02 Ocak 2017 Pazartesi Saat 12:51
Nüfus Sayımıyla Teslimiyete Çağrı
İran ile savaşımından dolayı epey yıpranan Irak ordusu
Kimyasal Ali’nin Kürdistan’da başlatmış olduğu operasyonun kapsamına gücü
yetmiyordu. Bu operasyonlar hem ciddi bir ekonomik güç gerektiriyordu, hem de
arazinin genişliğinden kaynaklı epey bir ordu gücüne ihtiyaç vardı. Irak ordusu
sanki İran ile savaşı durdurmuş Kürtlere karşı savaşı başlatmışcasına, Kimyasal
Ali Kürdistan’ın tüm coğrafyasını önüne almıştı. Ordu gücü yetmeyince
operasyonlara ve köy imha etme çalışmalarına Haziran -1987- ayının sonlarına
doğru ara verilir. Burada ki asıl hedef elindeki ordu gücüne göre daha
öncelikli olan alanlara operasyon düzenlemekti. Zaten kısa bir süre sonra asıl
hedef belirlenmişti “Musul’dan Erbil, Kerkük ve Duzxurmatu’ya, oradan da doğuya
dönmeden Kifri, Keler, Pîbaz ve Derbendîxan’a giden otoyol etrafındaki, önceden
hükümetin kontrolü altında bulunan geniş bir bölgeyi ortadan kaldırmak şeklinde
oldu. Tüm bunlar Enfal operasyonlarının ön hazırlığıydı. İkinci önemli
hazırlık ise Enfal operasyonlarının hemen öncesinde bizzat Kimyasal Ali
tarafından Kürt halkına sözüm ona “ulusal saflara çağrıyla tanınan bir şanstı.
Bu çağrının esas amacı Kürt halkını devletin yanında ve karşısında olmak üzere
keskin bir ayrıma götürmekti. Köylerini ve yerleşim birimlerini bırakıp devlete
ve onun oluşturmuş olduğu merkezi kamplara yerleşenler “ulusal saflara katılmış
sayılacaktı. Kendi köylerinde ve yerleşim birimlerinde kalmakta ısrar edenler
karşı taraftandı ve dolaysıyla düşmandılar.
Bu keskin ayrımı yapmanın tek yolu Kimyasal Ali’ye göre
yeniden nüfus sayımı yapmaktan geçiyordu. Yapılacak nüfus sayımı bildiğimiz
diğer nüfus sayımlarından çok farklı olacaktı. Burada asıl amaç ülkedeki
nüfusun belirlenmesi değildi. Nüfus sayımına katılan herkes direk “ulusal
saflara katılmayı, sayıma katılmayanlarda ülke vatandaşlığından düşürülüp
karşı taraftan sayılarak safları netleştirme sayımı oluyordu. Dünyanın hiçbir
yerinde nüfus sayımına katılmadığı için sorgusuz sualsiz ölüm cezasına
çarptırılan bir uygulama ile karşılaşılmış mıdır? İşte bu nüfus sayımının böyle
bir özelliği vardı. Sayıma katılmayanlara Irak yasalarınca hakkında gıyaben
ölüm cezası veriliyordu. Yine sayım yapacak olan memurlar halk içinde
dolaşmıyordu, Irak ordusunun hâkimiyetinde ki bir bölgede açmış oldukları bir
büro ile işleri yürütüyürütüyorlardı. Nüfus sayımına katılmak isteyenlerin
kendileri gidip bu bürolara başvurmak zorundaydılar. Bu uygulamanın bir diğer
amacı ise Peşmerge güçlerinin denetimindeki halkında gelip Irak güçlerine
teslim olmasıydı. Bu bir sayım değil açıkçası teslimiyet belgesinin
verilmesiydi. Çünkü sayıma katılmak, aynı zamanda yaşadığı yeri bırakıp onların
denetiminde ki merkezi kamplardan birine yerleşmek anlamına geliyordu.
Bu sayıma Başur’ê
Kürdistan halkının %70’i katılmamıştır. Çünkü o ana kadar görmüş oldukları
uygulamalar dehşet vericiydi. Ölüm ve kalım kararının, sadece ama sadece psikopat
ruhlu bir adamın elinde olduğu birinin inisiyatifine kim kendini bırakabilir.
