28 Eylül 2019 Cumartesi Saat 06:02
0
21
TR
:” ”
:””
” “,
:” ”
Giriş
Çağımızın önde gelen değerli bir
sosyal bilimciyi, Immanuel Wallerstein’ı yakın bir zamanda kaybettik. Tüm
dünyada kapitalizme alternatif bir sistem arayışında olan herkes için çok ciddi
bir kayıp bu. Kuşkusuz arkasında çok önemli bir külliyat bırakarak tarihe mal
olmuş bir insandan bahsediyoruz. Bu açıdan insanlığın daha özgürlükçü daha
demokratik bir yaşam arayışında eserleri ile katkıları fiziki olarak sona eren
yaşamının ardından da sürecek. Fakat sürekli fikirlerini geliştiren aynı
zamanda son zamanlarına kadar dünyanın güncel problemleri için fikir yürüten,
yorum geliştiren dahası toplumsal hareketler lehine tutum alan bir aydın olarak
eksikliği hissedilecektir. İnsanlığın demokrasi ve özgürlük mücadelesinde
önemli düşünsel emeği olan Wallerstein gibi kuramcıların ezilenlerin zihinsel
birikimini derinleştirdiği ve bunun mücadelede çok önemli bir yere denk düştüğü
açıktır.
Bu yazının odaklandığı konu Wallerstein’ın
çalışmalarının özetlemek olmadığı gibi sosyal bilimler için gündeme getirdiği
soruları tartışmak da değildir. Onlarca kitabı ve çok sayıda makalesi ile
oldukça üretken bir yazar olan Wallerstein için böyle bir çaba oldukça kapsamlı
olmak zorundadır. Bu çalışmada sadece Önderliğin paradigmasını oluştururken
yararlandığı kaynaklardan biri olan Wallerstein’ın düşüncesinin belli başı
mihenk taşlarına değinerek demokratik sosyalizme katkılarına işaret etmekle
yetinilecektir. Bu çerçevede Önderliğin ona yönelik eleştirileri de aktarılmaya
çalışılacaktır.
1930’da ABD’de doğan İmmanuel
Wallerstein sosyoloji eğitimi aldı. Erken yaşlarda çalıştığı alan Afrika
kıtasının sosyolojik durumu olurken özellikle 1968 sonrası kapitalizmi anlamaya
yoğunlaştı. Bu konuda birçok eser üretti. Uzun yıllar akademik görevler alan
Wallerstein toplumsal hareketler lehine görüş bildirmeye, kampanyalara
katılmaya düzenli olarak devam etti ve özellikle 21.yüzyılda antikapitalist
düşünürlerin önde gelen bir üyesi oldu. Bir dönem Marksizm ile dünyayı
yorumlarken onu dogmatik bir tarzda değil, gelişime açık bir fikri çerçevede
ele alıyordu. Nitekim 1974 yayınlanan “Modern Dünya-Sistemi Marksizmin
temelinde fakat klasik yorumundan farklı bir kapitalizm analizi geliştirecekti.
Onun düşüncesini irdelemeye çalıştığımızda zamanla sürekli geliştirdiği,
gelişmesine katkıda bulunduğu dünya-sistemleri analizi yöntemiyle başlamak
yerinde olacaktır.
Dünya-Sistemleri Analizi
Wallerstein’ın dünya-sistemleri
analizini ele almadan önce bu yöntemin dayanaklarına dair birkaç nokta
belirtmeliyiz. Bu açıdan tarih araştırmalarında Annales ekoluna ve özellikle de
Fernand Braudel’e işaret etmeliyiz. Özellikle Braudel’in Wallerstein’ın düşüncesinde
belirgin bir yeri vardır. Zaten uzun zaman Fernand Braudel Merkezi’nin
başkanlığını yürütmesi bunu göstermektedir. Marc Bloch ve Lucien Febvre
öncülüğünde siyasi gelişmelere ve olaylara odaklanan geleneksel tarih anlayışına
karşı tarih bilimini toplumun bütünsel değerlendirmesi olarak ele alan Annales
ekolu tarih araştırmalarında toplumsal bakış açısını geliştirmede önemli bir
çabayı ifade etmektedir. Marksizm’in temel önermelerini içselleştiren bu bakış
tarihsel materyalizmin determinist yorumunu ise kabul etmiyordu. Daha sonra bu
ekolun öncüsü konumuna gelen Braudel’in toplumsal tarih anlayışına getirdiği
tarihsel zamanlar ayrımı ve aşağıdan tarih bakış açısı önemli bir perspektif
oluşturdu. Wallerstein’ın dünya-sistemi analizi bu perspektif üzerinden şekillenecektir.
Braudel’in 16. Yüzyıl Avrupası’nın
detaylı bir tasviri ve kapitalizmin ilk adımlarını anlattığı çığır açıcı “II. Filip Döneminde Akdeniz ve Akdeniz
Dünyası eseri 1950’de yayınlandıktan sonra kapitalizme dönük anlama
çabaları çeşitlendi.1 O zamana dek kapitalizmin gelişimi sisteme
muhalif kesimde klasik Marksist literatürdeki 17. ve 18. yy. deki üretim
tarzının teknik gelişimle beraber değişmesi ve değişimin ortaya çıkardığı
burjuva sınıfının egemen aristokrasi sınıfını tasfiye etmesi ile açıklanıyordu.
Kuşkusuz kapitalizm eski feodal sistem içerisinde yeşermişti fakat özellikle
endüstri devrim ile bu sistem başat hale geliyordu. Bu süreç öncellikle
İngiltere’de yaşanmıştı. Buradan tüm dünyaya yavaş yavaş emperyalizm eliyle
yayılmıştı. Braudel bu önermenin yetersiz olduğunu göstermiş, farklı bir analiz
önermişti.
Wallerstein 1970’lerin başından itibaren
kapitalizm ve gelişimi için bu analize dayanarak güçlü bir açıklama geliştirdi.
“Modern Dünya Sistemi eseri ile
kapitalizmin bir dünya-sistemi olarak 16. Yüzyıldan itibaren bir devlet
zeminden çok Batı Avrupa coğrafyasında geliştiğini ve baştan itibaren kendini
küresel düzeyde örgütlemek zorunda olduğunu ifade etti. Sınıfların da,
devletlerin de konumu bu sistem üzerinden şekilleniyordu. Kuşkusuz 3 ciltte bu
sürecin 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar ki tarihini bu çerçevede aktarırken bu
sistemin işleyişini de aktarıyordu. Kapitalizm tek tek ulus devletler zemininde
gelişmiyordu aksine kapitalizm sistem olarak geliştikçe ulus devletleri açığa
çıkıyordu. Tarihin analiz birimini devlet olmaktan çıkarırken sadece sınıfları
değil, ekonomik temelde bölgesel alanları öne çıkarıyordu. Tarihsel sürecin
anlaşılmasında oldukça önemli olan bu bakış açısı kapitalizme dair önemli
belirlemeler içeriyordu. Dünya-sistemleri analiz yöntemi kuşkusuz sadece
Wallerstein’in çalışmalarına dayanmıyordu, fakat bu yöntemin önde gelen ismi
oydu.2
Marksizmin dar ve kaba yorumları
tarihi geçilmesi zorunlu ve her biri diğerinden daha ileri duraklara bölerek
inceler. Fazlasıyla şematik olan bu görüş her toplumu ve ülkeyi bu hazır
kalıplara sokarak incelemeye çalışır. Fakat Kapitalizmin toplumsal evrimde
zorunlu ve olumlu bir evre olarak ele alınması Marksizmin tarihsel materyalist
bakış açısının temel bir yanlışıdır. Bu yanlış yorumda pozitivizmin doğrudan
etkisi tartışmasızdır. Öte yandan sürekli daha iyiye doğru giden tarih yorumunun
dinsel bir kaderci anlayıştan esinlendiğine dair yapılan ve ciddiye alınması
gereken önermeler vardır. Bu bakış açısına Wallerstein dünya-sistemleri analizi
ile bu çerçeveye ciddi bir itiraz geliştiriyordu.
