08 Kasım 2009 Pazar Saat 22:38
Sadece hayvanlar âleminde değil, bitkiler âleminde de toplum veya
topluluklara benzeyen bir arada yaşama örneğine bolca rastlamaktayız.
Doğası gereği, her tür birbirine yakın, hatta topluluk olarak yaşamak
durumundadır. Ağaçlar ormansız, balıklar sürüsüz olmaz. Fakat insan
gibi toplumu da niteliksel bir farka sahiptir. Toplumun kendisi belki
de üst insandır. Veya üst insanı yaratmış, yaratacak olan
organizasyondur. İnsanı toplumdan ormanın içine (doğduktan hemen sonra
yaşamını da güvenceleyerek) attığımızda, bir primata dönüşmekten
kurtulamayacaktır. Yanına birkaç benzer insan verdiğimizde de
başlayacak olan süreç, primatlarda başlayan sürece çok benzer
olacaktır. Aynı şey hayvan toplulukları için geçerli değildir. Bu durum
bile insan toplumunun apayrı değerini ortaya koymaktadır. Toplumun
insanı, insanın toplumu inşadaki rolü de benzersiz olmaktadır.
Şüphesiz
insan olmadan toplum olmaz. Ama toplumu insanların toplamından ibaret
görmek önemli bir yanılgıdır. Toplumsuz insan, primat olmaktan öteye
gidemez. Toplumlu insan ise müthiş bir güç olabilmektedir. Büyük bir
düşünce gücüne erişmektedir. Belki de bir insanın kararı (nükleer
bombaları patlatmak gibi) tüm dünyayı çöle çevirebilir. Bu insan uzaya
çıkabilmektedir. Sınırsız keşif ve icatlar yapabilmektedir.
Toplumsallığın gücünü belirtmek için bu örnekleri veriyoruz. Toplumsal
kuruluş her ne kadar ‘sosyoloji’nin konusu ise de, çözmeye çalıştığımız
konu bambaşkadır. Bilgiye ulaşmanın ve hakikat rejimini kurmanın yolu
toplumsuz mümkün görünmemektedir. İnsan bireyinde gerçekleşen her şey
toplumsal olmak durumundadır. Burada sadece bitki ve hayvanın, hatta
fiziki ve kimyasal evrenin bir kalıtçısı olarak insandan bahsetmiyoruz.
Toplumda gerçekleşen insandan bahsediyoruz.
Kapitalist
modernite de dahil, tüm uygarlık sistemleri insanı tarih ve toplumdan
kopuk olarak incelediler. Daha doğrusu, insana dair tartışılan, oluşan
tüm düşünce ve yapılar tarih ve toplumdan kopuk, hatta toplum üstü
bireylerin eseri olarak ortaya konuldu. Buradan da örtük ve çıplak
krallarla maskeli ve maskesiz tanrılar icat edildi. Hâlbuki topluma
ilişkin anlayışımızı derinleştirirken, tüm bu krallar ve tanrıları
çözümleyebileceğimiz gibi, hangi düşüncelerden, bu düşüncelerin doğduğu
toplumsal yapılardan, özellikle zorbalık ve sömürü üreten toplumsal
sistemlerden kaynaklandıklarını da açıklayabileceğiz.
İnsan-toplum
ilişkisini anlamlıca ortaya koyabilmek en temel yöntem sorunudur. Çok
bilimsel geçinen Bacon ve Descartes’lar yöntem sorunlarını tartışırken,
içinde hareket ettikleri toplumdan habersiz, bağıntısız gibi
görünmektedir. Bugün çok iyi bilmekteyiz ki, onların etkilendikleri
toplum, kapitalizmi bir dünya sistemi olarak inşa eden, bugün adına
İngiltere ve Hollanda dediğimiz ülkelerin toplumudur. İnşa ettikleri
yöntemler de kapitalizme ardına kadar kapıyı aralayan toplum bağlantılı
düşüncelerdir.