Sivil Kürt halkının yüreklerine korku ve dehşet salmış bu güruhun vereceği söze
kim güvenebilirdi ki? Onun için halkın çoğunluğu olabildiğince bu güruhtan kaçmayı
ve uzak durmayı tercih etmiştir. Seçime katılan Kürtler ise onlarla birlikte
hareket eden ve onların denetimindeki alanlarında bulunan kesimler olmuştur.
Zaten sayımdan sonra eşleri ya da birinci derece akrabaları peşmerge güçlerinin
içinde olan ama kendileri Irak ordusunun denetiminde ki kamplarda ya da
yerleşim birimlerinde olan ailelerin kabul edilmeyeceği ve onlarında Peşmerge
güçlerinin bulunduğu alana gönderileceği kararı alınır. Ama tüm erkekler
ayıklanarak sadece kadınlar gönderilir. Erkeklerin çoğundan daha sonra hiç
haber alınmayacaktır. “6 Eylül’de Ali Hasan el–Mecid, sayım hazırlıklarını
görüşmek üzere Baas partisi üst düzey yetkilileri ile bir toplantı yaptı.
Mümkün olan en yasal şekilde herkesin tek tek hangi tarafta yer aldığı tespit
edilecekti. “Pişman olan bozguncuların” sayım gününe kadar sürüye
[devletin saflarına –y.h.n.] katılmalarına izin verildi. Ancak 17 Ekim’den
sonra “silahlarını teslim etseler bile” kabul edilmeyeceklerdi. Aynı
zamanda, El–Mecid, pişman olmayan sabotajcıların ailelerinin hükümet
kontrolündeki bölgelerde kalmasını kabul edilemez buldu. Bu insanlar, yasak
bölgelerdeki sabotajcı akrabalarının yanlarına gönderilecek ve zorla onlara
katılmaları sağlanacaktı. Söz konusu aileler, bozguncu akrabalarının olduğu
bölgelere sürülecekti, bunun tek istisnası, 12 ve 50 yaş arası erkekler
gözaltına kalacaktı.”(79)
“1977 sayımında Süleymaniye’nin 1.877 köyü bulunmaktaydı
1987 sayımında bu sayı 186’ya düşmüştü. Yaklaşık 1.700 köy resmi haritadan
silinmişti. Bunların birkaç yüz tanesi 1970 sınır temizlikleri sırasında ve
İran savaşının değişik aşamalarında yok edilmişti. Buralarda oturanlar, 1987
sayım listesinde de yer alan dokuz komplekse yerleştirilmişlerdi. Kalan köyler
sayılmadı, çünkü onlar pêşmergenin tesirindeki ‘yasak bölgelerdeydi. (80)
Sayım bittikten sonra saflar netleşmiş oluyordu. Ondan sonra
sayıma katılmayan bölgeler yani Başur’ê Kürdistan’ın %70’i ağır bombardımana
tutulur. Bunun yanı sıra toplu katliamların yapılması için talimatlar verilir.
Aslında Enfal operasyonlarının startının verilmesiydi. Irak ordusuna göre her
şey netleşmişti, bunun için daha sistematik ve kapsamlı bir şekilde öncelikli
operasyon alanları belirlenerek sırayla bunların insanlardan arındırılması
gerekiyordu. Yani soykırım operasyonlarının startı verilmiş oluyordu.
“Enfal’ın ana askeri hamlelerini, Birinci ve Beşinci
Kolorduların düzenli birlikleri yapıyordu, İran cephesinden fırsat kaldığında
diğer birliklerin desteği de alınıyordu. 5 Seçkin Cumhuriyet Muhafızları,
Enfal’ın ilk evresinde görev aldılar Enfal’da yer alan diğer birlikler
arasında ise Özel Kuvvetler (Quwat al–Khaehs), Komando Kuvvetleri (Maghawir) ve
Acil Kuvvetler (Quwat al–Taware) bulunmaktadır. Acil Kuvvetler, Baas partisi
kontrolündeki terörizme karşı şehir timleridir. Son olarak ise, düzenli ordunun
önünde yerleşim yerlerine girip köyleri yakmak ve yağmalamak, kaçak köylüleri
takip edip yakalayarak teslim etmek gibi çeşitli destek faaliyetleri ise
paramiliter Kürt cahşlar tarafından yerine getiriliyordu. (81)
1.Enfal Operasyonu:
“Mahşer günü gibiydi Tanrı’nın huzurundaydık.”