Öncellikle Dünya-Sistemleri analizi tarihsel
süreçlerin incelenmesinde esas olarak alınan birim ulusal devletler değildi.
Araştırma birimi olarak ulusal devletlerin yerine üç çeşit halinde var olduklarını
iddia edilen “tarihsel sistemler esas alındı: yalıtılmış mini-sistemler ve iki
tür “dünya-sistemleri – dünya-ekonomileri ve dünya-imparatorlukları. Yalıtılmış mini-sistemler adından anlaşılacağı
gibi dünyanın diğer bölgelerinden izole edilmiş küçük çaplı sistemleri tarif
etmektedir. Dünya-ekonomi kavramı ile kastedilen içinde bir iş bölümü olan ve
bu yüzden temel ya da asli malların dikkate değer bir büyüklükte iç
mübadelesinin yapıldığı ve sermaye ve emek gücü akışlarının gerçekleştiği büyük
bir coğrafi alandır. Bu coğrafi alanda farklı siyasi öznelerin olması bu
yapının işleyişini etkilemez. Dünya-imparatorluk kavramı ise dünya-sistemde tek
bir siyasi otoritenin bulunduğu bir yapıyı tanımlamaktadır. Örneğin Avrupalılar
gelmeden önce Okyanusya adaları yalıtılmış mini-sistemler, kabaca kent
devletlerinden oluşan Antik Yunan dünyası bir dünya-ekonomi, İskender Devleti
ise bir dünya-imparatorluktur.
Kapitalizm içim ifade edilen durum
modern dünya-sisteminin kapitalist bir dünya-ekonomisi olmasıydı. Bu örnekten
de anlaşılacağı gibi şimdiye kadar görülen ilk dünya-ekonomi değildi ama bu
kadar uzun süre ayakta kalmış ve bu kadar geniş coğrafyaya yayılmış ilk
dünya-ekonomiydi. Eğer kapitalist olan alan bir devlet değil de daha çok bir
dünya-ekonomiyse, o zaman kölecilikten feodalizme, feodalizmden kapitalizme
geçiş hakkındaki tartışmalar pek bir anlam ifade etmiyordu: çünkü geçişin aynı
dünya-sistemi içinde çeşitli defalar, her devlette ayrı ayrı gerçekleştiğini
ifade ediyordu. Ayrıca aşağıda liberalizm üzerine düşüncelerinde duracağımız
önemli bir nokta olarak reel sosyalist devletlerin de kapitalist dünya
sisteminin dışında değil, bir parçası olarak ele alınıyordu.
Öncellikle kapitalizmin tarihsel
kökenlerinin sadece feodal dönemde aramanın doğru olmadığını sınıflı
toplumların çıkışından bu yana kapitalist üretim tarzının gözlemlenebileceğini
fakat birçok nedenden dolayı başat hale gelmediğini ifade ediyordu. 16.
Yüzyılda o dönem dünyanın çok da önemli olmayan bir bölgesinde, Batı Avrupa ve
Amerika’nın bir bölümünde gelişmesi birçok şartın bir araya gelmesiyle
oluşmuştu. İlk yıllarında bu sürecin zorunlu olmasına yani başka türlü bir
durumun gelişip gelişmeyeceğine dair çok net ifadeler kullanamadıysa bile
zamanla kapitalizmin gelişiminin kesinlikle zorunlu olmadığının altını çizmişti.
Bu şartlar öncellikle Batı Avrupa’da çeşitli denemelere karşın bir dünya
imparatorluğu kurulmaması, Papalığın gücünü yitirmesi ile kapitalizmin sınırsız
kâr desturunun ahlaki kalıplardan kurtulması ve en son 13.yüzyıldan itibaren
neredeyse iki yüz yıl süren ve Doğu Avrupa’da duran Moğol saldırıları ile
üstünlük gösteren İslam coğrafyasının gerilemesi şeklinde belirtiliyordu. Bu
koşullar kapitalist tarzın gelişiminin önünü açıyordu.
Kapitalizmin bir süreliğine bile olsa
ilerici olduğu belirlemesini ise açıklıkla yadsıyordu. Kapitalizmin en iddialı
olduğu ekonomik gelişim iddiasının özellikle Batı Avrupa ve Amerika’nın bir
bölümü dışındaki coğrafyalar için hiçbir koşulda doğru olmadığı detaylıca
aktarılmıştı. Wallerstein kapitalizmin sadece moral değerler açısından değil,
ekonomik standartlar açısından da dünyanın genelinde büyük tahribatlar ortaya
çıkardığını ve ilerici biçimde değerlendirilemeyeceğini açıklıkla gösteriyordu.
Aksine kapitalist dünya-sistemi diğer ülke coğrafyaların kendi tarzı ile
geçimlerini sağlama olasılığını bile ortadan kaldırarak ilerliyordu. Bu onun en
önemli belirlemelerinden biriydi. Bu açıdan “kalkınma ifadesinin yanıltıcı
ideolojik bir kavram olarak ortaya koyuyordu. Emperyalist işgal ve sömürü bu
sistemin istisnai durumları değil, içsel özüydü. Ve dünya-ekonomisi olarak tüm
dünya emek ve mal alışverişinde o denli yoğun bir şekilde birbirine bağlıydı ki
bu hiyerarşik düzeninin başka bir tarza alan bırakmamasına yol açıyordu. Fakat
bu noktada Wallerstein’ın kapitalizmin ilericilik iddiasına karşı çıkarken de
tartışmayı özellikle maddi bağlam üzerinde yürütüyor olmasına dikkat çekmek
gereklidir.
Dünya-Sistemleri analizinin belli
başlı araçlarını da ifade etmek gerekiyor. Bu analizin en önemli yönlerinden
biri kuşkusuz farklı düşünce okullarında değişik isimlerle de olsa yer alan
kapitalizmin uluslararası ticaretteki hiyerarşik ilişkilerini “merkez-yarı
çevre-çevre bağlamında bütünleşik ele alınmasıdır. Bu hiyerarşik ilişkinin
daha oluş aşamasında bile var olduğu gösterilerek emperyalizm ve “bağımlılık
teorilerine farklı bir yaklaşım getirmiştir. Bu kapitalist modern
dünya-sisteminin işleyiş mekanizmasının temel dinamiği olarak ele alınmıştır.