O halde insan toplumunu temel bir kategori olarak araştırmaya başlarsak neler gözlemleyebiliriz?
a- Toplum, insanı hayvandan niteliksel olarak ayıran bir oluşumdur. Bu hususu yeterince açıkladık.
b-
Toplum insanlarca oluşturulduğu gibi, kendisi de insan bireylerini inşa
eder, oluşturur. Burada anlaşılması gereken temel husus, toplum veya
toplulukların insan eliyle, yeteneğiyle inşa edildikleridir. Toplumlar
insanüstü kuruluşlar değildir. İnsan hafızalarını derinden
etkiledikleri için, kendilerini totemden tanrıya kadar bir kimlik
olarak yansıtsalar da, insan kurgulamaları oldukları açıktır. İnsan
olmadığında, totem veya tanrıların sürdürecekleri bir toplum yoktur.
c-
Toplumlar tarihsel ve mekânsal kısıtlamalar altındadır. Diğer bir
anlatımla toplumların içinde inşa edildikleri bir zamanları ve coğrafya
koşulları vardır. Tarihten ve coğrafyadan kopuk toplum inşaları yoktur.
Her koşulda ve süresiz toplum ütopyaları boş düşlerdir.
Tarih
konusu genelde canlılar için, özelde insan için bağımlı kılan zaman
ifadeleridir. Başta mevsimler olmak üzere birçok zaman döngüsü ve
süresi tür oluşumları için zaruridir. Kaldı ki, süresi olmayan hiçbir
oluşum yoktur. ‘Ebed-ezel’ kavramının sadece ‘değişime’ has olduğu
anlaşılmıştır. Yani değişmeyen, zamansız olan tek şey değişimin
kendisidir. Tarihle toplum bağlantısı daha sıkı ve kısa sürelidir.
Evren için milyarlarca yıldan bahsederken, toplumlar için binlerce yılı
aşmak ancak uzun süre kavramında geçerli olabilir. Yaygın zaman
süreleri günlük, aylık, yıllık, yüzyıllık gibi sürelerdir. Toplumların
mekânı esas olarak bitkisel ve hayvansal varlıklarla bağlantılıdır.
Kutuplarda ve ekvatoral bölgelerde toplumlar çok istisnaidir. En zengin
bitki ve hayvan örtüsü, en verimli toplumlar için de zemin
oluşturabilir.
Hiyerarşik ve devlet gelenekleri içinde oluşan,
inşa edilen birçok düşünce ekolü ve dinsel yapılar, toplumsal tarihten
ve mekândan kopuk bir sistemi kadermiş gibi insan zihnine egemen
kılmaya çalışırlar. Nasıl ki bazı kahramanların tarihi yaptıkları iddia
ediliyorsa, bazı düşünce ve din vaazcılarının da öylesine tarihsel
toplumdan kopuk düşünce ve din sistemleri kurdukları habire işlenir.
Kapitalist düşünce bilime çok yer verdiği halde, özellikle topluma
ilişkin birey bazlı düşünmeye büyük özen gösterir. Hangi toplum
biçimlenişinin hangi dinsel ve felsefi düşünce sistemine yol açtığı
sürekli karanlıkta bırakılır. Toplumun zamanı ve mekânı bireyi inşa
ettiği gibi, bireylerin de özellikle aldıkları formasyonla geleceği
şekillendirmede inşa rolünü oynadıkları yeterince kanıtlanmıştır.
Dolayısıyla yöntem sorunlarında ve hakikat algılamalarında tarihsel ve
mekânsal boyutlar gerekli koşulların başında gelmektedir.
d-
Önemli bir husus da toplumsal gerçekliklerin inşa edilmiş karakterde
olmalarıdır. İnsanların sıkça içine düştükleri bir yanılgı toplumsal
kurumlara, yapılara doğal gerçeklik atfetmeleridir. Toplumsal
sistemlerin meşruiyet rejimleri kendilerini hiç değişmezmiş ve
kutsalmış gibi sunarlar. Tanrısal kuruluşlara sahip olduklarını, öylece
tayin edildiklerini sistemlice vaaz ederler. Kapitalist modernitede
toplumda nihai sözün söylendiği, liberal kurumların alternatiflerinin
olmadığı, hatta ‘tarihin sonuna’ varıldığı enjekte edilmeye çalışılır.