Operasyon başlangıcı, YNK için önemli bir üs alanı olan ana
karargâhının üstlenmiş olduğu Caf aşiretinin bulunduğu Cafatî vadisineydi. Yine
YNK’nin politbüro üyelerinin çoğunluğu, hastanesi ve radyo istasyonu Yekşamar
ve Bergelî köylerinde üslenmişti. Yine YNK’nin ikinci bölge komutanlığı Sergelî
nahiyesindeydi. Bu bölgenin tümü daha önceden Irak ordusu tarafından yasaklı
bölge olarak ilan edilmişti. Bu vadide yaklaşık olarak 30 köy vardı. Ayrıca ilk
kimyasal silahı 15 Nisan 1987 tarihinde burada kullanmışlardı. 23 Şubat 1988
tarihinde Irak ordusu büyük bir güç ile bu alanı abluka altına alır. Öncelikle
yoğun bir hava bombardımanı yapılır. Daha sonra ise karadan ilerlemeye
başlarlar. Bu anı olaya tanıklık eden bir peşmerge şu şekilde açıklıyor
“Karargâhı kuşatan ordu o kadar büyüktü ki sanki bölgeyi Kürdistan’ın
diğer kısımlarından ayıran bir çit vardı”. Gölün doğu yakasındaki
Bingird’den Dokan’a, sonra da Süleymaniye’ye ve Mawat ve Çwarte kasabalarına
kadar uzanan cephe hattı tam altmış dört kilometre uzunluğundaydı. Saldırıda
ordu, hava kuvvetleri ve Enfal’ın sadece başlangıç aşamalarında
görevlendirilmiş olan seçkin Cumhuriyet Muhafızları’nın yer almıştı. (82) Bu
saldırıda peşmerge güçlerinin direnişi kırılınca ordu buldozerlerle bu vadiye
girerek tüm köyleri tek bir ev ayakta kalmayacak şekilde yerle bir etti. Canını
kurtaran insanların çoğunluğu çareyi tekrardan sınıra yakın olan İran’a
kaçmakta bulmuştu. Kaçanlar sadece siviller değildi peşmgergelerde saldırının
kapsamını görünce ne halkı nede kendilerini savunacak güçlerinin olmadığını
anlamışlardı ve hızla alandan çıkmaya başlamışlardı. Sergelîli orta yaşlı bir
köylünün belirttiği gibi “50 yılda biriktirdiğimiz her şeyi bıraktık da geldik”.
“Halk paniklemiş sığır sürüsü misali dağlardan İran yönüne hareket
ediyordu. Yağmur yağıyordu. Savaş uçakları tepemizdeydi….Sergelîli altı kişi
yolda donarak öldü ve diğer köylerden otuz kişi de aynı vadide öldü.” (83)
• Halepçe
Katliamı:
Birinci enfalın ikinci ayağı 60.000 nüfusu olan Halepçe
kasabasıydı. Iraklı bir üst düzey yetkili Halepçe kasabası için Washington
Post’dan Patrick Tyler’a yapmış olduğu açıklamada “Tarihimizde ilk kez
İranlıların saldırmasını istiyoruz “diyordu. Çünkü Halepçe kenti bulunduğu
coğrafik konumu gereği Irak rejiminin uzun süreden beri hâkimiyet kuramadığı
bir alandı. YNK, Sosyalist, Komünist ve İslami hareketlerin üs alanı gibiydi.
Tüm hareketlerin ortak noktası ise İran ile sıkı ilişkilerinin olması ve İran
tarafından desteklenmiş olmalarıydı. Bundan kaynaklı İran istihbarat güçleri ve
askerleri Halepçe kasabasında cirit atıyorlardı. Dolaysıyla Halepçe her zaman
Irak rejimi için kanayan bir yara olmuştur. Irak rejimi bunun intikamını almak
istiyordu. Irak istihbarat örgütü, Halepçe’de ki hareketliliği fark etmiş ve
İran ile YNK güçlerinin ortak bir operasyon hazırlığı içinde olduğu bilgisini
daha önce almasına rağmen hiçbir tedbir almadan adeta saldırmalarını istiyordu.