Sınırsız kâr esasına dayanan kapitalizm merkezi tekelleri yoğunlaştığı bir alan
ve tekellerin kâr oranlarının artışını sağlayan sömürülen yarı çevre ve çevre bölgelere
ihtiyaç duymaktadır. Bu hiyerarşik sıralamada geçişler çok zor olsa da
mümkündür fakat düzen değişmez.3 Bu yukarıda da değinildiği üzere aynı
zamanda kapitalizmin kendini dünya-ekonomi haline getirme tarzıdır.
Merkez-çevre ilişkisi bağlamında merkezde
yer alan bir siyasi birimin hegemon olması kapitalist dünya-sistemi için
neredeyse süreklilik arz eden bir durumdur. Bununla birlikte Wallerstein
hegemon olan devletin bulunmadığı özellikle geçiş dönemlerini de göz ardı
etmemek gerektiğine işaret eder. Bu devletlerin hegemonik olarak tanımlanmasını
sağlayan, belirli bir dönem için devletlerarası sistemde oyunun kurallarını
belirlemeleri, ekonomide başat güç olmaları, ciddi bir askeri güce sahip
olmalarının yanında bu gücü doğrudan kullanmadan da kendi görüşlerini empoze
edebilmeleri ve kültürel üstünlük sağlayabilmeleridir. Merkez devletler içinde
de bir hiyerarşinin olması ve bu çerçevede birinin piramidin en üstünde yer
alması sistemin doğasına da uygundur.
Hegemonik gücün kapitalist sistemi
dünya-imparatorluk sistemine dönüştürememesi önemlidir. Çünkü hegemon sistemde
tamamen tek karar verici haline gelmesi sermaye birikimini özellikle özel
sermaye tekelleri için sınırlar. Bu kapitalist sistemin doğası ile uyuşmaz.
Daha önceki dönemlerde imparatorluk düzleminde var olan kapitalist tarzın
gelişimi bu şekilde engellenmiştir. Bazı ulusal devletlerin bu tarz bir
imparatorluk girişimi olsa da merkez kapitalist güçler dönemin hegemonik
gücünün ya da adayının öncülüğünde bu girişimleri boşa çıkarmıştır4.
Hegemonik gücün sürekli kalması ve değişimi de kapitalist dünya sisteminin
yapısallığı içerisinde kavranabilmektedir.
Dünya-sistemleri analizinde
kapitalizmin ekonomik yapısı en önemli niteliği olarak göze çarpmaktadır.
Marks’ın kapitalizm tahlilini büyük oranda paylaşmak ile birlikte sermaye
birikimini tek tek ulus devletler kapsamından ziyade yapısal olarak ele
almıştır. Bu açıdan Wallerstein sınıf mücadelelerini de sistem düzeyinde bir
yere oturtmaktadır fakat Marks’ın aksine sistemin merkezine değil. Kapitalizmin
tahlilinde “hane halkı birimini yoğunca kullanmaktadır. Fakat esas olarak sermayenin
sınırsız birikimi emek-değer teorisinden daha belirgin ele alınmaktadır.
Wallerstein Marks’ın kapitalist sistemin emsalsiz olduğu görüşünü paylaşır. Onu
biricik kılan da sınırsız sermaye birikimini esas alması ve bunu dünya
ölçeğinde gerçekleştirmesidir. Genel hatlarıyla kapitalizmin ekonomisi bu
şekilde ele alınır.
Dünya-Sistemleri analizine dair genel
değerlendirmeyi bitirmeden önce bu ekolden olan Ander Gunder Frank’ın
öncülüğünde yeni bir anlayışından geliştiğini de eklemeliyiz. Wallerstein ile
yakın çalışma arkadaşı olan Frank 90’larla beraber özellikle kapitalist
dünya-sisteminin tarihteki diğer dünya-ekonomilerinden farklı olarak
değerlendirilmesinde odaklanan bir itiraz üzerinden özgün bir tez
geliştirmiştir. “Dünya Sistemi olarak adlandırılan bu tez devletçi-sınıflı
uygarlığın ortaya çıkışından itibaren tek bir dünya sistemi oluşturduğunu ve
sınırsız sermaye birikimi, yoğun bölgeler arası ticaret gibi kapitalizme has
olarak görülen tüm dinamiklerin bu dünya sisteminde baştan itibaren geçerli
olduğunu ifade etmiştir. Kapitalizmin yeni bir sistem olarak görülmesinde
Avrupa merkezli bakış açısının yattığını ve dünyanın geneline odaklanan bir
tarih bakışı ile kapitalizmin dünya sisteminden kopuş olmadığını sadece merkezi
uygarlıkta Batı Avrupa’ya geçen hegemonyanın tarzı olduğunun tespit
edilebileceğini savunmuştur. Önderliğin de bu eleştiriye katıldığını ve Frank’ın
bu tespitini gerçeğe daha yakın değerlendirdiğini belirtmeliyiz.
Dünya’nın Devrimi: 1968
Wallerstein’ın düşüncesinde 1968’in
çok önemli bir yer tuttuğu açıktır. Dünya ölçeğinde bir devrim olarak
nitelediği 1968’i sadece siyasal değil, sosyal bilimler, kültür ve mücadele
tarzında kapitalist dünya-sistemini kökünden sarsan bir olgu olarak ele
almaktaydı. 1968’i sadece neredeyse bir yıl süren Fransa’da başlamakla birlikte
önce Avrupa’nın her yerinde ardından dünyanın her yerini5 kaplayan
öğrencilerin öncülük ettiği eylem süreci olarak ele almanın oldukça yanıltıcı
olacağını ifade etmiştir. Nitekim en etkili olduğu yerde Fransa’da 68 Mayıs’ı
hükümeti yıkmanın eşiğine gelse bile kısa sürede neredeyse gözlü görülür hiçbir
siyasal değişim yaratmadı. Fakat 68’in küresel düzeydeki toplumsal etkileri
oldukça belirgindir. Wallerstein 68’i kapitalist dünya sistemin paradigmasal
krize soktuğunun altını çizerken onun zihniyet devrimi yönünü ön plana
çıkarmaktadır. Bu noktada Wallerstein’a kulak verebiliriz:
“1968
dünya devrimi, liberalizmin üstünlüğünün sürdüğü uzun bir dönemin sona erdiğini
açıkça gösterdi böylece dünya-sistemin politik kurumlarını ayakta tutan
jeokültürü derinden sarstı. Bu sarsıntı, kapitalist dünya-ekonominin
temellerini oynattı. Kapitalist dünya-ekonomi, aslında her zaman maruz kaldığı,
ama daha önceleri bir şekilde kendini koruduğu politik ve kültürel şokların
bütün gücüyle etkide bulunmasına karşı artık savunmasızdı. 6
68’in çok farklı biçimlerle de olsa
ilham verdiği toplumsal hareketler dünyanın her yerinde başkaldırdılar. Ulusal
kurtuluş hareketlerinden, Marksist hareketlere, ekoloji hareketlerinden
feminizme kadar yerleşik kapitalist düzene isyanın fitili 68’de ateşlendi. 68
Devrimi aynı ideolojik ilkelerle bir araya gelmiş tek bir hareketin sonucu
değildi. Sistemi değiştirme isteğinin ortak payda olduğu kapitalizmi ıslah
etmek isteyenden yıkmak isteyene kadar ve bunun değişik yöntemlerini benimseyen
hareketler açığa çıktı. Her koşulda bu
hareketler kapitalist dünya sistemin içine çekmiş olduğu sosyal demokrasi ve
reel sosyalizm gibi klasik muhalefet tarzına da yönelmişti. Zaten kapitalist
dünya-sistemine köklü bir karşı çıkış olması bu özelliğinden kaynaklanmaktadır.