Değişmez, değiştirilemez anayasalardan, siyasi rejimlerden sıkça
bahsedilir. Hâlbuki kısa bir tarihçeyle bu değişmezlerin ve sarsılmaz
yapıların ömrünün yüzyıla bile sığmadığını görürüz. Burada önemli olan,
günlük olarak insan düşünce ve iradesini bağlayacak ideolojik ve siyasi
söylemlerdir. İktidar ve istismar odakları için bu ideolojik ve siyasi
retoriklere şiddetle ihtiyaç vardır. Güçlü bir ideolojik ve siyasi
retoriğe başvurmadan, günümüz toplumlarını yönetmek çok zordur. Medya
organları bu nedenle çok geliştirilmişlerdir. Yine bilimsel ve düşünsel
kuruluşlar ezici biçimde iktidar ve istismar odaklarına
bağlanmışlardır.
Toplumsal gerçeklerin sıkça inşa edilmiş
gerçekler olduğunun ne kadar bilincinde olursak, yıkılmaları ve yeniden
inşa edilmelerinin gereğine o ölçüde daha iyi hükmedebiliriz. Yıkılmaz,
değişmez toplumsal gerçeklikler yoktur. Hele hele baskıcı ve sömürgen
kurumların yıkılmaları, aşındırılmaları özgür yaşamın vazgeçilmez
gereğidir. Toplumsal gerçek derken, toplumun tüm ideolojik ve maddi
kurumlarını kastetmekteyiz. Dilden dine, mitolojiden bilime, ekonomiden
siyasete, hukuktan sanata, ahlaktan felsefeye kadar tüm toplumsal
alanlarda uygun zaman ve mekân koşullarında sürekli toplumsal
gerçeklikler kurulur, yıkılır, restore edilir ve yenileri oluşturulur.
e-
Toplum-birey ilişkisine soyut bakmamak önemlidir. Bireyler tarih içinde
şekillenmiş, belli bir dili ve oturmuş gelenekleri olan saydığımız tüm
toplumsal alanlardaki kurulu yapılara katılırlar. Diledikleri gibi
değil, toplumun çok önceden ve özenle hazırlanmış kurumlarına ve
onların geleneklerine göre katılım gösterirler. Bireyin
toplumsallaşması muazzam bir eğitici çabayı gerektirir. Bir anlamda
toplumun tüm geçmişi olan kültürü özümsendikten sonra birey toplumun
üyesi, mensubu haline gelir. Toplumsallaşma sürekli çabayla
gerçekleştirilir. Her toplumsal eylem aynı zamanda bir toplumsallaşma
eylemidir. Dolayısıyla bireyler diledikleri gibi değil, toplumlarının
istediği gibi inşa edilmekten kurtulamazlar. Şüphesiz özellikle sınıflı
ve hiyerarşik toplumlar baskı ve sömürüye açık toplumlar oldukları
için, bireyin direnme ve özgürlük talebi hep var olacaktır. Köleliği
inşa eden toplumsallaşmaları gönül rızasıyla kabul etmeyecektir. Yine
yabancı, farklı, sömürgen toplumlarla bütünleşme ve asimile edilmeye
karşı da daha fazla direnecektir. Ama yine de toplumların baskı ve
eğitim kurumlarının çarklarında dönüştürülmeye, hatta yok edilmeye
çalışılacaktır. Toplumsal çarklar değirmen gibi öğüterek, kendilerine
göre un ve hamurdan malzeme oluştururlar. Gerek kurumlar arası
çelişkiler, gerek direnen insan her zaman toplum içinde uzlaşmaya
dayalı dengeler kapsamında bir yer edinecektir. Ne toplumun mutlak
eritme gücü, ne de bireyin toplumdan tamamen kopma şansı vardır.
Özcesi,
toplumu doğruya yakın bir yaklaşımla temel alan insan örneği üzerinde
yöntemli çalışma ve hakikat rejimleri daha anlamlı sonuçlar verebilir.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan
Demokratik Uygarlık Manifestosu’ndan
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.org-net-info