Bunun üzerine İran ve YNK güçleri birlikte 13 Mart 1988 tarihinde Halepçe
kentine saldırırken, Irak askeri güçleri ve devlet memurları hiç direnmeden
geri çekildiler. 16 Mart tarihinde önce top atışları, daha sonra ise yoğun hava
saldırılarında napalm, fosfor ve kimyasal bombalar kullanıldı. Saatlerce hiç
durmadan hava saldırısı devam ettirilir. Akşam olduğunda “Ölü bedenler
–insanlar ve hayvanlar– sokaklara serilmiş, kapılarda yığılıp kalmış ve
arabaların direksiyonlarına kapaklanmış vaziyetteydi. Hayatta kalanlar
sendeleyerek dolaşırken histerik kahkahalar atıyorlar, en sonunda da yere
düşüyorlardı. Koruyucu elbiseler giymiş ve yüzlerinde gaz maskeleri olan İran
askerleri karanlık sokaklardan geçerek sıvıştılar. (84) Gaz maskesi olanlar
sadece İranlı askerler değildi aynı şekilde peşmerge güçlerinde de gaz
maskeleri vardı. İran askerleri ve peşmergeler bu duruma hazırlıklıydılar.
Halkı korumak içinde herhangi bir tedbirleri söz konusu değildi. Ona rağmen
böyle bir şeye neden kalkıştıkları ve YNK’nin neden böyle bir oyunda yer aldığı
bir muamma olarak kaldı. İran, Irak’ı uluslararası kamuoyunda zor durumda
bırakmak için böyle bir oyuna başvurmuş olabilir? Peki, YNK’ye ne demek
gerekiyor?
Irak ordusu kenti ele geçirdikten sonra, buldozerlerle
girerek tüm evleri ve binaları yerle bir ederek Halepçe kentini adeta haritadan
silmiş oldu. Şehirdeki halk, yerdeki cesetler dışında herkes İran’a kaçmak
zorunda kaldı. Irak ordusu şehri yıktıktan sonra geri çekilerek şehri İran’a
bıraktı. Kimi kaynaklara göre bu saldırıda 5000 ile 7000 insan öldü. 15000
insan yaralandı ve çoğunluğu kalıcı hastalıklara yakalandı. Ve halada bir
çocuğun sakat doğması ve doğuştan karşılaşmış olduğu kimi hastalıkların asıl
sebebinin kimyasal silahlar olduğu belirtiliyor. Irak ordusu Temmuz ayında
Halepçe şehrine girdiğinde hala sokaklarda insan cesetleri vardı. İşin ilginç
yanı Irak ordusunun, Halepçe katliamını Enfal operasyonun dışında tutmasıydı.
Onun için Halepçe katliamından kaçan kimseyi tutuklamadılar. Onlara göre Enfal,
şehirlere değil kırsal kesimde ki köylere karşı uygulanmalıdır. Bir diğer şey
ise yapılanların propagandasının iyi yapılması gerekiyordu. Bunun içinde bu
dehşete tanık olanların yüreklerine saldıkları korkunun gittikleri yerlere
taşırılması ve istenilen düzeyde panik yaratılması amaçlanıyordu. Bir özel
savaş taktiği olarak uygulamaya tabii olanların kendi dilinden olayı
anlatmaları daha da etkili olacaktı. Oysa kırsal kesimlerde yapılan
operasyonlarda kaçanlar tutuklandığı gibi, teslim olanlarda enfal operasyonları
için hazırlanan kamplara götürülüyordu. Bu kamplar ölüm kamplarıydı.
Halepçe katliamın diğer önemli bir şeyi ise tüm Başur’ê
Kürdistan halkı üzerinde yaratmış olduğu psikolojik durumdu. Daha öncede Irak
ordusu çeşitli yerlerde kimyasal silah kullanmıştı ama bu düzeyde kapsamlı ve
yoğunluklu değildi. Aynı şekilde peşmerge güçleri üzerinde de ciddi bir
psikolojik etki yaratmıştı. Onun için Başur’ê Kürdistan halkı kafile kafile
ülke topraklarından kaçıyorlardı. Ne peşmerge güçlerinin nede halkın, Irak
ordusu karşısında zafer kazanacağına ve savaşabileceğine inancı kalmamıştı.
Başur’ê Kürdistan, tarihinin en büyük göçünü bu dönemden sonra yaşadı.