Toplumun içsel çoğulluğu,
farklılıkları 68 ile beraber tekrar gün yüzüne çıktı. Sistem karşıtı hareketler-
ki bu tanımlamanın kendisi bile 68’in ürünüdür- Ortodoks Marksizmin çerçevesini
çizdiği sınıf mücadelelerini aşan bir toplumsal mücadele zemini olduğunu
gösterdi. Örneğin Ekoloji hareketi pozitivizmin reel sosyalizmin de paylaştığı
insan merkezli bakışın doğa üzerinde yarattığı tahribatları açığa çıkarmakla
kalmadı doğa bilincine yönelik muazzam bir birikim yarattı. Kadınların
mücadelesi sınıflı-devletçi uygarlığın kimliği olan ataerkilliği teşhir etti.
Sistem karşıtı olarak yola çıkıp kapitalist modernitenin sistem içine çektiği
birçok hareket7 barındırmasına karşın bu dönem toplumun tek
tipleştirme çabalarına verdiği büyük bir cevaptı. Wallerstein sistem karşıtı
mücadeleleri haklı olarak kapitalist sistemin krize girdiğinin ve alternatif
sistemin olası yapısının göstergeleri olarak işaret etmektedir.
Wallerstein’ın 68’den çıkardığı en
önemli ders de devleti hedeflemeden hatta bundan uzak durarak sistemin
değiştirilebileceği olmuştur. Devrimciliği şiarı olarak görülen “önce devlet
iktidarını ele geçir sonra sistemi değiştir önermesinin yanlışlığını kanıtlamasıyla
68 önemli bir sonuç açığa çıkarmıştır. Devlet eksenli muhalefetin sistemin
payandası haline gelmeyi doğurduğu çünkü devletin zaten değiştirmek istenen
sistemin temel aracı olduğunu vurgulayan Wallerstein politik mücadele için açık
net bir program işaret etmese bile sistem içi çözümün olmayacağını savunurken
oldukça nettir. Sistemi reformla düzeltmenin ya da kapitalizmi bazı
dönüşümlerle demokratik hale getirmenin imkânsız olduğuna inanmaktadır.
“Liberalizmden Sonra
1990’larda reel sosyalizm tartışmaya
yer bırakmayacak bir şekilde yıkıldıktan sora kapitalist teorisyenlerin
liberalizmin bu büyük zaferini kutluyorlardı. “Tarihin Sonu söylemleri ile
artık egemen sistem dışında bir alternatif aramanın anlamsız olduğunu iddia
ediyorlardı. Sisteme getirilen eleştiriler reel sosyalizmin yıkılışının verdiği
güçle suçlanıyor ve marjinalize ediliyordu. Tam da bu tarihlerde 1995’de
Wallerstein “Liberalizmden Sonra adını
verdiği yapıtıyla aslında yıkılanın liberalizmin sol kanadı olduğu ve bu
kanadın yani “Doğu Bloku nun çözülüşünün kapitalist dünya-sisteminin krizden
çıkmasına değil, onun yapısal krizini daha da derinleştireceğini ilan ediyordu.
Tarihin değil kapitalist dünya sistemin sonunun geldiğini ifade ediyordu.
Liberalizm haklı çıkmamıştı aksine neo-liberalizmle yenilenmeye çalışsa da
aşınıyordu. Reel sosyalizmin liberalizmin sol kanadı olduğunu söylemesi eski
düşünceleri ile paraleldi. Daha 1983’de “Tarihsel
Kapitalizm kitabında şunları yazıyordu:
“Bu
tür bir değerlendirmede anımsanacak ilk ve en önemli şey, dünya sosyalist
hareketinin, hatta tüm sistem karşıtı hareket biçimleriyle tüm devrimci ve/ya
da sosyalist ülkelerin kendilerinin de tarihsel kapitalizmin ayrılmaz ürünleri
olduğudur. Bunlar tarihsel sistem açısından dışsal yapılar değil, iç süreçlerin
boşaltımlarıdır. Bu nedenle sistemin tüm çelişki ve kısıtlamalarını
yansıtmışlardır. Başka türlü olamazlardı ve değildirler. 8
Wallerstein
bu eserinde reel sosyalizm, sosyal demokrasi ve ulusal kurtuluş hareketleri
liberalizmin varyantları olarak tanımlarken bunun pratik ve düşünsel
nedenlerini ayrıntılı bir şekilde işlemişti. Bunu hem kapitalist dünya sistemin
bir parçası olmalarına hem de devlet iktidarını hedeflemeleri ile açıklıyordu.
Teoride farklı söylemlerine rağmen pozitivizm ortak çerçevelerini
oluşturmaktaydı. Birçok ön kabulleri aynıydı. Doğaya yaklaşım bunlardan
biriydi. Düşünsel farklılıkların ötesinde iktidara geldikleri devletlerin
pratikleri bu ortaklığı ziyadesiyle göstermekteydi. Bu durumun sosyal demokrasi
ve ulusal kurtuluş hareketleri için fark edilmesi güç değilken reel sosyalist
devletler için yürüttükleri ideolojik propaganda nedeniyle biraz daha zor
olmaktadır. Oysa SSCB örneği bize bu devletin kapitalist dünya-sisteminde yer
alan bir devlet gibi hareket ettiğini göstermektedir. Kürt halkı için bunu fark
etmek biraz daha kolaydır. Sadece Mahabat Cumhuriyeti’nde SSCB’nin aldığı tavır
bile sosyalist devletin sistemin herhangi bir devleti gibi salt çıkarına dayalı
hareket ettiğini gösterecektir.
Wallerstein
SSCB kapitalist dünya-sistemine eklemlendikten sonra bu sistemin kendisine
biçtiği rol dışında hareket etmediğini yalın bir şekilde göstermiştir. Bu durum
komünist harekete mensup insanların sistem karşıtı dürüst mücadelelerini, iyi
niyetlerini ve insanlığın ortak değerleri için verdikleri mücadelenin değerini
küçültmez. İzlenen yöntemin amaca hizmet etmediğinde ve düşünsel olarak egemen
anlayıştan tam bir kopma gerçekleştirmeden kapitalizme alternatif
üretilemeyeceğini gösterir. Wallerstein’ın liberalizm çözümlemesi kapitalist sistemin
karşıtını kendine benzetmede ne kadar mahir olduğunu çok açık göstermektedir.
