıktır ki bu diğer milliyetçilikleri etkisizleştirmek bir yana daha da gelişmelerine yol açmaktan öte bir sonuç vermemiştir.
Bu akımı oluşturanlar II. Meşrutiyet’in ilanından önce abartılı bir milliyetçilik içine girmişler ve Pantürkizm (Turancılık) gibi tüm dünyadaki Türkleri bir çatı altında toplamayı amaçlamışlardır. Bu temelde siyasete askeri temelde müdahale eden, siyasi ve askeri sorumluluk almadan siyaseti yönlendirmeye çalışan İttihatçılar daha sonra Türkiye cumhuriyeti her zorlandığında siyasete müdahale eden Türk ordusunun da temel aldığı zihniyeti yaratmışlardır.
Milliyet fikrinin etkisiyle ortaya çıkan Türkçülük, bi¬çim değiştirmiş, Turancılıktan Misak-ı Milli esaslarına düşerek, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ideolojisi olmuştur.
• Siyasete ordu eliyle müdahale
• İdari ve siyasi sorumluluk almadan siyaseti yönlendirme
• Askeri darbe, siyasi şantaj, rüşvet yoluyla iktidarı ele geçirme
• Seçimlere hile karıştırma
• Korkular yaratarak izledikleri baskıcı katliamcı politikalara meşruiyet yaratma
• Uluslar arası ittifaklara yaslanarak içerdeki muhalefeti ezme ve kaybettiklerini kazanma
• Kendini devletin ve milletin sahibi görme
• Diğer halkların mallarına el koyarak, sürgün ve katliam politikalarıyla Türkleştirmeyi geliştirerek devleti kurtarmaya çalışma
• Güdümlü basın yaratarak kamuoyunu dezenforme etme
• Faili meşru cinayetlerle muhalifleri ortadan kaldırma
Bunlar İttihat ve terakkinin Türkiye cumhuriyeti devletine bıraktığı siyasal mirastır. Bu mirasın izlerini her tarihsel dönemde görmek mümkündür.
Özellikle Kürt Özgürlük Mücadelesinin başladığı 15 Ağustos 1984’ten itibaren yürütülen politikalara bakıldığında yukarıda sıralanan tüm yöntemlerin Kürt Özgürlük Mücadelesi karşısında zorlanan Türkiye Cumhuriyeti tarafından kullanıldığını görürüz.
Son süreçte artık çözüldüğü herkesçe görülen ulus-devlette ayak diretilmesi, 20.yüzyılın başında şekillenen bölge ve dünya sistemini koruma çabaları, inkar ve imha politikasında ısrar, gerici ittifaklar ve maceralara girerek Kürt sorunu karşısında zorlanan Türkiye cumhuriyetini kurtarma arayışları tam da İttihatçı bir siyasal geleneğe işaret etmektedir.
Aynı zihniyetin temsilcileri “Ermenilerden kurtul, Osmanlı’yı kurtar yaklaşımını benimseyen İttihatçılar gibi “Kürtlerden kurtul Türkiye’yi kurtar yaklaşımı içinde Kürtler üzerinde katliam ve göçertme seçeneklerini tartışmaktadır.
Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan bu konuya ilişkin açıklamalarında tarih-güncel ilişkisini çok net bir biçimde kurmakta buna karşı duruşun halklarımız adına önemine vurgu yapmaktadır
“Bunlar aynı Envercilerin, İttihatçıların Osmanlıya yaptığı gibi Türkiye’yi yıkmak üzeredirler, farkında değiller. Atatürk gibi ciddi bir devlet adamı olsaydı veya Türkiye tarihinde bazı ciddi devlet adamları gibi kişiler olsaydı bu sorunu şimdi çözerdi.
Şu anda içinde bulunulan durum, Birinci Dünya Savaşı Sonrası döneme benzemektedir. O zaman İttihatçılar yanlış politikalarıyla Osmanlı’nın çöküşüne neden oldular. Şimdi de bu zihniyetin temsilcileri Türkiye’yi parçalanmaya doğru götürmektedir. Birinci Dünya Savaşı sonrası süreçte Mustafa Kemal, İttihat ve Terakkicileri tasfiye etmiş, akılcı davranıp Kürtlere dayanarak Cumhuriyeti kurabilmiştir. Bugün de Türkiye’nin Kürtlere dayanmaktan başka şansı yoktur.
Türkiye’de faşizm körüklenir sorun çözümsüz kalırsa daha tehlikeli şeyler yaşanır. Başkaları da ittihatçıların yaptığı Ermeni katliamı gibi bir Kürt katliamını Türkiye’nin kaldıramayacağını ifade etmişlerdir.
Fakat bunların fikirlerinin hayat bulması mümkün değildir. Daha önce de dört milyona yakın Kürt, yerlerinden edildi, büyük şehirlere sürüldü. Şimdi de İkinci Ermeni tehcirine benzer bir plan Kürtler için tartışılıyor. Bu durum Ermeni katliamına benzer bir tablo ortaya çıkaracaktır. Devletten bazı yetkililerin de söylediği gibi günümüzde böyle bir planı uygulamak mümkün değildir.
Şiyar Koçgiri
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.org – www.navendalekolin.com – www.lekolin.net – www.lekolin.info