Bu operasyondan sonra arka arkaya enfal operasyonları
düzenlenir. 2. Enfal operasyonu (22 Mart – 1 Nisan) Karadağ mıntıkasına, 3.
Enfal operasyonu (7-20 Nisan) Germiyan bölgesine olur. Çok geniş bir bölge
olduğu ve tek harekette tüm yerleşim birimlerinin temizlenmesi mümkün
olmadığıdan birinci operasyon Duzxurmatu’ya, ikinci operasyon Qadir Kerem’e ve
Kuzey Germiyan’a, üçüncü operasyon ise Sengaw ve Güney Gemiyan’a düzenlenilir. 4.enfal operasyonu (3-8
Mayıs’ta) ilk operasyon küçük Zap vadisine, ikinci operasyon Göktepe ve
Esker’e, üçüncü operasyon Taqtaq’ın doğusuna ve dördüncü operasyon Şiwan
bölgesine yapılır. 5.-6.-7. Enfal operasyonları (15 Mayıs-26 Ağustos) Şeqlawa
ve Rewandûz Dağı vadilerine yapılır. 8.enfal operasyonu (25 Ağustos-6 Eylül)
Behdinan bölgesini kapsar. Operasyon olarak ismi geçen alanların tüm yerleşim
birimlerinde -köy ve kasaba- “temizlik operasyonu yapılır. Sekiz aşamada
tamamlanan Enfal operasyonlarında kimi kaynaklara göre 4000 köy, tüm evleri
imha edilerek yerle bir edildi ve 182 bin insan öldürülür. Operasyon kapsamına
giren halkın değerli eşyaları, hayvanları ve taşınabilir tüm mal varlıkları
askerler ve cahşlar tarafından talan edilir. Binlerce köy yerle bir edilir.
Halepçe’den önce ve sonra defalarca kimyasal silah kullanıldı. On binlerce
insan toplama kamplarına yerleştirdi ve en kötü koşullarda yaşamaya mahkûm
edildi. Yüzbinlerce insan kullanılan kimyasal silahtan ve askeri operasyonların
korkusundan Türkiye ve İran’a geçtiler. Sadece Behdinan operasyonunda 80 bine
yakın insan Türkiye’ye geçmiştir. Kürdistan adeta insansızlaştırılmıştı.
Şehirler, köyler ve kasabalar hayalet alanları andırıyordu.
• Cahşlar’ın
Enfaldaki Rolleri:
Cahşlar’ın ( korucular) bu operasyondaki rolleri hiçte
küçümsenecek düzeyde değildi. Her şeyden önce bölge insanı olmalarından
kaynaklı araziye hakimiyetleri söz konusuydu. Irak ordusuna kılavuzluğun yanı
sıra öncü kuvvetler olarakta operasyonlarda epeyce rol oynuyorlardı. Yine
operasyonlardan kaçan halkın gelip teslim olması için önemli bir rol
üstlendiler. Halk, o çaresizlik içinde tutunacağı bir dal ararken Arap
askerlere değil de, tıpkı kendileri gibi Kürt olan ve kendi dilleriyle konuşan
cahşlara tereddüt etse de inanmak istedi. Cahşlar o duyguları suistimal ederek, onları
insafsızca ölüme gönderdiler. Bunun karşılığında ise kendi celladının taktirini
aldılar ama hiçbir zaman celladın güvenini tam olarak kazanmadılar. Ama gereğinden
fazla ganimet topladılar. Belki de operasyonlara çıkmanın temel sebebi, Irak
ordusunun kendilerine vermiş olduğu ganimet sözüydü. Irak ordusu, cahşların
aşiret reislerine müsteşar sıfatı vermişti. Diğer adıyla Milli Savunma
Taburları’nın danışmanlarıydı. Danışmanlıkları askeri uzmanlıklarından
gelmiyordu. Araziyi ve bölge aşiretlerini iyi tanıdıklarından kaynaklı
kılavuzluk ve öncü kuvvetler olarak ileri sürülmelerinden geliyordu. Irak
ordusu bu halk hainleri için çıkarmış olduğu kararda mükafatlarının ne olduğunu
açıklıyordu “Milli Savunma Taburları’nın danışmanları (müsteşarlar) ya da
onların savaşçıları tarafından ele geçirilen, ağır, destek ve orta silahlar