Yine kapitalizmin koyduğu düşünsel sınırlar içinde liberalizmden kurtulmanın
mümkün olmadığına çok doğru bir şekilde işaret etmektedir.
Bu çerçeveden ele alındığında
Wallerstein reel sosyalizmin iflas etmesini aynı zamanda liberalizmin onamaz
bir darbe alması anlamında olumlu görür. Toplumların alternatif arayışını
tekrar sistem içine kanalize eden bu üç mezhebinde devreden çıkması sistem
karşıtı hareketleri radikalleştireceğinden olumsuz değildir. Aynı zamanda bu
yenilgi sistem karşıtı hareketlere özeleştiri yapma ve bu zeminde yeniden
başlama imkânı da vermektedir. Liberalizm türevleri ile insanın düşünme
potansiyelini kısıtlıyor ve bu şekilde alternatif sistem arayışını
sınırlıyordu.
Öte yandan liberalizm sadece türevleri
çöktüğü için değil resmi ideolojisi olduğu kapitalizmin sistemik krize
girmesinden dolayı ağır bir darbe almıştı. Liberalizmin dayandığı tüm ön
kabuller aşınırken kendini yenileme potansiyelini de yitiriyordu. Wallerstein
artık liberalizmden sonra neler yapılabileceğinin konuşulması gerektiğini
öneriyordu.
Sistemin Krizi ve Kaos Sürecinde Alternatifler
Dünya-Sistemleri analizi yöntemine
göre tanımlanan tarihsel sistemlerin evreleri vardır. Öncelikle oluşurlar, ilk
evreden sonra yapılarını ve işleyişlerini tanımlayabildiğimiz normal evrelerini
geçirir ve ardından çözemedikleri problemlerle karşılaşınca da çökerler.
Wallerstein tıpkı tüm sistemler gibi kapitalizmin de sonsuza dek süremeyeceğini
ve tarihe karışacağını ifade eder. Fakat bu genel doğrudan daha önemli olarak
bir süredir kapitalizmin çözülüş evresinde olduğumuzu iddia eder. Bu krizin
1970’li yıllarda başladığını ve 21. yüzyılın ortalarına kadar sürebileceğini
belirtir. Bu kriz döneminin temel özellikleri olarak istikrarsızlık ve yoğun
çatışama süreçleri olacağı öngörüsünün 21. Yüzyılın ilk çeyreği için doğru
çıktığını ifade edebiliriz.
Wallerstein’ın bu tespitinde önemli
olan nokta kapitalist sitemin normal işleyişinin zaten krizle malul olmasına
karşın mevcut krizin nihai kriz olarak ifade edilmesidir. Pek çok kez büyük
bunalımlar atlatan kapitalizm bu krizle son bulacağının göstergeleri nelerdir? Kapitalizmin
krizleri de Marks kâr oranlarının düşüşü eğilimi paralelinde ele alınmaktadır fakat
bu krizleri daha çok Kondratiev ’in yöntemini9 esas alarak
değerlendirmektedir. Bu son sistemik krizi –Wallerstein daha çok “çatallaşma
olarak ele almaktadır- çeşitli gerekçelerle üretim maliyetlerinin artması ve
buna eş tekellerin kâr oranlarını artıracak bölgelerin daha doğrusu sömürecek
bölgelerin azalması çerçevesinde irdelemektedir. Wallerstein’a göre kapitalizm
başarısızlığından değil aksine başarılı olmasından işlemez hale gelir. Dünya
geneline yayıldıkça, toplumsal bağları çöktükçe krize girer. Tekellerin toplumu
sömürme sınırına gelindikçe artık daha fazla kâr edemez olurlar. Toplumun
direnişi de tekellerin sürekli kârlarından taviz vermeye sürükler. Artık sorunlara
eski yöntemlerle çare olma ya da onları öteleme imkânı kaybolmuştur. Bu kapitalizmin
miadını doldurduğunu gösterir.
Aynı zamanda kapitalist sistemin
hegemonik gücü olan ABD’de de gerileme sürecine girmiştir. Bu durum sistemik
krizle paralel bir gelişim göstermiştir. ABD’de kademe kademe eski konumundan
geri çekilmektedir. Wallerstein ekonomik verilerle temellendirdiği bu savını
kapitalizm içinde daha önce gerçekleşen hegemonya geçişleri örnekleriyle
desteklemektedir. Fakat hegemonik gücün bu sefer farklı bir devlet şahsında
tekrar kapitalizm içinde yaşanamayacağının altını ısrarla çizmektedir. Kaldı ki
ABD Hegemonyasının bunalımı aynı zamanda kapitalizmin yapısal krizini
derinleştirmektedir.
Wallerstein bu yapısal krizden ve
kapitalizmin çökeceğini ifade ederken sonrasına dair kesin bir belirleme
yapılamayacağını haklı olarak belirtir. Kapitalizmin çözülmesi doğrudan daha eşitlikçi
ve özgürlükçü bir sistem anlamına gelmeyeceğini vurgular. Bu noktada pozitivist
ilerlemeci mantığa düşülmemesi gerektiğini belirtir:
“Şurası
kesin ki sistemik kaostan sonra yeni bir düzen ya da düzenler gelir. Fakat
burada durmamız gerek. Böyle bir yeni düzenin nasıl olacağını öngörmek mümkün
değil. Sadece, nasıl bir düzen istediğimizi belirtmek ve bu düzeni kurmak için
mücadele etmek mümkün. 10
Olasılıklar vardır. Egemen tekeller bu
kaos sürecinde ayrıcalıklarını yitirmemek için hem çatışmaları daha
derinleştirecekler hem de daha hiyerarşik ve despotik bir sistem inşa etmek
için kendilerini örgütleyecekler. Bu girişimleri başarılı olabilir. Bu şekilde
kapitalizm olmasa bile sınıflı-devletçi uygarlığın yeni bir formu yaşama
geçebilir. Ve bu sistem kendini kurumsallaştırabilir. Egemen tekeller
kendilerini çok farklı göstererek bu fırsatı kendileri için kullanabilirler.
İmmanuel Wallerstein’ın devrimci
iradenin öneminin altını çizdiği ve aslında düşüncesinin en vurucu noktasında
diğer olasılığın da en az ilki kadar şansının olduğunu belirtir. Yaşamını
yitirmeden önceki son yazısında yine mücadele etmenin önemine atıf yaparak en
az yarı yarıya kazanma ihtimali olduğunu ifade ediyordu. Sistem karşıtı
hareketler küresel düzeyde örgütlenip devlet odaklı olmayan bir mücadele ile
daha eşitlikçi ve daha demokratik bir sistem inşa edebilirler. Yapısal kriz
döneminde ufak gibi görünen direnişlerin bile büyük sonuçlara yol açma
potansiyel olduğunu ifade ederken devrimci iradenin önemini vurgular. Tekeller
dışında tüm insanlığın yararına olacak bu sistemin kurulması önünde hiçbir
engel yoktur. Belirleyici olan örgütlenme yeteneği ve mücadele azmidir. Bu
mücadelede yapılması gerekenlere dair şunları belirtiyor:
“Bir
sistemden diğerine geçiş büyük bir mücadele, büyük bir belirsizlik ve bilgi
yapılarına dair büyük bir sorgulama dönemidir. Her şeyden önce ne olup
bittiğini açıkça anlamaya çalışmalıyız. Daha sonra dünyanın gitmesini
istediğimiz yönler ile ilgili tercihlerimizi yapmalıyız. Ve son olarak,
dünyanın istediğimiz yöne gitmesi için bugün ne yapmamız gerektiğini
tasarlamalıyız. Bu üçlü görevi entelektüel, ahlaki ve politik görevler olarak
düşünebiliriz. Bunlar farklıdır, ama birbirleriyle yakından bağlantılıdır.