dışındaki her şey bedelsiz olarak kendilerine verilecektir.” Yine başka
bir yerde “Baas Partili “yoldaş” bunu bir cahş liderine şöyle
tercüme etmiştir, “Adamları bize ver, malları senin olsun.” Ordu
istihbarat subaylarının verdiği bir seminerde eski müsteşara şu söylenmişti,
“Pêşmergeler birer imansızdır ve onlara böyle davranmak gerekir. Onlarla
savaşırken ele geçirdiğiniz pêşmerge mallarını almalısınız. Tıpkı koyunları ve
sığırları gibi karıları da sizin helalinizdir.” (85) Cahşlar tıpkı
kendilerine söyledikleri gibi girdikleri her köyde ve kasabada önüne gelen her
şeyi talan etmişlerdir. Talanda sınır tanımamışlardır. Çünkü bu onların kendi
hakkıydı ihanetlerine karşılık verilen ödüldü. Evi ve köyü cahşlar tarafından
talan edilen kadın gördüklerini şöyle ifade ediyor “Cahşlar benim de
bulunduğum sırada bütün mefruşat da dahil olmak üzere evimdeki her şeyi
aldılar. Param yoktu ama ziynet eşyalarımı, hayvanlarımı ve traktörümü aldılar
ve hepsini bir kamyona yüklediler. Köydeki diğer evleri de aynı şekilde silip
süpürdüler. Sonra onları, elbiseler gibi evlerin içinde buldukları ve
kendilerinin ve askerlerin işine yaramayan şeyleri yakarken gördüm. Evleri
ateşe vermek için kerosen kullandılar gözlerimle gördüm. (86) Köylerin
Cahşlar tarafında talan edilip yağmalamalarına, Irak ordusundan bir subay
şaşkınlık içerisinde şu ifadeleri kullanır “”Bu insanlar ölüme
gidiyorlar para ya da altınları yanlarına almış olamazlar.” (87) Kimi
kaynaklara göre toplama kamplarına toplatılan insanların öldürüleceği konusu,
Irak ordusu tarafından hiçbir zaman Cahşlara ifade edilmemiştir. Hatta daha
önce – 1976 yıllarında – olduğu gibi merkezi ve daha modern köylere
yerleştirecekleri ifade edilmiş. İşin aslı anlaşıldığında, bazı cahşların bu
kamplardaki insanların kaçışına yardım ettiği halk tarafından da ifade
edilmiştir.
• Toplama
Kampları:
Toplama kampları tıpkı Hitler’in II. Dünya savaşında birçok ülkedeki
Yahudi halkını toplayarak kapatmış olduğu kamplara çok benzemektedir. Belki bu
kamplara toplanan sadece Başur’ê Kürdistan’daki halktı. Ama çocuk, yaşlı,
kadın, erkek, hasta hatta Kürtlerin delileri bile bu kamplara toplanmışlardı.
Peki neden sonra, II. Dünya savaşında Hitlerin Yahudi halkına uyguladığı
katliamlardan daha beteriyle karşılaştıktan sonra. Toplama kamplarına
kapatılmadan önce Irak ordusu en ağır hava bombardımanlarıyla çeşitli kimyasal
silahlar kullanarak binlerce insanı katletmiş binlercesini de kimyasal silahla
yaralamıştır. Irak ordusunun halk üzerinde yürütmüş olduğu psikolojik harp
somut uygulamalarıyla kadın, çocuk, yaşlı ve erkeklerin yüreklerine dehşet
saçmıştır. Deyim yerinde ise cehennemdeki
tüm zebaniler başlarına toplanmış. Kaçacak hiçbir yeri olmayan bu insanların
gözlerinde ve yüreklerindeki korkuyu tahmin etmek mümkün değildir. Zaten o
korkunun etkisiyle olacak ki, çoğu kadın ve çocuk çareyi kaçmakta değil
cellatlarına teslim olmakta bulmuşlardır. Belki vicdanları galeyana gelirde
affedilirler diye? Ama nafile çünkü bu uygulamaların sahipleri her şeyden önce
vicdani seslerini dinleyecek karakterden yoksunlardı. Tıpkı HANNAH ARENDT’in
Yahudi soykırımından yargılanmak için İsrail’e kaçırılan Hitler’in bir subayı
olan Adolf Eichmann’ın için dile getirdiği gibi “…Eichmann’ın defalarca karşı
çıktığı şey iddia makamının savlarının aksine kendi inisiyatifiyle hiçbir şey
yapmadığıydı. Tek yaptığı, iyi veya kötü niyet barındırmaksızın verilen
emirlere harfiyen itaat etmekti. Bu tipik Nazi mazereti dünyada işlenmiş en
büyük kötülüklerin önemsiz insanlar tarafından gerçekleştirildiğini açıkça
ortaya koyuyor. Herhangi bir gayesi bulunmayan fikirden yoksun, ruhsuz kalpleri
veya şeytani iradeleri olmayan insanlar. Birey olmayı reddeden insanlardır. Ve
ben bu olguya kötülüğün sıradanlığı diyorum. Bir birey olmayı reddederek,
Eichman o tek ve en belirleyici insani özellikten vazgeçmişti. Düşünebilme
yetisinden yani. Sonuç olarak da ahlaki kararlar alma yeteneğine sahip
değildir. Bu düşünme yetersizliği bir sürü sıradan adamın dev bir ölçekte ve
daha önce görülmemiş bir biçimde kötülükler işlemeleri için imkân yarattı
diyordu. Evet, Arendt’in dediği gibi bu uygulamaların sahiplerinin şaşırtıcı
sıradanlıklarıyla sarsıcı eylemleri arasında bir bağ kurmaya çalışıldığında bu
karakterlerin ne kadar zavallı ve insani erdemlerden yoksun olduklarını
anlarsınız. Acınacak durumda olanlar ölüme gidenler değil ölüm fermanını
uygulayanlar olduğu gayet net ve anlaşılırdır. Bu duruma bakıldığında Hitler’in
subaylarıyla Saddam Hüseyin’in subayları arasında hiçbir farkın olmadığı gayet
net bir şekilde anlaşılır. O zaman Kürdistan’daki bu soykırımdan sadece Saddam
Hüseyin veya Ali Hasan el–Mecid denilen şahsı sorumlu tutmak bu rejimin
arkasında ki sistemi ve güçleri aklamak olur. Asıl karar sahibi ve onay
makamları uluslararası hemonik güçlerdir.
Bu ruh haliyle toplama kamplarına taşırılmışlardır. Orada
ilk yaptıkları şey tek tek geniş ve detaylı sicillerinin alınması, akraba veya
aile içinde peşmerge güçlerine katılan olup olmadığı, daha önce sicillerinde
Irak rejime karşı işlenen bir suçun olup olmadığı netleştirilir. Daha sonra 12-
50 yaş arası tüm erkekler ve evlenmemiş genç kızlar ayırt edilerek çöl ortasına
konulmuş derme çatma çadırlara ya da barakalara konulur. Kimi kamplarda
kadınlara yaklaşım daha kötüdür. Taciz, tecavüz vb. uygulamalara sık sık
rastlanır. Bu kamplara konulan genç kızların çoğunluğu daha sonra hediye olarak
Arap ülkelerine ve şeyhlerine gönderilir. Geri kalanlar bu ülkelerde tıpkı günümüzde
DAİŞ’in Ezîdî kızlarına yaptığı gibi satılır. Erkelere günlük kaba dayak ve
işkence neredeyse rutin bir hal alır. Topzawa toplama kampında kalan biri
gördüklerini şu şekilde ifade ediyor “Topzawa’daki şartlar oradaki herkes için
dehşet verici olsa da erkek mahkûmların tutulduğu aşırı kalabalık barakalar
göründüğü kadarıyla en kötüsüydü. “Kendi salonumuzdan
ayrılamıyorduk” diyor askeri hizmet için yaşı küçük olan fakat annesinin
yanında kalmasına izin verilemeyecek kadar da büyük olanlarla bir arada
tutulan, Qadir Kerem yakınlarından bir erkek çocuk. “Salon betondan inşa
edilmişti, camsız olan pencere ve kapılarında çok sağlam ve kalın demir
parmaklıklar vardı. Salon altıya otuz metre büyüklüğündeydi ve çok kalabalıktı.
Yatmaya yer yoktu.”