Hiçbirimiz bu görevlerin herhangi birini bir kenara bırakamayız. Eğer bunlardan
birini bir kenara bıraktığımızı iddia edersek, aslında gizli bir tercih
yapıyoruz demektir. Önümüzdeki görevler olağanüstü zordur. Fakat bu görevler –
bireysel ve kolektif olarak – bize kolektif olanaklarımızı daha iyi
geliştirebileceğimiz bir şeyi yaratma ya da en azından yaratılmasına katkıda
bulunma şansı vermektedir. 11
“Bildiğimiz Dünyanın Sonu
Wallerstein kapitalizmin dolayısıyla
liberalizmin krizinin onun “düşünme-bilme çerçevesinden bağımsız olmadığını
hatta doğrudan buradan anlaşılabileceğini savunuyordu. 20.yüzyılın sonunda
düşüncesini daha çok bu noktaya yoğunlaştırdı. Sosyal bilimler başlığında
yaptığı çalışmalar esas olarak modernizmin bilme tarzını getirdiği eleştiriler
ve buna paralel olarak postmodernizmin aynı amaçla ortaya koyduğu çerçeveyi
değerlendirmelerden oluşuyordu. Bu açıdan Frankfurt okulundan12
itibaren yapılan Aydınlanma düşüncesiyle hesaplaşmaya o da katkılarda
bulunacaktı.
19. yüzyıl doğa bilimlerinde Newton ve
Descartes’in ana sütunlarını oluşturduğu pozitivist bilim anlayışının zirve
yaptığı yıllardı. Ve bu eğilimin topluma uyarlanması da gecikmedi. Doğa
bilimleri nasıl evrenin kanunlarını bulduysa sosyoloji başta olmak üzere toplum
bilimlerde toplumun işleyiş kanunlarını bulacaktı. Bu çerçevede aynı doğa
bilimlerinde olduğu gibi toplum parçalara bölünüp laboratuvara alındı. Sosyal
bilimler genel başlığında ifadesini bulan sosyoloji, antropoloji, psikoloji vb.
bu parçalanma çabasından doğdular. Ve toplumların bilgisine dair genel kabuller
açığa çıkardılar. Pozitivizmin başarısı o kadar barizdi ki Marksizm gibi
iddialı muhalif düşünceleri bile kendi önerdiği çerçevede düşündürmeyi başardı.
20. Yüzyıl başında ise bu anlayış en
güçlü olduğu konuda, fizikte bile duvara tosladı. Kuantum mekaniği bu
başarısızlığın adıydı. Bunun o dönem anlaşılması ama daha önemlisi sosyal
bilimlerde etkisini göstermesi biraz daha zaman aldı. Birinci dünya savaşı ilk
büyük şok olmakla birlikte ikincisi sosyal bilimlerin pozitivist yorumunun gaz
odalarının yolunu döşediğini tüm çıplaklığıyla gösterdi. Frankfurt okulunun
eleştirileri iki savaş arası dönem başlamakla birlikte bu dönemde yoğunlaştı.
1970’lerde ise bu sefer postmodernizm yıkıcı nihilizmiyle sahnedeydi.
Wallerstein’in sosyal bilimler eleştirisi bu arka plana dayanıyordu.
Bu eleştirileri daha çok dört noktaya
yoğunlaşıyordu. İlki 19.yüzyılda neredeyse “kutsal bir ilke haline getirilen
ilerleme düşüncesiydi. İlerleme basitçe toplumlar basit yapılardan büyük ve
‘daha iyi’ iyi yapılara doğru ilerlediğini ve bunu maddi göstergelerle
açıklanmasıydı. Darwin’in evrim teorisinin tarihe kötü bir uyarlamasından doğan
ilerleme düşüncesi tarihe bir amaç vermekle kalmıyor aynı zamanda zorunluluğu
tarih araştırmalarının ayağına pranga olarak dayatıyordu. Wallerstein bu açıdan
“ilerleme nin örgütlü insan mücadelesiyle mümkün olabileceğini ama tarihin bu
şekilde olduğu görüşüne, hele de zorunlu olarak böyle gerçekleştiğine karşı
çıktı. Kendi tanımladığı ilerlemeyi tam tarif edememekle beraber
postmodernizmin bu kavramın çöpe atılması önerisine de katılmadı.
Şüpheye yer bırakmayacak kadar kesin
bilgiler peşinde koşmak daha ötesi kendi yöntemiyle elde ettiği bilgiyi net
olgularla gibi sunması pozitivizmin bir diğer özelliğidir. Wallerstein doğa
bilimlerinde bile kesin bilgi fikrine soğukkanlı biçimde yaklaşılması
gerektiğini toplum için ise bunun dogmatik bir bakış olduğunu burgular.
Tartışılmaz bir noktaya getirilecek bilgi anlayışını yanılsamalı bulur.
Toplumsal olguların bilinçli olarak inşa edildiği gerçeğine özellikle
milliyetçilik ve ırkçılıkla ilgili çalışmalarında değinmektedir. Pozitivizmin
olguları tabular(Önderlik bu durumu olgu putçuluğu şeklinde adlandırır.) haline
getirdiği düşünülürse bu nokta oldukça önemli olmaktadır.
Pozitivizmin yapısal kanunlar ortaya
koyup özgür iradeyi bu kanunlara indirgeyen bakışı Wallerstein’in yoğunlaştığı
diğer bir konudur. Özellikle insan varoluşunu dışlayan bu bakışı sakat bulup,
insanın eylem alanın geniş olduğunu ifade eder. Fakat onun perspektifinde de bu
eksiklik göze çarpmaktadır. İnsan iradesinin sadece bazı anlar fazlasıyla
belirleyici olduğunu ifade ederek aslında Wallerstein de özgür iradeye
sınırlama getirmektedir.
Son olarak kuantum fiziğinin açıklıkla
gösterdiği belirsizlik ilkesinin öneminin toplumlar için çok daha geçerli
olduğunu vurgularken Wallerstein doğru bir yerde durur. Belirsizlik ve özgür
irade zaten beraber ele alınması gereken olgular olmaktadır. Öngörebilmeyi
bilimin temel şartı sayarak pozitivizmin bilme sürecini iktidar kurma eksenli
ele aldığını göstermektedir.