Koşullar sıhhi olmaktan uzaktı. Mahkûmlar bağırsak
hareketleri için odadaki tenekeleri kullanıyordu, idrarlarını ise kapının
dışına ya da çömeldikleri yere yapıyorlardı. Eğer şanslıysalar, namlunun önünde
beşli ya da onlu gruplar halinde bazen yolda koaks kablolarla döven muhafızlar
tarafından günde iki kere tuvalete götürülebilirlerdi. Bu arada çoğu ishalden
muzdaripti, özellikle de hapishane yemeği yemişlerse. “Anlatılmaması daha
hayırlı olacak” diyen, Topzawa’dan canlı çıkabilmiş birkaç genç adamdan birisi.
“Eğer aç olmasaydınız bu yemeği yemezdiniz. İçinde kemik artıkları ve
yağların yüzdüğü bir tür çorbaydı. Herkes hastalandı.” Topzawa
mahkûmlarının çoğu için bu bile yoktu—her gün iki küçük parça bayat yuvarlak
ekmek (somun) ve biraz su. Bazılarına hiç yiyecek verilmiyordu. Fakat kadınlar
ve çocuklar başka şekillerde ağır acılara katlanıyorlardı. Birlikte
geçirdikleri kısa bir süreden sonra sopalı muhafızlar, yaşlı kadınları şiddet
kullanmak suretiyle sürükleyerek kızlarından ve torunlarından kopardılar ve
paldır küldür bilinmeyen bir yere yolladılar. Anlatılan en az iki olayda,
askerler ve muhafızlar, Topzawa’daki ilk gecelerinde kadınların barakalarına
daldılar ve çocukları, hatta memedeki bebekleri bile kadınlardan alıp
götürdüler. (88)
Sürekli bir şekilde kamplara getirilen ve çıkarılan insanlar
vardı. Çıkarılan insanların çoğunluğunun ölüme gittiklerini herkes biliyordu.
Yine kamp ortasında ibretlik olsun diye kafalarına kurşun sıkılarak ya da
sopalarla dövülerek öldürülen insanlar vardı. Bunun yanı sıra açlıktan ölen
çocuklarda söz konusuydu. Bu konuda Süleymaniye Özerk Bölge İstihbarat
sorumlusunun 29 Ekim 1988 tarihli mektubunda şunlar ifade edilmiştir:
“Bismillahirrahmanirrahim: Özerk Bölge’nin Güzide Yöneticisi, telefon
görüşmemize istinaden, istenilen istatistikler aşağıdadır…” diye
başlıyor. Yapılan eylemlerin özet bir listesi var: Ali Hasan el–Mecid’in
kaleminin emriyle, suçlu dokuz bozguncu, ailelerinden on sekiz kişiyle beraber
idam edildi diğer on dokuz kişi yasak bölgelerde bulundukları, 20 Haziran 1987
tarihli 4008 no’lu talimatı ihlal ettikleri için idam edildi diğer kırk yedi
bozguncu Devrimci Mahkeme tarafından idam cezasına çarptırıldı. Ve son olarak, “aralarında şanlı ‘Enfal’
operasyonları sırasında tutuklananların da bulunduğu 2532 kişi ve 1869 aile,
toplam 9030 kişi, el-Ta’mim (Kerkük) vilayetindeki Halk Ordusu kampına
gönderildi.” (89)
Bu kamplara girenlerin çoğunluğu Irak’ın güney çöllerinde
canlı canlı toplu mezarlara gömülerek öldürülmüşlerdir. Belki de üzerlerine
kepçe ile kum döküldüğünde halada yaşamdan umutlarını kesmemişlerdi. Belki de
umut edilen, bu zavallı insanların biran içinde olsa düşünme yetisine
kavuşmaları ve yaptıkları kötülüklerden vazgeçmeleriydi. Çünkü umut edenler çok
iyi biliyorlardı ki “düşünmek, insanlara o bir anlık beliren kritik zamanlarda
felaketleri önleme gücü verir. (Hannah Arendt) Ama ne yazık ki cellatlar
düşünme yetilerini yitirmişlerdi. Onlar sadece emirlere uyan zavallı insanımsı
yaratıklardı.
Yarın: 1991-KDP ve YNK’nin Hükmettiği Kürdistan
Göç Dosyası-Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info -www.navendalekolin.com -http://kursam.org/index.html
0
21
TR
HE
:” ”
:””
” “,” ”