Toplumsal hakikatin parçalanması
pozitivizmin en büyük günahlarından biridir. Wallerstein bu noktada daha baştan
itibaren fazlasıyla eleştirel durmaktadır. Toplumun bütünselliği özellikle
evrenselcilik zemininde onun düşüncesinde önemli bir yer tutmaktadır. Bu
nedenle topumu anlama çabasının parçalı bir şekilde yapılamayacağını savunur.
Bu insan toplumlarını ayırdığı gibi toplumsallığı da parçalamaktadır. Bu açıdan
insanlık olgusuna verdiği önem anlaşılır olmaktadır.
Bu çerçevede Wallerstein pozitivizmin
bilgi edinme yöntemlerinin toplumu anlamaya yardımcı olmayacağını belirtir. Bu
nedenle gerek kuram gerekse kavram boyutunda yeni bir sosyal bilimin inşa
edilmesi gerektiğini vurgular. Eski kalıplaşmış düşünme biçimleri ile toplumu
anlamanın ve anlaşılır kılmanın mümkün olmadığını ifade eder. Öte yandan onda
bu yeni sosyal bilime dair önerilerden ziyade eleştiriler daha baskındır. Bu
durumu kendi düşünme sistematiğinin de pozitivizmden ne denli koptuğundan emin
olmadığını itiraf ederken kendisi de söylemektedir. Aynı şerbetten içtik
diyerek kendi düşünce kaynaklarının da modernizmden feyz aldığını
vurgulamaktadır. Bu Wallerstein’ı yeni bir sistem önererek kapitalizm sonrasına
daha güçlü katkı da bulunmasını da engellemiştir.
Kürt Halk Önderi’nin Bakışı
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, Immanuel
Wallerstein’ı derinlemesine incelemiştir. Bunu özellikle son beş ciltlik
savunmasının neredeyse tümünde Wallerstein’ın görüşlerine dair fikir
belirtmesinden anlıyoruz. Kürt Halk Önderi, demokratik ekolojik kadın özgürlükçü
paradigmasında bu görüşlerin ektisini de teslim etmektedir. Fakat aynı zamanda
birçok açıdan Wallerstein’a yönelik eleştiriler geliştirmektedir. Konu konu
ilerlerken değindiğimiz eleştirileri bütünsel bir şekilde ortaya koymamız
Wallerstein’ın düşünsel mirasını daha açık kılacaktır. Kürt Halk Önderi’nin
genel bir Wallerstein değerlendirmesi bu çabada bize yardımcı olacaktır:
“I.
Wallerstein, kapitalist dünya-sistem algısında iddialıdır. 16. yüzyıldan
günümüze kadar gelen modern sistemin mükemmel bir fotoğrafını çeker. Fakat
gerek sistemi değerlendirmede gerekse sistem karşıtlığı ve çıkışı konusunda tam
net değildir. Bunu burjuva sisteminin şerbetlemesine bağlarken itiraf yapar
gibidir. Büyük bir dirayetle, Sovyet Rusya başta olmak üzere sosyalist sistemin
kapitalist moderniteyi aşmak şurada kalsın, ona güç verdiğini, çözülmesinin
kapitalist liberalizmi güçlendirmeyip zayıf düşüreceğini söylerken, önemli bir
tezi dile getirmektedir. Fakat sistemin çözülüşü ve yeni çıkışlar konusunda aynı
yetkinliği gösteremez. Modernitenin (kapitalist modernitenin) 1970’ler
sonrasında içine girdiği yapısal bunalımın ne zaman ve nasıl sonlanacağı
konusunda haklı olarak kesin öngörülerde bulunmaz. Buna rağmen, her küçük
anlamlı müdahalenin büyük sonuçlara yol açabileceğini söylemesi önemlidir. Katı
determinizmden hayli uzaklaştığını görmekteyiz. Yöntem ve bilgi sistemi
hakkında en yetkin değerlendirme gücüne sahip olduğunu söyleyebiliriz. 13
Bu çerçevede Kürt Halk Önderi’nin
eleştirileriniz üç noktada ifade edebiliriz. İlki ekonomi konusundadır. Kürt
Halk Önderi Wallerstein’ın ekonomi alanın ele alırken Marksizmin
pozitivizminden kurtulamadığının altını çizer. Bu durumu hem krizlerin yapısını
incelerken hem de ilerleme tartışmalarında görmekteyiz. Wallerstein toplumsal
düşünceyi klasik altyapı-üstyapı diyalektiği ile incelemekte ve esas önemli
rolü de altyapıya vermektedir. Bu kendisinin de itiraz ettiği toplumsal
hakikatin bölünmesi anlamına geldiğini fark etmemektedir. Yine kapitalizmin yarattığı tahribatlarına
işaret ettiği bölümlerde maddi göstergeler odaklanmasında da bun
görebilmekteyiz. Oysa kapitalizmin tüm boyutlarda verdiği en önemli zarar
toplumun ahlaki ve politik yapısına yönelik tırmandırdığı saldırılarda
görebilmekteyiz. Krizlerinde yapısı sadece maddi anlamda ele alınamaz. Sadece insanın
toplumsal yaşamının kapitalist ulus devlet kalıplarına sokulma çabasının
kendisi büyük toplumsal sorunlara yol açmıştır. Wallerstein bu sorunların ve bu
sorunların öneminin farkındadır fakat sonuç olarak bunları da ekonomik yapıyla
bağlar.
Kürt Halk Önderi’ne göre
Wallerstein’ın en büyük eksikliği ise kapitalizmi özgün ve farklı bir sistem
olarak görmesidir. Kapitalist sistemi devletçi-sınıflı uygarlığın bir safhası
olarak değil, bu uzun dönem sürecinden bir kopuş olarak görür. Daha önceki
dönemlerde kontrol altında tutulan sınırsız kâr anlayışının kapitalizmle başat
hale geldiği doğrudur fakat bu devletçi uygarlığın genel işleyiş tarzından
yapısal bir kopuş anlamına gelmez. Yukarıda ilgili bölümde bu konuya
değinmiştik. Kürt Halk Önderi Wallerstein’ın kapitalizmi bu şekilde
değerlendirmesini çok eleştirdiği Avrupa merkezli bakış açısı ve liberalizmden
kurtulamamış olmasına bağlamaktadır.
Ayrıca Wallerstein yeni sistem
inşasına yönelik mücadeleye yönelik kurumsal bir model geliştirmez. Bunu belirsizlik
ilkesine dayandırsa da alternatifler düşünme gerekliliğini gözden kaçırır. Kürt
Halk Önderi bu mücadelede önerdiği üç görevi(ahlaki, politik ve entelektüel
görevler) önemli bulmakla birlikte yetersiz bulur. Yapısal bakış açısı bu
çerçeveyi kırmada onu kısıtlar. Dünya-sistemleri analizi kapitalizmi
derinlemesine tahlil eder ama mücadele olanaklarını göstermede sınırlıdır.
Toplumsal inşayı özellikle sadece kaos zamanlarında önemli görmesi de bu
eksiklikle paraleldir. Bu noktada Wallerstein’ın üzerinde post modernizmin
etkilerini de görebilmekteyiz. Bu onun düşünme olanaklarını çok
darlaştırmıştır.
Sonuç Yerine
Wallerstein’ın düşüncesini baktığımız
bu yazıda eğer kişi olarak da toplumsal mücadelede aldığı rol ve çabalarına
değinmemek eksiklik olacaktır. İnsanlığın sorunlarına ilişkin coğrafya
ayırmaksızın fikir beyan eden, yardım etmeye çalışan düşünürün sadece Kürt halkının
mücadelesine sunduğu desteği hatırlamak bile onun Satre, Russell gibi aydın
geleneğinin sürdürücüsü olduğunu anlamaya yeter.
Kürt halkına yönelik her faşist,
soykırımcı saldırıya karşı duyarlılık yaratmak için organize edilen her çağrıda
yer alan Wallerstein güncel siyasal yazılarında da Kürt halkının mücadelesine
sürekli değinmiştir. Aynı zamanda Kürt halkının özgürlük mücadelesinin yeni bir
sistem inşa etme amaçlı küresel antikapitalist hareketin önemli bir parçası
olarak görmüştür. Aynı şekilde Kürt Halk Önderi’nin düşünce sisteminin bu
çabada önemli bir yer tuttuğunu dillendirmiştir. Wallerstein Kürt halkının
akademik düzeyde örgütlediği bazı uluslararası konferanslara katkı sunduğu gibi
Kürt Halk Önderi’nin özgürlüğü için yapılan imza kampanyasına da dahil
olmuştur. En son özyönetim sürecinde Kürt halkının kentlerine yönelik
soykırımcı saldırıyı teşhir eden uluslararası metininde önde gelen
imzacılarından biri olmuştur.
Kuşkusuz bu ilgisi sadece Kürt
halkının mücadelesiyle sınırlı değildir. Ezilenlerin dünyanın her yerinde
yürüttüğü mücadeleye aynı ilgiyi aydın olmanın gerektirdiği sorumlulukla
üstlenmiştir. Küresel düzeyde örgütlenen alternatif örgütlenmelere de sadece
düşünsel değil, pratik katkıda da bulunmuştur.
Eleştirilerle birlikte Wallerstein
düşünsel çabasının önemi açıktır. Wallerstein sonuç olarak paradigmamızda
esinleri olan büyük bir düşünürdür ve insanlığın düşünme olanaklarını
genişletmede çok belirgin bir etki de yaratmıştır. Bu açıdan kaybı önemli bir
eksiklik olacaktır. İnsanlık Wallerstein şahsında özgürlük ve demokrasi için
düşünen, eyleyen, taraf olan birini kaybederken, biz de aynı zamanda Kürt
halkının tutarlı bir dostunu da yitirmiş olduk.
Dipnot ve Açıklamalar
1- Braudel
80’lerin sonunda “Maddi Uygarlık
çalışması ile kapitalizmin tahlilini Wallerstein analizini dışlamayan fakat
bire bir de uyuşmayan bir şekilde derinleştirecekti.
2-Fernand
Braudel’in yanı sıra Ander Gunder Frank, Samir Amin ve Giovanni Arrighi
dünya-sistemleri analizine katkıda bulunanlar açısından başta sayılması gereken
düşünürlerdir.
3-Çok fazla
olmayan örneklerden en çarpıcısı Japonya’dır. 19. Yüzyılın ortasında neredeyse
çevre konumunda sisteme eklemlenen Japonya Meiji Restorasyonu denilen ulus
devlet modeline geçişten sonra kısa bir sürede merkez konumuna gelmiştir. İlk
dünya savaşının galipleri arasında yer alan ikinci savaştaki yıkımdan sonrada
hızla gelişmiş 90’larda yeni hegemon adaylarından biri olarak görülmüştür. 21.
Yüzyılda bu konuma gelmesi hayli şüpheli hale gelse de merkez devletlerden biri
olarak kapitalist sistemde yer almaktadır. Japonya bu açıdan oldukça ayrıksı
bir örnektir.
4-Bu
girişimlerden en bilinenleri Napolyon Fransa’sı ve Hitler Almanya’sı meydan
okumalarıydı. İkisi de topyekûn savaşlarla yenilgiye uğratıldı.
5-Wallerstein
Doğu Bloku’nun da bu eylemler silsilesinden bağımsız olmadığı 1968 Prag
Baharının bu kapsamda değerlendirilmesi gerektiğini ifade eder. Daha da ötesi
genel perspektifi bilinmeden oldukça şaşırtıcı gelecek bir şekilde 1989 reel
sosyalizmin tasfiyesinin göstergeleri olan halk hareketlerinin de 68 ile
bağlantılı değerlendirmektedir. Çin Kültür Devrimini de 68’in ışığında ele alan
görüşler vardır fakat bu biraz daha karmaşık bir ilişkidir.
6-I.Wallerstein,
Dünya-Sistemleri Analizine Bir Giriş,
Aram Yayınları,
7-Almanya’daki
Yeşiller Partisi bu sistem içine çekilmenin en trajik örneğidir. Antikapitalist
ekolojist bir hareket olarak 68’in öncü gençleri tarafından kurulan parti,
iktidar ortağı olmaya başlamasıyla beraber klasik bir düzen partisi haline
gelmekle kalmamış, bugün Alman devletinin temel politikalarının temel
destekçisi konumuna gelmiştir.
8-I.Wallerstein,
Tarihsel Kapitalizm, Metis Yayınları,
İstanbul, 2006
9-Kapitalist sistemin ekonomik
işleyişine dair Nikolai Kondratiev isimli Rus bilim insanın oldukça işlevsel
bir teorisi vardır. Kendi adıyla anılan dalgalarla kapitalist ekonominin
yükseliş(A) ve düşüş(B) evrelerinin belli zaman aralıklarıyla birbirini takip
ettiğini ifade etmiştir.
10-Der.
I.Wallerstein, T.Hopkins Geçiş Çağı
Avesta Yayınları İstanbul, 2000
11-I.Wallerstein,
Dünya-Sistemleri Analizine Bir Giriş,
Aram Yayınları,
12-Max Horkheimer
ve Theodor W. Adorno’nun 1920’lerden itibaren sisteme yönelik eleştirel
çalışmalarını özelikle onun düşünce yapısına yönelttikleri Frankfurt Okulu
modernizm eleştirilerinde önemli bir yere sahiptir.
13-A. Öcalan,
UYGARLIK-Maskeli Tanrılar ve Örtük Krallar
Çağı- 1.Kitap,
0
21
TR
:” ”
:””
” “,
:” ”
Kendal BAGOK
0
21
TR
KO
:” ”
:””
” “,
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info -www.navendalekolin.com -http://kursam.org/index.html-
http://kursam.net/index.html
0
21
TR
:” ”
:””
” “,
:” ”
GirişDünya-Sistemleri AnaliziDünya’nın Devrimi: 1968“Liberalizmden Sonra Sistemin Krizi ve Kaos Sürecinde Alternatifler“Bildiğimiz Dünyanın Sonu Kürt Halk Önderi’nin BakışıSonuç YerineDipnot ve Açıklamalar1-2-3-4-5-6-7-8-10-11-12-13-